1 Kasım 2003 Cumartesi

YÖK Üzerinden Psikolojik Savaş

 (Umran Dergisi)

“Fısk ile olmaz cihan harâp, Eyler ânı müdâhane-i âlimân harâp” Şair İzzet Molla

 

Giriş

Cumhuriyet tarihi boyunca, farklılıklar gösterse de, halk; horlanan, aşağılanan, ezilen, süründürülen, hakkını arayamayan, hakarete uğrayan, ama vergi ve asker vermek zorunda olan, ne olduğu bilinmeyen bir Ötekidir. Daima tehlikeli görülmüştür. CHP+Bürokrat+Ağa-Patrondan oluşan mutlu bir azınlık halkı daima baskı altında tutmayı ilke edinmiştir. Halk ise her seçim döneminde, bu baskı grubunun karşısında olduğunu var saydığı siyası kadroları desteklemiş ve tek başına iktidar yapmıştır. Halkın seçip iktidar yaptıkları ise her seferinde askeri darbelerle iktidardan uzaklaştırılmıştır. Vergi veren ve ülkeyi kanı ile savunan bir halkı, vatandaş olarak görmeyen bir zihniyet, halkın seçtiklerinin hareket alanını her darbeden sonra daha da daraltmıştır. Böylelikle Türkiye’de ki %3’lük mutlu bir azınlık; vatandaş kabul edilmeyen ötekilerin hükümetlerini her an kontrol etme, engelleme ve gerekirse tasfiye etme imkanına kavuşmuştur.

Şimdi de benzer bir senaryo sahnelenmek isteniyor gibidir. Hükümetin hazırladığı YÖK yasa tasarısı taslağı ile başlatılan tartışmaların, taslağın muhtevasından ziyade hükümet üyelerinin kimliğine yöneltilmesi ve bu tartışmaya katılan aktörlerin kimlikleri, AKP hükümetine karşı özel bir girişimin başlatıldığı sinyallerini vermektedir. 368 milletvekili ile tek başına iktidar olmanın rahatlığını hiç yaşayamadan, ciddi bürokratik engellemelerle karşı karşıya kalmıştır AKP hükümeti. Kullanılan üslup, Refahyol zamanında General Osman Özbek, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın kullandığı üslupla aynıdır. Senaryo aynı fakat aktörler değişmiş gözükmektedir. ‘Beşli çete’nin görevini şimdi(lik) YÖK, üniversiteler,TUSİAD ve bazı sendikalar üstlenmiş gibidir. Bu çalışmada bu konu ele alınıp incelenmektedir.

Bu yazının daha iyi anlaşılabilmesi için Umran’ın 102.(Şubat 2003) sayısında yayınlanan yazının bir kez daha okunması faydalı olacaktır.

YÖK Yasa Tasarısının Üç Evresi

AKP 3 Kasım seçimlerine giderken hükümet olduklarında yapacakları işlere ilişkin kamuoyuna bir deklarasyonda bulunarak rey istemiştir. Halk da AKP’nin seçim beyannamesini beğenmiş olmalı ki %35’ lik bir oy oranı ile AKP’ ye tek başına iktidar olma ruhsatı vermiştir. AKP’nin seçim beyannamesinde, acil olarak ele alıp değiştirecekleri konulardan birinin de YÖK olduğu açıkça belirtilmiştir. Dolayısıyla bugünkü YÖK, Üniversiteler Arası Kurul ve üniversite yönetimlerinin, 4 Kasımdan itibaren Yüksek öğretimle ilgili bir düzenlemenin yapılacağını bilememeleri ve görememeleri mümkün değildir. Eğer gerçekten bunu görememiş veya bilememişlerse yanlış yerlerde oturmuş olmaktadırlar.

Tartışılan Yüksek Öğretim Kanun Tasarısı Taslağının bugüne gelişinde 3 evre bulunmaktadır: 1-Acil Eylem Planı Aşaması, 2- Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu Dönemi, 3- MEB Hüseyin Çelik Dönemi.

1. Evre: Acil Eylem Planı Aşaması

AKP hükümet olur olmaz hazırladığı acil eylem planına Yüksek Öğretimin yeniden yapılandırılmasını koymuş ve bunu kamuoyna açıklamıştır. Hükümetin acil eylem planında YÖK yasasına ilişkin yapılacaklar (SP9’dan SP28’e kadar olan maddeler), ana hatları ile belirtilmiştir. İşin ilginç yanı, Hükümetin acil eylem planında yapmak istedikleri ile YÖK yönetiminin düşünceleri arasında büyük bir paralelliğin bulunmuş olmasıdır. Bu noktanın bugün hatırlanması, YÖK ve üniversite yönetimlerinin bugünkü tutumlarını anlamakta faydalı olacaktır:

Eğitim sistemi hantal, aşırı merkeziyetçi ve bürokratiktir. Eğitim yönetiminde halk dışlanmıştır.

Acil Eylem planı(SP-11):

“Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatı 50’yi aşkın birimi ve 5500 personeli ile hizmet üretemez hale gelmiştir. Bu hantal yapı küçültülerek yetkilerin çoğu yerel yönetimler reformu çerçevesinde illere devredilecektir.”

Prof. Dr. Kemal Gürüz:

 “... Dolayısıyla ikinci ilke, sistemin ürünlerini kullanan ve kendi alanlarındaki başarıları ile temayüz ederek toplumda saygınlık kazanmış kişiler ile velilerin sistemin yönetimine, sadece danışman olarak değil, karar yetkileri ile katılmalarıdır...

...3.3.1340 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan başlayarak günümüze kadar çıkarılmış olan 12 kanun ve bunlara dayanarak kurulan örgüt yapısı ve yayımlanan çok sayıdaki yönetmelik, sistemi hiçbir ülkede görülmeyen ölçüde merkezi ve bürokratik bir yapı içine hapsetmiştir. Bu yapı içinde, bırakınız sistemin ürünlerini kullanan toplumun diğer kesimlerini ve ebeveynleri, yönetici ve öğretmenlere dahi hiçbir inisiyatif tanımayan, yöneticileri ve kurumları bütçelerinin sahibi kılmayan, pazar koşulları ve rekabeti tamamen dışlayan, sistemin en önemli unsuru olan öğretmenleri sıradan memur addeden ve kaliteye önemi vermeksizin, öğretmenler, öğrenciler ve kurumlar arasında her ne pahasına olursa olsun eşitlik sağlamayı zımnen amaç edinmiş marazi bir eşitlik anlayışı olmuştur.1

Yükseköğretim Kurulu Koordinasyon yapmalı, asıl yetkileri Üniversiteler Kullanmalıdır.

Acil Eylem planı(SP-21):

“Yükseköğretim sistemi merkezi, bürokratik ve sorun çözmede yetersiz kalan, hantal bir yapıdadır. Bu durum değiştirilerek YÖK, koordinatör ve uzun vadeli eğitim planlaması yapan Yükseköğretim Koordinasyon Kurulu haline getirilecek, idari ve akademik özgürlükleri daha da artırılacaktır.”

Prof. Dr. Kemal Gürüz

Yüksek öğretim Kurulunun yetkileri, yüksek öğretime ayrılan kamu kaynaklarını tek kalem bütçeler ve torba kadrolar olarak üniversiteler arasında dağıtmak, üniversiteleri işlevsel olarak sınıflandırmak, özel yüksek öğretim kurumlarını denetleyerek akredite etmek ve yüksek öğretimi koordine etmekle sınırlandırılmalıdır.”1

Büyük Üniversitelerin Bölünmesi

 Acil Eylem planı(SP-23):

“...Bu üniversitelerden bazıları 60000’i aşan sayıda öğrenci mevcutları ile çok büyümüş, hantallaşmıştır. Mesela, İstanbul üniversitesi, Marmara üniversitesi, Gazi üniversitesi ve Selçuk üniversitesi 60-70bin civarında öğrencileri olan üniversitelerdir. Kaliteli bir eğitim ve yönetim için optimum rakamın 20000 civarında olduğu düşünüldüğünde, bu üniversitelerin durumu daha iyi anlaşılır.. Dolayısıyla, bu üniversiteler bölünmek suretiyle herbirinden ikişer üniversite çıkarmak mümkündür.”

Prof. Dr. Kemal Gürüz:

“Büyük şehirlerimizdeki, öğrenci sayısı aşırı derecede artmış olan üniversitelerimiz birlikte ele alınarak bölünmeli ve yönetilebilir büyüklükteki üniversitelere dönüştürülmelidir.”1

Prof.Dr. Kamil Mutluer (Kemal Gürüz Zamanında YÖK Yürütme Kurulu Üyesi):

Çok kampüslü büyük üniversiteler daha küçük üniversitelere bölünmeli ve bölünen üniversiteler de yeni birimler eklenmek suretiyle kapasite artırımı yoluna gidilmelidir”.2

Yukarıdaki karşılaştırmalardan Acil Eylem Planı ile Kemal Gürüz’ün geçmişteki görüşleri arasında büyük paralellikler olduğu görülmektedir. Bugün hükümetin Acil Eylem Planında Yapmak istediklerini o gün kendisi, çözülmesi gereken sorunlar olarak dile getirmiştir. 1995’de söylediği fikirlerinden bugün Kemal Gürüz vazgeçmiş olabilir. Bu nedenle Gürüz kendi beyanlarına sahip çıkmayıp onları çok rahat eleştirebilir. Bu da onun en doğal hakkıdır. Acil Eylem Planında yer alan hususları, bir bilim adamı hüviyeti ile, bir bilimsel üslupla eleştirebilir ve konuyu kamuoyu önünde tartışmaya açabilirdi. O bunu yapmayıp saldırgan ve tahrik edici militan bir üslup kullanmış ve konuyu bambaşka bir alana çekmeye kalkışmıştır(3):

 “Türkiye’de molla rejimi olmasını isteyenler, Türkiye cumhuriyetini, çağdaş çizgiden saptırmak isteyenler, entarisiyle dolaşıp Vahabi bataklığı özleminde olanlar vardır...

ABD’deki ikiz kulelere yapılanlar, kökten dinci terörün açık bir göstergesidir. Bunun finans kaynağı ve fikri yapısı, Vahabi bataklığı ve molla rejimidir. Vahabi bataklığı olan Pakistan’da, medreseler açılmış ve Taliban orada yetişmiştir... TBMM’deki Milli Eğitim Komisyonunda dini eğitim alan, geçmişte zorunlu 8 yıllık eğitime aleni karşı koyanların ağırlık ve çoğunluk oluşturmasına kimsenin ses çıkarmaması beklenmemelidir.”

2. Evre: Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu Dönemi

Bu dönemde Yüksek Öğretimle ilgili sivil eksenli bir Yasa Tasarısı Taslağı hazırlanmıştır. 12 Eylül darbesince şekillendirilmiş bir kanun, baştan sona radikal bir değişikliğe tabi tutulmuştur. Hazırlanan Kanun Taslağı, internet sitesine konmuş ve tüm kamuoyuna duyurulmuştur. İlgili kurum ve kuruluşlardan resmen görüş istenmiş, ayrıca internet aracılığıyla herkesin görüşlerini bildirmeleri ifade edilmiştir. Değişik çevrelerden görüşler gelince, taslak yeniden düzenlenip yeni şekli ile internet sitesine konmaktaydı. Bu nedenle devamlı değişen ve gelişen bir taslak sözkonusu idi. Bu evrede her şey kamuoyunun gözü önünde açık ve aleni yapılmaktaydı.

