1 Mayıs 2000 Pazartesi

Kimlik Arayışına Yeni Bir Yaklaşım: İbrahimî Duruş

 (Umran Dergisi)

“Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!

Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem

Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve aşıkları,

Alt Kat: Kızkardeşimin (Tamtam)da çığlıkları

Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;

Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!

Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş

Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş.”...1

 

Giriş

Rahmetli Necip Fazıl 1947 yılında kaleme aldığı “muhasebe” adlı şiirinde, toplumsal değişmeyi, üç nesli göz önüne alarak fotoğraflamaktadır. Kök, dal ve meyve arasında kurulan ilişki, tarihimizin son 200 yüzyıllık değişiminin veciz bir özetidir.

Osmanlı aydınlarının “Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılılaşmak” formülleri arasında toplumdan kopuk tartışmaları ve çözüm arayışları, sonuç vermediği gibi taraflar arasındaki görüş ayrılığını daha da derinleştirmiştir. Cumhuriyetle beraber yeni bir ulus yaratma(!) hayali ile önceleri “Türkleşmeye ve batılılaşmaya”, sonraları da yalnızca “batılılaşmaya” dönük çalışmalar, çok önemli bir fırsatın kaçırılmasına neden olmuştur. Sanal bir halkın inşası için, yaşayan halkın düşman olarak algılanması çok büyük bir potansiyel ve motivasyon kaybına neden olmuştur.

Batının bilim ve teknolojideki baş döndürücü gelişimi ve batı karşısında alınan sürekli mağlubiyetlerin oluşturduğu yılgınlık, bezginlik, ezilmişlik horgörülmüşlük, dönemin sivil ve asker ileri gelenlerini yanlış bir anlayışa ve yanlış bir arayışa itmiştir. Geri kalmışlığın nedenini dinde ve toplumsal değerlerde aramışlardır.Onun için de dine ve toplumsal değerlere, onları yaşamdan tasfiye etmek için, savaş açmışlardır. Ortaya çıkan boşluğu, batı medeniyetinin farklı renklerini biraraya getirerek oluşturdukları eklektik bir yapı ile doldurmaya çalışmışlardır. “Altı Ok”, böyle bir eklektizmin garip bir ürünüdür. Yeni sistemin değerleri, Batı’nın farklı ülkelerinden devşirilerek ve toplumsal bünye ile uyuşup uyuşmadığına bakılmadan, zorla, tehditler, baskı ile, hatta şiddetle uygulama alanına konmuştur.

İthal edilen ve taklit ile inşa edilmeye çalışılan yeni değerler sistemi, var olan yerli değer sistemi ile uyuşmadığı gibi onu tamamiyle tasfiye edememiştir. Ne ithal değerler, yerli değerleri tasfiye edebilmiş; ne de gücün korun

ması altındaki ithal değerleri, yerli değerler absorbe edebilmiştir. Ancak birbirlerini karşılıklı etkilemişlerdir.Bu etkileşim anaforunda heterojen, melez bir yapı oluşmuştur. Şizofren denebilecek, iki farklı değer arasında bocalayan bir toplum meydana gelmiştir.

Çift kişilikli insanların artması, ne zaman, neyin, nasıl yapılacağı konusunda kararsızlık ve karamsarlıkları artırmıştır. Kimin ne zaman, nasıl davranacağının bilinmemesi güven duygusunu yıkmıştır. Dayanışmayı çözmüştür. Bireyciliği öncelemiştir. Yalan, dolan, talan, aldatma, vurgun, soygun, doyumsuzluk, baskı, şiddet, cinayet, karalama, tehdit, hırsızlık, normal kişilik özellikleri olarak meşruiyet kazanmıştır. Uyuşturucu, alkol kullanımı, kumar, fuhuş yaygınlaşmıştır. İnsanları sürüleştirme, bireyselleştirme, sindirme, korkutma bir yönetim anlayışı haline gelmiştir. Düşünme ve düşünce doğrudan olmasa bile dolaylı olarak potansiyel tehlike olarak addedilmiştir. Bu konudaki mahkumiyet uygulamaları ile topluma göz dağı verilmektedir.

Tornadan çıkmış tek boyutlu, tektip insan özlemi, özgür tartışma ortamını yok etmiştir. Ortalığa salınan bir korkunun anaforunda insanlar, kodlarla, sembollerle iletişim kurmaya çalışmaktadırlar. Toplum muhbir olmaya zorlanmıştır. Muhbirlik meşru bir özellik haline gelerek bizatihi kurumların çalışmasını kilitlemektedir. Oluşturulan canavar şimdi de kendi evlatlarını yemekle meşguldür.

Medya aracılığıyla başlatılan yargısız infaz ve itham kampanyaları, toplumun motivasyonunu bozmakta, onları karamsarlığa, ümitsizliğe, moral bozukluğuna itmektedir. Doğru ile yanlış, temiz ile pis birbirine karıştırılmaktadır.

