1 Mayıs 2004 Cumartesi

21. Yüzyıl Haçlı Savaşlarında Yeni Bir Tuzak “Ilımlı İslam Cumhuriyeti”

 (Umran Dergisi)

“Rabbimiz, kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı, bir kin bırakma.” (59/10)

 

ABD-İsrail-İngiltere Şeytan ittifakının giriştiği işgal hareketleri, en az 15-20 yıl önce çizilmiş bir stratejinin uygun şartlar ortaya çıktığı için uygulamaya konulmasından ibarettir. Büyük Ortadoğu diye isimlendirilen neredeyse tamamı Müslüman ülkeler olan bir coğrafyanın, Şeytan ittifakı tarafından işgali, yeniden paylaşılması hedeflenmektedir. 11 Eylül provokasyonu, sadece bu işgalleri meşrulaştırmak ve İslam dünyasına karşı bir haçlı ruhunu canlandırabilmek için organize edilmiştir. Bush bugün bile ısrarla haçlı seferlerinden bahsetmektedir. ABD yönetimi, bir taraftan haçlı seferleri ile kendini görevli görürken; diğer taraftan Büyük Orta Doğu’da ‘Ilımlı İslam Cumhuriyetleri’ kurmayı hedeflemesi bir tezat gibi algılanabilir. Gerçekte tezat yoktur. Proje, Haçlı seferlerinin nihai amacına daha az zayiatla ulaşmak için kurulan stratejideki bir geçiş sürecidir. Müslümanlar belli bir kumpasın içine çekilmeye çalışılmaktadır. O nedenle Müslümanlar, ne ile karşı karşıya kaldıklarını bugünden görmelidirler. Müslüman dünyanın, sloganlarla aldatılma ve sloganlarla avunma anlayışından vazgeçip gerçeklerle yüzleşmesi ve yapılmak istenenler üzerinde çok iyi tefekkür, tezekkür ve tedebbür ederek öncelikli tedbirlerini alması ve karşı harekete geçmesi gerekir.

100 Yıl Sürecek Haçlı Savaşı

90’lı yılların ortalarına doğru ABD’de yapılan bir çok filimde dünyanın doğal afetler dahil büyük tehlikelerle karşı karşıya kalacağı işlenmeye başlamıştır. Bu filmlerde açıkça söylenmesi bile, imalı bir şekilde düşmanın Müslümanlar olduğu, kurtarıcıların da Evanjelik Hıristiyanlar ile Yahudi koalisyonu olduğu açık bir şekilde anlatılmaktadır. Oysa daha önceki yıllarda çevrilen bu tür filmlerde kurtarıcılar; yalnızca Hıristiyanlar idi.1 ABD psikolojik savaş makinesi, film endüstrisini kendi amaçları istikametinde sürekli kullanmakta ve bu yolla kamuoyu oluşturmakta, istediği bazı şeyleri insanların şuuraltına yerleştirmektedir. Dolayısıyla bu filmlerde ciddi sayılabilecek bir kurtarıcı değişikliğine gidilmesi, dünyanın geleceğine ilişkin tasavvurun bir ölçüsü olarak değerlendirilebilir. ABD yönetimi veya ABD içindeki güç odakları, gelecekte din eksenli bazı projelerin hayata geçirilmesinde, Yahudi ittifakına ihtiyaç bulunduğunu ABD kamuoyuna kabul ettirebilmek için bir ön şartlandırmayı bu filmler aracılığı ile yapmak lüzumu hissetmiştir. ABD yönetimindeki Şahinler kanadının neredeyse tamamının Yahudi olması ve ABD’nin, İsrail’in Ortadoğu’da yaptığı katliamlara kayıtsız şartsız destek vermiş olması, filmlerde oluşturulmak istenen Evanjelik Hıristiyan- Yahudi ittifakının gerçekleşmesine ilişkin bir gösterge olarak değerlendirilebilir.

Diğer taraftan 18 Temmuz 1998’de İngiltere’nin Canterbury katedralinde dünyadaki Anglikan kiliselerinin üst düzey yöneticilerinin katıldığı 14. Lambeth toplantısında Hıristiyanlığın yeni hedefi, Türki cumhuriyetler, Ortadoğu halkları ve Müslüman ülkelerde Hıristiyanlığın yaygınlaştırılması olarak belirlenmiştir. Bu toplantıdan 2 yıl sonra 24 Aralık 2000’de de Papa, 3. bin yılda Asya’nın Hıristiyanlaştırılmasını hedef olarak ortaya koymuştur.2

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Hıristiyanlık açısından biri ABD’de, diğeri Vatikan’da olan iki ayrı ağırlık merkezinin meydana gelmiş olmasıdır. ABD merkezi Yahudilerle işbirliği halinde ya da Yahudilerin kontrolündedir. Vatikan ise böyle bir ittifaka şimdilik mesafeli durmaktadır. Son zamanlarda gösterime sokulan ‘İsa’nın Çilesi’ filminin Vatikan destekli olduğu düşünülürse, Vatikan’ın ABD merkezine karşı koalisyonu çözmeye dönük bir karşı saldırısı olarak değerlendirilebilir.

Diğer taraftan gene 90’lı yılların başında, Avrupa’daki Müslümanların batı toplumlarından ayrı bir ulus meydana getirdikleri ve bunlarla hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğu üzerinde kamuoyu oluşturma çalışmaları yapılmaktaydı:

“Batıdaki Müslümanların çoğalmasıyla birlikte Avrupa’da ‘on üçüncü ulus’ ortaya çıktı... Bunun yarattığı korku giderek bütün Batıyı sarıyor... Batı ile Avrupa’daki ‘on üçüncü ulus’ arasındaki sürtüşmenin bundan sonraki aşaması tarihi bir hesaplaşmaya kadar varabilir.”3

Bu durumda Ortadoğu ve Asya’nın Hıristiyanlaştırılması kararından yaklaşık iki yıl sonra 11 Eylül provokatif hareketinin meydana gelmiş olması bir tesadüf olarak değerlendirilebilir mi? ABD’deki merkez, bu olayı hiçbir ciddi bilgi ve belge olmadan Müslümanların üzerine yıkmıştır. Ciddi bir kanıt olmadan ve olayın tartışılmasına müsaade edilmeden İslam coğrafyasının hemen hemen her tarafından insanların yer aldığı bir suçlular listesi, ABD Psikolojik Savaş makinesi tarafından dünya kamuoyuna sunulmuştur. ‘Önleyici Savaş Doktrini’ ile ‘yüzyıl sürecek bir haçlı savaşı/seferi’ başlatıldığı, bizzat ABD başkanı Bush tarafından kamuoyuna açıklanmış ve devamında Afganistan işgal edilmiştir.