Yüksek Öğretimin sorumluluk mevkiinde olanlar, taslağın bu şekilde oluşturulmasına karşı çıkmışlar ve taslağın muhtevasını tartışmaktan ziyade Hükümeti eleştirmeyi ve Hükümete hakaret etmeyi daha uygun bulmuşlardır.

3. Evre: Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik Dönemi

Bu devrede Kanun Tasarısı, ikinci evrenin aksine kamuoyuna tamamen kapalı olarak hazırlanmıştır. 2. Evredeki eleştirilerin etkisi altında kalınarak taslağa son şekli verilene dek kamuoyuna, ilgili kurum ve kuruluşlara herhangi bir bilgi sunulmamıştır. YÖK ve üniversiteler bu kez de taslağın gizli hazırlanmasından şikayetle eleştirilere başlamışlar ve Bakan Çeliği kapalı kapılar ardında entrika çevirmekle suçlamışlardır. Üniversitelerarası Kurul Başkanı ve Marmara Üniversitesi (MÜ) Rektörü Prof. Dr. Tunç Erem, Gizliliğin yanı sıra yasa taslağının kimlere hazırlatıldığı da belli değil. Niçin gizlilik içinde hazırlandığını da anlamıyorum.. Taslak sızan şekliyle yasalaşırsa bunun bedelini hükümet öder. Bundan doğacak tatsız sonuçlara da katlanmak zorunda kalır” (Radikal 05.07.2003) diyerek taslağın karanlık bir şekilde hazırlandığını ifade etmekte ve de hükümeti tehdit etmektedir.

Fakat bu konuda asıl saldırı, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu tarafından yapılmıştır: “Dünyanın hiçbir ülkesinde gizlilik içinde çıkan bir üniversite yasası olmamıştır. Totaliter dönemlerde de, Stalin döneminde de, Hitler döneminde de. Ülkemizde geçirdiğimiz ihtilal dönemlerinde de, hiçbir şekilde üniversite gibi bir üst bilim kurumu yasası gizlilik içinde çıkmadı.” (Radikal 05.07.2003)

Amaç bağcıyı dövmek olduktan sonra, tasarı ister açık isterse gizli hazırlansın sonuç değişmemektedir. Şekil bahanedir. Amaç ise ortamı gererek sorunu bir hükümet sorunu haline getirmektir.

Yüksek Öğretimde Acil Reform İhtiyacı

Gerçekten üniversitelerde her şey süt liman midir? Gerçekten de yasal bir değişikliğe ihtiyaç yok mudur? Üniversite camiası huzur içinde midir? Maalesef bu sorular, özgür bir şekilde tartışılamamıştır. Yönetimler herhangi bir değişikliğe ihtiyaç olmadığını tehditkar bir üslupla tekrarlayıp durmuşlardır. MEB’nin ‘Buyurun bunu beraber yapalım’ teklifine, YÖK yönetiminin; ‘Hayır 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’nın hiçbir virgülüne dahi dokunulması gerekmiyor. Aynen böyle kalması gerekir. Bizim buna yapacağımız katkı da yoktur’

‘‘Biz bu işin içinde olmayız, katkı sağlamayız. Hazırladığınız yasa taslağına da karşıyız’’

(Hürriyet 04.07.2003, 11.07.2003) şeklinde cevap vermesi, içinde bulundukları psikolojiyi yansıtması açısından önemlidir.

Baskıcı, Merkeziyetçi, Tehditçi Bir Sistem

Mevcut sistemde her şey, YÖK başkanının, Rektörlerin ve Dekanların iki dudağı arasındadır. Adeta tepeden tabana doğru yayılan bir ‘şeflik / komiserlik sistemi’ oluşturulmuştur. YÖK üyesi Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, sistemin baskıcı, tehditkar, merkeziyetçi yapısını şu şekilde ifade etmektedir:

“YÖK’ü içine girince daha iyi tanıdım. Her şey Başkan Kemal Gürüz’e göre şekillendirilmiş. Dolayısıyla YÖK sisteminden demokratik üniversite çıkarmak mümkün değildir. Yasanın, yöneticilerin ve kurum adının sil baştan değiştirilmesi gerekir.” (Akit 14.11.2001)

Uygulanan baskının şiddetini o dereceye varmıştır ki Öğretim elemanları, bu yasanın sadece Kemal Gürüz’ü değiştirilmesini sağlayabilmesini bile yeterli görebilmektedir. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu; “Bu yasa yıllardan beri özlenen demokratik ve özgür üniversite yolunda atılmış önemli bir adımdır. YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün görevden uzaklaştırılması bile başlı başına bir olaydır. Rektörlerin ikinci defa aynı göreve atanamayacaklarına yönelik düzenleme ise devrim niteliğindedir. Rektörler ikinci defa aynı göreve gelebilmek için olmadık yöntemlere müracaat ediyorlardı.”( Yeni şafak 05.07.2003) derken susturulmuş çoğunluğun bu psikolojisini dile getirmiş olmaktadır.

Üniversite Öğretim Elemanları Dayanışma Derneği (ÜNDER) Başkanı Prof. Dr. Şefik Dursun ise mevcut yasanın cunta ürünü olduğundan dolayı dayatmacı özelliğine dikkat çekmektedir: “Mevcut yasa bir cunta ürünü. İhtilal sonrası çıkarılmış bir yasa. Bu yasa bugüne kadar hep cunta mantığıyla hazırlandığı ve merkeziyetçi olduğu için tartışıldı. Hükümetin yapmak istediği şey büyük bir fırsattır. Dayatmacı yasadan sivil bir yasa çıkarılma imkânı doğmuştur. Üniversiteler, yöneticileriyle ve öğretim üyeleriyle buna destek vermeliler. Şu anda bir yasa yapılıyorken ve bunu yapanlar konuyla ilgili üniversitelerden görüş bekliyorken, bunu savsaklamanın bir anlamı yok...” (Üniversite Öğretim Elemanları Dayanışma Derneği (ÜNDER) Başkanı Prof. Dr. Şefik Dursun, Vakit 12.09.2003)

Tehdit, baskı ve karalama at başı gitmektedir. Yöneticilerin kışlada mı yoksa üniversitede mi oldukları belli değildir. Ağızlarından bazı paşaların ismini düşürmemekte, yapılan toplantılara emekli paşaların (kendilerine biçilen rolden bihaber olarak) gelmesi sağlanıp onlar üzerinden baskı uygulanmakta ve güçlülük mesajı verilmektedir. Böylece gelecek dönem Rektörlük ve Dekanlık için Ankara bağlantıları sağlamlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bundan dolayı da öğretim elemanları onların nazarında değersizdir.

 Bütün bu gövde gösterilerinin uzantısında kendilerine karşı çıkanları, bölücü olmakla, mürteci olmakla suçlayabilmektedirler. Kendilerini üniversite hocası olmaktan çok bir komiser, bir savcı veya bir hakim olarak görmektedirler. İÜ Rektörü Kemal Alemdaroğlu: “Anayasal düzeni yıkmak, ülke bütünlüğünü bozmak isteyen güçlerin organizasyonu bu. “Üstelik bunlar benim sözcüklerim değil, bunlar devlet güvenlik görevlilerinin sözcükleri.”.. “11 Aralık’ta İstanbul Üniversitesi’nde ya 10’uncu Yıl Marşı’nı dinleyeceksiniz, ya PKK Marşı’nı..” (Radikal, 03.12.2001,Y.Şafak, 07.12.2001) diyebilmesi üniversitelerin düşürüldüğü durumu yansıtması açısından önemlidir.

Susturulmuş Üniversite

Uygulanan bu baskı, şiddet, karalama ve suçlama kampanyalarının sonucunda üniversite hocalarının büyük bir kesimi, kendi kabuklarına çekilip sessizce beklemeyi tercih etmişlerdir. Karşı çıkanları da, sahte ihbarlarla ya görevden almışlar ya da 7/L maddesi ile denenmek üzere sürgüne göndermişlerdir. Böylelikle üniversiteler susturulmuştur:

 “Konuşma korkusu Üniversiteler kendilerini tartışmadıkları, kendilerini tartıştırmadıkları için siyasi erke koz verdiler. İnsanların birçoğu bazı üniversitelerde konuşmaktan, yazmaktan, eleştirmekten, yanlışı söylemekten çekinir, korkar duruma geldiler. Düşünme, yazma, çizme yeteneği olanların çoğu köşelerine çekildiler. Yeteneklerin üzeri küllendirildi.”( Prof. Dr. Mustafa Gök Çukurova üniversitesi Ziraat fakültesi, Radikal 21.08.2003)

Bu gerçeği, üniversiteleri ve yüksek öğretimi yönetenler maalesef zamanında görememişlerdir. Bu gün bile görebildikleri şüphelidir.

Öğretim Elemanlarından ve Halktan Kopuk Üniversite

Bugünkü üniversite ve yüksek öğretim yönetimleri ne öğretim elemanlarının ne de halkın sorunları ile ilgilenmişlerdir. Öğretim elemanlarının maaş, kadro, yayın gibi sorunlarına hiç ilgi göstermemiş üstelikte bu konularda ayırım yaparak ehliyet, liyakat ve gelenekleri hiçe sayan davranışlarda bulunarak yerleşik tüm kuralları altüst etmişlerdir. Genel olarak üniversitelerin tümünde çifte standart uygulanmış olmasından çok yoğun şikayetler vardır ve yönetimler buna kulaklarını tıkamışlardır.

Diğer taraftan bu ülkenin sahibi halk değilmiş gibi halktan yükselen şikayet seslerini de duymamış ve duymamakta da ısrarcı olmuşlardır. Üniversiteye girişteki puanlama sisteminin meslek liselerinde yaptığı tahribat, tartışmaya açılmamakta; olay sadece İmam hatiplere indirgenerek saptırılmaktadır. Bilimsellik kelimesini ağızlarından düşürmeyen üniversitelerin hiçbiri,Temmuz 1998 tarihinde sınava çok kısa bir zaman kala, bir gece darbesi ile YÖK’ün uygulamaya soktuğu sistemin sonuçlarını araştırmış / tartışmış değildir. Bu konuda halktan yükselen çığlıklar, duymazlıktan gelinmiştir:

“O dinamitin (Üniversiteye girişteki puanlama sistemi) nice başarılı gencin gelecek için bütün umutlarını yıktığını, kimilerini intiharın eşiğine getirdiğini, uğradıkları haksızlığın hayat boyu unutamayacakları bir ukde gibi içlerine oturduğunu, gencecik yüreklerine devlete karşı güvensizlik tohumları ektiğini imkanı yok tahmin edemezsiniz. O yönetmelik bir trajedi idi. Bir skandaldı. Tam bir hukuksuzluk örneğiydi. Ve yaşayanlar şahidimdir ki, Cumhuriyet tarihi boyunca Milli Eğitimin öğrencilere attığı en büyük kazıktı.” (Gülay Göktürk, Dünden Bugüne Tercüman, 14/10/2003)

