(Umran Dergisi)
“Fırtına eken, mihnet biçer.”
Türkiye son iki-üç aydır yeni bir gerilim ortamına
sokulmuştur. Doğal bir süreç olarak algılanmaya başlanan “periyodik gerilim”,
bu kez rektörlük atamaları ve “memur kıyımına” ilişkin Kanun Hükmündeki
Kararname’nin (KHK) imzalanmaması ile vuku bulmaktadır.
Türkiye, rektörlük atamalarındaki YÖK’ün tutum ve tavrını tartışmaya daha yeni başlamışken “KHK krizi” gündeme hızlıca sokulmuştur. Türkiye’nin varlık ve yokluk sorunu haline getirilmiştir her iki konu. KHK krizi, rektör atamaları krizini süratle bastırmıştır. Sayın Ecevit’in iddia ettiği gibi KHK imzalanmazsa “devlet krizi mi” çıkardı? Yoksa Ecevit, kendi istekleri kabul edilmeyince Kriz kelimesine sarılmayı alışkanlık haline mi getirmişti? Koalisyon ortaklarının Ecevit’in bu panik halini ve gerilim politikasını onaylamasının hikmeti nedir? Yoksa ölümü gösterip sıtmaya mı razı etmeye çalışıyorlardı, milleti?
KHK ile Hedeflenen Nedir?
KHK’nin özü, “bölücü, yıkıcı ve irticai faaliyetlere
katıldığı saptanan memurların” iki müfettiş raporu ve ilgili bakanın onayı ile
işine son verilmesidir. Daha açıkçası memurlar, yargıya başvurulmadan iki
kişinin raporu, bir kişinin imzası ile işten atılabilecektir. Atılan memur
kendini daha sonra mahkemelerde aklamaya çalışacaktır.
Medyanın bir kesiminde KHK’nın “yargısız infaz
kararnamesi” diye adlandırılması
bundandır. Böyle bir yargı sistemi ile, “sanıkların idamına, tanıkların
bilahere dinlenmesine karar verilmiştir” ya da “biz adamı önce asar, sonra
yargılarız” anlayışı 1940’lı yıllardan 2000’li yıllara taşınmış olacaktır.
Türkiye Hitler, Mussolini, Stalin dönemine 21. asırda sokularak tamamen içine
kapatılacaktır. Gerçi bu yargısız infaz kararnamesinin kökeni de post-modern
bir darbe olan 28 Şubat’a dayanmaktadır.1
Yani darbenin öngördüğü bir hukuktur. Ve bu postmodern darbeye göre kararlar,
siviller tarafından uygulanacaktır.
İlginçtir ki, Ecevit sivil bir iktidar olarak üç
yıldır iş başındadır ve fakat 28 Şubat darbesinin2 öngördüğü böylesi bir kanun veya KHK’yı hayata geçirmemiştir.
Peki şimdi ne olmuştur ki Parlamento tatile girer girmez bu konu bu denli ivedi
bir hal almıştır? Bir rivayete göre 40 bin, bir rivayete göre 200 bin memurun
ivedi sakıncalı olduğu şimdi mi keşfedildi? Sayın Ecevit, “listeler üzerinde çalışmalar başlamıştır” derken, listelerin çok
önceden piyasalarda dolaşmaya başladığı görülmektedir.3 Bu insanlar, dünden bugüne sakıncalı hale gelmediğine göre, niçin
mevcut yasalar, bugüne kadar çalıştırılmamıştır? Yoksa bu insanlar bir gecede
sakıncalı mı olmuşlardır?
KHK’nın bu şekildeki sunumu ve hayata geçirilmek
istenmesinden kimin ne menfaati vardır? Yoksa bir şeyleri gizlemek için
dikkatleri, “maymuna bak maymuna” misali başka bir noktaya mı teksif ediyorlar?
Bu durumda milletten gizlenen şey önem kazanmaktadır. Birilerini yıpratıp,
birilerinin yolu mu açılmak isteniyor. Sayın Demirel’in “Ekim’i bekleyin”
sözleri ile bu KHK arasında bir ilişki var mıdır? Demirel’in Ombudsman
(Başhakem) yapılmak istenmesi neyin hazırlığıdır? KHK, neden Süleyman Demirel
başta iken gündeme getirilmedi? Neden? Bu işte bir terslik yok mu?
Piyasalarda bir dalgalanma oluşturup birilerini âbâd,
birilerini berbâd mı etmek istiyorlar? Yoksa bazı ulusal veya uluslararası
cinler Türkiye’yi yönetenleri yanlış yönlendirip Türkiye’yi sonu gelmez bir
tartışma ve badirenin içine mi sürüklüyorlar?4 28 Şubat’tan bu yana mı Türkiye’yi cinler istila etmiştir?