Bush’un 11 Eylül sonrasında yüz yıl sürecek bir haçlı seferinden bahsetmesi, Türkiye’de bazı çevrelerce bir dil sürçmesi, yanlış anlaşılma olarak savunulup geçiştirilmeye çalışılmıştır. Oysa 19 Nisan 2004 tarihli gazetelerde görüldüğü gibi; Bush, ABD’deki seçim kampanyasında ‘kendisinin 100 yıl sürecek bir haçlı seferinin içinde olduğunu’ açık bir şekilde tekrarlamıştır. Huntington’un medeniyetler çatışması tezinde, asıl düşman İslamiyet’le hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğunu ifade etmesini4 gözönüne aldığımızda, Hıristiyanlığın her iki merkezinin İslam’ı hedef olarak seçtiği ve İslamiyet’i yok etmek için seferber oldukları anlaşılmaktadır. Hıristiyanlığın bu iki merkezi(ABD, AB) arasındaki çatışma meselenin özünden değil, ortadaki pastanın paylaşılmasından kaynaklanmaktadır. Pastanın paylaşılmasında anlaştıkları anda, ortak hareket edebileceklerine dikkat edilmelidir. Nitekim Irak’ta giriştiği işgalden dolayı başı dertte olan ABD’nin, teorisyenlerinin çoğu Yahudi olan Büyük Ortadoğu Projesi’ni -İslam coğrafyasının tamamını kapsıyor- önce NATO’ya sonra G-8’lere getirmek istemesi, pastayı kerhen paylaşmak istediği anlamına gelmektedir.

Aptallaştırıp Korkutarak Yürütülen Psikolojik Savaş 

Hıristiyanlığın karar merkezlerinin Büyük Ortadoğu diye tanımlanan coğrafyayı Hıristiyanlaştırma kararını vermesinden sonra, başta Türkiye olmak üzere İslam coğrafyasının her tarafında misyonerlik faaliyetinin yoğunlaştırıldığını görmekteyiz. Türkiye’de mahalle aralarında, apartman katlarında kiliseler açılıp yoğun bir faaliyet yürütülmüş; konu zaman zaman medyaya taşınmış, ancak kısa bir süre sonra olay örtbas edilmiştir. Bunun Satanizm dalgası ile eş zamanlı olması üzerinde pek durulmamıştır.

Türkiye’de gene bunlarla eş zamanlı olarak bir kısım medya aracılığı ile, daha önce rastlanmadık bir tarzda, akıl almaz bir şekilde toplumu yozlaştırma ve aptallaştırma faaliyetine ağırlık verilmiştir. Pop star kültürü olarak ünlenen bir çok program, birbirleri ile yarışır şekilde değişik kanallarda sergilenerek toplum uyuşturulmaya ve aptallaştırılmaya çalışılmaktadır. Toplumun tüm bağışıklık sistemini tarumar edecek şekilde özel gizli bir proje belli bir stratejiye uygun olarak pratiğe aktarılmaktadır. Ana hedef olarak da gençlik seçilmiştir:

“Türkiye’de bir kesim var, vatan-millet hamaseti yapıyor. Bir başka kesim de tamamen organize olmuş ve hınzırca plânlarla Türkiye’yi çökertmek için çalışıyor. Pop-star tarzı yarışmalar da bu plânın bir parçası. Bu durum para ve reyting kaygısından öte bir şey. Bir toplumun kültürünü, millîliğini, o toplumu bir arada tutan değerleri yok etmeye yönelik bir plan... Bilinçli bir şekilde uygulanan bu politikalar halen devam ettiriliyor. Pop-star veya sanat güneşi gibi kavram ve yarışmalarla halkı etkilemek, kandırmak ve manevi değerlerinden uzaklaştırmak için yapılan bilinçli organizasyonların sonucudur bu durum... Bilinçli bir şekilde bu toplum batırılıyor. Ülke satılıyor...

Tarkan’a üç senedir sponsor olan kuruluşlara bakalım. Tarkan’ın son üç senelik sponsorları Coca Cola, Pepsi Cola ve Opet. Üçü de yabancı sermaye. Neden özellikle bu şirketler Tarkan’ın sponsorluğunu üstleniyor? Opet, Tarkan’la konser başı 125 bin dolardan, toplam 2.5 milyon dolarlık 20 konser anlaşması yaptı. Opet’in Genel Müdürü diyor ki: “Bodrum’daki konserde 30 bin kişi vardı, ama bunların 27 bini bedavacıydı.” Benim hesaplarıma göre her konserde yaklaşık en az 100 bin dolar civarında zarar ediyorlar. 20 konserde de 2 milyon dolar zarar ediyorlar. Bu zararı benzin satarak karşılayamazlar...Onlar bir kültürü bitirip, yerine kendi kültürlerini veya istedikleri kültürü yerleştirmek için bu paraları harcıyorlar. Bunun için de gençlere örnek olarak Tarkan’ı çıkarıyorlar...

 Atatürk zamanında tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Ama mason dernekleri de kapatıldı. Türkiye’de yıllardan beri MGK’da “Aman şeriat geliyor!”, “İrtica hortluyor!” fikri deklare ediliyor. Bunlar sadece muhafazakâr veya dinini yaşayan insanların organizasyonlarına yönelik söylemlerdir. Ancak Türkiye’de daha büyük, tehlikeli ve inanılmaz organizasyonlar var. Türkiye’de Sabetayist organizasyon var.

Televizyon reklamlarına bakın, çıkan sanatçıların büyük çoğunluğu Sabetayist’tir. Türk Dışişleri Bakanlığı ve sanat dünyası başta olmak üzere bütün köşeler Sabetayistler tarafından tutulmuştur. Bu durum muhafazakâr kesimlerin kendilerini muhafaza etmek için bir organizasyon içine girmelerini haklı kılıyor. Çünkü muhafazakâr kesimin dinî düşünceleri, yanlı propagandalar, misyonerlik faaliyetleriyle yok edilmek isteniyor.”5

Diğer taraftan Attila İlhan’ın ‘28 Şubat Sabetayist bir darbedir; ekonomiyi batırmak ve halkı devletten soğutmak için yapılmıştır’ sözlerini hatırlarsak, Özdemir Erdoğan’ın yukarıda bahsettiği organizasyonun nasıl bir organizasyon olduğu daha iyi anlaşılır.