Ülke darbeler, cuntalar, çeteler ve mafyalar ülkesi olmuştur.

Halka güvenilmemekte ve halkın bizzat kendisi tehlike olarak görülmektedir. Ülke ne hikmetse iç tehdit(!)’den kurtulamamaktadır. “Sanal bir halk” için “yaşayan halkın” tehlike olarak algılandığı belki de başka bir ülke yoktur. Dost kimdir, düşman kimdir belli değildir. “At izi, it izine karışmıştır”.

İktidarda ve muhalefetteki söylem farklılıkları, siyasilerin tutarsızlıkları halkı bıktırmıştır. Siyasilere ve siyasete güveni yıkmıştır. Dahası toplumun, devletin bütün kurumlarına olan güveninde ciddi bir erozyon meydana gelmiştir.  Halkın kamplara ayırılarak yalanla, vaadle, aldatma ile hatta tehdit ve şantajla yönetilmesi, 200 yıllık tarihin belki de en belirgin vasıflarından biridir.

Gerçekte karşı karşıya geldiğimiz sorun bir kimlik krizinin yarattığı kaostur. Bir kültürel deformasyon ve değerler sisteminin çöküşüdür. Ortak değerlerin çözülmesidir. Bizi temsil eden örnek insanın kayboluşudur. Genel olarak söylersek ne müslümanı gerçekten müslüman, ne laiki gerçekten laik, ne milliyetçisi gerçekten milliyetçi olan bir garip bir toplum. Ne zaman, nasıl davranacağı belli olmayan bir insan unsuru, işte asıl büyük tehlike budur.

Böylesi bir ortamda insanların en azından bir kısım insanların “ne oluyoruz,?”, “nereye gidiyoruz?” diye sorması normaldir. Kendi kökenini, nereden gelip nereye gittiğini, hangi kültür ve medeniyete dahil olduğunu araması, sorgulaması doğaldır. Bu sorular, bir kimlik arayışının başlangıç noktasıdır. Onun için sevindirici ve ümit vericidir. Yeter ki bu sorgulama her türlü engele rağmen, sona kadar götürülebilsin.

Çözüm Arayışında Yöntem

Karşı karşıya kaldığımız sorun gerçekten büyüktür, karmakarışıktır. Bir çok değişkenin lineer olmayan bir fonksiyonudur. Bütün faktörleri göz önüne almayan bir yaklaşım tarzı ise yanıltıcıdır.  Bütün faktörler göz önüne alındığında problem, devasalaşmakta, gerçekle aramızda adeta bir sis perdesi oluşmaktadır.

Kimlik sorununun zaman ve mekan boyutlu olması, tarihin belli bir döneminde, belli bir coğrafyada ulaşılan sonuçlardan hareketle tümevarım yoluyla genel bir teori ihdas edilmesi mümkün değildir veya olmayabilir. Tamamen bir gözleme dayanarak sebep- sonuç ilişkilerine bakarak değişimi yorumlayabiliriz. Yorum bilgisel anlama (hermeneutik) ile bir model ve buna dayanan bir teori ortaya koyabiliriz.  Modelimizin ömrü veya geçerliliği, olayları çözmede göstereceği başarının bir fonksiyonudur.

Fen ve teknik bilimlerde yapabildiğimiz genellemeleri, sosyal bilimler alanında yapmak son derece tehlikeli bir girişimdir. Kaldı ki, fen ve teknik bilimler alanında da bulgularımızın izafi olduğunu, her an değişebileceğini kabul etmekteyiz. Teknoloji geliştikçe, deney ve gözlem yapma imkan ve vasıtaları arttıkça mikro ve makro alemdeki birçok model ve teori yeni verilerden dolayı değişmektedir.

Oysa sosyal bilimler alanında, muhatabınızın  insan olması sorunu daha da girift hale getirmektedir. Deney yapma -kimlik alanı- şansımız yoktur. Verileri, olayları gözlemleyerek, yorumlayarak, ilişkiler kurarak genel formülasyonlara ulaşılabilir.Bunu da bütün bir dünyayı ve tüm zamanları kapsayacak şekilde bir genellemeye kavuşturmak neredeyse imkansızdır.

Tüm zaman ve mekanları kuşatabilecek bir bilgiye sahip olunsa, belki sorun daha da rahat çözülürdü. O bilgi de bizde değil, Alemlerin Rabbi olan Allah’tadır. Allah’tan gelen bilgiye, kutsal kitaplara, başvurarak bu sorunu nisbeten daha kolay bir şekilde inceler, sonuca vardırabiliriz. Burada da yorumlama, değerlendirme farkları elbette olacaktır. Onun için amacımız muhtelif alternatifleri sunmak, sorunu özgür bir şekilde tartışmaya açmaktır.

