27 Ağustos 2015 Perşembe

ÇÖZÜM SÜRECİ BUZDOLABINDA-2: Sömürü Ve Tahakküm Düzeninin “Asimilasyoncu” Yeni Bir “Ulus Yaratma” Politikaları

 (Milli Gazete)

Giriş

Burada, Lozan’da Haım Naum doktrinine göre Batı kültür ve medeniyetini merkeze alan bir devlet anlayışının, İslam kültür ve medeniyetine göre şekillenmiş bir millete rağmen “ulusal bir kimlik” inşa etmeye kalkmasının ve tüm alt kimlikleri asimile etmeye çalışmasının, bugün yaşadığımız sorunların ana sebebi ve kaynağı olduğu konusu ele alınacaktır.

Erbakan Soruyor, 1993: “Niçin Bu Kanlar Akıyor ”

Rahmetli Erbakan, Refah Partisi 4. Büyük Kongresi’ni açış konuşmasında, Kürt sorununa özel bir yer vermiştir. “Müslümanlığın, tarihin, coğrafyanın, medeniyetin ve kader birliğinin Türklerle Kürtler arasında ortak payda” olduğunu ifade eden Milli Görüş hareketi Lideri, “Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya çıktı Niçin bu kanlar akıyor ” şeklinde can alıcı bir soru sormaktadır(1).

Erbakan Hoca, meseleyi, 1-Terör, 2- Kürt Meselesi, 3- Güneydoğu Meselesi olarak 3 boyutlu bir mesele görmüştür. Her üç mesele birlikte, bir bütün olarak ele alınıp çözüme kavuşturulmalıdır. Erbakan’a göre, Kürt konusunun bir sosyal problem haline gelmesinin ana sebebi, “taklitçi zihniyetin”, “sömürü ve tahakküm düzeninin” uyguladığı “asimilasyoncu”, “materyalist” ve “Irkçı politikalardır”(1). Yanı Lozan’da Müslüman millete rağmen kabul edilen ve uygulanan, “asimilasyoncu” yeni bir “ulus yaratma” politikalardır.

Lozan’da Lağvedilen Kimlikler

Son dönem Osmanlı yönetiminin, taklitçi yaklaşımı, genel olarak Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin de yaklaşımı olmuştur. Fransız ihtilalının etkisinde kalan cumhuriyetin kurucu kadrosu, heterojen Osmanlı toplumundan miras kalan bir ümmeti,  yeni bir ‘ulus’a dönüştürmeyi, kendi tabirleri ile ‘yaratmayı’, ana politika olarak benimsemiştir.

Avrupa delegasyonu, Lozan’da, Hıristiyanlara, Musevilere ve Kürtlere azınlık statüsünün tanınmasını istemiştir. Birinci meclis, Türklerle, Kürtler arasındaki “gaye ve din birliğini”  gerekçe göstererek Kürtlere “azınlık statüsü” verilmesi isteğine şiddetle karşı çıkmış ve Lozan’da bir şeylerin ters gittiğini görerek Lozan anlaşmasını ret etmiştir(2). Lozan’a karşı olan, örgütsüz ve fakat çoğunlukta olan birinci meclis üyelerinin büyük bir kesimi, örgütlü bir azınlık tarafından ayak oyunu ile tasfiye edilmiştir.

Cumhuriyetin ilk başbakanlarından Rauf Orbay hatıratında, Lozan’da İsmet Paşa, İngilizlerle gizli irtibatı olan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum ve Lord Gurzon arasında gizli bir anlaşmanın var olduğunu açıklamaktadır. Bu Gizli anlaşmaya göre “halifelik lağvedilecek”, “İslam dünyası ile her türlü ilişki kesilecek” ve “laiklik merkezli”  yeni bir sistem inşa edilecektir(2-4).

Ana Unsurları Bölme: İki Etnik Kimliği Karşı Karşıya Getirme

Türkiye de, başta Türk ve Kürtler olmak üzere tüm Müslüman etnik unsurlar için İslam ve halifelik en önemli bağlayıcı bir unsur ve bir çimento idi. Kürt Sorunu ile ilgili yapılan araştırmalarda (1-Martin van Bruinessen; 2- Nader Entessar; 3- Kemal Kirişçi-Gareth M. Winrow; 4- David Mc Dowall yazarların eserleri) Kürt kavmiyetçiliğinin başlangıç noktası olarak Hilafetin kaldırılması gösterilmektedir. Kürtlerle Türkler arasındaki kardeşliğin kırılma noktası halifeliğin kaldırılması, ivme kazanması laikliğin getirilmesi, zirve noktası ise Kürt kimliğinin inkâr edilmesi ve Kürtlerin asimile edilmeye çalışılmasıdır(5).

Tüm Kimliklerin Parçalanması, Yeni “Türk Kimliği” İnşası

Lozan’da verilmiş olan sözlerle, bu coğrafyada farklı etnik yapıları birbirine bağlayan en önemli bağ olan İslam’a savaş açılmıştır. Cumhuriyetin çekirdek kadrosu, gücü tam olarak ele geçirene kadar hem Kürt önderlere, hem de Müslüman önderlere bol vaatte bulunmuş halifeliği, İslam’ı çok öne çekmiştir. Mustafa Kemal-14 Ocak1923 İzmit konuşmasında Kürtlere özerklik bile vaad etmiştir(5).

Fakat çekirdek kadro, gücü ele geçirince hem Türk kimliğini, hem Kürt kimliğini ve hem de İslam kimliğini ve de İslam Kültür ve medeniyetini ret ve inkâr etmiştir. Bu uygulamalardan sonra Türkiye’nin bağrında, İslami kimlik, Türk Kimliği, Kürt Kimliği olmak üzere üç ana kimlik sorunu, hep var ola gelmiştir. Batılılaşma hareketi ile yol boyu, hem İslami kimlik hem de Türk, Kürt ve diğer kimlikler ret ve inkâr edilmiştir. Devrimlerle bir taraftan var olan tüm kimlikler parçalanırken, Batı kültür ve medeniyetinin değerlerini benimseyip inanan bir halk inşa edilmeye çalışılmıştır. İnşa edilecek olan yeni ulusun, mevcut tarafından kabul görmesi için etnik olarak çoğunlukta olan Türklerin ismi, kanı  ve konuşma dili dayanak olarak seçilmiştir.