Cinler’in bu tür uygulamalardaki maharetleri nereden kaynaklanmaktadır. Nereden
güç almaktadırlar?5 ABD ve İsrail,
Kuzey Irak’ta kurulmasını istedikleri Kürt Devleti için Türkiye’yi kendi içine
kapatma amaçlı olarak bu cinleri kullanabilir mi? Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nde patlak veren krizin bu
güçlerle bir alakası var mı? Ekonomik ve siyasi olarak başarısız olan,
teşkilatlarından her geçen gün şikayet sesleri yükselen ve büyük bir hayal
kırıklığı, ümitsizlik oluşturan bir hükümet son bir hamle ile kendi seçmen
kitlesinin iş isteklerine bir iş alanı mı açmak istemektedir?
“Büyük din adamı”, “ılımlı, hoşgörülü din adamı”,
“hoşgörünün timsali”, “hizmet ehli” diye tasvir edilen, hergün medyada
kendisine yer verilen, okulları öve öve bitirilemeyen, elinden ödül alma yarışına girilen sayın
Fethullah Gülen için DGM başsavcısının “çete ve terör örgütü kurmak” iddiası
ile gıyabi tutuklama kararı çıkartması ne anlama gelmektedir? KHK krizi ile
sayın Fethullah Gülen’in tutuklama istemi arasında bir ilişki var mıdır?
KHK Krizi ile oluşturulan gerilim ortamında Milli Eğitim Bakanlığı’nın başörtüsü yasağını, özel dershaneleri de içine alacak tarzda yaygınlaştırması, krizin kasıtlı olarak çıkarıldığı düşüncesini insanın aklına getirmektedir. Sanal Kriz oluşturarak Türkiye’yi bir gerilim ortamına sokmak ve post-modern darbenin öngördüğü yapılanmayı adım adım gerçekleştirmek asıl amaç olmasın? Bu noktada şu soruyu sormak zorundayız: Bir ülke sürekli komplolarla yönetilebilir mi? Bir sistem, halkını yalan dolanla aldatıp yönetebilir mi? Bir ülke tehdit, şantaj ve karalama ile idare edilebilir mi? Bu tür bir yönetim anlayışı, köy haline gelen bir dünyada kimlerin yararına olabilir? Kendi halkını düşman veya tehlike gören bir mantık, bu ülkeyi nereye götürebilir?
Şeffaf ve Konuşan Türkiye
Türkiye korkular ülkesi, komplolar ülkesi olmaktan
kurtarılmalıdır. Türkiye şeffaf olmalıdır. Türkiye konuşmalıdır. Böylelikle
Türkiye çöküşünün sebeplerini, kin, nefret ve ihtirastan arınmış olarak ortaya
koyabilir ve yolunu daha rahat bir şekilde görebilir. Bunun için bu ülkenin
öncelikli olarak aydınları, bilim adamları konuşmalıdır. Bütün bir millet
konuşmalı, tartışmalıdır. Parti, mezhep ve etnik bağnazlıktan kurtularak
gerçeği, doğruyu ve güzeli bu ülke aramalıdır. Türkiye aydınlığa ulaşmak
istiyorsa, tarihten ders almalı ve konuşmalıdır. Konuşma cesaretini bulmalıdır
kendisinde bu ülkenin insanları.
1930’larda Türkiye’ye benzer tarzda bir gerilim ve çöküntü yaşayan Fransa’nın savaştan çok önceleri Hitler tarafından gayrı resmi olarak işgal edildiğini gözler önüne seren Pierre Lazzareff, çöküşün gerçek sebeplerinin korkmadan araştırılması gerektiğini savunur:6
“Bugünkü Fransa (1942) benim
bildiğim Fransa’nın bir negatif fotoğrafını andırıyor. Orada bir zaman beyaz
olan herşey şimdi kara, bir zaman kara olan herşey şimdi beyaz. Savaşa devam
edene kaçak, savaşın başından beri düşman değiştirmeyenlere hain, bozgunculara
iyi vatandaş, Almanya’ya hizmet etmek istemeyenlere de kötü vatandaş deniyor
artık...
Bu çöküşün gerçek
nedenlerini bulmak ve bundan doğrudan doğruya sorumlu olanları ortaya çıkarmak
için daha çok yılların geçmesi, bir sürü kin ve ihtirasın yatışması, zamanın
gerisinde kalması gerekir...
Bazı şeylerin kızmadan,
fakat çekinmeden söylenmesi gerektiğine inandığım için bu kitabı yazdım.
Susmanın neden olacağı kötülükleri
önlemek için bu kitabı yazdım. Yıllardan beri Fransızlara yalan
söylendi, hâlâ da aldatılıyorlar. Onlar yanlış haber ve yanlış yorum
mengenesine sıkıştırıldılar.
Fransızların başına gelen
bütün felaketlerden demokrasiyi suçlandırmak pek kolaydır; ama, önce
“demokrasi” kelimesinin tanımı üzerinde anlaşmak gerekir...
