(Milli Gazete)
Giriş
Burada, Lozan’da Haım Naum doktrinine göre Batı kültür ve
medeniyetini merkeze alan bir devlet anlayışının, İslam kültür ve medeniyetine
göre şekillenmiş bir millete rağmen “ulusal bir kimlik” inşa etmeye kalkmasının
ve tüm alt kimlikleri asimile etmeye çalışmasının, bugün yaşadığımız sorunların
ana sebebi ve kaynağı olduğu konusu ele alınacaktır.
Erbakan Soruyor, 1993: “Niçin Bu Kanlar Akıyor ”
Rahmetli Erbakan, Refah Partisi 4. Büyük Kongresi’ni açış
konuşmasında, Kürt sorununa özel bir yer vermiştir. “Müslümanlığın, tarihin,
coğrafyanın, medeniyetin ve kader birliğinin Türklerle Kürtler arasında ortak
payda” olduğunu ifade eden Milli Görüş hareketi Lideri, “Sorarım size, asırlar
boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya çıktı
Niçin bu kanlar akıyor ” şeklinde can alıcı bir soru sormaktadır(1).
Erbakan Hoca, meseleyi, 1-Terör, 2- Kürt Meselesi, 3-
Güneydoğu Meselesi olarak 3 boyutlu bir mesele görmüştür. Her üç mesele
birlikte, bir bütün olarak ele alınıp çözüme kavuşturulmalıdır. Erbakan’a göre,
Kürt konusunun bir sosyal problem haline gelmesinin ana sebebi, “taklitçi
zihniyetin”, “sömürü ve tahakküm düzeninin” uyguladığı “asimilasyoncu”,
“materyalist” ve “Irkçı politikalardır”(1). Yanı Lozan’da Müslüman millete
rağmen kabul edilen ve uygulanan, “asimilasyoncu” yeni bir “ulus yaratma”
politikalardır.
Lozan’da Lağvedilen Kimlikler
Son dönem Osmanlı yönetiminin, taklitçi yaklaşımı, genel
olarak Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin de yaklaşımı olmuştur. Fransız
ihtilalının etkisinde kalan cumhuriyetin kurucu kadrosu, heterojen Osmanlı
toplumundan miras kalan bir ümmeti, yeni bir ‘ulus’a dönüştürmeyi, kendi
tabirleri ile ‘yaratmayı’, ana politika olarak benimsemiştir.
Avrupa delegasyonu, Lozan’da, Hıristiyanlara, Musevilere ve
Kürtlere azınlık statüsünün tanınmasını istemiştir. Birinci meclis, Türklerle,
Kürtler arasındaki “gaye ve din birliğini” gerekçe göstererek Kürtlere
“azınlık statüsü” verilmesi isteğine şiddetle karşı çıkmış ve Lozan’da bir
şeylerin ters gittiğini görerek Lozan anlaşmasını ret etmiştir(2). Lozan’a
karşı olan, örgütsüz ve fakat çoğunlukta olan birinci meclis üyelerinin büyük
bir kesimi, örgütlü bir azınlık tarafından ayak oyunu ile tasfiye edilmiştir.
Cumhuriyetin ilk başbakanlarından Rauf Orbay hatıratında,
Lozan’da İsmet Paşa, İngilizlerle gizli irtibatı olan İstanbul Yahudi Hahambaşı
Haim Naum ve Lord Gurzon arasında gizli bir anlaşmanın var olduğunu
açıklamaktadır. Bu Gizli anlaşmaya göre “halifelik lağvedilecek”, “İslam
dünyası ile her türlü ilişki kesilecek” ve “laiklik merkezli” yeni bir
sistem inşa edilecektir(2-4).