Yeni kimlikte, Türkün ismi vardı; Kültür ve medeniyeti, tarihi, örfü adetleri, gelenekleri, görenekleri, alfabesi, Kur’an’ı, ezanı ve dini yoktu. Tüm yaşantıları batılı değerlere göre şekillendirilmek istenen bir halkın hangi Türklüğünden bahsedilebilirdi Tarihten biz intikal eden Müslüman Türk (Eski Türk) öldürülmüştü. Yeni Türk (Batılı Türk) ise, tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını kıblesini ret ve inkar eden mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi, laiklik dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm tarihi, kültür medeniyeti ret ve inkar edip Batı kültür medeniyetini benimseyen ve “Türk kanını taşıyan herkes Türk’tü”. Bu yeni Türk, tarihten gelen ve Müslüman olan Türk’ten başka bir şeydi.

Kanı işin içine niçin soktukları belli değildi. Çünkü Türkçülüğün ateşli savunucularının birçoğu- İnönü, Ziya Gökalp ve Moiz Kohen, v.b. - Türk soyundan gelmemekteydi. Buna rağmen 1950 öncesinde yazılan kitaplarda, kan meselesi hep öne çekilmiştir:

“Türk yurdu üzerinde yaşayan, Türk dili ile konuşan ve Türk kanını taşıyan insanların birliğine Türk milleti denir.”(5).

Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada, aynı soydan, aynı kandan ve aynı dilden olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada yaşadığı halde aynı dil ve kandan olmayanlar ne olacaktı Herkes, yeni din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı çıkanlar, “hain”, “düşman” ve “tehlikeliydi”. Formatlanma asimile olmak demekti. Ya asimile olacaklar ya da yok edileceklerdir.

Cumhuriyetin çekirdek kadrosu, ‘Kanunen ve cebren’ formatlanma gerçekleştirerek ‘Yeni Türkü yaratacaktı’(!). İnönü 1925 yılında; “Vazifemiz, bu vatanın içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.”(5) demekteydi. Onuncu yıl marşı bu yeni Türkün marşıydı.

Yeni Sistem için nüfus olarak Türklerden sonra hem en baskın unsur olmaları hem de İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli olabilecek olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türkün saflarına katılması için formatlanması gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. Yerel isimler kazınarak yok edildi. Dağa taşa ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazıldı. Türklerin bir boyu, bir kolu, “Dağ Türkleri” olarak gösterilmek istendi.

Aşağıda iki kuvvet Komutanının yaptığı açıklamalar, Cumhuriyetin kurucu kadrosunun zihin yapısını anlama açısından önemlidir: 

“Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Emekli Oramiral Salim Dervişoğlu: Ekonomik adımları atmadık, Kürtleri kültürel bakımdan ülkeye entegre edemedik, asimile etmeye çalıştık. Yeni bir entegrasyon politikası belirlemeliyiz. Yapamadık bunları… İşe kendi içimizdeki ekonomik, kültürel, sosyal bölünmüşlüğü ortadan kaldırarak başlamak lazım.”(6)

“Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç Yalman: Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938’den 1970’e kadar terör yok. Sosyal sorun dönemi dediğim, bu dönemdir. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. Ancak, maalesef bunun yapılamadığını görüyoruz. Henüz terör boyutuna gelmeden sosyal aşamada sorun çözülebilseydi çok daha iyi olurdu.

Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun ‘kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.

Oysa, bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz.  Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz.”(7).

‘Bu ülkede herkes Türk’tür’ şeklinde formatlanan bir nesil için, Türk’ten başka etnik yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, “ülkeyi bölmek istemek”, “hainlik yapmak” demektir(7).

“Güç Zehirlenmesine”  tutulmuş Cumhuriyetçi kadro, en vahim hatayı, 1980 darbesinde “Kürtçe konuşma yasağı” getirerek yapmıştır: 

“Emekli Cumhurbaşkanı Orgeneral Kenan Evren: Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Neden dedik Ben Devlet Başkanı’yken, bir köyde ilkokula gittim. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor… ‘Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş ’ dedim. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.”(7)

Sonuç: Bu Sistem Değişmelidir

Bugün yaşanan, Kürt sorunu denen sorun, “asimilasyoncu, inkârcı politikalar” uygulayan Haim Naum Doktrinine göre Lozan’da kurulan sistemdir.

O nedenle bu sistem değişmelidir.

Kaynaklar

1- Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993.

2- Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, S:105-122

3-Büyük Doğu,  “Lozan’ın içyüzü”,  Sayı: 29

4- Mısırlıoğlu,K., Lozan Zafer mi, Hezimet mi , İstanbul, Sebil Yayınları, Cilt 1,1971, S:268-277.

5- Tan A., Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, S: 180-210

6-Gündem, M., 16-17.03.2009 Zaman, Salim Derviş oğlu ile Yapılan Röportaj.

7-Bila, F., Komutanlar Cephesi, Detay yayıncılık,İstanbul, 2007, S:197-211; 110-116.

 

20 Ağustos 2015 Perşembe

ÇÖZÜM SÜRECİ BUZDOLABINDA-1: Yanlış Teşhis, Yanlış Muhatap, Yanlış Sonuç

 (Milli Gazete)

Giriş

Başta Türkiye olmak üzere bu coğrafyada olup biten tüm olaylar, 1- İç Dinamikler, 2- Bölgesel Dinamikler ve 3- Küresel Dinamiklere ve bu dinamiklerin bu coğrafyada çatışan 15 projesine bağlı olarak değerlendirilmek zorundadır. Türkiye, meselelerini ele alırken bu gerçeği görerek hareket etmelidir.

Türkiye’nin dini, mezhebi ve etnik sorunlarını, son yıllarda ısrarla dile getirilen, her derde deva olarak gösterilen “Başkanlık sistemini” merkeze alan “yeni bir anayasa” ile çözüme kavuşturması mümkün mü   Başkanlık, sistemi tıpkı “Kürt sorununda” olduğu gibi hiç tartışılmadan, ne getirip ne götüreceği konuşulmadan, her derde deva olarak sunulması, Türkiye’nin ana sorunun siyasetçiler tarafından iyi görülmediği, anlaşılmadığı veya anlaşılmak istenmediği manasına gelmektedir.

Sadece ‘Kürt sorununu’ ele aldığımızda ‘Kürt sorunu’ denen sorunun kökeni, temel nedeni nedir Kürt sorununda çözüm denirken, taraflar neyi kastetmektedirler Aynı kavramları kullananlar, aynı anlamlarımı anlamaktadırlar Yoksa kavramlara tarafların yüklediği anlamlar, çok mu farklıdır Türkiye’nin ana sorunu, gerçekten de Kürt sorunu mudur Yoksa Kürt sorunu, daha ana sorunun bir sonucumudur Kürt sorunu gibi sorunlar, zaman zaman ortaya çıkarılıp asıl sorun olan sistem sorunu, gözlerden kaçırılıyor mu

Türkiye’nin kimlik krizi meselesi, gerçek anlamda ele alınıp tartışılmadan ve buna bir çözüm bulmadan, yapılan bütün tartışmalar ve arayışlar, bir sorunlar yumağını karşımıza çıkaracak; alt kimlikler, öne çıkarak etnik, mezhebi ve dini düzlemde kimlik arayışları hızlanacaktır.