Halktan gelebilecek tepkileri engelleyebilmek için, belli aralıklarla ‘İrtica geliyor’ kampanyasının başlatılması; Hıristiyanlaştırma, aptallaştırma ve yozlaştırma faaliyetlerini toplumun dikkatinden kaçırmak içindir. İçerdeki bu kampanyalara ABD-İsrail-İngiltere Şeytan ittifakının Irak ve Filistin’deki savaş üzerinden yürüttüğü psikolojik savaşı katarsak; Türkiye’deki Müslüman insan unsurunun kuşatılarak teslim alınmaya çalışıldığı sonucuna varabiliriz.

Fillerin Ehilleştirilmesi ve Müslümanlar

Bizi döven el ile bize ağrı kesici veren el aynı bedene aittir. İçerdeki işbirlikçi gruplar, sopayı gösterdikçe; sopadan kurtulmanın yolu olarak ABD ile AB’yi gösterenler işbirlikçilerin efendileridir. Kullanılan metot, filleri ehilleştirmek için kullanılanla aynıdır:

Filleri yakalayıp ehilleştirmek için, üstü kamufle edilmiş geniş bir çukur açılıp bir tuzak kurulur. Fil tuzağa doğru sürülüp çukurun içine düşürülür. Çukurun içine düşmüş olan fil, önce siyah bir adam tarafından sürekli dövülüp aç ve susuz bırakılır. Filin kurtuluş ümidini kaybettiği bir anda, oyunun baş aktörü, beyazlara bürünmüş beyaz giysili(maskeli) bir adam, siyah adam tam da fili döverken ortaya çıkar ve siyah adamı filin gözleri önünde döver gibi yaparak kovalar. Siyah adam ortamdan uzaklaştırıldıktan sonra; kurtarıcı beyaz maskeli adam, file su ve yiyecek vererek yaralarını tedavi eder. Kurtarıcı beyaz maskeli adam, fili çukurdan çıkarıp boynuna esaret zincirini takar. Fil de kurtarıcısına olan vefa borcunu ömür boyu ona hizmet ederek öder.

Türkiye’de genelde halka, özelde ise dini hassasiyeti yüksek olan Müslümanlara karşı kurulan tuzak aynıdır. Bu ülkede bazı siyah adamlar, Müslüman halkı sürekli dövüyor. Açlığa, yoksulluğa ve korku içerisinde yaşamaya mahkum ediyor. Yasaklar zinciri ile nefes alamaz bir hale getiriyor. Yolsuzluk, vurgun, soygun ve talanla herkesin birbirine, kurumlara, yönetime ve devlete olan güvenini yıkıyor. Bazı siyahlar da pop star kültürünü yaygınlaştırıp halkı aptallaştırma ve yozlaştırma faaliyetine hız veriyor. Bazıları da insanları göçe zorluyor. Karamsarlığın ülke üzerine bir karabasan gibi çöktüğü bir anda, beyaz maskeler içerisinde ortaya çıkan kurtarıcılar(!), bazı siyah adamları insan hakları, özgürlükler, demokrasi adına eleştiriye başlıyor, zaman zaman da tokatlıyor. Ezilen, horlanan ve dövülen bir halka her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu belirtiyor. Büyük bir özveri gösterisi olarak da; yaraları saracak, ülkeyi çukurdan çıkaracak ve gerekli tımarı yapıp zinciri takacak her türlü bakıcıyı gönderiyor.

Ama ne olur ne olmaz diyor beyaz maskeli adam. İçerdeki siyah adamlar emri vaki yapabilir, gene size zulmedebilir. Buna imkan vermemek için sizi koruma altına almalıyız. Sizin güçlü koruyuculara ve korunaklı mekanlara(Kafese) ihtiyacınız vardır diyor. Sizi siyah adamların zulmünden ancak ben(ABD) ve AB koruyabilir. AB korunağı (kafesi) size yakındır. Tarih boyu ilişkiniz var. Şimdi biz o kafese girmenize yardımcı olalım. İlerde zaman zaman kafes sahiplerine haddini bildirmek gerekebilir. O zaman da sizin yardımınıza ihtiyacım olabilir. Şimdi kafes sahiplerinin sizinle ilgili korkuları, endişeleri var. Oraya girdiğinizde uyum göstereceğinizi, huzursuzluk çıkarmayacağınızı ve zorluk çıkarmayacağınızı onlara ispatlamanız gerekir. Onların bu tür endişelerini izale etmeniz lazımdır. Bunun için, Kur’an eksenli anlayışınızı değiştirip zihinsel bir değişim geçirdiğinizi gösterin. Müslüman olarak kalın; amma benim tanımladığım iyi bir Müslüman(ılımlı Müslüman)(!) olun. Bütün bunlara rağmen AB sizi korumaya almazsa, o zaman da sizin bizden başka hakiki dostunuz ve koruyucunuz yok demektir. Bundan sonra ona göre davranır, isteklerimize karşı çıkmazsınız. Bu, sizin menfaatinizedir.

Yıllardır oynanan oyun aynıdır. Aktörler değişmiş ama oyunun mahiyeti ve hedefi değişmemiştir. Bugün dünya çapında ABD merkez üslü yürütülen psikolojik savaşın ana hedefi, Müslümanları bir zihnî kırılma içerisine sokarak dirençlerini kırıp teslim almaktır.

Zihinsel Travma

Türkiye’deki gelişmelere baktığımızda bazı soruları yüksek sesle sormak gerekiyor. AB’ye dün şiddetle karşı çıkanların, bugün bu kadar hevesli olmalarının kökeninde yatan asıl neden nedir? İnsanların AB’yi tercih etme hakları vardır. Ancak bu tercih etme nedenleri için İslamî gerekçeler göstermeye kalkmalarını, Batı medeniyetinin değerlerinin zaten İslam’ın kendi değerleri olduğunu söylemelerini nasıl anlamlandırmalıyız? Gerek BOP gerekse AB ile ilgili düzenlenen panellerde, sempozyumlarda bazı sivil toplum temsilcilerinin seslendirdiği düşünceler ne anlama gelmektedir? Nasıl yorumlanmalıdır? Nasıl değerlendirilmelidir?