YÖK ve Üniversite yönetimlerinin ‘3 maymunları oynamasının’ sonucunda yönetimler, hem halktan hem de öğretim üyelerinden tecrit olmuşlardır. Milliyet gazetesinde Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Osman İnce ile yapılan röportajda, ‘Sivil toplumdan yeterince destek alıyor musunuz, üniversite sanki köşeye sıkışmış, haklarını savunamıyor gibi, bunda YÖK’e duyulan tepkinin de payı olsa gerek’ sorusuna verdiği cevap bir itiraf niteliği taşımaktadır: “Halkın üniversitesi olma ve halkın sorunlarına öncelik verme konusunda görevimizi tam yapamadık. Büyük bir çoğunluğumuz sırça köşkümüzde kaldık. Şimdi sesimizi yükseltince ‘YÖK’ü mü savunuyorsun’ deniliyor. Bakın özlük haklarını hiç tartışmıyoruz. Bugün bir asistana 706 milyon, bir öğretim görevlisine 776 milyon, bir doçente 1 milyar 362 milyon lira, profesöre 1 milyar 691 milyon ödüyoruz. Öğretim üyesini ek işe zorlayan bir dram yaşanıyor. Beyin göçünden sonra ‘bilgi göçü’ başladı. Ecevit hükümeti geçen yıl söz vermişti, ekonomik koşullar iyileştirilecekti. Yok, size çok daha trajikomik bir şey söyleyeyim. Rektörlere görev tazminatı verilmiyor. Ben Trakya Üniversitesi profesörleri arasında 28. sırada maaş alıyorum. Döner sermaye dahil. Benim yardımcım benden fazla alıyor.” (Milliyet 04.08.2003)

 YÖK ve üniversitelerdeki şeflik sisteminin şefleri, gözlerini, kulaklarını, kalp ve gönüllerini halka ve öğretim elemanlarına kapattıkları için bir reforma, bir değişikliğe gitme lüzumu hissetmemişlerdir. Ta ki hükümet, bu sorunu Acil Eylem Planına alıp bir yasa taslağı hazırlamaya başlayıncaya kadar. Bugün artık üniversitenin değişik kesimlerinde bir reformun zorunlu olduğu seslendirilmeye başlanmıştır. Başlangıçta ‘noktasını ve virgülünü değiştirmeye’ yaklaşmayanların, bugün 2547 Sayılı Yüksek Öğretim Yasasının çağdaş olmadığını ve değiştirilmesi gerektiğini dile getirmiş olmaları ibret vericidir ve düşündürücüdür:

Rektörlere göre 2547 sayılı yasa çağdaş değildir ve değiştirilmelidir:

“1994 yılında Prof. Dr. Kemal Gürüz’ün koordinatörlüğünde, Prof. Dr. Erdoğan Şuhubi, Prof. Dr. Celal Şengör, Prof. Dr. Kazım Türker ve Prof. Dr. Ersin Yurtsever tarafından hazırlanan ve TÜSİAD tarafından yayımlanan ‘Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji’ başlıklı raporun 244. sayfasında ‘Türkiye’nin hiçbir dönemde kendi içinde tutarlı bir yükseköğretim, bilim ve teknoloji politikası olmamıştır ve halen de yoktur’ denilmektedir. Bu gözlemin bugün için geçerli olduğunu düşünmekle beraber şu noktayı da vurgulamak doğru olacaktır. Türkiye’de bazı kesimlerin tarihin belirli kesitlerinde yükseköğretim politikaları olmakla birlikte bu politikalar üniversiteler dahil yüksek eğitimin çeşitli paydaşları tarafından ya yeteri kadar benimsenmemiş veyahut anlaşılmamıştır.” (Prof. Dr. Üstün Ergüder Boğaziçi Üniversitesi Eski Rektörü, Radikal 27.08.2003)

“Hükümet, 20 Ağustos’a kadar üniversitelerden görüş bekliyor... AB üniversite normlarına, Bolonya deklarasyonuna, Amerikan üniversitelerindeki ölçütlere uygun üniversitelerin ve Türkiye’nin önünü açabilecek alternatif hazırlıklara başladık.” (Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Osman İnce, Derya Sazak , Milliyet 04.08.2003)

23 yıldır YÖK Kanunu tartışılıyor ancak yeni bir taslak yerine mevcut yasanın tartışılan yerleri düzeltilmeli, komisyon kurulmalı ve yürürlükte olan yasa düzeltilmeli. YÖK’ün bizim üzerimize baskısı yoktur, diyenlere üzülüyorum. Bize üç yıldır kadro verilmiyor.”( Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Fikri Canoruç, Yeni şafak 11.09.2003)

Rektörleri, Amerika’da ve gelişmiş ülkelerde olduğu gibi araştırma bordu belirlemeli ve Cumhurbaşkanı doğrudan atamalıdır. Seçimle gelen rektörün, üniversitede radikal değişiklikler yapması mümkün değildir. Biz bu üniversitede seçim zorluklarını gördük.” (KTÜ Rektörü Prof. Dr. Türkay Tüdeş, Y.Şafak 11.09.2003)

Üniversiteler Arası Kurul Başkanlarına göre 2547 sayılı yasa çağdaş değildir ve değiştirilmelidir:

 ‘’Bizler statükocu değiliz, reformdan yanayız. Ancak üniversite reformu 2 ayda yapılamaz. Atatürk bile üniversite reformunu 2-3 yıllık bir çalışma ile yaptırdı..’’ (MÜ Rektörü ve Üniversiteler Arası Kurul Başkanı Prof. Dr. Tunç Erem, Radikal, 05.07.2003)

“Avrupa Birliği ve dünya ile bütünleşme sürecinde uyum ortamı sağlayacak, evrensel akademik standartlara uygun ve yasa taslağı çalışmalarına temel oluşturacak çağdaş bir yükseköğretim modeli geliştirmek amacıyla bir komisyon kurulmuştur” (YTÜ Rektörü ve Üniversiteler Arası Kurul Başkanı Prof. Dr. Ayhan Alkış, Radikal 10.09.2003)

YÖK Üyelerine Göre 2547 sayılı yasa  çağdaş değildir ve değiştirilmelidir:

“.. Ancak bizler, üniversiteler ile ilgili olan değişiklikleri kendimiz zamanında yapmadığımızdan bugün bulunduğumuz durum ile karşı karşıyayız. Kendimiz bunu zamanında yapabilirdik. Bence Milli Eğitim Bakanlığı’nın önüne geçelim. YÖK ile ilgili kurultay düzenleyelim bir hafta süre ile herkes konuşsun; böylece kapalı kapılar ardında bu işlerin konuşulmadığı imajını veririz” (Boğaziçi Üniv. Öğretim Üyesi ve YÖK Üyesi Prof. Dr. Güven Alpay, Y.Şafak 11.09.2003)

Bakana reaksiyon olarak 2547’yi savunuyorduk. Bugün mevcut yasanın değişmesi gerektiğini, bunun heveslisi olduğumuzu bildirelim” (YÖK Üyesi Prof. Ali Aşkar, Y.Şafak, 11.09.2003

Üniversite Senatolarına Göre 2547 sayılı yasa çağdaş değildir ve değiştirilmelidir:

12.08.2003 Tarihli Marmara Üniversitesi Senatosu Kararında Avrupa Birliği çerçevesinde yapılan bir değerlendirmede 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanununun çağdaş, ilerici, eşitlikçi ve özgür bilim anlayışına yer verecek tarzda yeniden düzenlenmesi istenmektedir:

“Günümüzde Avrupa Birliğine üyeliği hedef seçen Türkiye’nin kuşkusuz çağdaş, ilerici, eşitlikçi ve özgür bilim anlayışına yer veren bir yüksek öğretim sistemine sahip olması gerekir. Bu sebeple, 2547 sayılı Kanunun yeniden düzenlenmesi kaçınılmazdır.” (Marmara’nın Sesi , Ekim 2003, Sayı 153)

Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tunç Erem’in o dönemde aynı zamanda Üniversitelerarası Kurul başkanı da olduğunu göz önüne aldığımızda yukarıdaki senato açıklaması ayrı bir önem kazanmaktadır.

Eğer hükümet Acil Eylem Planına yüksek öğretimin yeniden yapılandırılmasını almayıp bir Yasa Tasarısı Taslağı hazırlamamış olsaydı, yukarıdaki itiraf mahiyetindeki sözlerin hiçbiri muhtemeldir ki söylenmemiş olacaktı. Hiçbir rektör veya yönetici, kamuoyuna Kemal Gürüz’e rağmen böyle bir açıklama yapmayacak ya da yapamayacaktı. O nedenle sözkonusu edilen kanun taslağı, bütün eksikliklerine rağmen, YÖK ve üniversiteleri tartışmaya açmış olması açısından çok önemli bir işlev görmüştür.

YÖK’e Yüklenen Görev: Taşeronluk mu?

Yukarıdaki konuşmaların tümünde çağdaş, ABD ve AB standartlarına uygun bir Üniversite çalışmasının başlatıldığı söyleniyor. Bunun anlamı, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanununun oluşturduğu yapı, çağdaş değildir, AB ve ABD üniversite standartları ile uyumlu değildir. Bugün bu konuşmaları yapanlar sanki sorumlu mevkide olmayan insanlardır. Genelde hepsi ya rektör ya da geçmişte rektörlük yapmış yani yetki ve sorumluluğu olan insanlardır. O nedenle bu noktada şu temel soruya cevap aranmalıdır: Sizler, sorumlu mevkide insanlar olarak böyle bir sorunun çözümlenmesi için daha önce hangi girişimlerde bulundunuz? Bulundunuz da sizlere birileri mi engel oldu? Eğer böyle bir durum varsa bunlar kim veya kimlerdir?

Bu konuda Maltepe Üniversitesi İdare Hukukçusu ve YÖK üyesi Prof. Dr. Ülkü Azrak’ın “Üniversitelerin YÖK konusunda neden hep suskun kaldığı?” şeklindeki bir soruya verdiği cevap ufuk açıcıdır: “Biraz da Silahlı Kuvvetleri rahatsız eden bazı gelişmelerin ancak YÖK sayesinde frenlenebileceği düşüncesine sahip oldukları için YÖK’ü sarsmamaya çalıştılar.” (Milliyet, 14 Eylül 2003, Türkiye Üniversitesini Arıyor)

Bu ifadelerden çıkan anlam şudur: üniversitelerin ana amaçları arasında ‘Psikolojik Savaş Harekatının’ sivil kanadı olarak hareket etmek vardır. 12 Eylül Askeri darbesinin YÖK ile birlikte üniversitelere yüklediği asıl misyon bu olmalı ki, 1982 yılından bu yana üniversiteler, ülkeyi kilitlemekte, cumhurbaşkanı ve başbakanlar ile sürekli kavga içinde olmaktadır.

Prof. Dr. Ülkü Azrak’ın tespitini doğrular mahiyette bir başka açıklama da Serdar Turgut tarafından yapılmıştır: Devletin işlerini iyi bilen, olayları yakından takip eden bir arkadaşım 7-8 ay kadar önce bana ‘Bu dönemde iktidarı parlamento dışı muhalefet araçlarını kullanarak destabilize etmeye çalışacaklar, özellikle bazı sendikalara ve rektörlere dikkat et ‘ diye uyarmıştı. (Serdar Turgut, Aksam, 26.09.2003)

Türkiye’de ki %3’lük ‘Refahtan Şımarıp Azan Önde Gelen Küçük bir Azınlık’, toplumun siyasetle haşır neşir olmasından, hak arama alışkanlığını kazanmasından sürekli şikayetçi olmuştur. Bunlara göre halk güvenilmezdir ve tehlikelidir. 2. sınıf vatandaş olarak kabul ettikleri toplumun büyük kesimi susturulmalı ve emrimize amade olmalıdır. Bunun için Türkiye’nin Düzenine bu amaçla sürekli olarak çekidüzen verilmelidir. Bütün darbelerden sonra Türkiye’nin Düzeni buna göre şekillendirmişlerdir. Türkiye’nin bu yeni düzeninde bürokrasi etkindir. Her askeri darbeden sonra bürokrasi, daha da etkin hale getirilmiştir. İhdas edilen üst kurullar, hükümeti ve parlamentoyu devre dişi bırakacak şekilde geniş yetkilerle donatılmıştır(Umran/102). Üst kurullar cumhuriyetinde ülkeyi yönetme hakkı, halkın seçtiklerinden ziyade atanmış bürokratlara aittir. Hükümetin ve parlamentonun hareket alanı kısıtlanmıştır. Üst kurullar, hükümetleri halkın gözünden düşürebilecek operasyonları yürütme imkanına sahiptir. Üst kurulların bu şekilde oluşturulması ile darbe anlayışı da değişmiştir. Postmodern Sürekli Bürokratik Darbe diye adlandırdığımız bu darbelerde, Askeri Bürokrasinin çok fazla önde gözükmesine gerek yoktur. Sivil bürokrasi ve sivil görüntülü toplum örgütleri daha etkin ve baskındır. Ancak zorlanıldığında askeri bürokrasi, açık veya kapalı beyanatlar vererek darbenin sivil kanadını kuvvetlendirir ve rahatlatır. 28 Şubat sürecinde, belli bir noktadan sonra, hükümeti düşürme görevinin; ‘ Bundan sonra sivil kuvvetler devreye girmelidir’ denerek ‘Beşli Çeteye’ devredilmiş olmasının sebebi budur.