Böyle bir yaklaşım tarzını benimseme, diğer yaklaşım tarzları ile elde edilen bulgulara itibar edilmeyeceği anlamı taşımaz. Gerçeği ortaya çıkarabilmek karşı karşıya kaldığımız krize bir çözüm bulabilmek ve bu ülke insanının büyük uzlaşmasına zemin hazırlayabilmek için bütün veri ve yöntemleri birlikte kullanmalıyız.

“Mihrace’nin körlerinin” fili tanımlamada düştüğü hataya düşmeden, bütünü yakalamaya çalışmalıyız. Paniğe kapılmadan, kendimizi sorgulayarak, karşı fikir ve düşüncelerin haklılık paylarını gözeterek, ortak paydalar bulmaya, farklılıkların birlikteliğini sağlayacak ara kesitler yakalamaya gayret sarfetmeliyiz.

Önerilerin gerçekten çözüm olabilmesi için doğru olması gerek şarttır, fakat yetmez. Yeterli olabilmesi için geçerli ve uygulanabilir de olması gerekir. İdeal çözüm teorik anlamda mümkün olabilir, fakat pratikte uygulanabilme özelliği yoksa geçersizdir. Bütün talepleri karşılayabilecek, herkesi kucaklayabilecek bir çözüme ulaşmak mümkün olmayabilir. O açıdan kimlik sorununun çözümü için hedeflenen, tüm parametreleri göz önüne alan optimal bir çözüm arayışı olmalıdır.

Kimlik Nedir? Nasıl Oluşur?

“Kimiz, kimlerdeniz; nereden gelmiş, nereye gideriz?” Ünlü Ressam Gauguin yaptığı bir tabloya bu adı vermiştir.2 Bu sorgulama, kimlik arayışında, veya kimliğin değerlendirilmesinde temel özelliktedir. Burada yalnızca “kim olduğu” ve “kimlere ait olduğu” sorgulanmıyor, “nereden gelinip gereye gidildiği de” sorgulanıyor. Hayatın başlangıcı ve sonu ile ilgili düşünmeye bir davet vardır. Ressamın olaya bu şekilde bakıp bakmadığını bilemiyoruz.

Gerçekte hayatın başlangıcı ve sonucuna ilişkin bir sorgulama doktriner (akidevi) bir arayıştır. Hayat, kâinat, insan ve bunların başlangıç ve sonuçlarına ilişkin sistemli bir düşünce ortaya koymak demek bir doktrin ihdas etmek demektir. Değerler sistemi oluşturmak demektir. Değerler sistemi, kim olduğumuzu ve kimlerden olduğumuzu, nereden gelip, nereye gittiğimizi cevaplandırır.

Soruların cevapları, tek bireyin malı olmaktan çıkıp, bireylerin ortak doğruları olduğu zaman topluluk; bireylerin toplamı -yığın-, olmaktan kurtulup toplum olmaya hak kazanır. Bireyler arasında ortak değerler arttıkça bütünleşme sağlanır. Kader birliği oluşur. Hayat, ortak paydalar etrafında şekillenir. Yeni bir yaşam biçimi, tarzı ortaya çıkar.

Gelenek, görenek, örfler, adetler, töreler, yazılı olan ve olmayan hukuk, ekonomi, eğitim, ahlak, özetle herşey ana değerler sistemine göre oluşur ve gelişir. Bütün bunlarla örtüşen bir kültür ve medeniyet meydana gelir.

Değer sistemi, hayatın başlangıcı, sonucu, ölüm ötesini kuşatacak bir donanıma sahipse evrensellik iddiasında bulunabilir. Değer sistemleri çözüm üretebildikleri ve üretilen çözümleri, bireyleri mutlu ve tatmin edebildiği sürece hayatta kalabilir.

Evrensellik iddiasındaki değer sistemlerinde değerler, iki ana sınıfta toplanabilir. Birincil değerler ve ikincil değerler.

Birincil değerler; zaman ve mekandan bağımsız, kalıcı, değişmeyen, o değerler sistemi için olmazsa olmazlardır. İkinciler, birincilerle uyumlu ve fakat zaman ve mekana bağımlıdır. Birinciler değişmeden kalırken, ikinciler değişik coğrafyada, farklı koşullarda, farklı zaman dilimlerinde farklı şekiller alabilir. Hatta uygulamadan kalkabilir de. Aynı koşullar meydana geldiğinde, yeniden uygulanabilir. Bir değer sistemi, farklı değer sistemleri ile etkileşerek yeni ikincil değerler kazanabilir. Bu boyutu ile bakıldığında karşılıklı etkileşimin sonucu olarak kültürler değişir. Ancak birincil değerlerde değişim, o düşünce ya da değerler sisteminin kendini inkarıdır. Oluşturduğu kültür ve medeniyetin yıkımıdır.