Görünen odur ki, İslamî kavramları kullanma konusundaki hassasiyet zayıflamıştır. Kavramların anlam alanları düşünülmeden konuşulup yazılmaya başlanmıştır. Aynı kelime kullanılmakta fakat kavramlara daha önce İslam dışı kişi veya kuruluşların yüklediği anlamlar yüklenmektedir. Kavramsal çarpıtmayı yapanların hangi stratejik hedefleri olduğu ve İslam’la ilgili böyle bir kavramsallaşmaya niçin gittikleri, Müslümanlar tarafından iyice tartışılıp anlaşılmadan bilerek veya bilmeyerek onların istediği anlamlarda kelimeleri kullanmakla, istenen oyunun içine farkına vararak veya varmayarak düşülmekte ve oyuna hizmet eden bir aktör rolü oynanmaktadır.

Her gün bir itirafçı ortaya çıkmakta veya çıkarılmakta, eskiden yaptıklarının, söylediklerinin bir istismar hareketi olduğunu söyleyip itiraflar yapmakta, değiştiklerini ve bir daha böyle bir hataya düşmeyeceklerini deklare etmektedirler. Dün karşı çıkılan bir çok şey bugün kutsanmakta, dün savunulanlar bugün istismar, saflık olarak değerlendirilmekte, dün haram denilenlere bugün helal denilmektedir.

Eğer dün karşı çıkılan Batılı değerlerin, bugün gerçekten İslâmî değerlerden başka bir şey olmadıkları söylenebiliyorsa; ABD Değerler Sistemine dayalı bir globalleşmeye İslamî gerekçeler ileri sürülüp destek verilebiliyorsa, gerçekten de ölçü kaçırılmış, referanslar kaybolmuş demektir. Beyaz maskeli adamın tavsiyeleri yerine getiriliyor demektir. Kirlenmeye varan çok ciddi bir zihniyet kırılması ve kavramsal bir kargaşa var demektir.

Kelimelerin Anlam Alanları, Anahtar Kelime, Odak Kelime

İnsanoğlu yaşam boyunca, haberleşmenin, iletişimin, karşılıklı anlaşmanın aracı olarak değişik kelimeleri türetmiş ve kullanmıştır. Kelimeler, yalnızca bir konuşma aracı değil; aynı zamanda, toplumun içinde bulunduğu durumu, dünya görüşünü, sistemi algılayıp değerlendirebilme aracıdır da. Toplumdaki ilişkiler, davranışlar, anlayışlar, kültür ve yaşantı hakkında bilgi verirler.

Bazı kelimeler tek anlamlı, bazıları ise birden fazla anlamlıdır. Ayrıca bazı kelimelerin yalnızca sözlük anlamları(esas anlam) vardır. Bazılarının ise sözlük anlamlarının yanı sıra, sözlük anlamlarından daha öncelikli olarak kullanılan başka anlamları da vardır. Bunlara ıstılahî anlam denmektedir.

Kelimelerin ıstılahî anlamları, bir mıknatısın çekim alanına benzer. Bir mıknatıs gibi kelimenin çevresinde bir anlam alanı meydana gelir. Başka kavramlarla özel bir ilişki ağı kurarak, genel düşünce ve kültürel yapı sisteminin içinde özel bir konum alır. Öyleyse ıstılahî mana, kelimenin içinde bulunduğu sistemden ve bu sistemdeki diğer kelimelerle kurduğu ilişkiden doğan özel bir anlamdır. Genel olarak bir sistem içinde yer alan bu tür kelimelere “anahtar kelime” adı verilmektedir.7

Bir düşünce sisteminde, bir bilim dalında kendine özgü pek çok anahtar kelime mevcuttur. Bu kelimeler; bu alanla ilgilenen şahıslarda, kelimenin kuşattığı alanın, ilişki ağının toptan bir bütün olarak canlanmasına neden olur. Bir bilgisayar mühendisinin, Bilgisayar dendiğinde donanımdan yazılıma kadar bir çok alt anlam alanlarını içeren terimler, konular hafızasında canlanır. Klavye, monitör, güç kaynağı, mikroişlemci, bellek elemanları, hard disk, RAM, ROM, değişik giriş çıkış birimleri, işletim sistemi, değişik yazılımlar gibi bir çok kavram gözünün önünden gelir geçer. Oysa bunların her biri başlı başına ağırlığı olan konulardır. Konumuz itibariyle bunlara alt anahtar kelimeler diyebiliriz. Öyleyse bilgisayar kelimesinin oluşturduğu sistem, bir çok anahtar sözcüğü içermekte, onlarla karışık bir ilişki ağı kurmaktadır. Bu nedenle bir anahtar sözcük olan bilgisayar kendi özel alanı içerisinde odak anahtar kelime veya kısaca odak kelime olarak nitelendirilmektedir. Fakat aynı bilgisayar terimi, İnternet içerisinde odak kelime olma özelliğini kaybeder, bir anahtar kelime olma özelliği kazanır. Demek ki bir anahtar veya odak kelimenin sistem içerisinde kazandığı ıstılahî mana son derece önemlidir. O alanla ilgilenen bireyler tarafından aynı şekilde algılanmalıdır. Kafalarda aynı çağrışım olmalı, aynı şey canlanmalıdır. Aksi taktirde o özel alanla ilgilenenlerin anlaşmaları mümkün değildir.

Ancak, aynı kelime, alanın dışındaki insanlarda farklı çağrışımlara neden olabilir.

Bilgisayar kasasının içindeki ana kartı çıkartsanız, sistem görünüş olarak bilgisayar olmasına karşılık bilgisayar fonksiyonunu görmesi mümkün değildir. O şekli ile onu bilgisayar diye nitelendirmek bilgisayar kavramını çarpıtmak, bozmak demektir.

Günümüzdeki kavram kargaşasının biraz daha anlaşılabilmesi için televizyon kavramını, gözönüne alalım. Televizyon haberleşme sisteminde ses ve görüntüyü insanlara aktaran teknik bir cihazdır. Televizyonda ses ve görüntü aktarımı, birlikte olan iki önemli fonksiyondur. Sade bir insan için televizyonun belli görüntüsü ve kullanım şekli vardır. Ayar düğmeleri, güç kablosu, ekranı, hoparlörü gibi belli konular kavram olarak bilinir. Nasıl çalıştığından ziyade nasıl kullanılacağı onun için daha önemlidir. Bir elektronik mühendisine televizyon kavramı; anten, yüksek frekans katı, ses frekans katı, görüntü katı, güç kaynağı, tüp vs. gibi kavramları hatırlatır. Kendi alanı ile ilgili meslektaşları ile anlaşabilmesi için bütün bu kavramların, kafasında aynı şekilde canlanması gerekir.

Televizyonda görüntü yok, ses varsa, şekil olarak televizyon olmasına karşılık; kötü bir radyo olarak fonksiyon icra ediyor demektir. O teknik cihaza televizyon denmiş olması, onun televizyonun fonksiyonunu yerine getirdiği anlamına gelmez.