“Dışardan düşmanların
yönettikleri oyun ince ve şeytanca idi, fakat bu oyuna içeride paraları üzerine
titreyenler, iktidara susayanlar, bütün çekemezler, kıskançlar, yeteneksizler
ve alçaklar kapıldılar...
Bu ülke de yıkıcıların
kullandıkları başlıca silah, basın oldu. Demokratik bir rejimde basın yalan
söylerse rejim de ölüme mahkum olur. Çünkü egemenliğe sahip olan bir millet,
eğer doğru haber alamazsa egemenliğini özgürce kullanamaz. Nitekim, Fransız
basını baştan başa, o zamana kadar görülmemiş, ancak yenilginin açığa vurduğu
bir rezalet derecesine ulaşmıştı.
Politikacılar bu basına bağlıydılar ve yerlerinde onun evetiyle, mevkilerinde tutunabiliyorlardı. Yönetim mekanizması gazetelerin lûtuf ya da kinciliğine bağlanmıştı; Ordu bile gazetelerin eleştiri ve övgülerinin esiriydi.”
Türkiye 1940’ların Fransa’sına benzer şekilde yanlış haber ve yorum mengenesine sıkıştırılmıştır. Globalizm veya Yeni Dünya Düzeni adına ABD tarafından gayrı resmi bir şekilde işgal edilmektedir. Onun için bu KHK’nın uzun vadedeki etkileri iyi analiz edilmelidir. Türkiye’nin önüne büyük bir tuzak konmaktadır. Bunun için Türkiye şeffaf olmalı ve özgür bir şekilde konuşup tartışabilmelidir.
İç ve Dış Cephe
Türkiye’de baskı
artıkça toplum kamplaşmaktadır. Baskı artıkça devlete ve kurumlara güven
azalmaktadır. Baskı artıkça başta parlamento olmak üzere hiçbir kurum gereğince
çalışamamaktadır. Baskı artıkça Devlet-millet
kamplaşması oluşmaktadır ve halk sığınacak sakin limanlar aramaktadır.
Baskı arttıkça tam bağımsızlıktan yana olanlar, din, vicdan ve düşünce
özgürlüğünü, insan haklarını savunanlar, aydınlar, cemiyetler ve cemaatler
yaşama kaygısıyla Batı’ya özellikle ABD’ye yaklaşmaktadırlar. Sovyetler
Birliği’nden korkarak ABD’nin yanında yer almak gibi, “dereyi göstererek çayda
boğulmaya razı etmek” gibi, “Kırk katır mı? Kırk satır mı?” tercihinde olduğu
gibi.
ABD, İsrail ve Batı’ya düşünce olarak karşı olup bunları emperyalist, sömürgeci olarak görenlerin, Büyük ve Güçlü Tam Bağımsız Türkiye idealinin savunucularının söylemlerindeki değişime bir de bu açıdan bakmakta yarar vardır. Sanki bu tür periyodik gerilimler, sanal krizler bir boyutuyla emperyalizme “hayır” diyenleri “evet” demeye icbar etme operasyonu gibi gözükmektedir. Sayın Kamran İnan’ın deyişi ile ülke menfaatlerini savunanların karşısına “iç ve dış” olmak üzere iki cephe çıkmaktadır:7
“Teslimiyet bizde işin icabı
haline gelmiş; asıldır. İstisnaların, kaide dışına çıkanların başına gelmedik
kalmıyor. Devletin menfaat ve onurunu korumakta kararlı olanların karşısına
dikilen bir iç cephe vardır. Alışılmışın dışına çıkanlar, karşılarında bu
cepheyi bulur...
Büyük güçler hiç bir şeyi
tesadüfe bırakmaz. Çok ve uzun kolları vardır. Kendi menfaatlarını korumak,
karşı tarafa kabul ettirmek için hiçbir tedbiri ihmal etmez, açık kapı
bırakmazlar. Stratejik ve ekonomik bakımdan önemli menfaatleri bulunan memleket
rejim ve idarecilerinin kendilerine yakın olması temel hedefleridir. Bu hedefi
gelişme halinde olan memleketlerde kolay gerçekleştirirler. Bu gibi memleketlerde basın ve kamuoyunu
yönlendirmek, iç müttefikler bulmak zor olmuyor. Bugün önemli sayıdaki
memleket, özellikle Müslüman memleketteki idareler büyük güçlerin desteği ile
ayakta durmaktadır; her bakımdan bağımlıdırlar. Kendi insanlarının menfaatinden
ziyade, sanayileşmiş memleketlerin menfaatlerine hizmet ederler. Bu gibi memleketlerdeki
darbeleri tesadüfe bağlamak veya halk hareketi olarak görmek yanlıştır.
Bunların arkasında, genellikle, dış menfaat bulunmaktadır. Büyük güçlerin, uzun
süre, HayIr işitmeye tahammülü yoktur. HayIr diyenler gider, yerlerine evet
diyenler gelir. Bu hep böyle olmuştur.