Teknik bir terimle ifade edersek birincil değerler, işaretin ana frekansıdır; ikincil değerler ise, harmonikleridir. Harmonikleri istediğiniz kadar alır ya da atarsınız. Ancak ana frekansı attığınız zaman işaret yok olur.

Değerler sisteminin hayatın değerlendirilmesi ve tanzimine ilişkin ortaya koyduğu maddi ve manevi herşey kültür kavramı ile isimlendirilmektedir.3 Dolayısıyle her kültür, dayandığı değer sistemine bağlı olarak hayatı yorumlar ve tanzim eder. Bu gücünden dolayı saygındır, özgündür. Ancak zaman ve mekana bağlı olarak, özü aynı kalmak kaydıyla değişime uğrar. Ana doğrular etrafında değişebilirlik bir kültürün gücünü gösterir. Kültüre gelişip serpilme imkanı verir. Bağlılarına heyecan, güç katar. Her kültür, bazı ortak paydaları olsa bile bir başka kültürün aynı olamaz. Bazı ortak değerleri paylaşabilirler, bütünü ile aynı olmaları mümkün değildir.

İnsanın bir değer sistemine ya da bir kültüre tabi olması ile başlayan değişimi, kendisinin başkaları ile aynileşmesine ya da farklılaşmasına neden olur.Bu, insanın kendini yeniden tanımlaması ve konumlandırmasıdır. Damdaki Kemancı müzikalinin bir güftesinde yer alan

“Geleneklerimizden dolayı (bizde)

Herkes bilir kim olduğunu”(!)

ifadeleri, tanımlama ve konumlamayı güzel bir şekilde yansıtmaktadır.

Bu aşamada “ben ve öteki” vardır. Bireyler arasındaki etkileşimin yönüne bağlı olarak “ben ve ötekiler”2 ya da biz ve ötekiler meydana gelir. Bu şekildeki bir ayrışım ya da tasnif, kimlerle birlikte veya kimlere karşı olduğumuzu refleksiv bir şekilde ortaya koymaktadır. Tanımlama, konumlandırma ve tasnif etme, belli özellikler etrafında bireylerin bütünleşmesi, kaynaşmasıdır. Ortak paydaların oluşmasıdır. Olaylar karşısında, genel olarak, benzer tutum ve tavrı ortaya koyabilmeleridir. Daha genel bir ifade ile kadar birliği yapabilmeleridir. İşte bu bir kimliğin oluşumudur. Araplar;

“kardeşime karşı ben

yeğenime karşı kardeşim ve ben

yabancıya karşı yeğenimiz, kardeşim ve ben”

şeklinde formüle ettikleri bu atasözü ile kimliği, belli boyutları ile güzel bir şekilde açıklamaktadırlar.

Kimlik, konumlanma, aidiyetin ve tasnifin ortak paydalara göre yapılışıdır. Bir özdeşleşmedir. Kazanılan ortak özelliklerin bütünleşmesi, güven duygusunun oluşumudur. “Farklı” oluştur, “farklılık” şuurudur. Kendinden beklenen rollerin istenerek yapılmasıdır. Değerlerin, kuralların ve onların yaptırım gücünün belirli ve sürekli oluşudur. Değerlere, kurallara, daha genel ifade ile kültüre kesin ve emin bir inançla bağlanıştır. Karşılıklı etkileşimin ortak bir senteze ulaşabilmesidir. Kutsalları ortak bir zeminde saygın bir şekilde severek, isteyerek gönül huzuru içinde tutabilmedir. Dikkat edilirse kimlikte, ferdi olandan toplumsal olana, kollektif olana doğru bir açılma, aynılaşma, aidiyet olgusu vardır.

Benlik”, “kişilik”, “kimlik” ve “imaj” kavramlarının semantik alanları arasındaki ara kesitler, kesişmeler, zaman zaman kargaşaya neden olmaktadır. Bunlar birbirinden ayrı ve fakat birbirleri ile etkileşim içinde bulunan kavramlardır. Bununla beraber bu kavramların kullanılmasında tam bir mutabakat ve uyum söz konusu değildir. Sorunun kökeninde bu kavramlara farklı disiplinler içinde farklı anlamlar yüklenmesi yatmaktadır. Körlerin fili tanımlamasında karşılaşılan sorun burada da vardır. “Bütün” gözden kaçırılmaktadır.