İşte son yıllarda yaşanan psikolojik savaş ortamında, ne kadar İslâmî temel kavram varsa, televizyon örneğinde olduğu gibi içi boşaltılarak radyo olarak algılanmaları istenmektedir. ABD yönetiminin uzun zamandır diline doladığı Ilımlı İslam kelimesi ile yapmak istediği, içi boşaltılmış ve hayatla ilgisi koparılmış yeni bir dinin inşasıdır.

Psikolojik Savaşta Kavram Yozlaştırması

Psikolojik savaş; zihinler üzerine yoğunlaştırılmış, insan iradesini çözmeye, suçlu olduğuna inandırmaya ve onu teslim almaya dönük bir savaştır. Muhatabın teslim alınıp eğitilmesi ve eski sisteme kazandırılması gayesi esastır. O açıdan bir ideoloji veya bir sisteme karşı mücadele veren insanların, uğrunda mücadele verdikleri düşünce ve fikirlerin gözden düşürülmesi ve o fikri temsil eden şahısların yıpratılması gerekir. Bu amaçla, diğer psikolojik savaş faaliyetlerinin yanı sıra, o inanç veya düşünce sistemindeki temel kavramların anlamları çarpıtılır:

“Psikolojik savaş, fikir ve eylem planındaki faaliyetleriyle ilgili olarak kullandığı kelime ve deyimleri, mahalli ve milli dildeki anlamlarını değiştirerek kullanmaktadır. Böylece, kelimelerin ve deyimlerin anlamlarını değiştirmek suretiyle kişiyi ve kitleyi yanıltabilmeye çalışmaktadır.”8

Kavramların yıpratılması, gözden düşürülmesi, çarpıtılması değişik şekillerde yapılmaktadır:

Birincisi; kavramlar, özel sıfatlarla nitelendirilerek korkutucu, ürkütücü bir görüntüye sokulur. “Ortaçağ düşüncesi”, “çöl kanunu”, “gerici düşünce”, “çağdışı düşünce”, “irtica”, “gerici”, “yobaz”, “çağdışı”, “bedevi”, “İslamî terör”, “dinî faşizm”, “İslamî şiddet”, “dinî milliyetçilik” gibi kavramsallaştırmaları bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

İkincisi; ancak mevcut sistemin kirlenmesi, toplumun maddi ve özellikle manevi ihtiyaçlarına cevap verememesi; halkın İslâm’a daha istekli, daha şuurlu bir şekilde yönelmesine neden olabilmektedir. Bu durumda birinci şekil kullanılarak yürütülen bir karalama kampanyasının ardından veya hemzaman, çarpıtmanın ikinci şekli kullanılır. Bu aşamada önceden toptan reddedip karaladıkları kavramlara, şimdi başka anlamlar yüklerler, kendi semantik alanından kopartıp anlam kaymasına uğramasını sağlarlar ve de sahip çıkarlar. Ku’an-ı Kerim’in bu tehlikeye karşı yaptığı uyarıya bugün her zamankinden daha fazla dikkat edilmelidir:

“Ey Peygamber! Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla “inandık” diyenlerle Yahudilerden küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen diğer bir topluluk adına haber toplayanlardır. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar. Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının derler... İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun.” (5/ 41, 13. Ayrıca bak:2/59 3/78 )

ABD Psikolojik Savaş makinesinin bugün yapmaya çalıştığı bundan farklı bir şey değildir. ABD yöneticileri İslam’a inanmadıkları halde bizim İslam’ı yanlış anladığımızı ve yaşadığımızı söylüyorlar. Her türlü kavramsal saptırmayı deniyorlar. Müslümanlara tayin ettiği hareket alanı dışına çıkmamaları, kendilerine verilenlerle yetinmeleri gerektiğini ısrarla vurguluyorlar. Sürekli yalan söyleyip Müslümanları aldatıyorlar ve sürekli ihanet içerisinde bulunuyorlar.

Psikolojik Savaşta Din Adamları ve Kavram Yozlaştırma 

Yürütülen psikolojik savaşta çarpıtılan, özü alınmış dinî anahtar kavramların, Müslüman halk tarafından ilgiyle karşılanabilmesi, benimsenebilmesi için Müslüman camia içindeki bazı din adamı veya cemaat liderlerinin desteğine ihtiyaç vardır:

“..Psikolojik savunma faaliyetleri sırasında, aşırı solun dinsizliği ve Allahsızlığı mecburi kılan mahiyeti, teokratik özlemlerin dikta ve baskı muhtevası üzerinde durulur. Bu uyarıların halk kitleleri üzerinde gerekli uyarıcı sonuçları yoğun olarak meydana getirmesi için, bilhassa, din alanında görev sahiplerinin uyarıcılığı planlanır.”9

Türkiye’de baştan beri ancak daha yoğun bir şekilde 28 Şubat postmodern darbesinden sonra; dünyada ise 11 Eylül provokasyon hareketinden sonra, din adamlarına ve cemaat önderlerine ciddi görevler yüklenmiştir. ABD, Müslüman coğrafyada giriştiği işgal hareketinde karşılaşabileceği mukavemeti kırabilmek için din adamlarına ve dini hassasiyet gösteren sivil toplum örgütlerine özel ilgi göstermektedir. Düşünce kuruluşu Nixon Merkezi tarafından Washington’da düzenlenen “Tasavvufu ve Amerikan politikasındaki potansiyel rolünü anlamak” başlıklı panelde Şeyh Kabbani, ABD yönetimine başlattığı savaşta başarı sağlayabilmesi için tasavvufçularla çalışmasını önerebilmektedir:

“ABD başarıya ulaşmak istiyorsa, tasavvufçularla çalışmalıdır.. Birbirimizin dilini öğrenmeliyiz. Birbirimiz arasında köprüler kurmalıyız. Farklı medeniyetler arasında köprü kurulması tasavvuftur.. Bazı Vahabiler terörist değil. Ancak Sufiler arasında terörist yoktur. Sufiler, Müslüman olsun ya da olmasın, iletişim kurar. Eğer ABD başarılı olmak istiyorsa, Vahabilerden başkasına da ulaşmak zorundadır. Tasavvuf felsefesine göre, başındaki liderden memnun olmayan halkın, sultanla savaşma yoluna gitmesi yasaktır... Vahabilik ise her türlü hareketi kısıtlamaktadır. Amerika bu durumda ne yapmalı? Tasavvuf felsefesiyle yönetilen halk, rejim ona ne derse ona göre hareket edecektir. O zaman rejimin nasıl olacağı önemlidir.”