Olmaya da devam ediyor. Nerede ve nasıl şişirildiği belli olmayan
paraşütlerle siyaset meydana inen “lider”ler bizde de görülmüştür.
...Hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan büyük güçler, menfaatleri bulunan memleketlerde Evet’çilerin iktidar olmasını kolaylaştırıyor. Birçok memlekette -biz dahil- iktidarların nasıl oluştuğu henüz ciddi bir şekilde araştırılmış, açıklık kazanmış değil. “Gizli kuvvetlerin gücünü ihmal etmemek lazım.”
Yaşadığımız sanal krizlere, peryodik gerilimlere, bir de sayın Kamran İnan’ın ifade ettiği “iç-dış cephe” açısından bakmakta yarar yok mudur? “Hayır” diyen Sayın Sezer’e karşı açılan edep sınırlarını aşan bu büyük kampanyanın arkasında böyle bir cephe olmuş olmasın? Çünkü Sayın Sezer “hayır” diyebilmektedir.
KHK ile Ödenecek Bedeller
Hükümet’le Cumhurbaşkanlığı arasında KHK’dan dolayı
yaşanan gerilim, bir çok gerçeğin tartışılıp su yüzüne çıkmasına mani
olmaktadır. İşin ilginç yanı Sayın Sezer’in KHK’nin muhtevasına karşı çıkmamış
olmasıdır. Yani “iki müfettiş raporu, bir bakanın imzası ile” bir memurun işine
son verilmesinde her iki makam aynı düşünmektedir. Sayın Sezer bu tür bir
düzenlemenin KHK ile değil de, kanunla yapılması gerektiğini savunmaktadır.
Yani bu işin şekline karşıdır ve bundan dolayı da hayır demektedir. Sayın
Sezer’in işin şekline karşı çıkmasından dolayı aleyhine açılan kampanyayı göz
önüne aldığımızda; muhtevasına karşı çıkmış olsaydı nelerin olabileceğini
tahmin etmek zor olmasa gerekir.
Kıyım ve Bukalemunlaşma
Türkiye’de başta sayın Sezer olmak üzere herkes, bu
yasanın çıkması ile Hitler, Mussolini ve Stalin dönemlerindeki infaz
mekanizmasının geri geleceğini görmelidir. Yargı sisteminin dışında partilerin
ve bakanların keyfine göre şekil alabilecek yeni bir yargılama ve yeni bir
infaz sistemi ortaya çıkacaktır. Bu durum siyasal iktidarlara hatta kişilere
bağlı olarak, korkunç bir memur kıyımına sebebiyet verecektir. Memurlar değişen
iktidarlara göre elbise giyip, yağcılığa, riyakarlığa başlayacaktır. Her
partinin adamı olabilmek için bukalemunlaşacaktır. İşini yapma yerine yaranma ve yağ çekme becerisini
geliştirecektir. Sayın Sezer’in bu noktalara dikkatleri çekmesi gerekirdi. Bu
imkan şu anda da vardır. Vakit yakınken daha geniş gerekçeli açıklamalar
yapması yararlı olacaktır.
Eğer bu KHK parlamentodan geçip kanunlaşırsa, devlet
ve toplum hayatını kilitleyecek nasıl bir canavarın oluşacağına hep beraber
şahit olacağız. O zaman Türkiye, bir hukuk
devleti değil de, bir kanun devleti olacaktır. Kuyucu Murat
Paşa ve Köprülülerin yüzbinleri öldürerek
kuyulara doldurmaları gibi, üç kişilik bir grup, nice masum insanı diri
diri toprağa gömecektir.
Hastalığın gerçek nedenlerine ulaşmadan yanlış teşhisler koyarak tedaviye kalkmak, hastanın ölümüne neden olabilir. Türkiye’deki sosyal hadiselere sebebiyet veren şartları araştırmadan yapılan acı tedavi şekilleri bu ülkeye yarar sağlamayacaktır. Ne Kuyucu Murat Paşa’nın ne de Köprülülerin getirdiği çözüm şekilleri, imparatorluğun gidişini değiştirememiştir. Osmanlı eyalet valilerinden Hüseyin Kazım Kadri’nin bu konudaki görüşleri bugüne ışık tutacak mahiyettedir:8
“Hastalığın nereden ileri geldiği anlaşılmak ve ona
göre tedaviye itina olunmak lazım gelirdi. Halbuki bizim daimi olarak
benimsediğimiz bir meslek vardır ki, o da belirtileri tedavidir.
Biz, Makedonya hastalığını teşhis ile onu makul bir
tarzda tedavi edecek yerde, yalnız hastalığın belirtileri ile uğraşıyorduk. Bir
aralık şiddet politikasını takip ettik! Bu
tedbirin de faide vermediğini gören
hükümetin aynı şekilde karşılık vermeye kalktığını ve Bulgaristan’da
ihtilal çıkarmak maksadıyla neler düşünmüş olduğunu...
Arnavutluğun kıyam ve ihtilalinden mesul olan, Arnavutlardan ziyade, onları kötü yönetim altında isyana mecbur eden zalimlerdir.”