Ana Unsurları Bölme: İki Etnik Kimliği Karşı Karşıya Getirme
Türkiye de, başta Türk ve Kürtler olmak üzere tüm Müslüman
etnik unsurlar için İslam ve halifelik en önemli bağlayıcı bir unsur ve bir
çimento idi. Kürt Sorunu ile ilgili yapılan araştırmalarda (1-Martin van
Bruinessen; 2- Nader Entessar; 3- Kemal Kirişçi-Gareth M. Winrow; 4- David Mc
Dowall yazarların eserleri) Kürt kavmiyetçiliğinin başlangıç noktası olarak
Hilafetin kaldırılması gösterilmektedir. Kürtlerle Türkler arasındaki
kardeşliğin kırılma noktası halifeliğin kaldırılması, ivme kazanması laikliğin
getirilmesi, zirve noktası ise Kürt kimliğinin inkâr edilmesi ve Kürtlerin
asimile edilmeye çalışılmasıdır(5).
Tüm Kimliklerin Parçalanması, Yeni “Türk Kimliği” İnşası
Lozan’da verilmiş olan sözlerle, bu coğrafyada farklı etnik
yapıları birbirine bağlayan en önemli bağ olan İslam’a savaş açılmıştır.
Cumhuriyetin çekirdek kadrosu, gücü tam olarak ele geçirene kadar hem Kürt
önderlere, hem de Müslüman önderlere bol vaatte bulunmuş halifeliği, İslam’ı
çok öne çekmiştir. Mustafa Kemal-14 Ocak1923 İzmit konuşmasında Kürtlere
özerklik bile vaad etmiştir(5).
Fakat çekirdek kadro, gücü ele geçirince hem Türk kimliğini,
hem Kürt kimliğini ve hem de İslam kimliğini ve de İslam Kültür ve medeniyetini
ret ve inkâr etmiştir. Bu uygulamalardan sonra Türkiye’nin bağrında, İslami
kimlik, Türk Kimliği, Kürt Kimliği olmak üzere üç ana kimlik sorunu, hep var
ola gelmiştir. Batılılaşma hareketi ile yol boyu, hem İslami kimlik hem de
Türk, Kürt ve diğer kimlikler ret ve inkâr edilmiştir. Devrimlerle bir taraftan
var olan tüm kimlikler parçalanırken, Batı kültür ve medeniyetinin değerlerini
benimseyip inanan bir halk inşa edilmeye çalışılmıştır. İnşa edilecek olan yeni
ulusun, mevcut tarafından kabul görmesi için etnik olarak çoğunlukta olan
Türklerin ismi, kanı ve konuşma dili dayanak olarak seçilmiştir.
Yeni kimlikte, Türkün ismi vardı; Kültür ve medeniyeti,
tarihi, örfü adetleri, gelenekleri, görenekleri, alfabesi, Kur’an’ı, ezanı ve
dini yoktu. Tüm yaşantıları batılı değerlere göre şekillendirilmek istenen bir
halkın hangi Türklüğünden bahsedilebilirdi Tarihten biz intikal eden Müslüman
Türk (Eski Türk) öldürülmüştü. Yeni Türk (Batılı Türk) ise, tarihini, kültür ve
medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını kıblesini ret ve inkar eden
mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi, laiklik
dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm tarihi, kültür medeniyeti ret ve inkar
edip Batı kültür medeniyetini benimseyen ve “Türk kanını taşıyan herkes
Türk’tü”. Bu yeni Türk, tarihten gelen ve Müslüman olan Türk’ten başka bir
şeydi.
Kanı işin içine niçin soktukları belli değildi. Çünkü
Türkçülüğün ateşli savunucularının birçoğu- İnönü, Ziya Gökalp ve Moiz Kohen,
v.b. - Türk soyundan gelmemekteydi. Buna rağmen 1950 öncesinde yazılan
kitaplarda, kan meselesi hep öne çekilmiştir:
“Türk yurdu üzerinde yaşayan, Türk dili ile konuşan ve Türk
kanını taşıyan insanların birliğine Türk milleti denir.”(5).
Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada, aynı soydan,
aynı kandan ve aynı dilden olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada
yaşadığı halde aynı dil ve kandan olmayanlar ne olacaktı Herkes, yeni
din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı
çıkanlar, “hain”, “düşman” ve “tehlikeliydi”. Formatlanma asimile olmak
demekti. Ya asimile olacaklar ya da yok edileceklerdir.
Cumhuriyetin çekirdek kadrosu, ‘Kanunen ve cebren’
formatlanma gerçekleştirerek ‘Yeni Türkü yaratacaktı’(!). İnönü 1925 yılında;
“Vazifemiz, bu vatanın içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve
Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.”(5) demekteydi. Onuncu yıl
marşı bu yeni Türkün marşıydı.
Yeni Sistem için nüfus olarak Türklerden sonra hem en baskın
unsur olmaları hem de İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli olabilecek
olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türkün saflarına
katılması için formatlanması gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler
üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. Yerel
isimler kazınarak yok edildi. Dağa taşa ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazıldı.
Türklerin bir boyu, bir kolu, “Dağ Türkleri” olarak gösterilmek istendi.
Aşağıda iki kuvvet Komutanının yaptığı açıklamalar,
Cumhuriyetin kurucu kadrosunun zihin yapısını anlama açısından önemlidir:
“Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Emekli Oramiral Salim
Dervişoğlu: Ekonomik adımları atmadık, Kürtleri kültürel bakımdan ülkeye
entegre edemedik, asimile etmeye çalıştık. Yeni bir entegrasyon politikası
belirlemeliyiz. Yapamadık bunları… İşe kendi içimizdeki ekonomik, kültürel,
sosyal bölünmüşlüğü ortadan kaldırarak başlamak lazım.”(6)
“Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç
Yalman: Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938’den 1970’e kadar terör
yok. Sosyal sorun dönemi dediğim, bu dönemdir. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz
sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun
belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. Ancak, maalesef bunun yapılamadığını
görüyoruz. Henüz terör boyutuna gelmeden sosyal aşamada sorun çözülebilseydi
çok daha iyi olurdu.
Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun ‘kendini ifade’
olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü
dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.
Oysa, bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz.
Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken,
karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler
dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında
görüyoruz. Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu
zamanında görmemişiz.”(7).
‘Bu ülkede herkes Türk’tür’ şeklinde formatlanan bir nesil
için, Türk’ten başka etnik yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, “ülkeyi
bölmek istemek”, “hainlik yapmak” demektir(7).
“Güç Zehirlenmesine” tutulmuş Cumhuriyetçi kadro, en
vahim hatayı, 1980 darbesinde “Kürtçe konuşma yasağı” getirerek
yapmıştır:
“Emekli Cumhurbaşkanı Orgeneral Kenan Evren: Kürtçe
konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada
burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik.
Neden dedik Ben Devlet Başkanı’yken, bir köyde ilkokula gittim. Açtım kitabı,
oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor… ‘Dördüncü sınıfa gelmiş,
Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş ’ dedim. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk.
Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak
kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.”(7)
Sonuç: Bu Sistem Değişmelidir
Bugün yaşanan, Kürt sorunu denen sorun, “asimilasyoncu,
inkârcı politikalar” uygulayan Haim Naum Doktrinine göre Lozan’da kurulan
sistemdir.
O nedenle bu sistem değişmelidir.
Kaynaklar
1- Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış
Konuşması, 1993.
2- Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul,
2000, S:105-122
3-Büyük Doğu, “Lozan’ın içyüzü”, Sayı: 29
4- Mısırlıoğlu,K., Lozan Zafer mi, Hezimet mi , İstanbul,
Sebil Yayınları, Cilt 1,1971, S:268-277.
5- Tan A., Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, S:
180-210
6-Gündem, M., 16-17.03.2009 Zaman, Salim Derviş oğlu ile
Yapılan Röportaj.
7-Bila, F., Komutanlar Cephesi, Detay yayıncılık,İstanbul,
2007, S:197-211; 110-116.