Bu yazı serisinde bu konular ele alınacaktır. Türkiye’deki kimlik krizinin kökenlerine inmeye çalışılacaktır.

Türkiye’nin Ana Tezadı: Sistem Sorunu

Osmanlı’nın yüzlerce yıl içinde farklı dil, din, mezhep ve etnik yapıları bir potada eriterek, belli ortak paydalar etrafında inşa ettiği bir üst kimlik, Birinci Cihan savaşı ile Osmanlı’nın yıkılması sonucunda parçalanmıştır. Birinci cihan savaşından sonra, İslam coğrafyası, İslam’ın düşmanları tarafından, kavmi ve mezhebi eksende düşmanlık, fitne ve fesad kaynağı olacak şekilde farklı devletlere bölünmüştür. Sınırları cetvelle çizilmiş bu devletler, kuruldukları günden bugüne, hem birbirleri ile hem de kendi içindeki kavmi ve mezhebi sorunlarla boğuşmaktadır.

Lozan’da Cumhuriyetin kurucu kadroları, bir medeniyet tercihi yaparak İslam kültür ve medeniyet dairesinden Batı kültür ve medeniyet dairesine geçmeyi kabul ve taahhüt etmişlerdir. Bu uzlaşma sonucunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İslam kültür ve medeniyetini benimsemiş olan bir milleti, “Kanunen ve cebren” değiştirmeye ve dönüştürmeye çalışmıştır. Cumhuriyet dönemindeki tüm sıkıntıların kökeninde, bu medeniyet değiştirme projesi yatmaktadır. Her iki medeniyet, birbirlerini tasfiye ya da etkisizleştirmede başarısız olunca, melez değerler sistemi oluşmuş; bu da, sosyal şizofreniye sebebiyet vermiştir. Ne zaman, ne yapacağı belli olmayan bir insan unsuru meydana gelmiştir.

Bunun için Türkiye’nin ana sorunu, asimilasyon politikalarını benimsemiş bir zihniyet ve sistem sorunudur. Diğer bütün sorunlar, bunun birer yan ürünüdür, yansımasıdır. Kürt Meselesini çözmek isteyen, Erbakan hariç,  tüm siyasi iktidarlar, yanlış teşhis koydukları için yanlış isimlendirme yapmışlar, yanlış muhatap almışlar ve yanlış yol haritası ortaya koymuşlardır.

Ana Tezadın Sonucu: Kimlik Krizi Ya da Yabancılaşma

Meseleyi, kimlik düzleminde ele aldığımızda; Osmanlı’nın uzun bir tarih diliminde farklı mezhep ve etnik yapıları bir potada eriterek, belli ortak paydalar etrafında kader birliği ettirerek inşa ettiği üst kimlik, İttihatçı kadro tarafından Lozan’da verilen sözler çerçevesinde inkâr edilip parçalanmıştır. Anadolu coğrafyasında var olanların tümünün “saf kan Türk”(!) olmadığı bilinmesine rağmen yeni bir “ulusal kimlik” inşasına, ‘kanunen ve cebren’ başvurularak kin, nefret ve nifak tohumları bilerek ya da bilmeyerek bu topraklara ekmişler, bu ülkenin farklı etnik ve mezhebi unsurlarını birbirlerine yabancılaştırmışlardır:

“Necmettin Erbakan, 1994, Bingöl: Dedim ki, bu ülkenin evlatları asırlar boyu, mektebe başlarken besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ö ‘Türküm doğruyum çalışkanım’. E sen bunu söyleyince, öbür taraftan da, Kürt kökenli bir Müslüman evladı, ya öyle mi, ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım deme hakkını kazandı. Ve böylece, siz bu ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırdınız. Bu ülkede hangi kökensin diye kimse kimseye sormazdı; çünkü, hepsi Müslüman evladı, hepsi Müslüman kardeşiydi. Onun için İlaç budur.” (1)

Nifak tohumlarını ekenler, bizzat içerdekilerdi; Dış güçler ise, ekilen bu zehirli tohumları, yeri ve zamanı geldiğinde kullanmak üzere korumuşlar, sulamışlar ve de beslemişlerdir.

Çözüm Sürecinde Yanlış Muhatap

Daha sonra geniş bir şekilde ele alacağımız kavmi kimlikler meselesi, Kur’an’a göre Allah’ın birer ayeti olup muhafaza edilmeli, gerekli olan tüm sosyo-kültürel haklar kendilerine sağlanmalı(49/13; 30/22) ve sosyo-ekonomik durumları, kuvvetlendirilmeli, herhangi bir ayırımcılığa tabi tutulmamalıdırlar. Kavimlerin asimilasyonu, Allah’ın iradesine ve ilahi kanuniyete karşı çıkmak olup toplumları ifsad etmek demektir.

Bundan dolayı biz ana sorunu, “Kürt sorunu” olarak değil, bir sistem ve bir zihniyet sorunu olarak görmekteyiz. Bu açıdan meseleye baktığımızda bu ülkede, sadece Kürtlerin ya da Alevilerin sorunu var değildir. Diğer tüm etnik ve mezhebi unsurların da sorunu vardır. Daha sonra ele alıp inceleyeceğimizden dolayı şimdilik özet olarak ifade edelim; bu ülkede etnik olarak Türkler, mezhep olarak da Sünniler asimile edilmişler, Batı kültür ve medeniyeti normlarına uygun formatlanmışlardır. Hangi kültür ve medeniyet normlarına, kurallarına ve kanunlarına göre yaşadıkları, yaşamak zorunda bırakıldıkları sorgulansın, durum açıklık kazanacaktır. Sadece Türk ve Sünni isimleri, birer Truva atı olarak kullanılmaktadır. O nedenle ülkenin bu bağlamdaki meseleleri, çözüme kavuşturulacaksa; mesele, bir bütün olarak ele alınmalıdır.

Bu açıdan meseleye yaklaşıldığında, AKP kurmayları sorunu, önce “Kürt Sorunu”, sonra “Demokratikleşme Süreci” ve daha sonra da “Çözüm Süreci”  diye adlandırmış oldukları görülmektedir. İsimlendirme noktasında ortaya konulan bu tavır, kafalarının karışık olduğu anlamına gelmektedir.

Genel olarak, “çözüm sürecinin” muhatapları, sadece Kürt halkı değil; milleti oluşturan tüm kesimler olmalıdır. Bununla beraber mevcut pratik durumdan hareket ederek daha bir alt sorun olan “çözüm sürecini” (Kürt Sorununu) ele aldığımızda, muhataplık konusunda çok daha ciddi hatalar yapılmıştır.