Tanımlanmamış Kavramlarla Yargılama
KHK’nın muhtevasında tartışılması gereken bir başka
önemli konu da, tanımlanmamış, semantik (anlam) alanları belirlenmemiş
kavramlarla bir ceza sisteminin ihdas edilmek istenmesidir.
İttihat Terakki’den günümüze semantik alanları muğlak
kavramlarla itham, suçlama ve yargılamanın yapılmış olduğu bilinen bir
gerçektir. Bir çok ulusal ve uluslararası kavram, kendi orjinal yerlerinden ya
koparılmış, ya anlam alanları daraltılmış, ya da kendilerine apayrı anlamlar
yüklenmiştir. Demokrasi, Laiklik, Din, İslam, Milliyetçilik, Bölücülük, İrtica,
Düşünce, Din ve Vicdan hürriyeti gibi kavramlar bu tür anlamlandırılmış,
herkesin, her istediği gibi ve her tarafa çekebildiği kavramlar haline
getirilmiştir. Özetle Türkiye’de çok ciddi kavram kargaşası vardır. Bu kavram
kargaşası devam ettiği sürece, Türkiye’nin önünü görmesi, aydınlığa ulaşması
mümkün değildir.
İşte böyle bir ortamda, “bölücülük, yıkıcılık ve
irtica” gibi çerçevesi açık ve net olarak tanımlanmamış kavramlara dayanan bir
kanunun çıkarılması yanlış olacaktır. Uygulamada çok ciddi sorunlarla
karşılaşılacaktır. Bu atmosferde ülke sorunlarına ilişkin her görüş bildiren rahatlıkla bölücü, yıkıcı
veya mürteci olarak suçlanabilecektir.
Bir hukukçu olan sayın Sezer hükümetle beraber
kamuoyunu da bu konuda aydınlatmalıdır. Yargılamanın KHK yerine Kanun’la yapılmış olması yukarıda
sözkonusu edilen tehlikenin bertaraf edilmesini sağlayamaz. Tam tersine siyasi
iktidarların eline keskin bir kılıç verilmiş olur.
21. asrın
başlangıcında Türkiye, tercihini Hukuk
Devleti’nden yana koymalı ve hukuk sistemini adaleti baz alan, suçları
engelleyici ve ortadan kaldırıcı bir eksende yeniden yapılandırmalıdır.
İnsanların tanımlanmamış kavramlarla inanç ve düşüncesinden dolayı nasıl kolayca mahkum edildiğine ve de asıl suçluların kendilerini savunurken bu kavramları nasıl kullandığına ilişkin ilginç bir örnek Alvarlı Mehmet Efe’dir:9
Alvarlı Mehmet Efe, din âlimi idi. Hasankale Cezaevi’nde yatıyordu. 1940’lı yıllardı. İrticadan tutuklanmıştı. Erzurum’u kana bulayan bir eşkiyayı göz altına aldılar. Sorguya çekerken polis memurlarına sitem etti eşkiya: Yahu beni ne sıkıştırıp duruyorsunuz? Alt tarafı, 3 ölüm, 4 yaralım var. Öyle Alvarlı Mehmet Efe gibi, sabahtan akşama, Allah Allah mı diyorum?”
Bir eşkiya 3 ölü, 4 yaralama hadisesini suç olarak görmüyor da Allah demeyi suç olarak görüyor. Aslında bu, oluşturulan ortamın ne tür bir psikolojiye vücut verdiğinin en sembolik bir ifadesidir. Eğer bu KHK, yukarıda ortaya konan mahsurlar giderilmeden kanunlaşırsa, Allah demenin suç sayılacağı bir psikolojik ortama girilecektir.
Ülkeyi Tıkayan Bir Jurnal Sistemi
Ahlakın erozyona uğradığı, ekonomik dengesizliğin zengin fakir ayırımını tezada dönüştürdüğü ülkelerde kin, nefret ve haset doğal bir psikoloji olarak ortaya çıkar. Bir tarafta sefalet, zulüm, bir tarafta lüks, israf yer aldığında sosyal patlamalar kaçınılmaz olarak vuku bulur.10
“Herşeyden evvel açlığın harekete geçirici ve etkili sebep olduğu bir yerde, siyasetçiliğin ve fırka çekişmelerinin ekmek kavgasına doğru sürükleneceği tabii idi ve böyle bir memleketin idaresini üstlenen adamların bu kadar sade ve basit bir hakikatı görememeleri afvolunabilir işlerden değildi. İttihat ve Terakki kulüplerinin teşkili, yeniçeri ocaklarına rahmet okutacak surette her müracaat edenin kabulü, yalnız hükümetin sırtından geçinmek emelini besleyen bir halk arasında müthiş rekabetlere, nifaklara, pek acı ihtiraslara yol açtı. Kazan nerede kaynadı ise maymun da orada oynadı.”