Şimdi bu perspektiften Ülkü Azrak ve Serdar Turgut’un açıklamalarına baktığımızda; Postmodern Sürekli Bürokratik Darbenin yeni taşeronlarının Sendikalar, YÖK ve Üniversiteler olabilme ihtimali yüksek gözükmektedir. Böyle bir dönemde Kara Kuvvetleri Komutanının YÖK başkanı ve rektörlerle görüşmesi bize ister istemez 28 Şubat operasyonlarını hatırlatmaktadır. Sanki benzer bir süreç birileri tarafından başlatılmak isteniyor. Orgeneral Aytaç Yalman’ın YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz ve rektörlere, Üniversitelerin açılış törenlerini iyi değerlendirin, topluma laiklik ile ilgili mesaj verin. Siz, Türkiye Cumhuriyeti’nin vazgeçilmez ilkelerine sahip çıkan üniversitelerin rektörlerisiniz. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesinden taviz vermeyin. Gelişmeleri izleyeceğim. Görüşelim hocalarım’’. (Radikal11.09.2003, Hürriyet, 12.09.2003) demesi ve kamuoyundan tepkiler gelince arkasından; Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği’nin,

“Bünyesinde sadece yükseköğrenim düzeyinde 21 adet öğretim-eğitim kurumu bulunduran, bilim ve teknolojiden azami şekilde yararlanmayı hedef alan TSK için Türkiye’deki eğitim sisteminin önemi aşikâr. Bu çerçevede, TSK 20 yılı aşkın bir süredir YÖK yasası kapsamında yer almakta ve bu kurumda bir temsilcisi de bulunmaktadır. YÖK Kanunu’nda değişiklik öngören yasa taslağı üzerinde devletin ilgili bütün kurum ve kuruluşlarının önemle durması gerekliliğine inanılmaktadır. Bu çerçevede Kara Kuvvetleri Komutanı da Genelkurmay Başkanlığı’nın bilgisi dahilinde YÖK Başkanı ve sekiz üniversite rektörünün ziyareti sırasında kendileriyle bu konuda da görüşmelerde bulunmuştur. TSK, Anayasamızın 42. maddesinde de açıkça ifade edildiği gibi ‘Türkiye’de eğitim ve öğretim Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre devletin gözetim ve denetimi altında yapılır’ temel ilkesini yürekten benimsemektedir.” (Radikal 15.09.2003) tarzındaki açıklaması nasıl yorumlanmalıdır. MGK’da birlikte olan tarafların, birbirlerine bu şekilde mesaj iletmeleri ülke yönetimi açısından uygun ve makul mudur?

Kara Kuvvetleri Komutanının YÖK Başkanı ve rektörlerle görüşmesi, bir bilgilenme, eğitimle ilgili bir bilgi alışverişi olsaydı anormal karşılanmayabilirdi. Ancak “Kamuoyu Oluşturucu Haber Üretme Teknikleri”ne uygun olarak buluşmanın sunulması ve “Üniversitelerin açılış törenlerini iyi değerlendirin, topluma laiklik ile ilgili mesaj verin... Gelişmeleri izleyeceğim. Görüşelim hocalarım’’ denmesi, izaha muhtaçtır. Kara Kuvvetleri Komutanının Hükümete karşı kamuoyu oluşturmak gibi bir yasal görevi bulunmamaktadır. İşte bunun için kamuoyunun tepkisi çok sert olmuştur; ‘Herkes kendi görevini yapmalıdır’:

 “Ordu bizim ordumuz. Hepimizin ordusudur. Herkes kendi işini yapsın. Konuyu sivil zeminde tartışmak yerine askere götürüp, işi kilitlemeye çalışıyorlar. Bu çok yanlış bir tavırdır. Bu meselenin askere götürülmesi yanlış. Ordunun ihtilallere yanaşmamasını temenni ederim. İhtilale yanaşan orduyu düşünemiyorum. Bu ordunun devletiyle de milletiyle de arasının iyi olmasını temenni ederim. Ama ordu kendi işini iyi yapmalı. Yasalarda ordunun görevinin ne olduğu açıkça ifade edilmiştir. Üniversiteyle ilgili bir düzenlemeyi yüksek öğretime ve ilgili siyasi iradeye bırakmaları gerekir. Başka bir hava oluşturmaya çalışıyorlar bunlar. Kara Kuvvetleri Komutanıyla görüşmenin başka bir izahı yok. Aba altından sopa göstermek gibi bir yolu izliyorlar. Bu üniversiteye yakışmaz, yanlış buluyorum.” (Üniversite Öğretim Elemanları Dayanışma Derneği (ÜNDER) Başkanı Prof. Dr. Şefik Dursun, Vakit 12.09.2003)

Üniversiteler Üzerinden Psikolojik Savaş

Bütün bunlar, Türkiye’de bir şeylerin ters gittiğinin ve perde arkasında bir şeylerin dönmeye başladığının işaretleridir. Nitekim bu görüşmeden sonra üniversitelerin açılış törenlerinde hemen hemen tüm rektörler, ‘kan dökmekten’, ‘bedel ödemekten’, ‘Kubilay olmaktan’ ve ‘teslim olmamaktan’ bahsetmişlerdir. Yani % 35 oy oranı ile tek başına halkın güvenini kazanan hükümete karşı rektörler, adı konmamış bir savaşı başlatmışlardır. Rektörlerin üniversitelerin açılışlarında yaptıkları konuşmaları, başka türlü değerlendirmekte gerçekten zorlanmaktayız:

Yükseköğretim kanunları değişmez değil. Ancak bugün bir ucube ile karşı karşıyayız. Bunu kaleme alanların bile anlamaları mümkün değil. Çünkü entelektüel seviyeleri buna müsait değil... Bana göre imam hatip liselerinin fonksiyonu bitmiştir ve kapatılmalıdır”(YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz, Y.Şafak 11.09.2003)

 “Tasarının bir diğer amacının da üniversitelere de türbanı serbest bırakmak ve imam hatip lisesi mezunlarının her fakülteye girmesine olanak sağlayacak düzenlemeler olduğu anlaşılmaktadır. Bir zamanlar imam hatip liselerini arka bahçeleri olarak gören zihniyetin devam ettiğini üzülerek izliyoruz. Ama bunu izlemekle kalacağımız sanılmamalıdır. Atamızın gençliğe hitabında buyurdukları şekilde Cumhuriyetin ilkelerini ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceğimizden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.’’( Cumhuriyet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ferit Koçoğlu, Hürriyet, 24.09.2003)

 ‘‘Temel hedefimiz, aklı ve bilimi temsil eden Atatürkçü düşünceyi Türkiye genelinde korumak. Bu uğurda yeni Kubilaylar gerekiyorsa, biz yeni Kubilay olmaya hazırız’’. (DEÜ Rektörü Prof. Dr. Emin Alıcı, Hürriyet, 24.09.2003)

 Bu mücadele bir çağdaşlık mücadelesidir. Verilmesi gerekiyorsa, verileceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. “Bu hükümete teslim olmayacağız.” (İTÜ Rektörü Gülsün Sağlamer, Vakit 23.09.2003)

 “Yükseköğretim yasa tasarısı taslağının bu yıl mevcut haliyle çıkması durumunda, o günü Türk üniversite ve bilim tarihi için kara gün olarak ilan edeceğiz.” (ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ural Akbulut, Vakit 23.09.2003)

 “Bu yasa taslağı kanunlaştığı taktirde bunun bedelini hükümet ödeyecek ve bundan doğacak tatsız sonuçlara da katlanmak zorunda kalacaktır.” (Üniversitelerarası Kurul Bildirisi, D.B.Tercüman, 28.07.2003, Radikal 05.07.2003)

“Bu bir reform değil, yıkım taslağıdır.” (Üniversitelerarası Kurul Başkanı ve MÜ Rektörü Tunç Erem, Milliyet. 05.08.2003)

“Deklare edilmemiş kuşatma altında olabiliriz. Ama bu kadar öğrenci ve aileleri ile bu kuşatmayı kırabiliriz. Sabancı Üniv. Rektörü Prof. Dr. Tosun Terzioğlu Y.Şafak 11.09.2003)

 “Karşımızda iyi niyetli bir hükümet yok. Önerilerin kesinlikle hükümete gönderilmemesi gerekmektedir.” (İÜ Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter, Yeni Şafak 11.09.2003)

 “Bu hükümet bizi by pass edemez. Biz de bunları kendi silahı ile vuralım. YÖK Tasarısı’nın AB kriterlerine uymadığını açıklayalım. Kamuoyunu bilgilendirelim. Kamuoyu duyurusunu Ata’nın huzurunda yapalım”. (M.Ü Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İrfan Güney, Y.Şafak 11.09.2003)

“Üniversiteler siyasî iktidarın etki alanı içine sokuluyor. Bu, Türkiye’yi karanlığın içine sokacaktır. Bakanlığa gidecek cevap ve kamuoyuna bildiri ayrı olsun. Bakanlığa gönderilecek yazıda kesinlikle öneriler kısmı bulunmamalı, sadece eleştiri olmalı.” 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü Prof. Ferit Bernay Y.Şafak, 11.09.2003, D.B.Tercüman, 10.07.2003)

Bütün bu rektörlerin konuşmasında; taslağın özüne ilişkin bir şey söylenmemesi ve konunun ısrarla meslek liselerine değil de imam hatiplere getirilip dayatılması, 28 Şubat benzeri bir kamuoyu hazırlama taktiğinin uygulandığı anlamına gelmektedir. Kamuoyunun dikkati daha başka yönlere çekilerek toplum gerilmek istenmektedir. Aslında yapmak istedikleri, 27 Mayıs darbesi öncesinde zamanın İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’ın “İstanbul’da öldürülen öğrenci sayısı az değil. Kamyonlarla taşınan bir çok ceset, Çeşitli mezarlıklara gömülmüştür.” (D.B.Tercüman, 26.09.2003) tarzındaki beyanları ile yapmak istediği ile aynı amaçlı gözükmektedir. İÜ Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu’nun, ‘daha önce yaptığımızı yaparız’, ‘Ordu Gençlik el ele’ tarzında ki söylemleri bu olguyu kuvvetlendirmektedir.