“Çözüm sürecinde” Kürt halkının bizzat kendisi yerine, “bir terör ve taşeron örgüt” olan PKK’nın muhatap alınması, yapılmış olan en büyük yanlıştır. Ayrıca “3. Göz ya da Gözlemcinin” sürece dâhil edilmesi, yapılmış ikinci büyük hatadır. Ayrıca stratejik olarak yapılan ciddi hatalardan biri de, PKK-BDP/HDP’nin yanı sıra AKP Kürt milletvekili grubunun (BDP’nin mecliste 30 milletvekili varken AKP’nin mecliste 60 civarında milletvekili mevcuttu) ve Güneydoğu bölgesinde ya da Türkiye’nin farklı bölgelerinde Kürt halkının hakları için mücadele veren farklı Kürt örgütleri ya da diğer STK’ların ve Meclis’te bulunun muhalefet partilerinin muhatap alınmaması olmuştur. Bu nedenle AKP kurmayları, çözüm sürecini, bir sır gibi saklayarak bu kesimleri bilgilendirmemiş olmaları, yanlış olmuş ve sonuçta da hiç kimseyi memnun edememişlerdir. Bu noktada son iki aydır, Güneydoğudaki STK’larla birkaç kez görüşmüş olmaları, yaptıkları hatanın farkına vardıklarının bir işaretidir.

PKK-HDP’nin muhatap alınacağı zaman, bütün düzenlemeler yapıldıktan, Kürt halkının doğal hakları verildikten sonra; PKK militanlarının geleceğine ilişkin çözüm aşaması olmalıydı. Cumhurbaşkanı Özal ve Başbakan Demirel tarafından hazırlanan “Milli Güvenlik Kurulu Projesi”, PKK’nın silahlı kadrosunun geleceği ile ilgili bir çözüm arayışı idi. Bu proje ile ‘Dağdaki silahlı militanların silahlarıyla birlikte teslim olmaları, herhangi bir tutuklama olmadan beş yıl müddetle kamu haklarından kısıtlanma sonrası olağan toplumsal düzene adapte olmaları planlanmıştı’. ‘Bunun için birçok general de ikna edilmişti’(2). Ancak 24 Mayıs 1993 günü Elazığ - Bingöl karayolunda ‘acemi eğitim sonrası birliklerine gitmekte olan erleri taşıyan iki araç’, PKK tarafından durdurulup 33 er öldürülmüştü. Bu olay, tasarının hayata geçmesini engellemiştir.

PKK-BDP/HDP’nin tek olarak muhatap alınması, terör örgütüne meşruiyet kazandırmış ve AKP’nin doğal olarak yaptığı yasal düzenlemelerle iade edilen tüm haklar, “PKK tarafından silah zoruyla alınmış haklar” olarak kamuoyuna duyurulmuş ve Kürt halkına kabul ettirilmiştir. AKP yöneticileri, bu tutumları ile Kürt halkının önemli bir kesiminin, özellikle gençlerin, örgütün şemsiyesi altına girmesine, farkına varmadan, yardımcı olmuşlardır.

Sonuç: “Aldatıldık”, “Kandırıldık”, “İstismar Edildik” ve “Süreci Dondurduk”

Doğal olarak verilmesi gereken hakları, bir terör örgütünü aracı kılıp onunla pazarlık yaparak vermek, yanlıştı, ilahi sünnete aykırı idi; bu nedenle de işin bereketi olmadı. Bugün Çözüm sürecinin AKP kanadı, PKK-HDP tarafından “aldatıldıklarını” ve “ihanete uğradıklarını” söylemektedirler.

AKP kadroları, yanlış teşhis, yanlış muhatap ve yanlış yol haritası çizmenin yanlışlığı üzerinde durup tefekkür edecekleri yerde, hatalı davranarak daha tehlikeli bir dil, üslup kullanmakta ve yol tutmaktadırlar:

“Biliyorsunuz, 2013’te bize o zaman silahları bırakma sözü vermişlerdi. Ama sözlerini tutmadılar.” “Bizi aldattılar, kandırdılar”,

“Çözüm süreci buzdolabında”. “Çözüm sürecini unutun”. “Çözüm süreci bitti” (3).

Gelinen nokta, yanlış teşhis, yanlış muhatap ve yanlış yol tutulmasının doğal sonucudur. Öncelikle bu kabul edilmelidir.

Kaynaklar

1- Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, S:105-122.

2- Mater, N. “33 Erin Hesabını Kimden Soralım ” 02-09-2005 bianet.org.

3- 06.08.2015 Tarihli Değişik Medya.  

 

14 Ağustos 2015 Cuma

Suriyede bölünmeye giden yol: Kantonal yapı

 (Milli Gazete)

“ABD’nin gelmesi bir dert, çıkarılması iki derttir.”

Necmettin Erbakan

Giriş

ABD-İsrail/ Siyonizm-İngiltere şer ittifakı, “Kaos Teorisi”nin birinci aşaması olarak Büyük Ortadoğu coğrafyasının birçok bölgesinde tüm otoriteleri yıkarak ve toplumları etnik, dini ve mezhebi olarak birbiri ile savaştırarak herkesin herkese düşman olduğu bir kaos ortamı meydana getirmiştir. Teorinin ikinci aşamasında ise kaostan, yorgun düşmüş, iç göçlerle dini, mezhebi ve etnik olarak ayrışmış olan coğrafyada ve birbirine düşman küçük özerk kanton bölgeler kurmayı; üçüncü aşamada da bu kanton bölgeleri devletçiklere dönüştürmeyi hedeflenmektedirler. 

Kaos teorisinin ikinci aşamasına göre Suriye’de meydana gelen gelişmeleri göz önüne aldığımızda Suriye’nin, dört ya da altı bölgeli kantonlara ayrılması; daha sonra da kantonların ayrı devletler halinde ortaya çıkarılması ön görülmektedir.

Burada, bu konu ele alınıp değerlendirilecektir.

Dünya Hâkimiyeti İçin Yeni Sömürgecilik Yaklaşımı

Şer ittifakının yeni sömürgecilik anlayışında, çok mecbur kalınmadıkça, askeri işgal, askeri darbe yoktur. Askeri işgalin yerini kültürel, ekonomik ve bürokratik işgal almıştır.