Kişilik, “bireyin psikolojik yapısına inhisar eden, sosyal faktörlerle beslenen, kendine özgü davranış özellikleridir. Kişinin dışardan algılanış şeklidir.”1,4 Bireye has özelliklerin dışa yansımasıdır. Kimlik ise bireyler arası bir olgudur, toplumsal boyutludur. Bireyin kendisini nasıl algıladığı, değerlendirdiği, konumlandırdığı ve kimlerle özdeş kıldığıdır. Kişilik ferdin dışardan nasıl görüldüğü ve değerlendirildiğine ilişkin iken; kimlik kişinin içerden kendisini nasıl gördüğü ve değerlendirdiğidir. Kimlik, kişiliği etkiler, gelişimini besler, destekler. Bununla beraber özdeş değillerdir. Ben kavramı ise bireyin ontolojik alanı ile ilgilidir ve topluma farklı şekillerde yansır. Her kültürün kendine özgü bir “ben” tanımı vardır.4

Bireysel kimlik denirken kastedilen, kişinin hem kendine, hem de ötekine bakış şekli ve ötekinin kişiyi değerlendirmesidir. Bu anlamda kişilik, kimliğin bir alt alanını ya da kümesini meydana getirir. Öteki kendi dışındaki toplumdur. Bireysel kimlik, “kişisel özelliklerin ve davranış biçimleri ve eylemlerinin bir toplamıdır. Kişiliğin diğer insanlarla olan ilişkilerinde ortaya çıkan özelliklerle birlikte tanımlandığı bir boyuttur.”5-6

Toplumun “kişilik yapısını gözlemlenebilir nesnel bir alan” olarak ele aldığımızda, kimlik, toplumun kendisini nasıl görüp algıladığı, konumlandırdığı iken, imaj ise bu nesnelliğin, gerçekliğin, dışardan ötekiler tarafından algılanmasıdır.2 Bu iki kavram da özdeş değildir. Ancak ortak etkileşim alanları söz konusudur.

Kimliklerin Tasnifi Sorunu

Kimlik oluşumunun seyrine bakıldığında, farklılıkların birlikteliğinin esas olduğunu görürüz. Diğer bir deyişle “çeşitlilik içinde birlik, birlik içinde çeşitlilik” söz konusudur.Bazı değerler, özellikler etrafında birleşme vardır. Konumlanma ve aidiyet vardır. Farklılıklar arasında ortak payda söz konusudur.

Canlı Olma Kimliği

Bu bağlamda baktığımızda ilk tasnif ya da kimlik ayrışımı yaratılışla beraber olmaktadır. Canlı-cansız ayrımı. Buna canlı olma kimliği diyebiliriz. Canlıların, melek, cin, insan ve hayvanlar şeklinde ayırımı, belli ortak özelliklere göre yapılan ikinci bir gruplandırma olup bu da bir alt kimliktir.

Kur’an-ı Kerim’de ilginç olan böyle gruplandırmalar için ümmet kavramının kullanılmış olmasıdır. Kelimenin en genel anlamı, “ortak özellikler etrafında oluşan bir küme ya da grup.”7-8 Bu anlamı ile ümmet kavramı kimlik kavramının karşılığı olmaktadır. Canlılar için, insanlar için, peygamberlere bağlı topluluklar için, belli inançlar için, belli bir zaman dilimi için, peygamberlere bağlı toplulukların alt grupları için, bir işi yapmak üzere geçici olarak bir araya gelen grup için, aynı grup içerisinde işbirliği temelinde farklılaşmış gruplar için, toplumda ayırıcı temel bir özelliğe sahip tek bir şahıs için de “ümmet” kavramı kullanılmaktadır.9

Burada da tüm kimlikler, ümmet kavramı çerçevesinde tasnif edilmiş olmaktadır.

İnsan Olma Kimliği

İnsanlığın orijininde aynı anne ve babanın çocukları olmaktan dolayı bir birliktelik vardır. İnsanlar için, anne ve babanın bir olması ve aynı türe mensubiyetle oluşan bir kimlik söz konusudur. Buna insan olma kimliği diyebiliriz. Kur’an-ı Kerim buna “ey insanlar” hitabıyle özel bir vurgu yapmaktadır:

“Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve her ikisinden bir çok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden korkup-sakının”. (4 Nisa 1)

İman Edenler Kimliği

Hz. Adem’in yaratılışında melek, İblis (cin) ve beşer olmak üzere üç farklı canlı varlık alanı ile karşı karşıyayız. Kur’an’da yer alan “secde olayında”, İblis’in sergilediği tavrı “ben ve ötekiler” bağlamında değerlendirebiliriz. İblis’in secde etmeyip isyanı ve bunun sonucunda Hz. Adem ve eşine düşman oluşu ile, yapısal farklılıkları yanında, birbirlerine karşı duruşları da farklılaşmıştır. Hz. Adem ve eşi için “öteki” İblistir ve de düşmandır. (7 Araf 22)