Hz. Peygamberin en çok korktuğu konulardan biri, bu tür işbirliği içerisine giren ve halkı saptıran din adamlarının varlığıdır. Hz. Muhammed, böyle bir durumun meydana gelmesini ümmet için bir kaos, bir kargaşa ve bir kıyamet olarak nitelendirmektedir:

“..Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım. Ümmetimin arasına kılıç bir kere girdi mi, artık kıyamet gününe kadar kaldırılmaz. Ümmetimden bir kısım kabileler müşriklere iltihak etmedikçe, ümmetimden bir kısım kabileler putlara tapmadıkça kıyamet kopmaz...” [Müslim, İmaret 170, (1920); Ebu Davud, Fiten 1, (4252); Tirmizî, Fiten 32, (2203, 2220, 2230).

Diğer taraftan Türkiye’deki ABD konsolosluk mensupları, sivil toplum örgütlerini ziyaret ederek veya davet ederek Büyük Ortadoğu Projesi için destek arayışlarını açık bir şekilde sürdürmektedirler. Anlaşılan güç ve kuvvet peşinde koşan, işbirliğine yatkın kişi ve kuruluşlar bu tür sondajlarla tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bu yolla kazanılan işbirlikçiler aracılığıyla Müslümanlar arasına fitne ve fesat sokulmak istenecektir. O nedenle hiçbir Müslüman, böyle bir işbirliğine ne kurumsal bazda ne de bireysel bazda girmemelidir. Çünkü Allah bu tür bir davranışı münafıklık olarak nitelendirmektedir:

“..Onlar(münafıklar) müminlerin dışında kâfirleri veli(dost) edinirler. İzzet ve desteği onların yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet ve kuvvet Allah’ındır.” (4/138,139)

Yeni bir Tuzak: Ilımlı İslam Cumhuriyeti

Bernard Lewis’e göre, “İslam dünyasının en büyük problemi, gerektiği gibi modernleşememesi, batıya kin ve düşmanlık beslemesidir. Bu düşmanlığın temel nedeni ise, din ile siyaseti birbirinden ayırmamasıdır”.10

ABD’li Senatör Joseph Lieberman ise; “‘teolojik demir perde’ artık inmiştir ve yeni bir soğuk savaş başlamıştır. Terörizmle savaş sadece silahların savaşı değil, aynı zamanda fikirlerin savaşıdır da”10 diyerek yeni bir soğuk savaşın başladığını seslendirmektedir.

BOP’a göre “İslam ülkelerindeki ‘İslamî terör’(!) bireysel ve yerel olmayıp teorik ve ideolojik yönü vardır; bu nedenle de batı için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır... İslam ülkelerindeki eğitim sisteminin külliyen değiştirilerek modernleştirilmesi ve batılılaştırılması gerekir.”

BOP’un stratejik hedefi, sadece İslam coğrafyasını sömürgeleştirmek değil; aynı zamanda Batılı değerlere ve Globalleşmeye direnen, yeni bir hayat tarzı sunan İslam’ı hayattan silmektir. Belki de birinci öncelikli hedef budur.

İslam Dini, eğitimde kullanılan müfredat değiştirilerek, farklı şekillerde yorumlama yapılarak kendi anlam sahasından kaydırılıp tahrif edilerek Protestanvârî yeni bir din haline sokulmak istenmektedir. Allah’ın helâl dediklerini haram, haram dediklerini de helâllaştırarak tahrif edip yeni bir din inşa etmek, müşriklerin tarih boyu başvurduğu bir çalışma tarzıdır:

“Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi güzel gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler, hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları, uydurduklarıyla baş başa bırak!” (6/137)

BOP’un tartışmaya açıldığı ve Kıbrıs sorunu ile uğraşıldığı bir dönemde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’in; “Irak’ta Türkiye, Pakistan ve Mısır’da olduğu gibi bir Ilımlı İslam Cumhuriyeti kurulacaktır” şeklinde bir cümle kullanması, ne gaf ne de bir dil sürçmesidir. Değişik toplantılarda ABD’li konuşmacıların Ilımlı İslam Cumhuriyeti tabirini kullanması, Powell’in bu terimi çok bilinçli bir şekilde kullandığı ve yeni bir kavramsallaştırma yapmaya çalıştığı şeklinde değerlendirilmelidir.

Bu söylemlerle yapılmak istenen, Şeyh Kabbani’nin konuşmasında yer alan itaat kültürünü geliştirecek ve böylelikle ABD’nin işgal hareketlerine sessiz kalacak, hatta destek verecek bir düzenlemenin yapılması ve yeni bir Müslüman tipin meydana getirilmesidir. Müfredatın değiştirilmesi demek, Kur’ân’ın parçalanması, zulme karşı çıkmayan, inzivayı öğütleyen, hayatın hiçbir alanı ile ilgisi olmayan, bireyin kalbine ve camiye hapsedilmiş yeni bir dini ihdas etmek demektir. ABD psikolojik savaş makinesinin kendi dünya imparatorluğu için dünyaya enjekte etmeye çalıştığı slogandan öteye geçmeyen ‘evrensel değerlerin’, zaten İslamî değerler olduğunu Müslümanların kafasına yerleştirmek demektir. Bu tür yaldızlı sloganlarla Tevhid dinine ve Müslümanlara yeni bir tuzak kurulmaktadır. Bir dönem müşriklerin Hz. Muhammed’e kurduğu tuzağın benzerini şimdi de ABD, Müslümanlara kurmaktadır; Melez değerler sistemi:

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile de hükmet ve onların hevalarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın”(5/49. Ayrıca bkz. 3/118-120, 2/ 85-86 ve 15/ 90-95)

“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zamanda seni dost edineceklerdi.

Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, sen onlara az bir şey de olsa eğilim gösterecektin...” (17/73-75, 68/9)

Bütün bunların yanı sıra muhtemelen ABD yönetimi bu söylemi ile, iki eksenli bir çatışmayı başlatmak istemektedir:

Birincisi; bu ülkedeki siyah adamları tahrik edip Müslümanlar üzerindeki baskılarını artırmak; bu baskılardan bunalıp iradesi çözülenleri, münafıkları ve kalbinde hastalık bulunanları ABD işbirlikçisi olarak koruma altına alıp hizmet gördürmektir. Münafıklarla kalbinde hastalık bulunanların zor zamanlardaki davranışlarının döneklik, pişmanlık ve teslimiyet olduğu unutulmamalıdır. İslam tarihinde müşriklerle ilk savaş olan Bedir’de iki ordu karşılaştığında, müşriklerin ordusunun Müslümanların 3 katı olduğunu gören İslam ordusu içerisindeki münafıklar ve kalbinde hastalık bulunanlar, panik içerisinde aldatıldıklarını söylemişlerdir:

“O sırada münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, (Müslümanlar hakkında) ‘şu adamları dinleri aldattı’ diyorlardı. Oysa her kim Allah’a tevekkül ederse bilsin ki, Allah galiptir, güçlüdür ve hikmet sahibidir.” (8/49)

Bir zamanlar AB’ye, başka bir değerler sistemine ilişkin medeniyetin bir projesi olduğu için en çok karşı çıkanlar Müslümanlardı. Müslümanlar AB’yi yıllarca bir Hıristiyan kulübü olarak görmüş ve seslendirmişlerdir. Ancak 28 Şubat Postmodern Sabetayist darbesinin getirdiği baskıdan bunalan bir kısım Müslümanlar, yüzde yüz bir söylem değişikliği ile AB’yi ulaşılması gereken bir ideal değerler sistemi olarak kabul etmeye başladılar. Bu, muhtemelen baskının getirdiği zihinsel bir kırılmanın sonucudur. İçerde baskı arttıkça hicret yurdu bağlamında dün ABD için söylenenler, bugün AB için söylenmektedir. Bu Müslüman camianın bir zaafı olarak algılandığı sürece, tam bir teslimiyet hasıl olması ve fertlerin kendi değerler sisteminden daha çok kuşkuya düşmesi için baskı yöntemi daha şiddetli bir şekilde kullanılacak demektir. Bu açıdan baktığımızda ABD Dişişleri Bakanı Powell bir gaf, bir dil sürçmesi sonucu Ilımlı İslam Cumhuriyeti ifadesini söylememiştir. Bu söylemle Türkiye’deki bazı ‘fanatik laik kesimler’ tahrik edilerek Müslümanlar üzerindeki baskılarını artırmaları istenmiş olabilir. Ayrıca bu kesimlere yeni bir döneme, yeni bir kavramsallaştırmaya hazır olun ve bunu hazmedin demek isteyebilir. Diğer taraftan baskı altındaki Müslümanlara kendilerini düşündükleri, yalnız olmadıkları, dost oldukları mesajını vermek isteyebilir.

İkincisi; Müslümanlar içerisinde dini konuları tartışmaya açtırarak kavga çıkarmak ve kendi karşısındaki bloğu bölmek, işgali daha az zayiatla gerçekleştirebilmektir. Henri Kissinger ABD’nin hedefinin bu olduğunu itiraf etmekten çekinmemektedir:

“Bundan böyle asıl çatışma İslam’ın kendi içinde olacaktır.”10

Bu, yeni bir tartışma ve tartışma ile gelecek daha derin bir parçalanmışlık dönemi oluşturulmaya çalışılacak demektir. Bunun için ya yeni yapılar kurulacak yada içerisine yerleşilmiş ve fakat şu an uyur vaziyette olanlar harekete geçirilecektir.

ABD’de RAND Corporation’ın hazırladığı ve Smith Richardson Vakfı’nın finanse ettiği “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” başlıklı 88 sayfalık raporda, İslam’ın ve Müslümanların batılı değerlere, küresel düzene nasıl entegre edilebileceği ve bunun için ABD yönetiminin nasıl bir strateji izlemesi gerektiği incelenmektedir. Raporda Müslümanlar, “fundamentalist, geleneksel, modernist ve laik” olmak üzere dört gruba ayrılmakta ve bu dört grubun çatıştırılması üzerine bir strateji geliştirilmektedir:11

“Anti-emperyalist ve sosyalist düşüncelerinden dolayı laiklere güvenilmez. Fundamentalistlere ve geleneksel Müslümanlara da. Fundamentalist ve gelenekseller arasında oluşabilecek yakınlık engellenmeli. Birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli. ABD ve Avrupa için güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur’an’ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir.” (Bu konuda daha fazla bilgiyi, 11 nolu kaynakta bulabilirsiniz.)

Raporda bu stratejinin en kolay uygulanabileceği model ülke olarak Türkiye seçilmiştir. Gerekçe olarak Türkiye’deki laiklerin ‘çok agresif’ olmaları gösterilmektedir.

‘Model ülke Türkiye’ , ‘Ilımlı İslam’, ‘Türk Müslümanlığı’, ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ gibi kavramlaştırmalar, Şeytan İttifakının belli bir amaç için öngördükleridir. ‘100 yıl sürecek haçlı seferlerinden’ bahsedenlerin, aynı anda bize dönüp bu kavramlarla hitap etmesi büyük bir tezat değil midir? Müslümanların bunları, kendileri için bir aşama olarak görüp kullanmaya başlamaları çok büyük bir hata olur. Çünkü o kavramlara yüklenen anlamlar çok farklıdır. Dinamiti patlatan fitil ne fonksiyon görüyorsa, bu kavramlar, ümmet içerisinde aynı rolü görecektir. Bu kavramsallaştırma ile bir taraftan zihinler kirletilirken, diğer taraftan Müslümanlar arasında sonu gelmez tartışma ve kavga sokulacaktır. Hz. Peygamber’in ifadesi ile ‘Müslümanlar arasına kılıç bir kere girdimi kıyamete kadar bir daha çıkmaz’, bu unutulmamalıdır. Müslümanların, Türkiye’de hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmediğini, belli bir stratejiye bağlı olarak işlerin götürülmeye çalışıldığını çok iyi görmeleri ve anlamaları gerekir.

Geçmişte Ehli Kitabın başına gelen tehlikenin bizim başımıza da gelmemesi için teyakkuz halinde olmalıyız. Allah’ın uyarısına kulak vermeliyiz:

“Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.”(6/159)

 “O müşriklerden (olmayın ki) onlar, dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır. Her grup kendilerindekine güvenmektedir.” (30/32)

Sonuç: Ne Yapmalı?

Müslüman coğrafyadaki direnişin kaynağı, İslam dininin temel ilkeleri ve sunduğu hayat görüşü olarak kabul edildiği için, BOP kapsamında İslam’ın bu temel değerlerine daha yoğun saldırılar, hem doğrudan hem de yeni işbirlikçiler aracılığı ile yapılacaktır. Yeni paravan yapılar, organizasyonlar öne çıkartılmaya ve tartışma çıkarmaya uğraşacaklardır. İhtilaflar körüklenecek, tarihte kalmış tartışmalar günümüze taşınacak ümmet arasına kin ve nefret tohumları ekilmek istenecektir.