Bütün ülkelere, şer ittifakı tarafından özelleştirilme yapılmasının dayatılması ve bütün özelleştirmelerde yabancı ortak şartının istenmesi ve halkın yönetimdeki etkisini kıracak tarzda “üst kurullar” denilen dokunulamaz mekanizmalar oluşturulması, yeni sömürgecilik anlayışının en temel karakteristikleridir:

“Sömürgecilik, doğrudan askeri ve politik gücün uygulanması olarak algılanır. Aslında bağımlı ülkelerin sosyal ve ekonomik kurumlarının metropolitan merkezlerin ihtiyaçlarına göre tekrar şekillendirilmesi gereklidir. Bir kez bu yeniden şekillendirme başarıya ulaşırsa, ekonomik güçler (uluslar arası fiyatlandırma, pazarlama ve finansal sistemler), devam etmek ve aslında ana ülke ve sömürü arasındaki hâkimiyet-sömürülme ilişkisini güçlendirmek için tek başlarına yeterlidirler. Bu koşullar altında sömürgeye esas olan hiçbir şey değiştirilmeden resmi politik bağımsızlığı verilecektir.’(1)

Kanton Bölgeli Konfederal  Yapı Yaklaşımı

Geçen yazıda ifade ettiğimiz gibi sömürgeleştirmek istenen ülkelere, önce her şeyi yıkarak, tüm alt yapıları tahrip ederek girilmektedir. Oluşturulan kaos ortamının son bulması amacıyla kantonlar meydana getirilip bölgeler özerkleştirilmekte ve asla çalışmayacak, işlemeyecek olan konfederal bir yapı oluşturulmaktadır.

Meydana getirilen, şer ittifakına hizmet edecek özerk yapıların yönetilmeye ihtiyacı vardır. Eski sistemin mensupları tasfiye edildiği için yeni yönetimde görev alacak yeni insan unsuru gerekli olmaktadır. İlgili bölgeden yeterli sayıda insan alınıp ülke dışında şer ittifakının öngördüğü yerlerde, 2-3 yıl eğitilmekte, şer ittifakına bağlı kılınmakta, sonra da ülkelerine geri getirilip özerk kanton bölge yönettirilmektedir.

Bunun en güzel örneklerinden biri Irak’tır. Birinci Körfez Harekâtı ile Irak bombalanmış, Saddam kuvvetlerine uçuşa yasak bölgeler ilan edilmiş; sonra da, “kuzeyde Kürtler, ortada Sünniler ve güneyde Şiiler” şeklinde bir psikolojik harekât yürütülerek Irak, Kürt, Sünni ve Şii bölgelerine bölünmüştür. Bu esnada, Barzani bölgesinden 3-4 bin peşmerge ABD’ye götürülüp 2-3 yıl eğitime tabı tutulmuş; ikinci körfez harekâtıyla Irak işgal edilmeye başlandığında, bu insan unsuru getirilip Kuzey Irak bölgesine yerleştirilmiştir.

IŞİD öncesinde Irak üç bölgeli konfederal bir yapı idi. Seçimler yapılıp cumhurbaşkanı, başbakan, milletvekilleri seçilmekte, parlamento ve hükümet oluşmaktaydı. Fakat seçimlerle oluşan merkezi hükümet, Irak’ı hiçbir zaman yönetmemiş, yönetememiştir. Barzani’nin başkanlığını yaptığı özerk Kürdistan bölgesi, merkezi hükümete bağlı olarak çalışmamış ve çalışmamaktadır. Bugünlerde ise Barzani, bağımsızlık ilan edebileceklerini sıkça seslendirmektedir.

“Güvenli Bölge” Aldatmacası

ABD’nin ön gördüğü güvenli bölgeler ile Türkiye’nin öngördüğü güvenli bölgeler arasında, isim benzerliğinden başka hiçbir bağ yoktur. Türkiye güvenli bölge yaklaşımı ile Türkiye’ye göçü engellemeye, göç dalgasını, Suriye topraklarında tutmayı hedeflerken; ABD, güvenli bölge yaklaşımı ile Suriye’nin bölünmesi için Kantonal bölge inşa etmeyi hedeflemektedir. Türkiye’deki üstleri de, güvenli bölge inşa etmede Esed’e veya çizilen sınırları ihlal edecek Suriye’de çatışan örgütlere karşı caydırıcı veya imha edici bir güç olarak kullanmak istemektedir.

ABD, “güvenli bölge” yaklaşımı ile Türkiye ile arasında ortak bir payda oluşturup Türkiye’yi yanıltmakta, aldatmakta, istismar etmekte ve Türkiye’yi, Suriye’yi bölme planına dolaylı bir şekilde dahil emektedir.

İngiltere, ABD, İsrail yetkililerinin açıklamaları, kantonlaşmış bir Suriye Projesinin ilanından başka bir şey değildir:

İngiltere Dışişleri Bakanı: “Esad rejiminin kurumları çökerse, Suriye’de istenilen sonuç alınamayacaktır. İstenilen sonuç, Suriye rejiminin başında siyasi bir değişikliğin olması ve böylece devletin temel altyapısı korunarak, tüm ılımlı grupların paylaştığı siyasi bir meşruiyetin oluşmasıdır” (2).

İsrail Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Moşe Yalon:  Suriye, şimdiden yarı-bağımsız yapılara bölünmüştür. Dürziler güneydeki belirli alanlarda yoğunlaşırken, Suriyeli Kürtler de kuzeyde... Doğuda ise IŞİD gibi Sünni unsurlar vardır.” (Sputnik, 21 Temmuz 2015) (3)

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry: “Bizim IŞİD ile mücadele konusundaki kararlılığımız, büyük ihtimalle yıllar içinde karşılığını bulacaktır. Kuzeyde ve Batıda Kürt birlikler cesurca savaşıyor ve Sünni aşiretler de sahaya çıkmaya başladı.” (3)

İngiltere Başbakanı David Cameron: “Radikal İslamcı tehditlerle mücadele için beş yıllık yeni bir plan yaptık” (3).

John Kerry ve David Cameron’un bu açıklamaları, Suriye sorunu, bölünme sağlanana kadar daha uzun yıllar devam edeceği anlamına gelmektedir. Türkiye’yi yönetenler, artık bu acı gerçeği görmeli, yeni politikalar üretmelidirler.

Suriye’nin Kanton Bölgelere Ayrılması: “Konfederal Suriye” Projesi

Bugün şer ittifakı, Irak-Suriye Hattında IŞİD’e bu iki ülkede kurulacak devletçiklerin haritasını çizdirmektedir. IŞİD’e izlettirilen stratejinin amacı, etnik, dini ve mezhepsel olarak iç göç sağlayarak bölgeleri, kendi içlerinde etnik, dini ve mezhebi olarak homojenleştirmektir. IŞİD’in değişik operasyonları ile meydana getirilen göç dalgasının ardından, Peşmerge, PYD-YPG güçleri, Kürt nüfusun yaşadığı Kerkük, Tel Ebyad, Kobanı ve Efrin gibi bölgelerde kontrolü ele geçirmişlerdir. Bu bölgeler arasındaki topraklarda yaşayan farklı etnik ve mezhebi unsurları da göç ettirerek, Irak’ın Kuzeyinden Akdeniz’e uzanan, adına “Kürt koridoru” dedikleri bir bölge inşa etmek istemektedirler. Türkiye, Suriye’nin Kuzeyindeki bu oluşuma şiddetle karşı çıkmakta ve askeri müdahalede bulunacağını beyan etmektedir. Buna karşılık Şer ittifakı, IŞİD’e karşı PYD’yı hatta Esed’i ortak olarak kabul etmektedir.