“Öteki” İblis’in en belirgin vasfı, kibir ve gururudur. Dolayısıyla İblis, kibrin, gururun, büyüklenmenin temsilcisidir. (7 Araf 12,13)

İblis’in düşmanlığı yalnızca Hz. Adem ve eşiyle sınırlı kalsaydı, sorun yoktu ve bu şekilde de konuya dahil edilmesi uygun olamazdı. Ancak kıyamete kadar yaşayabilme iznini almasının ardından yaptığı;

“Mutlaka senin dosdoğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonradan onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Onların çoğunu şükrediciler bulmayacaksın.” (7 Araf 16, 17)

yeminine karşı; Allah’ın insanları ortak bir özelliği esas alarak (Adem’in oğulları olma) bu tehlikeye karşı uyarması, bir kimliklendirme olayıdır. Farklı değerler etrafında vücut bulan kimlikler arasında bir gerilim hatta bir çatışmanın yaşanabileceği ise bir başka olgudur.

“Ey Ademoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, kendilerini göremeyeceğiniz yerden sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların velileri yaptık.” (7 Araf 27)

Ademin çocukları olma ve aynı türe (insan) mensubiyet, kalıcı bir üst kimlik olmalıydı. Ne yazıkki bu gerçekleşmemiştir.

“İnsanlar tek ümmettiler, sonra ayrılığa düştüler.” (10 Yunus 19)

Böyle bir üst kimliğin bugün pratikte yeri olmazsa da; böyle bir ideali kafamızda ve gönlümüzde  saklamalı ve diri tutmalıyız.

Ârâf 27’de insanlar, “inananlar”, “inanmayanlar” diye ayrı bir tasnife tabi tutuluyor. Keza yaratılışla ilgili ayetlerde insanın cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderilmesi konu edilirken, Allah’ın insanlara doğru yolu gösterecek hidayetçiler göndereceği belirtilmektedir. Bu hidayetçilere tabi olma veya olmama, tasnifte kriter olarak kullanılmaktadır. (Bakara 38, 39) Kur’an-ı Kerim’in değişik surelerindeki ayetlerde “biz ve ötekiler” ayırımı, “Allah’ın yolundan gidenler (Allah’ın taraftarları) ve Şeytanın yolundan gidenler (Şeytanın taraftarları)” diye daha baskın bir çizgi ile vuzuha kavuşturulmaktadır (Mücadele 19-22). Aidiyet, konumlama, güven duygusu bu kavramlar oluşmaktadır. Dolayısıyle İnsanlık kimliğinin altında iman edenler ve etmeyenler diye bir kimlik ayrışımı mevcuttur. Bu noktada iman edenler ayrı bir kimliğe sahiptirler ve Allah’ın boyası ile boyanmışlardır:

“Allah’ın boyasını esas alın. Allah’dan daha güzel kim boya vurabilir...” (2 Bakara 138)

Farklı Alt kimlikler

Hz. Adem’in çocuklarının çoğalmaları ve değişik corafyaya yayılmaları, renkleri ve dillerinin farklılaşması, ayrı kabile, kavim ve millet gibi değişik gruplanmaların meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Bu noktada, tarih ve coğrafya, dil ve etnisite, kimlik belirleyici parametreler olarak tezahür etmektedir. Kur’an-ı Kerim bütün bu toplulukları ümmet olarak vasıflandırmakta ve bunlara peygamberler gönderildiğini belirtmektedir (13 Rad 30, 16 Nahl 36). Burada Allah’ın yol göstericiliğinin sürekliliğini ve bu gösterilen yola tabi olup olmamaya bağlı olarak dil, renk ve kavim ya da millet farkı gözetmeksizin aynı sınıflandırmanın, tasnifin yapıldığını görebilmekteyiz: “İman edenler”, “küfredenler”. Farklı renk, dil ve kabileye mensubiyet, böyle bir kimlik ortamında ne anlama gelmektedir?

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da, onun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, ilim sahibi olanlar için gerçekten ayetler vardır.” (30 Rum 22)

Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerin ve renklerin ayrı oluşunun bir arada zikredilişi, herbirinin oluşumundaki gizeme, öneme bir vurgudur. Bunu idrak edebilecek olanların, bundan ders çıkarabilecek olanların ilim sahibi olduğunun söylenmesi, renk ve dilin gizemini, etkileme gücünü daha da artırmaktadır. Farklı renk ve dil, insanları tasnifte bir parametre olabilir. Ancak bu abartılmamalıdır.

Hucurat suresinin 13. ayeti bu konuda ufkumuzu daha da açmaktadır.

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışıp kaynaşmanız için, sizi milletlere, boylara ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında en seçkininiz, kötülüklerden en çok korunanızdır. Allah herşeyi bilir, her şeyden haberdar olandır.”