Bu nedenle Müslümanların kavramlara dikkat etmesi ve her şeye stratejik bir zaviyeden bakması gerekir. Bugün karşı karşıya kaldığımız tehlike, adı İslam olan ve fakat Kur’ân’ın tanımladığı, Rasûlüllah’ın anlatıp hayata geçirdiği İslam’la hiç ilgisi olmayan yeni bir dinin inşa edilme isteğidir. Bu, İslam’ın karmakarışık edilmesi, özünün bozulması, tahrif edilip şirk dinleri kategorisine sokulmasıdır. Bu noktada Kur’ân’ın çağrısına çok dikkat edilmelidir:

“... Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (42/13)

Batı için ‘Şark Meselesi’, Siyonizm için ‘Büyük İsrail’ rüyası, hiçbir zaman bitmedi ve unutulmadı. Bu gerçeği Türkiye’deki herkesin çok iyi görmesi gerekir. Hiçbir Müslüman, ‘refahtan şımarıp azmış’, ‘yoldan çıkmış’ bu çılgın şeytan ittifakının sonu hüsranla bitecek maceralı yolculuğuna, zihnen ya da fiilen destek vermemelidir:

“Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin hevasına uymayın”.(5/77)

100 yıl sürecek bir Haçlı savaşı başlattıklarını açık bir şekilde söylüyorlar. Tarihteki haçlı savaşlarında ise bunların yaptıkları vahşet ve katliamlar bellidir. Müslümanların kafa taslarında şarap içenler bunların ataları idi. İslam dünyasında atalarının geçmişte yaptıklarının benzerini bugün çocukları, Irak’ta camileri bombalayarak, kadınları, çocukları öldürerek yapmaktadırlar. Batı, tarih boyu kan ve gözyaşının, vahşetin temsilcisi olmuştur. Batı tarihi bunun örnekleriyle doludur. Orada sevgi, merhamet, aşk ve gönül yoktur.

Bugün genç nesillere bir tarih bilinci vererek medyanın sunduğu hayal âleminden uyanmalarını sağlamalıyız. Testi kırıldıktan sonra Denktaş gibi; “Suç bizde; gençlerimize milli ve manevi değerleri öğretmedik” demenin bir faydası yoktur.

Haçlı seferinin ilan edilmesi ile tarihi hesaplaşma yeniden başlatılmıştır. Bu gerçeği görmek, kabullenmek ve ona göre konumlanmak gerekmektedir. Bu aşamada teslimiyetin sonu hüsrandır:

 “Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler.”(3/100)

Tüm Müslümanların bugün göstermesi gereken tavır, şer ittifakının tüm saldırılarına büyük bir sabırla ve cesaretle karşı çıkmaktır. Yaldızlı sloganlara kanmamaktır. Havuçla sopanın birlikte kullanıldığını unutmamaktır. Siyah adamlarla beyaz adamlar madalyonun iki yüzünden ibarettir. Tüm Müslümanları hatta inancı ne olursa olsun tüm müstazafları(ezilen, sömürülen, zayıf bırakılmışları) kucaklayacak şekilde, En Güzel Tarzda Bir Mücadele ile Sırat-ı Müstakim üzere sabırla yürümektir:

“Ey iman edenler, bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çokça zikredin ki, kurtuluşa eresiniz. Ayrıca Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Ve birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. Çalım atarak ve halka gösteriş yaparak yurtlarından çıkanlar ve Allah yoluna engel koyanlar gibi olmayın. Allah onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (8/45-47)

Müslümanlar olarak aradaki farklılıklarımızı, Şeytan ittifakı ile aramızdaki tezadın önüne geçirmemek, tezada dönüştürmemek, birlik ve dayanışma içerisinde bulunmak bugün için en acil görevimiz olmalıdır:

“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı.”(3/103)

Önümüzdeki günlerde Müslümanlar üzerindeki baskılar, muhtemelen daha da artırılacaktır. Bu baskılar karşısında;

Göğsümüz daralıp da Kitab’dan kuşkuya düşmemeliyiz(10/ 94,95, 11/ 12 42/14).

“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara nefislerini (kendileri) unutturduğu kimseler gibi” olmamalıyız. (59/19)

“Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakınmalı ve ancak ve ancak Müslüman olarak ölmeliyiz.”(3/102)

“Hakkı batılın yerine geçirmemeli ve de gizlememeliyiz.” (2/42, 3/71)

Ve;

Davet etmeli, emrolunduğumuz gibi dosdoğru bir istikamet tutturmalı, azmışların, sapmışların, gazaba uğramışların hevâlarına uymamalıyız.(42/15, 1/1-6)

Ümmet olarak azıtmadan ve zulme eğilim göstermeden, zulüm karşısında susmadan ve Allah’tan başkasını veli edinmeden, birlik ve beraberlik içinde yolumuzu dosdoğru tutmalı ve yeni haçlı seferlerine karşı cesur ve onurlu İbrahimî bir duruş sergilemeliyiz.

 Ve unutmamalıyız ki;

‘Biz yolumuzu dosdoğru tutarsak sapan bize zarar veremez’.                

Kaynaklar

1-         Turgut S., ‘Kaos ve Savaşa Götüren Şifreler’, Akşam Gazetesi, 20.04.2004

2-         Turgut S., ‘Gizli Tarikatlar ve Savaş’, Akşam Gazetesi, 21.04.2004

3-         Kotkin, J., ‘Dünya Ekonomisine Yön Veren Kabileler’, NPQ, c.1/3, 1992, s. 50-55

4-         Huntington S., Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları, Ankara, 1997, S:15-45.

5-         Erdoğan Ö. ‘Bilinçli Şekilde Batırılıyoruz’, Vakit, 16.02.2004

6-         Can B., ‘Kavramların Yozlaştırılması’, Umran, Sayı 37, 1997, S: 9-20.

7-         Izutsu, T., Kur’an’da Allah ve İnsan, Ankara Ünv., Ankara, 1975, s.21,22

8-         Korkud, R., Psikolojik Savunma, Ankara, 1975, s.5

9-         Korkud, R., A.g.e., s.90

10-       Kayapınar M.A. “Büyük Orta Doğu Kurtlar Sofrasında”, Anlayış, Mart 2004 Sayı:10 S:70-71

11-       Karagül İ. , “Sivil Demoktratik İslam” ve ABD’nin “Din İnşası” , Yeni Şafak, 24.04.2004.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...