Bu noktada; ABD’nin Irak işgali sonrasında eski CIA şefi Graham Fuller’in, Irak’ın Kuzeyinde ABD’nin öngördüğü bir Kürt Devletinin kurulması ile ilgili, Türkiye’yi nasıl tehdit ettiğini, Suriye bağlamında yeniden hatırlamalıyız:

“Kürtler, muhtemelen PKK’yı Kürt arzuları için ideal bir örgüt olarak görmemektedir. Ancak PKK’nın Türkiye Kürtlerinin sahip olduğu tek milli örgüt olduğu ve birçok Kürd’ün PKK’yı kendi durumlarını düzeltecek bir kuruluş olarak gördüğü ve en azından sempati duyduğu değerlendirilmektedir. Kısacası artık liberal politikaların Kürtlerin Irak, İran ve Türkiye’de ‘self-determination’ arayışlarını önlemek için yetersiz kalabileceği kıymetlendirilmektedir. Kürtlerin bu üç ülkede girişeceği özerklik, ardından gelebilecek bağımsızlık ve hatta birlik arayışları bölgeyi istikrarsız kılacaktır. Böyle bir eğilim artık en azından Irak’ta önüne geçilmez bir hal almıştır. Sadece zaman, bölgesel olaylar ve izlenecek politikalar bu sorunun cevabını verebilecektir.

Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya çıkacak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece Türkiye’nin önemli bir parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin diğer bölgelerine dağılmış Kürt topluluğunun da istikrarsızlığına sebep olacaktır. Kürt sorunu, Türkiye’nin gelecekteki istikrarı, bölgedeki rolü ve Batı ve ABD ilişkileri için büyük önem taşımaktadır.” (4)

ABD’de, Brookings Enstitüsü’nce Haziran 2015’te hazırlanan raporda, “Suriye’nin Kantonlara ayrılması” ön görülmektedir. Rapora göre, gelinen aşamada, “güvenli bölgeler” oluşturulmalı, sonra bu bölgeler, “özerk bölgeye” dönüştürülmeli ve sonra da “konfederal bir Suriye” kurulmalıdır. Oluşturulacak özerk bölgelerde, öncelikle, “seçilmiş bir insan unsurunun eğitilmesi sağlanacak; ardından yönetim organları oluşturulacaktır” (5).

Brookings’in stratejisinde göre, arazide savaşacak esas kuvvetler, yerel güçler olacaktır. Ancak güvenli bölgeler (Kantonlar), ABD önderliğindeki koalisyon güçleri tarafından oluşturulacak ve korunacaktır. Türkiye de bu kantonlaşmaya ortak edilecektir (5). Bu durumda ana soru, “IŞİD’e karşı mücadele” adlı ABD stratejisinin amacı nedir

Sonuç:

Dün Irak için çizilen strateji, bugün Suriye için çizilmiş ve IŞİD, PYD, YPG, PKK taşeronluğunda uygulamaya sokulmuştur. Koalisyon güçleri, etnik, dini ve mezhebi olarak ayrışmış olan bölgeleri, güvenli bölge olarak ilan etmek, kantonlaştırmak ve özerkleştirmek ve devletleştirmek amacına dönük olarak koruyacaktır.

Bir arada olmaları mümkün görülmeyen IŞİD, PYD, PKK ve ESED arasında Türkiye’ye karşı, şimdilik, gizli, güçlü bir ittifak vardır. Bu ittifakın arkasında, yaptıkları tüm açıklamalara rağmen Şer İttifakı da bulunmaktadır. Suriye çökerken Türkiye’yi de çökertmek istemektedirler. Ana stratejinin hedefi budur. Siyası İktidar, bunu görmeli, ona göre tedbirlerini almalıdır.

Geçmişte İncirlik üssünden kalkan NATO uçaklarının, PKK’ya mühimmat nasıl taşıdığı, onu besleyip büyüttüğü, istihbarat sağlayarak Türkiye’nin yaptığı operasyonlardan nasıl koruduğu hatırlanmalıdır. ABD, Türkiye’ye verdiği hangi sözünde durmuştur ki bugünde durmuş olsun.

O nedenle Türkiye’deki üstlerin NATO’ya, ABD’ye açılması, büyük bir hatadır. ABD’nin yaptığı ilk iş, Suriye’de sivil halkı bombalamak olmuştur. Bu bahane ile üstler tekrar kapatılmalıdır.

Evet, henüz vakit varken.

Kaynaklar

1-Foster J.B. ‘Emperyal Amerika ve Savaş’, Cosmo Politik, Sayı:6, Sonbahar 2003, S: 39-45.

2- Bulut, A., Yeniçağ,  23.07.2015.

3- Bulut, A., Yeniçağ,  21.07.2015.   

4- Vatandaş, A., Armagedon Türkiye–İsrail Gizli Savaşı, Timaş , İstanbul, 1997.

5- Akfırat, F.,  Aydınlık,  20, 22, 07. 2015.

 

7 Ağustos 2015 Cuma

Suriyede uygulanan Kaos teorisinin hedefi neydi? Gelinen nokta nedir...

 (Milli Gazete)

Giriş

Suriye’de “Arap Baharı” adı altında olaylar başladıktan sonra, Irak- Suriye hattında meydana gelen değişimlere bağlı olarak, yol boyu Milli Gazete’de; 1-Suriye Meselesi: Barıştan Savaşa Adım Adım, 2- Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-1: BOP ve Çin Faktörü, 3- Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-2: Rusya Faktörü, 4- Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-3: İran Faktörü, 5- Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-4: Türkiye Faktörü, 6- Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-5: Vatikan Faktörü, 7- Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-6: Büyük İsrail Projesi, 8- Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-7: Yeni NATO, 9-Türkiye’nin, Rf-4 Uçağının Düşmesi/ Düşürülmesinden Alması Gereken Dersler, 10- Reyhanlı Psikolojik Harekâtı-1,

11- Reyhanlı Psikolojik Harekâtı-2: Verilen Mesaj, 12- Reyhanlı Psikolojik Harekâtı-3: Krizi Tek Merkezden Yönetmek, 13- Irak Denklemine Stratejik Açıdan Bakabilmek-1: Işid Vakası-1, 14- Irak Denklemine Stratejik Açıdan Bakabilmek-2: Işid Vakası-2, 15- Irak Denklemine Stratejik Açıdan Bakabilmek-3: Dünya Hâkimiyeti İçin Kaos Meydana Getirenler, isimli makaleler yazmıştık.