“Öteki Türkiye’nin” yoksulluk haritasının verildiği10 ve “Öteki Türkiye’nin icrada olduğu”11 bir dönemde, en büyük pasta sahibi
olan devletin bir geçim kaynağı addedilip pastadan daha büyük pay almak için
kin, nefret ve ihtirasın gemi azıya alarak bir kaos ortamı oluşturabilmesi,
değişik hükümetler zamanında yolsuzluk olaylarının büyüyerek devam etmesi,
KİT’lerin siyasi partilerin arpalığı haline dönüşüp iflasın eşiğine gelmiş
olması, açlık, sefalet, yoksulluk ve işsizliğin ne denli bir sorun olduğunun en
büyük göstergesidir. Siyasi partilerin, iş ve işçi bulma kurumu haline dönüşmüş
olmasının sebebi budur. Bir tarafta yoksullar, diğer tarafta har vurup harman
savuran, lüks, israf ve debdebe içinde yaşayan zenginler. Ne pahasına olursa
olsun ben de zengin olmalıyım diyen köşe dönmeciler. Her seçim öncesi havayı
koklayarak parti değiştiren, hortumcu bir tufeyli zümresi. Devlet ihale ve
kredileri peşinden koşan bu zümre böylesi bir kanunun gölgesine sığınarak nice
dürüst ve namuslu insanın canını ihbar ve komplolarla yakacaktır. Hiç düşünüldü
mü?
İhale alamayanlar bu kanuna dayanarak jurnal
yapacaklar. İşte giremeyenler jurnal yapacak. Rüşvet alanlar kendilerini
engelleyenleri, tekerleklerine çomak sokanları ihbar edecekler. Hiçbir iş
yapmayanlar, çalışmayanlar çalışanları ihbar edecekler. Farklı düşüncede
olanlar birbirlerini ihbar edecekler. Amirlerine yaranmak isteyenler, mesai
arkadaşlarını ihbar edecekler. Amirinin mevkiinde gözü olanlar, amirlerini;
kendi yerlerine gelebilecek yetenekte olanları ise amirleri ihbar edecekler.
Kimsenin kimseye itimadı kalmayacak. Güvenin olmadığı bir yerde devlet çarkı
nasıl işleyecek? Osmanlı’nın son dönemi böyle değil miydi? Bu jurnal sistemi,
imparatorluğu kurtarabildi mi ki, şimdi de böyle bir uygulamadan fayda
beklenmiş olsun?
28 Şubat sürecinin teşvik ve tahrik ettiği jurnalcilik, bu kanunla beraber bir meslek haline gelecektir. İhbarı meslek edinen bir muhbirler gurubu ortaya çıkacaktır. Osmanlı’daki Ubeydullah Efendi’ler, günümüzde yeniden tarih sahnesine çıkarak ülkenin önünü tıkayacaktır:12
“Bu casus güruhundan biri de üstü şişhane, altı kaval
kıyafetli maskara-i şehir Ubeydullah Efendi’dir. Bu adamın ne olduğunu hiç
kimse anlayamamıştır. Hatta kendi bile kendisini bilmez. Alim midir? Hayır,
cahil midir? O da değil.
Haya ve namusu var mıdır? Şüpheli. Hayasız ve namussuz
mudur? Bunu da diyemeyiz.
Jurnalci midir? Şüphesiz evet. Fakat Nazif Sururi,
Duyun-u Umumiye komiseri Said kabilinden jurnalcilerden midir? Hayır, bu
kabilden de değildir.
Hürriyetperver midir? Pek denemez. İstibdat taraftarı
mıdır? Bu da değil.
Velhasıl bu adamın ne olduğunu anlamak güçtür.”
Bu kanun tartışılırken Ubeydullah Efendi tipinin bir
neslin genetik yapısı haline getirilmemesine parlamenterler dikkat
etmelidirler. Bu kanunun öngördüğü ahlak, gelecek nesillerin davranış şifresini
bozacaktır. Açgözlülük, ihtiraslılık, kin ve nefret olgusunun öne çıkması ile
kolay yoldan yükselme ve köşe dönme jurnalcilikle altbaşı gidecektir.
Tarih boyu ihbar ve şantaj beraber yürümüştür. İhbardan fayda uman ve böylelikle bu kanunla önünün açılacağını düşünenler, koşullar değiştiğinde aynı silahla vurulacaklardır. İhbar ve şantajın kanunu budur:13
“Zavallı Ubeydullah, sersem Ubeydullah, mâzideki
rezaletlerini unutarak Kâmil Paşa Hazretlerine taraftarlık, linç meselesinde
Hüseyin Hilmi Paşa’ya, daha doğrusu Cavid ve Talât ile hempalarına muhalefet
eylemeye ve bu suretle şahsi bir mevki kazanmaya kıyam ve teşebbüs etmişti:
Fakat Talat Efendi, biçare Ubeydullah’ın ağzını kapamak, Hakkı Paşa sefilini ve
kabinesinde bulunan türedileri, mecnunları, abtalları, eski engizisyon
memurlarını, hafiyeleri müdafaa ettirmek çaresini pek çabuk buldu.