Basına yansıyan bu ve buna benzer tarzdaki bir çok beyanatın ortak noktası, Psikolojik Savaş tekniğine uygun olarak ifade edilmiş olmalarıdır: Tehdit var, hakaret var, karalama ve aşağılama vardır. Taslağa ilişkin yorum ve değerlendirme yerine hükümet üyelerinin kimlikleri ön plana çıkarılmaktadır. Konu Türban ve İmam hatiplere çekilerek toplum yanıltılmaya ve ortam gerilmeye uğraşılmaktadır. Makul, anlaşılabilir, kabul edilebilir önerilerle meydana gelen yumuşama ortamını, Psikolojik savaş uzmanları bozmaya uğraşmaktadır. Hükümet sıkıştırılıp psikolojik savaşın bir parçası yapılmaya zorlanmaktadır. İşte böyle bir ortamda dumanlı havayı sevenler, arzı endam ederek ortamı daha da germeye uğraşmaktadırlar. Ortamın gerilmesi ile kendisine bir pay düşebileceğini hayal etmektedirler. Bunların başında da Demirel gelmektedir: Üniversitelerin bugün altında kaldığı tazyiki üzüntüyle karşılıyorum. Siyasi iktidarların yapacağı en yanlış şey, üniversitelere el atmaktır. Türkiye’yi yönetecek insanları yetiştiren kadrolara el atıp ne yapacaksınız? Onlarla ancak işbirliği yapılır. Üniversiteleri hizalandırmaya kalkmak, kafanızı taş duvara vurmaktır. Benden söylemesi! Gayet açık konuşuyorum, siyasi bir maksadım yok. Siyasette uğraşacağım kimse de yok. Büyük bir yanlış yapılıyor, üniversiteleri siyasi istikamete doğru yönlendirmeye kalkmak yanlıştır. Bırakın üniversiteleri bilimin istikametinde kalsın. Özerk üniversitelerden korkmayın, ama yönlendirilmiş bilim adamından korkun. Bunun için bırakın, bu ülkenin üniversitelerinin beyinleri hür olsun. Bu insanların görevlerini daha iyi yapması için gereken koşulları hazırlayın”. (Vakit 23.09.2003) cümleleri arasına yerleştirdiği tahrik edici ifadelerle hükümeti beyana ve zora sürüklemeye çalışmaktadır. Kim bilir oluşacak bir kriz ortamında ANAP ve DYP gibi partileri birleştirme misyonunun kendisine tevdi edilebileceğini düşünmektedir. Hükümet mensuplarının bu noktaya dikkat etmesi gerekmektedir.

Sonuç: Hükümet Ne Yapmalıdır?

Hükümet, öncelikle Türkiye’de YÖK ve üniversiteler üzerinden başlatılan Psikolojik Savaşın adını iyi koymalı ve okumalıdır. 28 Şubat sürecinde hükümetin düştüğü hataya düşmemeli, kararlı davranmalı, gelişmeleri halka anlatabilmeli ve gerekirse halkın hakemliğine başvurmalıdır.

Şu an birileri, Türkiye’yi bir psikolojik savaş ortamına sokarak germek istemektedir.

Psikolojik savaş gerilime dayanır, gerilim meydana getirmek asıldır. İnsanların düşünmeden duyguları ile hareket etmesi istenir. Çünkü bu durumda gerçekleri görememeleri daha kolaydır ve daha kolay kandırılıp tahrik edilebilirler. Bu nedenle hükümet üyeleri, ortamı gerecek konuşma ve beyanlardan kaçınmalıdırlar. Bu açıdan baktığımızda psikolojik savaş uzmanlarının asıl hedefi Başbakandır. Başbakanı bu gerilim ortamının içine çekerek hata yapmasına imkan verecek bir zemin oluşturmaya çalışıyorlar. O nedenle Başbakan, her şeye cevap verme hatasına düşmemelidir.

Sağlanan bu diyalog ortamının psikolojik savaş uzmanlarınca bozulmak isteneceği hatırda tutularak hükümet yanlış adım atmamalıdır. Yasa tasarısının kapsamına giren konular komisyondan ayrı olarak ele alınıp ayrı kanunlarla çözüme kavuşturulması yoluna gidilmemelidir. Bundan sonra her şey uzlaşma komisyonu ile birlikte yürütülmelidir. Ancak bir oyalama taktiğinin de kurbanı olunmamalıdır. O nedenle çalışmanın bir takvimi olmalıdır. Takvimin sonunda hükümet, sorumluluğu üstlenip kararını vermeli ve uygulamaya girmelidir. Bir adım ileri iki adım geri gibi bir politika benimsenmemeli, geri adım atılmamalıdır. Toplumun güveni sarsılmamalıdır.

Üniversiteler bir taraftan Milli Eğitim Bakanlığı diğer taraftan Maliye Bakanlığı ile ilişkilidirler. Bu iki bakanlık ve ilgileri varsa diğer bakanlıkları da içine alan özel bir komisyon kurulmalı ve üniversitelerle ilgili işlemler ortak yürütülmeli, diyalog ortamını bozacak tepkilerden kaçınılmalıdır. Bu bağlamda İÜ’nün sosyal tesislerine el koyma girişimi durdurulmalıdır.

Diğer taraftan tarih boyu ulemanın ayrı bir gücü ve etkinliği olmuştur. O nedenle hükümet, ‘ben memurlarımı muhatap almam’ havasında olmamalıdır. Üniversiteler ciddiye alınmalıdır.

 Üniversite öğretim elemanlarının büyük bir çoğunluğu, 2547 Sayılı Yüksek Öğretim Yasasının değiştirilmesi taraftarıdır. Yanlış davranışlar yapılarak bu arzu ve istek heder edilmemelidir ve bu yasa mutlaka değiştirilmelidir.

 Üniversiteler yasasının toplumun her kesiminin katkısı sağlanarak çıkarılmasına gayret edilmelidir. Üniversiteler arası kurulla oluşturulan ortak çalışma komisyonuna, meslek odalarından, sendikalardan, ana muhalefet partisinden, öğrenci konseyinden, sanayicilerden, değişik akademik ünvanlı öğretim elemanlarından, yerel yönetimlerden ve öğretim elemanlarına ilişkin derneklerden temsilciler katılmalıdır.

Hazırlanan taslakta ki tepkisel maddeler düzeltilmelidir. 7 kişilik geçici komisyon kaldırılmalı yeni yasanın uygulamaya sokulması belli bir periyot içerisinde doğal olarak yapılmalıdır.

Öğretim üyelerinin %50’sini oluşturan Yardımcı Doçentlerin durumu daha kalıcı bir olacak tarzda bir çözüme kavuşturulmalıdır.

Üniversitelerin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılara el atılmalı, çözüm için özel komisyonlar oluşturulmalıdır. Bununla ilgili olarak Üniversite-Sanayi işbirliği gündeme getirilerek çözüm yolları araştırılmalıdır.

Disiplinle ilgili düzenlemelerde, düşünce özgürlüğü, inanç ve fikir özgürlüğünü kısıtlayacak hiçbir madde bulunmamalıdır. Tam özgür bir üniversite inşa edilmelidir.

Üniversite evrenseldir ve dünyanın her tarafından öğrenci kabul ederler. Yabancı öğrenci sayısı, bazen itibarlarının bir ölçüsü de olabilir. O nedenle 2547 Sayılı yasanın amaç kısmından yer alanlar, üniversite kavramının ruhuna aykırıdır. Bu maddeler, 12 Eylül darbesinin ürünüdür. Bu kısmın, spekülasyona ve yeni bir psikolojik savaşa imkan vermeyecek tarzda, uzlaşma ile kaldırılmasına çalışılmalıdır.

Üniversiteler idari, malı ve akademik özerkliğe kavuşturulmalıdır. Kendi yöneticisini kendisi seçmelidir. Üniversitelerde ki tüm kurullar etkin hale getirilip, idarecilerin icracı özelliği artırılmalıdır. Fakültelerde fakülte kurulları, üniversitelerde senatolar en üst kuruluş olacak tarzda yapılandırılmaya gidilmelidir.

Yüksek öğretimin denetlenmesi üniversitelerden bağımsız bir kurul tarafından yapılmalıdır.

Yüksek öğretimin planlanmasında ve yapılandırılmasında toplum katkısı sağlanmalıdır.     

Kaynaklar

1-Gürüz K., ‘Eğitim Yönetimi ve Kalite’, 4. Ulusal Kalite Kongresi, 8-9 Kasım, 1995 Sayfa: 17-21.

2- 15. Milli Eğitim Şurası Yüksek Öğretime Geçişin Yeniden Düzenlenmesi,13-17 Mayıs 1996 Şura Kararları Sayfa 288,332,340.

3- İnternethaber.com, Bütün gazeteler, 23.12. 2002.

1 Ekim 2003 Çarşamba

ÜMMETİN UZUN YÜRÜYÜŞÜ VE TUZAKLAR: YENİDEN ANLAMLANDIRMACILIK (REVİZYONİZM)

 (Umran Dergisi)

“Batıl her zaman batıldır, Asıl tehlike onun hak suretinde görünmesindedir.” Baki

 

Bugün ABD-İngiltere-İsrail şeytan ittifakı, dünyayı işgale karar vermiş ve buna İslâm coğrafyasından başlamıştır. İslâm coğrafyasından başlamış olmalarının ana nedeni, batının şuuraltındaki İslâm düşmanlığını harekete geçirerek lojistik destek sağlamak ve ABD’nin dünya imparatorluğu hedefini gözlerden, hiç olmazsa belli bir müddet için uzak tutmaktır. 11 Eylül sonrasında ‘Haçlı seferi’ tabirinin kullanılması, ‘Bunlar bizim yaşam tarzımızı benimsemiyorlar; bunlar bizim yaşam tarzımıza karşılar’ denmesi ABD’nin globalleşme adına dünyaya sunduğu değerlere ana muhalefetin İslâm’dan geldiğinin görülmesinden dolayıdır. Dünyanın her yerinde Müslümanlar ABD’nin insanı yozlaştıran ve yabancılaştıran değerlerine karşı muhalefet ediyorlar. Şeytanî ittifak, bu muhalefeti kırmak için İslâm coğrafyasını yeniden şekillendirmek istiyor. Bunun için yeni işbirlikçilere ve yeni sapma hareketlerine ihtiyacı vardır.

‘İdare i maslahatçılık(oportünizm)’ ve ‘yeniden gözden geçirmecilik ve anlamlandırmacılık(revizyonizm)’, birer sapma hareketidir ve birbirinden bağımsız değildir. Her iki hareket, birbirini doğurma potansiyeline sahiptir, çoğu kez at başı giderler. İdare i maslahatçılık, hareket metoduna ilişkin bir sapma hareketi iken; revizyonizm, düşünce metoduna ilişkin bir sapma hareketi olarak değerlendirilebilir.

Geçen yazıda idare i maslahatçılık incelendi. Bu sayıda ise ‘yeniden gözden geçirmecilik ve yeniden anlamlandırmacılık (revizyonizm)’ incelenecektir.

Yeniden Gözden Geçirmecilik ve Anlamlandırmacılık (Revizyonizm) 

Revizyonizm, genel olarak, bir düşünce sisteminin temel varsayımlarından, temel ilkelerinden, genel bakış açılarından bir kısmının değiştirilmesinin ve düzeltilmesinin istenmesi, bir kısım kavramların kendi değer sistemi içindeki anlamlarının çarpıtılması, başka anlamlar yükletilmesi, anlam alanlarının kısıtlanması ve var olan gerçeklerin üstünün örtülmesidir. Hayatın bütününe ilişkin bir tanzimden vazgeçilmesidir. Bir düşünce sisteminin, bir felsefenin, bir dinin veya bir ideolojinin hayatın tümüne ilişkin öngördüğü modelin temel varsayımlarından bir kısmının, tarihin belli bir dönemi için geçerli olduğunun iddia edilmesidir

Yukarıdaki tanımlamadan revizyonizmin , ana hatları ile, beş farklı tezahür şeklinin olduğunu söyleyebiliriz:

1- Bir kısım değerlerin atılması, ret edilmesi ile Değerler Sisteminin parçalanması.