Bu makalelerde, Suriye meselesi, 1-İç Dinamikler, 2-Bölgesel Dinamikler ve 3-Küresel Dinamiklere ve bölgesel ve küresel güçlerin Suriye bağlamında çatışan 15 projesine göre değerlendirilmişti. Değerlendirmenin sonucunda Suriye’nin geleceği ile ilgili muhtemel gelişmeleri, aşağıdaki gibi sınıflandırmıştık:

1- Beşir Esad Yönetiminin hâkim olduğu bütün bir Suriye,

2- İç Savaşın uzun yıllar devam ettiği bir Suriye,

3- Sistemin tüm güçlerinin hâkim olduğu ve fakat Müslümanların yönettiği bütün bir Suriye: Mısır Modeli, Tunus Modeli, 1950 Türkiye Modeli,

4- Sistemin değiştirilip Müslümanların tamamen hâkim olduğu, Anti Siyonist, Anti Kapitalist, antiemperyalist Müslüman bütün bir Suriye,

5- Batı yanlılarının hâkim olduğu, Batı İşbirlikçisi bütün bir Suriye,

6- Üçe bölünmüş(Sünni Devleti, Nusayri Devleti, Kürt Devleti) bir Suriye,

7- Dörde bölünmüş(Sünni Devleti, Nusayri Devleti, Kürt Devleti, Hıristiyan Devleti) bir Suriye,

8- Beşe bölünmüş (2 Sünni Devlet, Nusayri Devleti, Kürt Devleti, Hıristiyan Devleti) bir Suriye.

Bunlar, yazıların yazıldığı şartlarda Suriye ile ilgili muhtemel gelişmelerin neler olabileceğine ilişkin öngörülerdi. Bu öngörülere dayanılarak Türkiye’nin izlemesi gereken politika ile ilgili bazı önerilerde bulunulmuştu.

Son gelişmeleri göz önüne aldığımızda bugün, Suriye’nin, 8. İhtimalde olduğu gibi beş ya da altı bölgeli kantonlara ayrılması öngörülmektedir.Bugün İslam coğrafyasına “Arap Baharı” diye yutturulan “Kaos Teorisini” Türkiye görmek, yeniden değerlendirmek zorundadır.

Burada, ABD-İngiltere-Siyonizm’in Büyük Ortadoğu coğrafyasında ki 22 ülkenin sınırlarının değiştirmek amacıyla kullandıkları “Kaostan Düzene yaklaşımı” ele alınıp değerlendirilecektir.

Dünya Hâkimiyeti: Tek Dünya Devleti, Tek Dünya Hükümeti, “Tek Dünya Güvenlik Örgütü”, “Tek Dünya Dini” Ve “Tek Merkezi Dünya Ekonomisi” 

Dünya hâkimiyeti için ABD, İngiltere, Vatikan, Uluslararası Sermaye, Siyonizm ve Çin bazen birlikte bazen birbirine karşı mücadele etmektedir. Şu anda ABD’de Amerikan Milliyetçileri (WASP’çılar) ile Necon-Siyonist İttifakı arasında çok ciddi bir kavga vardır ve bu, dünyanın her tarafına yansımaktadır. Onun için küresel satranç tahtasında çok değişken bir zeminin var olduğunu göz önüne almamız gerekmektedir. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı, son derece karmaşık, karanlık ilişkiler zincirinin ortaya çıktığı, dost ve düşman tanımlamalarının anlık olarak değişebildiği/değişebileceği göz ardı edilmemelidir. Bir konuda dost/müttefik olanlar, bir başka konuda birbirine düşman olabilmekte/müttefik olmamaktadır.

Dünya hâkimiyet mücadelesi veren güçlerin ana hedefleri, dünyanın kendi kontrollerinde, “tek bir merkezden” yönetilmesidir. “Tek bir dünya devleti”, “tek bir dünya hükümeti” ve “tek bir dünya güvenlik örgütü”, “Tek bir dünya dini” ve “tek merkezi Dünya ekonomisi” oluşturma gayretindeler(1). Böyle bir sonuca ulaşabilmek için asırlardan beri yapılan bir çalışma, yaygınlaştırılan bir örgütlenme ve geliştirilen bir stratejinin varlığı bilinmektedir. Dünyada olup biten birçok olayın arkasında, her renge bürünen böyle bir yapılanma (Siyonizm) vardır(2,3).

Dünya Hâkimiyeti ve “Kaostan Düzene”

Bu yapılanışın stratejisinin temel özelliği, “Kaos Teorisine” dayanmış olmasıdır. Bu teoride, her şey çatışmaya dayandırılmaktadır. İnsanların can, mal, namus güvenliği olmayacak tarzda meydana getirilecek bir çatışma ortamı, istenen kargaşayı sağlayacaktır. Komşuların, kabilelerin, aşiretlerin, etnik yapıların ve farklı inanç gruplarının birbirine düşman olduğu, çatıştığı, kimsenin önünü, çevresini, geleceğini göremediği ve iradesinin felç edilip direncinin kırıldığı ve çaresizlik içerisinde kıvrandığı bir kaos ortamı, bu şeytanı mekanizmanın ana ilkesidir. Buna ‘Ordo Ab Chao’ (Kaostan Kaynaklanan Düzen) adını vermektedirler(4).

Bugün bölge halklarının, Türkiye’nin IŞİD ve PYD’nin ilerlemesi, yayılması karşısında ABD önderliğinde “Koalisyon güçlerinin” askeri müdahale yapmasını istemesine bu açıdan bakılmalıdır.

Kaos, zıtların çatışmasına dayandırılmıştır: ‘Tez, Anti Tez, Çatışma ve Sentez’ düzleminde meydana getirilen bir kaos, dün işçi ve işveren çatışması üzerine kurulu iken; bugün dinler, mezhepler ve etnik yapılar üzerine oturtulmuştur. Büyük Ortadoğu coğrafyasında yaygınlaştırılmaya çalışılan etnik ve mezhepsel çatışmaların kökeninde, “Kaostan Düzene Geçiş” yaklaşımı yatmaktadır. Kaosun müsebbibi olarak din, mezhep ve milliyetler gösterilerek bütün din, mezhep ve milliyetlerin kaldırılması istenecektir(5).