Bir gün Ubeydullah’ı çağırdı ve bir deste kağıt
gösterdi. “Bunları görüyor musun, ne olduklarını biliyormusun?” diye sordu.
Tabii hayır, cevabını aldı. “Bunlar Yıldız evrakı içinde bulunan
jurnallerindir. İstersen birer birer bak ve oku. Sonra da beni iyi dinle. Eğer
bize muhalefete, efal ve icraatımıza itiraza cüret eylersen, bunların
fotoğraflarını birer birer neşredeceğiz. Yok edebini takınır ve arasıra ve
lüzum göründükçe bizi medh-ü müdafaa etmeyi taahhüt edersen sana bir karlı iş
buldum. Arapça bir gazete çıkarırsan ve ahali-i Arabiyye’ye karşı bizi müdafaa
ve medh-ü sena eylersen, ben de dahiliyyenin tahsisat-ı mestûresinden sana bir
miktar para veririm” dedi.
Tabiidir ki Ubeydullah için bu teklifi kabulden başka yapılacak bir şey yoktu. O da kabul etti. El-Arab gazetesini tesis ve muhalefet ve itirazdan vazgeçerek kalemen ve lisanen Halkekıları, Cavidleri, Talat ve hempalarını medh-u senâ ve müdafaaya başladı.”
Jurnal sisteminin oluşturduğu bir tiptir Ubeydullah
Efendi. Sayın Sezer’e karşı takındıkları tavırdan, kullandıkları üsluptan, koro
halinde bağırmalarından Ubeydullah efendilerin 21. asırda hortladığına inanmak
durumunda kalıyoruz.
ABD’de Senatör Mc Carthy’nin yaptığı komünist avı
böyle bir jurnal sistemi ile başlamıştı. Mc Carthy, “İşte devlet dairelerine
sızan komünistlerin listesi” diyerek kıyım hareketini genişletiyordu. ABD bir
müddet sonra sistemin tıkandığını görerek bu hareketi engelliyordu. Fransa’da
da Robespierre dönemi böyle bir dönemdir.
Türkiye tüm bu ülkelerden ders almalı, bu sanal krizin
neden olacağı insan kıyımını durdurmalıdır. İnsanlar salt namaz kıldıkları ve ‘Rabbimiz Allah’tır’
dedikleri için horlanacak, sürgün edilecek veya işten atılacaklardır.
Dahası uluslararası istihbarat örgütlerinin ne kadar vatansever, milliyetçi, çalışkan ve kambursuz insan varsa hepsini jurnalleyecek bir mekanizma kuracaklarından kimsenin şüphesi olmasın. Böyle bir durumda devletin nasıl işlemez hale geleceğini hep beraber göreceğiz. Fakat ne yazık ki çok geç kalınmış olacaktır o zaman.
Türkiye İçin Çalışma Heyecanı Kaybolacak
Bu jurnal sisteminin oluşturduğu korku ortamında
etliye sütlüye karışmama, çalışma ahlakı haline gelebilecektir. Şu an değişik
faktörlerden dolayı toplumda var olan memnuniyetsizlik, daha da
derinleşecektir. Bunun sonucunda çalışan kesim özellikle memur ve işçilerin
çalışma şevk ve heyecanlarında daha da düşme olacaktır. Türkiye için çalışma,
Türkiye için uğraşma, Türkiye için kavga verme heyecanı kaybolduğunda nasıl bir
Türkiye’nin ortaya çıkacağını tahmin etmek zor değildir:15
“Batının eteğine yapışmış, dış yardımlara, adeta uyuşturucu gibi bağımlı, üretmeden tüketen, idarei lüks ve israf içinde yaşayan bir Türkiye 70 yıl önce milli şuurun kamçıladığı bir Türkiye’den, milli şuurun kaybolmaya yüz tuttuğu, dışardan aldığı kamçılarla kendini döven, iddiası olmayan, gölgesinden korkan, siyaset ve demokrasiyi kıyma makinaları haline getiren, dünya menfi istatistiklerinde ön sıralarda -enflasyon, işsizlik gibi-, müsbet istatistiklerinde alt sıralarda -milli gelir, üretim, ihracat, araştırma-geliştirme- yer alan, tarihi ile barışık olmayan, nereden geldiğini unutan ve nereye gideceğini bilmeyen, mefkûresiz, “köşeyi dönme olimpiyatlarında” derece üstüne derece alan bir Türkiye...
Sayın Kamran İnan’ın tasvir ettiği böylesi bir
Türkiye, bu KHK ile daha da kötü duruma düşecektir. Motivasyon kaybının neden
olacağı iş kaybı, devasa boyutlara ulaşacaktır.