2- Var olan değerlere, bu değerlerle uyuşmayan başka düşünce sisteminin değerlerinin eklemlenmesi.

3- Değerler sistemini bozacak tarzda anahtar kavramların anlamlarının çarpıtılması

4- Değerler sistemini bozacak tarzda anahtar kavramların anlam sahalarının daraltılması.

5-  Bazı değerlerin gizlenmesi ile sistemin bütünlüğünün bozulması.

Revizyonist Harekette Üç Grup İnsan Unsuru

Revizyonist hareketlerin içinde genelde üç grup insan unsuru bulunur. Bunları aşağıda ki gibi sınıflandırabiliriz:

1.Grup: Bunlar, o düşüncenin samimi müntesipleri olup sorunlara çözüm ararken yanlış istikamete sapanlardır.

2.Grup: Bunlar, o düşüncenin samimi müntesibi olmayıp ve fakat o düşünce sistemi içinde gözüken ve her durumdan menfaat elde etmek isteyenlerdir.

3.Grup: Bunlar, o düşüncenin açık aleni düşmanlarıdır.

Bir düşüncenin düşmanları(3.Grup), İlgili düşünceyi yıkmak için belli bir strateji içerisinde uzun vadeli bir çalışma içerisindedirler. Psikolojik savaş uzmanları, istihbaratçılar, bilim adamları, din adamları ve propagandistler ile birlikte çalışırlar. Geniş bir ilişki ağları vardır. Diğer iki grupla daima temas imkanlarını ararlar. Bunlar, tehlikeli gördükleri düşünce akımını etkisiz hale getirebilmek için kafa karışıklığı oluşturup halkın güveninin yıkılmasını sağlamak isterler. Aynı zamanda ilgili düşünce sisteminin mensupları arasında sürekli teorik tartışma çıkartarak ihtilafları körüklemeye çalışırlar. Hedef alınan düşünce sisteminin mensuplarını başarısızlığa uğratarak veya onlara aşırı baskı ve şiddet uygulayarak veya son derece makul kabul edilebilir teklifler yaparak etrafa şüphe yaymak, her zaman kullandıkları usûllerdir. Kur’ân-ı Kerîm, mücadele ortamının böyle bir kaoslu döneminde Hz. Muhammed’in(s) psikolojisini tasvir ederken; samimi insanların farkına varmadan saptırılabileceğine dikkat çekmektedir:

“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi.

Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, sen onlara az bir şey de olsa eğilim gösterecektin... (17 İsra 73-75)

Burada, sıradan bir insanın saptırılabilmesi tehlikesi sözkonusu edilmiyor; sözkonusu edilen, Allah’ın denetimi ve desteği altında ki bir peygamberdir. Bu, nasıl sinsi ve tahripkâr bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuz/olacağımızın bir ölçüsü olarak ele alınmalıdır. Buradaki hitabı, tüm Müslümanlar için genelleştirirsek, o taktirde samimi arayış içerisinde olan Müslümanların, revizyonist akımlar içerisinde farkına varmadan yer alabilmeleri ihtimalini daha rahat görür ve anlarız. Bunlar bilerek, inanarak ve kasıtlı olarak değerleri terkediyor değillerdir. Bunlar bunalım dönemlerinde sorunlara çözüm ararken istikametini, farkına varmadan istemeyerek kaybedenlerdir. O nedenle bu gruptaki insanları, değerlerin bir kısmını bilinçli bir şekilde reddeden 2. gruptaki insanlarla bir tutmamak gerekir. Aksi taktirde büyük bir stratejik hata yapılmış olur.

2. gruptakiler, söz konusu değerler sistemi (İslâm’da iman edenler) kümesine mensup olmadıkları halde, o değerler sistemi(iman edenler) kümesi içerisinde gözükme gayretindedirler. Bunların en belirgin özelliği, Değerler Sisteminin (İslâm’da Kitab’ın) tamamına inanmamış olmaları, gerçekte değerler sistemine inananlara (iman edenlere) her türlü kötülüğü reva görmeleri ve devamlı tuzak kurmada rol almalarıdır:

“Ey iman edenler, kendinizden olmayanı sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermekte kusur etmezler, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz ve düşmanlıkları ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz... Sizler işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitab’ın tümüne inanırsınız, onlar, sizinle karşılaştıklarında ‘inandık’ derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size karşı olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. Size bir iyilik dokununca onları tasalandırır, size bir kötülük isabet edince ise onunla sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların ‘hileli düzenleri’ size hiçbir şeyle zarar veremez.” (3 Ali İmran 118-120)

Değerler sisteminin parçalanmasını isteyen 2. gruptaki insan unsuru, menfaat saiki ile hareket eden dünyevileşme hastalığına yakalanıp ahiret hayatını unutanlardır:

“İşte bunlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azapları hafifletilmez ve kendilerine yardımda edilmez.” (2 Bakara 86)

Bunlar, her türlü kötülüğü, iyilik maske veya makyajı altında sunarlar. Hz. Peygamber(s) zamanında Mescid-i Dırar’ı yaparak İslâm’ı yok etmek isteyenlerin görünürde ki gerekçesi, ‘iyilik olsun diye’ olmuştur:

“Zarar vermek, küfrü pekiştirmek, müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah’a ve Resulüne karşı savaşanı gözlemek için mescit edinenler ve ‘Biz iyilikten başka bir şey istemedik’ diye yemin edenler var ya, Allah onların mutlaka yalancı olduklarına şahitlik etmektedir...”( 9 Tevbe 107-108)

Revizyonist hareketlerde, genelde, 3. grup insan unsuru ile 2. gruptakiler beraber çalışırlar. 3. gruptakilerin açığa çıkmaları uygun olmadığı için; 3. gruptakilerin çizdiği strateji ve politikalar, 2. gruptakiler aracılığıyla uygulanır. Bunlar aynı zamanda doğal olarak istihbarat görevini de üstlenirler:

“Ey Peygamber! Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyenlerle Yahudilerden küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen diğer bir topluluk adına haber toplayanlardır. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar. Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının derler...” (5 Maide 41)

Asıl tehlike, bu 2 grubun(2. ve 3. grup) varlığı veya çalışması değildir. Bu iki gruptan gelebilecek tehlike, doğal olarak beklenmesi gerekendir. Böyle bir saldırı ve tahrip hareketinin beklenmemiş olması yanlıştır. Asıl tehlike, 2. ve 3. grupta olanların 1. gruptakilerle bağlantı kurarak birlikte çalışmalarıdır. 1. gruptakilerin böyle bir işbirliğinin farkına varmamış olmaları, meydana gelebilecek tahribatı engellemez.

Revizyonist akımlara karşı verilecek mücadelede bu 3 grup insan unsurunun varlığı gözönüne alınmalı ve bunlar arsındaki işbirliğini engelleyecek politikalar geliştirilmelidir.

Diğer taraftan revizyonist hareketlerin öncülerinin, sıradan insanlar olmadıklarına dikkat edilmelidir. Bunlar; genel olarak aydınlar, din adamları ve bilim adamları içinden çıkarlar. Takipçileri halktan her kesim olabilir. Kur’ân-ı Kerim, geçmişte Ehli Kitap alimlerinin ve din adamlarının toplumu saptırmada oynadıkları role dikkat çekerek Müslümanları uyarmaktadır:

“Onlar, Allah’ı bırakıp da bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler... Oysa onlar, tek olan bir İlah’a ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar.” (9 Tevbe 31)

Hz. Peygamber; alimlerin ve din adamlarının, helâlle haramı karıştırarak halkı saptırdıklarını belirterek bu ayeti açıklamıştır:

“Onların rahipleri ve bilginleri, helali haram, haramı da helal kılıyor, halk da onlara uyuyordu. İşte halkın din adamlarına ve bilginlerine ibadeti budur.”1

28 Şubat postmodern darbe sürecinde İslâm’la ilgili pek çok konuda kafa karışıklığı yapanlar, bazı din adamları ile alimler değil miydi?

Değerler Sisteminden Şüphe Etmek

Revizyonizmin beslenme kaynağı kaostur, mağlubiyetlerdir. Sorunlara çözüm üretilmemiş olmasıdır. Mağlupların psikolojileri, sapma hareketlerini besleyip büyütebilir. Galiplerin taklit edilmesi ve onların izinden gidilmesi gibi yanlış bir çözüm şeklinin benimsenmesi cazip hale gelebilir. Bu konuda İbni Haldun mağlupların galipleri hem davranış, hem de düşünce olarak taklit ettiği kanaatindedir:

“Nefs ve kalb, daima kavimlerine galebe çalmış ve kendi kavmine boyun eğdirmiş olanların olgunluk ve üstünlüklerine inanır. Yenilen kimse buna inandıktan sonra, bütün iş ve hareketlerinde kendisini yeneni örnek edinir ve ona benzemeye çalışır. Yahut kendisine üstün gelen kimsenin galebesinin, adet, mezhep ve mesleğinden ileri geldiği vehmine kapılır, bunu galebenin sebepleri ile karıştırır. İşte bu yanılgılardan dolayı yenilgiye uğrayan kimse giyim ve kuşam, hayvana binmek, silahlanmak ve bütün diğer hal ve işlerinde kendisini yeneni örnek edinir... Aynı şekilde komşu kavimlerden biri ötekine üstün ise, mağlup olan, büyük ölçüde kendisine üstün olan komşu kavme benzemeye ve onu kendisine örnek almaya çalışır. O kavmin hali ve adeti bu yolla onlara sirayet eder.”2

Bu sonuç; fert veya toplumun kendi değer sisteminin, hayatın sorunlarına çözüm getirip getiremediği/getiremeyeceği noktasında kuşku içerisine girmesinden dolayıdır. Kur’ân-ı Kerim böyle bir neslin varlığından bahsetmektedir:

“...Şüphesiz onların ardından Kitaba mirasçı olanlar ise, herhalde ona karşı kuşku verici bir tereddüt içindedirler.” (42 Şura 14)

Kuşku, mücadelede daima karşılaşılabilen psikolojik bir durumdur ve bir düşünce sistemi için en tehlikeli olandır. Bundan dolayı olsa gerek Allah, psikolojik savaşın yoğun bir şekilde muhatabı olmuş olan Hz. Muhammed’i, kuşkuya kapılmaması için uyarmıştır:

 “Sana indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden önce kitabı okuyanlara sor.

Andolsun, Rabbinden sana gerçek gelmiştir; şu halde kuşkuya kapılanlardan olma. Ve Allah’ın ayetlerini yalan sayanlardan da olma; yoksa kayba uğrayanlardan olursun”(10 Yunus 94,95)

Değerlere karşı duyulan kuşku, revizyonist akımları besler; tedbir alınmazsa da büyütür. Psikolojik savaş uzmanlarının, son zamanlarda ‘niçin Müslüman ülkeler geri kalmıştır’ tarzında açtığı sorgulamanın amacı da budur. İktidara gelen dindar insanların muktedir olmamaları için önlerine yığınla engel konması, ‘başarısızlığın İslâmileştirilmesi’ diye tabir edilen bir psikolojiyi hakim kılarak güven bunalımı meydana getirmek içindir.