Kaos yaklaşımının en önemli boyutu, son derece zıt fikirlerin ve bilgilerin kamuoyuna servis edilip karar vermesine mani olmak, kafa karışıklığı meydana getirip gerçekleri görmesini, arkada kurulan tezgâhları fark etmesini engellemektir(6).

ABD/İngiltere/Siyonizm/İsrail, küresel imparatorluk için hedef aldığı ülkeleri, alt etnik ve mezhebi gruplara bölüp yeni uluslar oluşturmayı, bir strateji olarak benimsemiştir. Geçmişte İngiltere’nin öncülüğünde yapılanlar, bugün ABD’nin öncülüğünde yapılmak istenmektedir. Arkada Siyonizm vardır. Geçmişte Afganistan’ın geleceğinde Amerikan Politikası Koordinatörlüğü görevini üstlenen Richard Haass, ‘Karışıklık’ adlı kitabında “yeni bir ulus inşa etmeyi”, işgal edilecek bölgelerde hâkimiyet kurabilmek için şart olarak görmektedir(7):

“…Güç politik değişiklik olayı ise, fazla bir zeka gerektirmeden ve biraz da iyi şansla işe yarayabilir. Aksi halde tek başına güç kullanımı politik değişikler için yeterli değildir. Bu şekilde bir değişiklik için en etkili yol, değişik şekillerde karışıklık yaratmaktır. ‘Ulus inşa etmek’ bu yollardan biridir. İlk önce tüm karşı çıkanları yok edeceksin ve daha sonra başka bir topluluk yaratma işiyle meşgul olacaksın.”(7)

Bu politika, Irak işgaliyle birlikte uygulamaya sokulmuş, “Kuzeyde Kürtler, “Ortada Sünniler ve Güneyde Şiiler” şeklinde süren bir propaganda ile Irak öncelikle kafalarda bolünmüş; şimdi de IŞİD-PYD operasyonu ile Irak-Suriye hattı fiilen bölünme noktasına getirilmiştir.

2003 yılında RAND Corperation tarafından hazırlanan ‘Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler’ adlı raporda, ‘Türk İslamı’, ‘Alman İslamı’, ‘Arap İslamı’, ‘Mısır İslamı’, ‘Köktendinciler’, ‘Gelenekçiler’, ‘Modernist Müslümanlar’ ve ‘IIımlı İslam’ gibi kavramlaştırmalara gidilmesi, Büyük Ortadoğu coğrafyasında “yeni ulus inşasının” yanı sıra “yeni dinler”, “yeni mezhepler” inşa edilmek istendiği içindi(8). Raporda öngörülen Stratejinin Temel Noktaları, “Modernist bir Liderlik Anlayışı Yarat”, “Fundamentalistlere Karşı Saldırgan Ol”, “Demokratik Batı Modernizminin Değerlerini Yücelt”, “Eğitime ve Gençlere Odaklan” başlıklarında ortaya konulmaktadır.

Sonuç: Suriye İçin Bir Truva Atı

Kaos Yaklaşımı, bölge insanını aciz bırakarak teslim almak ve “yeni sömürgecilik” anlayışını kabullenmesini sağlamak amacıyla uygulanmaktadır. Bugün, Afganistan-Pakistan hattında, Irak-Suriye-Filistin-Lübnan hattında, Yemen-Somalı-Sudan hattında ve Libya-Mali-Orta Afrika hattında yaşananlar, kaosun şuurlu bir şekilde yaygınlaştırılmaya çalışılmasından başka bir şey değildir.

Bugün şer ittifakı, Suriye’nin kantonlaşmasını istemektedir. Yarın kantonlardan meydana gelen federal bir yapı; öbür gün de kantonların ayrı ayrı devletçiklere dönüşmesini öngörmektedir. IŞİD-PYD düzleminde meydana getirilen çatışmalar, etnik ve mezhepsel göç olayını sağlayarak kantonlaşmaya hazır bölgeler meydana getirmektir. Bu nispeten sağlanmıştır. Şimdi bunlara özerklik verilmesi, ardından bağımsız devletlere dönüştürülmesi gerekmektedir. Bunun için bölgede çatışmaların yoğunluğunun düşürülmesi, her bir kantondan belli insan unsurunun ABD tarafından alınıp ABD’ye götürülerek eğitilmesi ve yeni kurulacak devletlerin temellerinin atılması ve yönetilmesinin sağlanması çalışmaları yapılacaktır. Kuzey Irak olayında zamanında 3000 civarında peşmergenin alınıp ABD’ye götürülmesi ve eğitilmesi ve geriye getirilmesinde olduğu gibi.Bugün gelinen noktada güvenliğin Türkiye tarafından sağlanması; eğitimin de ABD tarafından gerçekleştirilmesi öngörülmektedir. Yanı Irak ve Suriye’yi bölmek, Yeni, İsrail’e dost devletçikler inşa edebilmek ve 100 yıl sürecek düşmanlıkları devam ettirebilmek, İsrail’i rahatlatabilmek, Filistin meselesini göz ardı edebilmek için Türkiye bir Truva atı olarak kullanılmak istenmektedir. ABD’nin “Kanton bölge yaklaşımı” ile Türkiye’nin “Tampon bölge yaklaşımı” arasındaki farkı, Türkiye görmek zorundadır.

Türkiye’nin Irak-Suriye Hattında IŞİD-PKK kamplarını bombalamasının Arap Birliği tarafından kınanması, oyunun bundan böyle farklı mecralara kaydırılacağı ve Türkiye’nin tecrit edileceği anlamına gelebilir. Bu nedenle Türkiye Suriye Politikasını yeniden gözden geçirmelidir. Türkiye, dost maskesi takmış gerçek düşman olan Şer İttifakı ile ilişkilerini gözden geçirmeli, NATO’nun Türkiye’deki tüm üstleri kapatmalıdır.

Kaynaklar

1-Texe Mars, İllüminatı, Entrika Çemberi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2002,S:175.

2- Texe Mars, Age. S: 54.

3- Gary Allen Gizli Dünya Devleti, Milli Gazete, 1996 İstanbul, S: 8

4- Texe Mars, Age. S:100-120.

5- Varsden, V., Siyon Liderlerinin Protokolleri, Kum Saati Yayınları, İstanbul, S: 53

6- Victor Varsden, Age, S: 36

7- Foster J.B. ‘Emperyal Amerika ve Savaş’, Cosmo Politik, Sayı:6, Sonbahar 2003, S: 39-45

8- Canoğlu, y., 21. Yüzyıl Haçlı Savaşlarında yeni Bir Tuzak: Ilımlı İslam Cumhuriyeti, Umran Dergisi, Sayı:117, 2004, S:15-25

9- Canoğlu, Y., ‘Sürekli Bürokratik Post Modern Darbeler Dönemi’, Umran Dergisi, Sayı:102, S:31-43.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...