Böyle bir atmosferde, Türkiye için çalışanlar
azalırken cebi için çalışanlar artacaktır. Vurguncular, soyguncular ve
rüşvetçilerden oluşacak daha güçlü bir cephe, Türkiye’yi ahtapot gibi sararak,
önlerine çıkacak herkesi, ama herkesi
tasfiyeye yönelecektir.
Sayın İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın
yolsuzluğa karşı başlattığı mücadele
sürecinde Sayıştay arşivini yakma cesareti bulanların yarın Türkiye’yi
cehenneme çevirmeyeceklerinden kim emin olabilir?
İşte bu noktada şu soru sorulmalıdır? İçişleri Bakanı Tantan’ın, “Türkiye için birinci derece tehlike rüşvet ve yolsuzluktur” dediği bir dönemde, Bülent Yahnici, Doğu Ergil ve Tevfik Diker’in seslendirdiği rüşvet ve yolsuzluk suçları, niçin birinci derece gündem maddesi olmamaktadır? Türkiye’yi yönetenler rüşvet ve yolsuzluk olaylarından şikayetçi değiller midir? Yoksa, “irticâ, irticâ” denilerek ucunun nerelere kadar uzandığı pek iyi bilinen “irtişâ” yani rüşvet ve yolsuzluk olayları perdelenmek mi istenmektedir?
Sonuç
Türkiye bir yol ayırımına gelmiş bulunmaktadır.
Türkiye bir Kanun Devleti ile mi, yoksa bir Hukuk Devleti ile mi yönetilecektir?
Devletin hukuku mu, yoksa hukukun devleti
mi olacaktır? Millet mi devlet için, devlet mi millet için var olacaktır?
Türkiye, herkesin gölgesinden korktuğu, konuşmayan,
susan bir ülke mi olacak, yoksa herkesin düşüncesini rahatça, korkmadan söylediği,
insanlarının birbirini sevip saydığı, barış, dayanışma ve kardeşlik
türkülerinin söylendiği bir ülke mi
olacaktır?
Türkiye’de herkes, bu soruların cevabını, en içten, en
özgür ve en cesur bir şekilde aramak ve bulmak zorundadır.
Eğer bu KHK kanunlaşırsa, yukarıda ifade edilen
olumsuzluklar adım adım yaşanacaktır. Türkiye hukuk devleti değil, kanun
devleti olacaktır. Türkiye’de hukukun devleti değil, devletin hukuku olacaktır.
Devlet millet için değil, millet devlet için
var olacaktır. Türkiye korkular ülkesi olacaktır. Türkiye içine kapalı,
kendisi ile kavga eden, uluslararası arenada etkinliği olmayan bir ülke
olacaktır. Türkiye küskünler ülkesi olacaktır. Karanlığa gömülecektir.
Bunun için herkes sesini yükseltmelidir.
Karanlığı lanetleme yerine, bir mum
yakarak etrafını aydınlatmalıdır. Bunun için halk parlamenterleri uyarmalı ve
göreve çağırmalıdır. Bu KHK bu
parlamentodan geçmemeli ve kanunlaşmamalıdır.
Unutulmasın ki bir ülkenin gerçek zenginliği o ülkenin
halkıdır. Onun için, Osmanlı’nın manevi mimarlarından Edebali’nin dediği gibi,
“İnsanI yaŞat kİ devlet yaŞasIn.”
Referanslar
1- Yıldız, A. 28
Şubat Belgeler, Pınar Yayınları, İstanbul 2000.
2- Kase, I, 15.08.2000 Yeni Şafak ve Akit
Gazeteleri.
3- Ecevit, B., 27.08.2000 Sabah, 20.08.2000 Aydınlık
İşte Kararname Gerçeği.
4- Kıvanç, T. “Bir -İki kişi” 21.8.2000, Yeni Şafak.
5- Güneş, D, “28 Şubat’ı Tarih Yargılayacak”, 21.08.2000.
6- Lazareff, P., Fransa’da
Basın Rezaletleri, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1995 s.
9-11.
7- İnan, K. Hayır
Diyebilen Türkiye, Timaş Yayınları, İstanbul, 1995 s. 22, 35, 49.
8- Kazım Kadri H, Balkanlardan
Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi, Pınar Yayınları, İstanbul,
1992 s. 94-105.
9- Illıcak, N., Gülen, İrtica ve Nasrettin Hoca,
15.08.2000 Yeni Şafak
10- 20.08.2000 Milliyet,
Yoksulluğun Yeşil Haritası.
11- 25.08.2000 Yeni
Şafak, Öteki Türkiye İcrada.
12- Turan Alkan, A., Sıradışı Bir Jön Türk Ubeydullah Efendinin Amerika Hatıraları;
İletişim Yayınları İstanbul, 1997, S. 88-89.
13- Turan Alkan, A., Age. 3. 89-90.
14- Ilıcak N., İnfaz Kararnamesi ve Mc Carthy,
25.08.2000 Yeni Şafak.
15- İnan K., Age
s. 14.