Değerler Sistemini Parçalayarak Tahrif Etmek

Değerler sisteminden şüphe, o sistemin toptan inkar edilip ret edilmesi yada bazı değerlerin atılarak yerlerine başka değer sistemlerinden yeni değerler eklenmesi sonucunu doğurabilir. Revizyonist hareketler, ikinci seçenekle ilgilidir. Çünkü, geniş kitlelere mal olmuş felsefi ve dini düşüncelerin toptan reddedilmesi, o kadar kolay bir hadise değildir. O nedenle var olan değer sisteminin bir kısmının değiştirilmesini teklif etmek daha kolay ve uygundur.

 Değer sistemleri üzerinde bu yolla yapılmak istenen tahribatı daha iyi anlayabilmek için aşağıdaki iki belgeyi incelemek yeterli olacaktır.

 4 Nisan 1926’da yayınlanan Türk Medeni Kanunu’nun gerekçesinde Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, dini değer sisteminin parçalanmasının gerekliliğini savunmaktadır:

“Hayat yürür; ihtiyacât sürekli değişir; din kanunları mutlaka ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir kıymet, bir mânâ ifade etmezler. Değişmemek dinler için bir zarurettir. Bu itibarla dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması, asrı hazır medeniyetin esasatından ve eski medeniyetle yeni medeniyetin en mühim farikalarından birisidir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar tatbik edilmekte oldukları iptidai devirlere bağlarlar ve terakkiyata mâni belli başlı müessir medeniyeti kendisine değil, kendisini muasır medeniyetin icabatına her ne bahaya olursa olsun ayak uydurmak mecburiyetindedir.”3

Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 28 Şubat 1997 postmodern darbesi sonrasında, 1926 yılındaki terminolojiyi kullanarak dinde revizyonun gerekliliğini savunmuştur:

“Bugün Türkiye’nin %99’u Müslüman’dır. Müslümanlığın gereklerini rahatlıkla yerine getirmektedir. Bundan daha fazlasını, Şeriatı isteyen vatandaşıma sorarım: ‘Sen daha ne istiyorsun?’ Onun istediği şudur: Kur’an-ı Kerim’de 6665 ayet vardır. Bunların 230’u ahkama ilişkindir; hayatın tanzimine ilişkindir. Geri kalan 6435 ayet ise imana, ahlaka, ibadete ilişkindir. 6435 ayeti benim vatandaşım rahatlıkla uygulamaktadır. Buna kimse mani olmamaktadır. 230 ayete gelince, çağdaş hukukta bunların da karşılıkları vardır; fakat farklıdır. İşte Şeriat isteyen, bu 230 ayetin de uygulanmasını istemektedir. Bu 230 ayeti uygulayamayız. Çünkü Atatürk bizden çağdaş medeniyet seviyesine çıkmamızı istemiştir. Çağdaş medeniyet seviyesine bunları uygulayarak çıkamayız. Çünkü dinin özünde durağanlık vardır. Değişen dünyada durağan kurallarla gelişmeyi yapamazsınız. Yüzyıl önceki hukuk, Şeriat hukukuydu; buna tekrar geri dönüş olamaz. İşte, irtica, yüzyıl öncenin hukukuna Şeriat hukukuna dönmedir. Şeriat hukuku, Kur’ân-ı Kerim’deki günlük hayatı, dünyayı düzenleyen hükümlerin uygulamasıdır. Osmanlı İmparatorluğu, Şeriat hukukunu uyguluyordu. Batı karşısında geri kalmıştı. Bunun için Cumhuriyet, din-devlet ayırımı olan laikliği getirmiştir.”4

19. yüzyıldan itibaren Halkı Müslüman olan ülkelerin değişik yörelerinde, değişik şahıslar tarafından bu ve buna benzer iddia ve tezler söylenegelmiştir. Bu coğrafya, Millileşmek, İslâmlaşmak ve Batılılaşmak gibi üç ana ekolün yoğun tartışmalarına sahne olmuştur. Halkı Müslüman olan coğrafyada yönetimi ele geçirenlerin büyük bir çoğunluğu batılılaşmayı amaç olarak benimsemiş, kendi ülkelerinde şok uygulamalar yapmış, halka her türlü karalama, baskı ve şiddeti uygulamış olmalarına rağmen ne istedikleri batılılaşmayı gerçekleştirebilmişler, ne de muasır medeniyet düzeyine gelebilmişler ve ne de bilim ve teknolojiyi üretmeyi başarabilmişlerdir. Oysa bu süreçte, ne din ve ne de dindarlar yönetimdedir. Buna rağmen, geri kalmışlığın sebebi olarak dinin ve dindarların gösterilmek istenmesi, nasıl bir zihinsel çarpıklığın olduğunu ve ne denli çirkin bir psikolojik savaşın yürütüldüğünü göstermeye yeter de artar bile.

Böyle bir psikolojik savaşın hedefi; Müslümanları baskı altına alıp iradelerini çözerek, bunaltarak kendi değerlerinin en azından bir kısmına karşı güvensizlik oluşturup terk edilmesini sağlamaktır. Kur’ân, böyle bir psikolojik ruh halinin oluşabileceğine dikkat çekmektedir:

“Şimdi onların: ‘Ona bir hazine indirilmeli ya da onunla birlikte bir melek gelmeli değil miydi?’ demeleri dolayısıyla göğsün daralıp sana vahy olunanlardan bir kısmını mı terk edeceksin?..”(11 Hud 12)

Yukarıda ki ayette ‘göğsü daralıp değerlerin bir kısmını terkedebileceği söylenen şahıs’, bir peygamberdir. Beşer, psikolojik baskı altında böyle bir düşünceye kapılabilmektedir. Tehlike, vahyedilenlerin tümünün terk edilmesi değil, bir kısmının terk edilebilmesidir:

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile de hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allahın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın.”(5Maide 49)(Ayrıca bkz. Ali İmran 118-120, Bakara 85-86 ve Hicr 90-95 )

Revizyonist hareketler, değerlerin bir kısmını hedef aldığı için sinsidir, çok tehlikeli ve tahripkârdır.

Melezleşme: Değerler Sisteminin Harmanlanması yada Hakla Batılın Karıştırılması ile Tahrif

Revizyonist hareketler, reddettikleri, attıkları değerlerin yerine bir başka düşünce sisteminin değerlerini -genelde revizyonist harekette yer alan 3. grubun öngördüğü değerleri- yerleştirmeye çalışırlar. Böylelikle kendi içinde tutarlı olmayan melez bir değerler sistemi ortaya çıkar. Bu bir harmanlamadır; İslâmî açıdan bakıldığında, hakla batıl birbirine karıştırılarak değerlerin tahrif edilmesidir.

Melez değerler sistemi oluşturma veya değerleri tahrif etmenin yolları revizyonizmin tanımı kısmında verilmişti. Burada bunlar, ana hatları ile ele alınıp incelenecektir. Ancak buna girmeden önce bir noktanın daha altının çizilmesinde fayda vardır: Harmanlama, farklı düşünce sistemlerini birbirine yakınlaştırıp çatışmayı, hakim güçlerin lehine sonlandırmak için başvurulan yollardan biri olarak da kullanılmaktadır. Bazen buna, ‘yakınlaştırma yaklaşımı’, ‘uzlaştırma hareketi’ de denir.

Eklemleme Yaparak Tahrif

Bu tahrif, bir düşünce sisteminde var olan değerlere; o değerler sisteminin bütünlüğü ile uyuşmayan, bazı yabancı değerlerin ilavesi ile yapılır.

İslâm tarihinde müşriklerin kendi putlarının Müslümanların Allah’ı indinde bir yetkileri bulunduğu ve şefaatçi olabileceklerinin kabul edilmesini teklif etmeleri, eklemlemeye bir örnek olarak ele alınabilir. İslâm tarihinde “Garanik Hadisesi” diye anılan olay, var olan değerlere, var olanı çarpıtacak şekilde yeni bir eklemleme yaparak İslâm’ı yozlaştırma ve uzlaştırma girişimidir.

Müşrikler, “Gördünüz mü Uzza’yı, Lat’ı. Ve ötekini, üçüncüsü olan Menat’ı” şeklinde olan Necm suresinin 19 ve 20. ayetlerinin sonuna ‘Bunlar yüce yaratıklardır, bunların şefaati kabul olunur’ ibaresini ekleyerek; “Gördünüz mü Uzza’yı, Lat’ı. Ve ötekini, üçüncüsü olan Menat’ı Bunlar yüce yaratıklardır, bunların şefaati kabul olunur” şeklinde okuyup etrafa yaymaya kalkmışlardır. Ve arkasından, “Biz de, Allah’ın yaşattığını ve öldürdüğünü, yarattığını ve beslediğini biliyoruz. Fakat bu ilahlarımız da O’nun nezdinde bize şefaat ederler. Mademki onların payını veriyorsun, biz de seninle beraberiz.”(5) diyerek aradaki kavganın son bulduğunu ilan etmişlerdir. Burada eklemleme yaparak âyetin anlam sahasını değiştirdiler. İşte bu, revizyonist hareketlerin önemli bir özelliğidir:

“Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir başkasıyla değiştirdiler..” (2 Bakara 59)

Eğer Müslümanlar bu teklifi kabul etmiş olsaydı, aralarındaki kavga bitmiş olacaktı. Bu olayın devamında gelen ayetler (Necm 21-23), böyle bir eklemlemeye, bu yolla bir uzlaşmaya şiddetle karşı çıkmış ve yol göstermenin Allah’a ait olduğunu açık bir şekilde beyan etmiştir:

“Erkek size, dişi O’na mı? İşte bu insafsızca bir bölüştürme.

Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Onlar hakkında Allah bir delil indirmemiştir. Onlar, sadece zanna ve nefislerininin heva olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.”(53 Necm 21-23)

Burada, kendi değerlerini vahiyden bir parça imiş gibi gösterip kabulünü kolaylaştırmak istediler. Bu da revizyonist hareketlerin halkı saptırabilmek ve zalimlerin buyruğuna sokabilmek için genelde tüm dini metinleri, özelde Kur’ân-ı Kerim’i nasıl istismar edebileceklerinin bir ölçüsüdür:

 “Onlardan öyleleri vardır ki, dillerini kitaba doğru eğip bükerler, siz onu kitaptan sanasınız diye. Oysa o kitaptan değildir. ‘Bu Allah katındandır’ derler. Oysa o Allah katından değildir. Ve onlar kendileri de bildikleri halde Allah’a karşı yalan söylerler.” (3 Al-i İmran 78)

Kelimelerin Anlamlarını Çarpıtmak Suretiyle Tahrif Etme

İslâm’ın değerleri ve dinamizmi karşısında tutunamayanlar, İslâm’ı bulandırarak tasfiye etmek için kelimeler üzerinde oynarlar. Onları anlamlarını çarpıtmak için onları bulundukları anlam ağından, semantik alandan koparmak isterler:

 “Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerinden saptırırlar. Sık sık kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun.”(5 Maide 13, 41)

Gerçeklerin Üzerini Örterek Tahrif Etme

Bazı durumlarda Kitapta var olan bazı değerleri, eklemleme yaparak veya anlam sahalarını kısıtlayarak çarpıtmak mümkün olamayabilir. Bu durumda revizyonistler, kendi savundukları fikirlere karşı olan bu değerlerin gündeme gelmemesi için gayret sarfederler. Onlar için bunların üzerlerinin örtülmesi, tartışılmasından daha yararlı olabilir:

“Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla değeri az bir karşılığı satın alanlar; onların yedikleri karınlarında ateşten başkası değildir...” (2 Bakara 174)

Âyet, gizleme işleminin bir menfaat karşılığı yapıldığına dikkat çekiyor. Kendilerine sağlanan bir menfaat karşılığında bir düşünce sistemini tahrip etmeye kalkışılabilmeleri, revizyonistlerin ne kadar tehlikeli olabileceğinin bir ölçüsü olarak değerlendirilmelidir.