Burada hitap, doğrudan doğruya insanadır. Aynı anne babanın çocukları olduğumuz hatırlatılmaktadır. Bundan sonra millet ve boy kavramları birer ayırıcı unsur olarak zikredilmektedir. Ancak bunların var kılınış espirisi, “tanışma ve kaynaşma” olarak gösteriliyor. Boy ve millet ayrımını insanlık kümesinin birer alt kümeleri olarak, alt kimlikler satüsünde değerlendirebiliriz. Bu ayrımın insan fıtratı ile yakından ilişkisi vardır. Farklı boy ve milletler insanlık evrensel kümesi içerisinde birer denge unsuru görevi görürler. Birbirlerine göre konumlarını, ne dilleri, ne renkleri ve ne de soy sopları ile belirlenmektedir. Üstünlükleri, değerler sistemindeki konumlarıdır, takvalarıdır. Farklı kavim, boy, aşiret ve milletler, bir çeşitliliktir. Ancak bütünleşme konusunda da bir belirsizliktir. Farklılık ve çeşitlilikler artınca bütünün belirsizliği de artmaktadır. Onun için farklı unsurlar arasında güçlü ortak paydalar bulunmazsa birliktelik uzun sürmez, ortak bir kimlik oluşmaz. Çünkü kimlikte, isteyerek tabi olma ve bağlanma vardır. Tevdi edilen görevleri severek, isteyerek, gönülden coşarak yapma vardır. Buradaki temel sorun, aynılaşmanın, aidiyetin hangi kavram etrafında olacağıdır. Yukarıdaki ayetlerden ırk, soy, sop, renk ve dil eksenli bir bütünleşmenin olamayacağı anlaşılmaktadır. Bu, farklılıkların birlikteliğini kapsayacak  evrensel bir üst kimliğin oluşumunun bu kavramlar etrafında şekillenemeyeceğidir. Yoksa bu, onların ayrı varlıklar olduğunun  bir alt kimlik oluşturduğunun gözardı edilmesi anlamına gelmemektedir. Tam tersine farklı boy, kabile, ırk ve milletlerin varlığı bir güvenlik alanı, barış ve tanışma alanı olarak görülmelidir ve bunların kimlikleri korunmalıdır:

“Ey iman edenler, bir kavim bir başka kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar...” (40 Hucurat 11)

Burada iman edenler bir üst kimlik, evrensel küme olarak ele alınıp, alt kimlik mensuplarının  arasındaki muhtemel çatışmalara, psikolojik faktörler gözönüne alınarak, engel olunması istenmektedir. Bir alt kimlik olarak kavimlerin varlığı tanınıyor ve korunuyor. Eğer çeşitlilik içinde birlik, birlik içinde çeşitlilik isteniyorsa bu gerçek görülmelidir. Aidiyetin getirdiği güven duygusu, kardeşlik ve dayanışma duygusu zedelenmemelidir. Geniş bir kardeşlik duygusu kimliği korur, alt kimliklerle üst kimlik arasında kaynaşmayı, uzlaşmayı, özdeşleşmeyi sağlar.

Farklı soya, bir etnik gruba mensup olmanın, ne övünme ne de alay konusu olamayacağı en çarpıcı bir şekilde

“... Sur’a üfürüldüğü zaman, artık o gün aralarında soyları (soy bağları) yoktur ve (üstünlük unsuru olarak soyluluğu veya birbirlerine durumlarını) soruşturmazlar da.” (23 Mü’minun 101)

denerek ifade edilmektedir.

Bütün bu ayetlerden ortaya çıkan genel hüküm: Kimlik; bir dünya görüşüne göre doğar, büyür, gelişir, yaygınlaşır, etkinleşir. Hucurat Suresinin 9 ve 10. ayetlerinde yer alan “Müminler ancak kardeştir”, “aralarını bulup - düzeltin”, “haksızlıklara karşı çıkın”, “Allah’tan korkun” gibi ifadeler bir iman etrafında kimliğin oluşmasını göstermektedir. Kimlik, imandan kaynaklanan kardeşlik ortak paydası etrafında vücud bulmaktadır. 11 ve 12. ayetlerde kimlik için zararlı hastalıklara dikkat çekilerek uyarı yapılmaktadır. Uyarının merkezinde de “Allah korkusu” yer almaktadır. Onun için Anadolu’da “kork Allah’tan korkmayandan” denmesi boşuna değildir.