İslâm tarihinde Mekke Şehir Meclisinin temsilcisi Utbe’nin Hz. Peygambere ‘susma’ karşılığında para, kadın, hükümet başkanlığını teklif etmesi konumuzla ilgili çok ilginç bir örnektir:

“Utbe: Muhammed, biz seni ezelden beri akıllı, hamiyetli ve sevimli bir adam olarak tanırız. Kimseye kötülük ettiğini görmedik. Senin vaazlarının halk arasında ne gibi tahriklere sebep olduğunu söylemeye lüzum görmüyorum. Bana açıkça söyle bütün bunların sebebi nedir? Para mı istiyorsun? Sana teminat veriyorum ki şehir istediğin kadar parayı sana toplayacaktır. Arzun kadında mı? Şehrin en güzel kızlarını kendine zevce olarak al ve seni temin ederim ki seni memnun etmek için hepimiz mutabıkız. Hükümet başkanı mı olmak istiyorsun? Bir tek şartla, hepimiz seni en yüksek başkanımız olarak kabule hazırız. Bundan sonra bizim dini hissiyatımızla, amme vicdanımızla oynama; putlarımızı, biz ve atalarımız arasında onlara tapanların ebedi cehennem ateşinde kalacaklarını söyleme.”6

Böyle bir teklifin peygambere yapılabilmesi başlı başına üzerinde dikkatlice ve önemle durulmasını gerektirir. Yapılan teklifin anlamı şudur: Davanı bırak, bizim rahatımızı kaçırma; bunun karşılığında ne istiyorsan senin olsun. Öyle ki geç başımıza bizi, bizim değerlerimizle yönet. Sen evinde, mabedinde ve vicdanında nasıl inanırsan inan ve yaşa. Ama halkın önünde, kamusal alanda bizim değerlerimizi kullan, seninkileri örtbas et.

Bugün de aynı yöntemin uygulanmaya çalışıldığını görmekteyiz. Siyasî mücadele içinde ılımlı İslâm, modern İslâm, liberal İslâm, muhafazakar demokrasi vb. gibi terminolojinin kullanılması ile verilmek istenen mesaj, Utbe’nin yaptığı teklifin kapsamı ile aynıdır. Müslümanlara, ‘önce sapın, sonra gelin uzlaşalım’ demektedirler:

“Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp, uzlaşacaklardı.” (68 Kalem, 9)

 “Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zamanda seni dost edineceklerdi. (17 İsra 73)

‘Size Verilenlerle Yetinin, Yoksa Öcüler Yer Sizi!’

Revizyonistler değer sistemleri üzerindeki tahribatlarını daima doğal zeminlerde yapmak isterler. Her şeyin tabii seyrinde vuku bulduğu intibaının uyanması onların işine gelir. Ancak işler her zaman bu şekilde sinsice yürümeyebilir. O zaman da üstü kapalı yumuşak tehdit yoluna başvururlar. Yukarıda alıntı yaptığımız S. Demirel’in konuşmasında geçen ‘Bundan daha fazlasını, Şeriat’ı isteyen vatandaşıma sorarım: ‘Sen daha ne istiyorsun?’ ifadeleri, nasihatle karışık tehdit içermektedir.

‘Siz daha başka ne istiyorsunuz, belanızı mı arıyorsunuz; size ne verilirse onunla yetinin, bu size yapılmış bir lütuftur, nankörlük yapmayın’ tarzındaki bir söylem; hakkını arayanları susturmada benimsenmiş bir usûldür:

“...Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar. Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının derler...” (5 Maide 41)

Revizyonizmin Doğal Sonucu: Şizofren Fert-Toplum ve Parçalanmış Din

Değer sisteminin tahrif edilmesi ile zihnî dünyada başlayan çatışma, hayatın pratiğine yansıyıp günlük hayatta işlerin parçalanmasını kaçınılmaz kılar(21 Enbiya 93).

Hem imanî, hem de amelî hayatı, birbiri ile çelişen, birbirini reddeden farklı inanç sistemlerinin etki alanları içine giren bir ferdin davranışları tutarlı olamayacaktır:

“Onlardan sonra hayırsız bir nesil geldi ki, bunlar Kitab’a varis oldular, ama ayetleri tahrif etme karşılığında şu değersiz dünya metaını alıp ‘Nasılsa affa nail oluruz!’ düşüncesiyle hareket ettiler. Af umarken bile, öbür yandan yine gayr-ı meşrû bir meta, bir rüşvet zuhûr etse, onu da alırlar. Peki onlardan, Allah hakkında hak ve gerçek olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair Kitab’ta mevcut hükümler uyarınca söz alınmamış mıydı? Ve Kitab’ın içindekileri ders edinip okumamışlar mıydı?” (7 Araf 169)

Melez değer sisteminin uygulanması sonucunda; söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmayan, kendi iç dünyasında barışık olmayan, şizofren davranışlar sergileyen tezatlar abidesi yeni bir insan unsuru ve toplum ortaya çıkar:

“Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa kuşkusuz doğru yolu bulmuşlardır; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbet bir çelişki ve aykırılık içerisindedirler...” (2 Bakara 137)

Şahsiyetini, istikametini, kıblesini ve değerlerine güvenini kaybetmiş bir ferde veya topluma kimsenin saygı duyması ve değer vermesi mümkün değildir. Bunlar, sürekli bir yalpalama ve yaltaklanma içerisinde olurlar; tüm yaşamları zillet ve rezilliktir:

“Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? İçinizden bunu yapanların cezası, dünya hayatında rezil-rüsva olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisi vardır.” (2 Bakara 85)

İslâm dünyasının son 200 yıllık döneminde yaşadığı rezilliğe ve içine düştüğü zillete bir de bu açıdan bakmakta fayda vardır.

Değerler sistemi parçalanmış ve tahrif edilmiş bir dinin kendisinin bütünlüğünden bahsedilmesi mümkün müdür? Bunca tahribattan sonra din de elbette paramparça olmuş olacaktır. Bütün bu tahribattan sonra, önüne veya arkasına ekledikleri sıfatlarla tanımladıkları İslâm; Allah’ın Kur’ân’da tanımladığı İslâm değildir:

“Şüphesiz, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin...” (6 Enam 159)

Sonuç

İslâm doğası gereği tüm insanlığa yeni bir hayat tarzı, yeni bir insan ve toplum tipi önermekte ve insanlar arası ilişkiyi yeniden tanzim etmektedir. Tüm hayatın yeni normlara, yeni değerlere uygun olarak yeniden tanzimi, ABD’nin Globalleşme adı altında insanlığa sunmağa çalıştığı nizama topyekün karşı çıkış anlamına gelmektedir. Dünyanın refahtan şımarıp azan önde gelenleri, hayatın adalet merkezli olarak yeniden tanzim edilmesine karşıdırlar.

11 Eylül ABD komplosu; Müslümanlar için, uzun vadeli, yorucu, engebeli ve tuzaklarla dolu bir mücadele sürecini başlatmıştır. Bu süreçte sadece Müslümanları değil, tüm dünya insanlığını kurtaracak yeni bir insan, yeni bir toplum ve yeni bir dünya inşâ ve ihyâ edilmelidir. O nedenle bu dönem iyi okunmalı, ona göre hazırlıklı olunmalıdır. Sadece pratik hareketler yapılmamalı; aynı zamanda teori pratikle beraber inşa edilmelidir. Teorinin öncülüğü ve önderliğinde bir pratik söz konusudur.

Revizyonist hareketlere karşı verilecek mücadelede yapılması gerekenler, Kur’ân-ı Kerim’in konuya ilişkin ayetlerinin öncesi ve sonrasında açıkça belirtilmektedir. Okuyucuların, bu ayetleri bir kez de bu gözle okumalarında fayda vardır. Bununla beraber alınması gereken tedbirler aşağıdaki gibi özetlenebilir:

1- Saptırma hareketleri baskın güçlerin güdümünde ve korumasındadır. Revizyonistlere ve oportünistlere karşı verilecek mücadele, işgal ve sömürgeciliğe karşı verilecek olan genel mücadelenin bir parçası olmalıdır. Her iki mücadele birbiri ile koordineli olarak yürütülmelidir.

2- Saptırma hareketleri, psikolojik savaş zemininde oluşur; o nedenle psikolojik savunma, karşı psikolojik saldırı birlikte yürütülmelidir.

3- Sapma hareketleri içerisinde ki üç grup insan unsuru arasındaki ittifakın bozulması için çalışılmalıdır ve 1. gruptakiler ikna yolu ile kazanılmalıdır.

4- 1. grupta yer alan insanlarımızın; emin olmadıkları, yarın değiştirebilecekleri düşüncelerini yazıya döküp tartışmaya açmamaları kendilerinden istenmelidir. Belli bir aydın, düşünür, alim veya din adamı grubu arasında yapılması gereken tartışmaların, henüz olgunlaşmadan kamuoyu önünde tartışıldığında; halkın fikri dünyasını kolayca tahrip edebileceği ve fakat tamirinin çok uzun bir süre alacağı gözönünde tutulmalıdır.

5- Sapma hareketleri içerisinde yer alanlar deşifre edilmeli, veli, dost, sırdaş olarak kabul edilmemelidir; onlara güvenilmemelidir.

6- Ümmetin sorunlarını çözmek için grup çalışmaları yapılmalı, teorik bir alt yapı oluşturulmalıdır. Bu zeminde ki çalışmalar kesin sonuca kavuşturulmadan ve uzlaşma sağlanmadan kamuoyu önünde tartışılmamalıdır. 1980 sonrasında Müslümanlar arasında yaşanan ve enerjilerinin boşa harcanmasına yol açan tartışma oyununa tekrar düşülmemelidir.

7- Bu ölümlü dünyadan bir gün göç edeceğimiz ve burada yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimiz asla unutulmamalıdır.

8- “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara nefislerini (kendileri) unutturduğu kimseler gibi” (59 Haşr 19) olunmamalıdır.

9- “Hakkı batılın yerine geçirmeyin ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin.” (2 Bakara 42, 3 Ali İmran 71) emri her zaman hatırlanmalıdır.

10- “Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevâlarına uyma...” (42 Şura 15) âyetinde ifadesini bulan görevi yerine getirmek için toplam enerji harekete geçirilmelidir.

11- Unutmayalım: ‘Biz yolumuzu dosdoğru tutarsak yoldan sapan bize zarar veremez.’ (5 Maide 105) 

Kaynaklar

1-Kandehlevi. M.Y., Hadislerle Hz. Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Müslümanlık, Kalem yayınevi, İstanbul c. 1, s. 288, (1979)

2- Haldun. İ, Mukaddime, MEB. Ankara, c-I, s. 374

3- Vatandaş, C., “Resmi İdeoloji ve İslâm’ın Yeniden Tanımı” Umran, sayı 37, 1997 s. 21-27.

4- Süleyman Demirel’in ATV-Siyaset Meydanı, Kanal D-Durum programlarındaki konuşması, Umran 1997/37,

5-         Berki, A.H., Keskioğlu, O., Hz.Muhammed ve Hayatı, Ankara, 1974, s. 96.

6-         Hamidullah, M., İslâm Peygamberi, s.81.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...