Ehli Kitap Kimliği

Farklı topluluklara peygamberler gelmiş olması bir başka gruplandırma ve tasnif yapma imkanını bize vermektedir. Kur’an-ı Kerim’de özellikle üzerinde vurgu ile durulan Ehli Kitap kavramı, tüm kitap verilenler için bir üst kimlik olarak değerlendirilebilir. Kitap ehli arasında nasıl bir ortak payda olmalı ki bir kimlikten bahsedebilelim. Bu konuda Kur’an-ı Kerim, çok açık ve net bir tavır ortaya koyar:

“Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek olacak bir kelimeye gelin. (Ki o da şudur:) “Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim.” Eğer yine de yüz çevirirlerse deyin ki; şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız”. (3 Ali İmran 64)

Ayeti irdelediğimizde “Allah’tan başkasına kulluk etmemek” “ona şirk koşmamak” ve “Allah’tan başkasını rab edinmemek” gibi üç temel değer etrafında tüm ehli kitabın birlikteliği isteniyor. Diğer taraftan üç büyük dinin müntesipleri için bir diğer önemli ortak payda da Hz. İbrahim’dir. Dolayısıyla bugün bu dinlerin mensuplarının, bu dört temel özelliği ortak payda alarak bir aidiyet oluşturmaları ve kendilerini yeniden konumlandırmaları mümkündür. Bu Ehli Kitap kimliğidir.

Modernizmin gemi azıya almış çılgınlığı karşısında dünya insanlığını korumak için böylesi bir üst kimliğe bugün daha da fazla ihtiyaç vardır. Bu kimlik bu gün oluşmamıştır. Ancak bunun oluşması için uğraş verilmelidir. Eğer bu kabul edilmezse verilecek cevap gayet açıktır; “Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.”

Bireysel Kimlik (Muvahhid Kimliği)

Kur’an-ı Kerim’in Hz. İbrahim’i tanımlarken kullandığı kelimeler, bireysel kimliğin çok ilginç ve güzel bir tasviridir.

“Gerçek şu ki, İbrahim tek başına bir ümmetti, Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve O müşriklerden değildi.” (16 Nahl 120)

Hz. İbrahim ümmet kavramı ile çoğulu, muvahhid kavramı ile tekili temsil etmektedir. Muvahhid kişiliğini ya da imajını, ümmet kelimesi de kimliğini ortaya koymaktadır. Ümmet, belli özellikler etrafında oluşan insan topluluğu olduğuna göre Hz. İbrahim nasıl olur da bir ümmet olarak nitelenebilirdi. Bu sorunun cevabı Hz. İbrahim’in kavmi ile olan ilişkisinde yatmaktadır.

Tevhidî düşünceyi savunan Hz. İbrahim’e kavminden babası da dahil hiç kimse itibar etmemiştir. Kendisini göçe zorlamışlar, öldürmeye teşebbüs etmişlerdir. Kendi dünya görüşü, değerler sistemi ile yalnızca kendisi bütünleşmiştir. Bir dünya görüşünün tek müntesibi olarak kendisi, bunun için ümmet olarak nitelendirilmiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim en olumsuz koşullarda değer sistemine sahip çıkarak bireysel kimliğin en güzel temsilcisi durumundadır. Ötekileri, müşrik olan bir topluluğa karşı tek başına bir ben, bir ümmettir.  Burada kimlik ve kişilik kaynaşmış ve bir olmuştur. Aynı semantik alanı örtmektedirler.

İşte bugün modernizmin insanı eşyalaştırması ve yabancılaştırmasına, çılgın bir tüketim anlayışına ve yaşam biçimine karşı tek çözüm, İbrahimî duruşdur.

İnsanlığı, girdiği fasit daireden, içine saplandığı kimlik krizinden kurtaracak olanlar, İbrahimî duruşu gösterebilecek ehliyet, liyakat ve sabıdaki insanlar olacaktır. 

(Devam edecek)

KAYNAKLAR

1- Kısakürek, N. F, Çile, İstanbul, Büyük Doğu yay. 1976 s. 257-259.

2- Güvenç B., Türk Kimliği, Remzi Kitabevi, İstanbul 1997 s. 5.

3- Kösoğlu, N., Kültür Kimlik Üzerine, Türkiye Günlüğü, sayı 33 1995, s. 41-47.

4- Sözen, E., Kimlik Kavramının Yeniden Tanımlanması, Türkiye Günlüğü sayı 33 1995 s. 111-116.

5- Hakan, M., Kimlik Nedir?, Türkiye Günlüğü, sayı 33 1995 s. 146-149.

6- Aslan, A., İnsan yada Aklın kimliği, Bilgi ve Hikmet, sayı 4 1993 s. 3-8.

7- Öztürk, Y.N., Kur’anın Temel Kavramları, Yeni Boyut İstanbul 1991 s. 647-649.

8- Ahsen, A., Kimliklerin Çatışması, İnkılap, İstanbul 1995 s. 17-38.

9- Kur’an-ı Kerim: 6/38; 10/19; 13/30; 16/36; 10/47; 21/92; 16/93; 43/22-23; 11/3; 7/34, 159, 162, 181; 28/23; 16/120-121.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...