(Umran Dergisi)
Giriş
Endüstri sonrası dönem, “bilgi çağı” olarak anılmaktadır.
Bu dönemi yakalamış toplumlara “bilgi toplumu” denmektedir. Bu dönemde bilginin
üretilme, iletilme ve kullanılma hızı çok yüksektir. Bilgi ve teknolojinin
yenilenme süreci çok kısalmıştır. Bilişim, iletişim ve ulaşım teknolojileri,
baş döndürücü bir hızla gelişip değişmektedir. Uydu haberleşme, internet ve
ulaşımın ulaştığı boyut, bütün ülkelerin ulusal sınırlarını zorlamakta,
kültürlerini ve üretimlerini etkilemektedir.
Bu süreçteki sanayileşmiş ülkelerde hakim olan
anlayış, sürekli tüketimdir. Sanayileşmiş ülkeler, iç piyasada var olan
müşteriyi tüketime zorlayıp müsrif hale getirirken; dış piyasada da zengin
olmayan ülkeleri iyi ve uysal birer pazar olmaya zorlamaktadırlar. Ancak bu
yeni sömürgecilik dönemi öncekilerden çok farklı bir süreçtir. Kullanılan
yöntemler, politikalar tamamen farklıdır. Bu dönemde daha az güç ve şiddet
kullanılırken, çok yüksek dozda büyük bir psikolojik ve ekonomik savaş
yürütülmektedir. Buna Postmodern
Sömürgecilik dönemi diyebiliriz. Yürütülen yüksek yoğunluklu psikolojik bir
savaşla, kendi değerlerini fakir ülkelere evrensel değerler olarak kabul
ettirilmek istenmektedir. Küreselleşme sloganı, bu sürecin meşruiyet arayışının
bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Böylelikle sömürgecilik gözlerden uzak
tutulmaktadır. Gerçekte ise küreselleşme, yeni sömürgeciliğin adıdır: Postmodern Sömürgecilik.
Postmodern Sömürgeciliğin etki alanına giren bütün toplumların, toplumsal değerlerinin alt üst olması yeni sömürgecilik anlayışının, stratejisinin doğal sonucudur. Dikkat çeken bir husus da, sömürgeci ülkelerin kendi ülkelerindeki toplumsal değerleri bitirmiş olmalarıdır. Postmodern Sömürgeciliğin tüm dünyada etki alanını giderek genişletmesi dünya ölçeğinde büyük bir toplumsal değer erozyonunun yaşanacağı anlamına gelmektedir. Bu çalışmada, toplumsal değer erozyonunun temel sebebi araştırılmaktadır.
Toplumsal Değerlerde Çürüme
Bilim ve teknolojinin gelişip değişmesi arzu edilen
ekonomik zenginliği, Postmodern Sömürgeci ülkelere fazlası ile sağlamıştır. Bu
gerçektir. Ancak bilim ve teknolojinin neden olduğu ekonomik zenginliğin
sonucunda bu zenginleşmiş ülkeler, huzur ve mutluluğu yakalayabilmişler midir?
Francis Fukuyama, Büyük Çözülme adlı
kitabında “bilgi toplumunun tüm sonuçları gerçekten de o denli olumlu mu?” diye
sorduğu soruya olumlu cevap verememektedir:1
“Suç ve toplumsal kargaşa artmaya başlayınca dünyanın
zengin toplumlarının kentsel alanları neredeyse oturulmaz hale geldi. İki
yüzyıldır sürüp giden toplumsal bir kurum olan akrabalığın çöküşü, yirminci
yüzyılın ikinci yarısında hızlandı. Birçok Avrupa ülkesinde ve Japonya’da doğum
oranı öylesine düşük ki, yeterli göç de olmazsa, bu toplumlar önümüzdeki
yüzyılda nüfus kaybıyla karşı karşıya kalacaklar. Evlilik ve doğumlar azaldı,
boşanmalar hızla artıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde üç çocuktan biri,
İskandinavya’da ise çocukların yarısı evlilik dışı doğuyor. Sonuç olarak
kurumlara olan güven, 40 yıllık derin bir çöküş sürecine girdi... İnsanların
birbiriyle ilişkilerinin doğası da değişmişti. Bireyler arası ilişkilerin
zayıfladığına ilişkin somut kanıtımız olmasa da, aralarındaki bağların daha
kısa ömürlü olduğu, bağımsızlaştığı ve daha küçük gruplara özgü kaldığı da bir
gerçektir.
Bunlar dramatik değişiklikler ve benzer yapılarda ki
ülkelerde ve tarihin aynı döneminde ortaya çıktılar. Böylece yirminci yüzyıl
ortalarında endüstri toplumuna egemen olan toplumsal değerlerde Büyük
Çözülme’yi doğurdular... Bu çöküntü; suç, babasız çocuklar, eğitim fırsatları
ve dereceleri, güvensizlik ve bunun gibi bir çok konudaki istatistiklerden
zaten belli oluyor.
Batı toplumlarındaki insanları bir araya getirmiş olan
ortak değerlerin ve toplumsal bağların zayıfladığını gösteren olumsuz gidişin
ekonomik yapıları endüstri toplumundan bilgi çağına geçmekte olan topluluklarda
ortaya çıkması yalnızca bir rastlantı mıdır acaba? Bu kitabın ortaya süreceği
hipotez, bu ikisinin yakından ilişkili olduğu ve daha karmaşık, daha çok
bilgiye dayanan bir topluma doğru gidildikçe, toplumsal ve ahlaki yaşamımızda
kötü şeylerin baş gösterdiğidir”
Toplumsal düzenin alt üst olması, suç ve kargaşanın artması, akrabalık kurumunun ve komşuluğun çökmesi, doğum oranının azalması, boşanmaların artması, evlilik dışı çocuk sayısının çoğalması, bireycilik, insanî ilişkilerin zayıflaması ve kısa ömürlü olması, şiddetin artması ve yaygınlaşması, kişi ve kurumlara güvensizlik, ailenin yıkılışı, uyuşturucunun yaygınlaşması ve gayrı meşru cinsel ilişkilerde meydana gelen patlama, zengin sanayi toplumlarının karşı karşıya kaldıkları en büyük sorunlardır. Değerlerin bu derece geniş bir alanda ve yüksek dozda aşınması, insan fıtratının tahrip edilmesinin doğal bir sonucudur. Fukuyama’nın söz konusu kitabındaki verilere bakıldığında batı toplumları, gelecek nesillerle ilişkilerini koparmış ve nesillerinin devam edip etmeyeceği sorunu ile karşı karşıya kalmışlardır. Tüm canlılar, kendi nesillerini devam ettirmek için mücadele ederken; bilgi çağı toplumları, nesillerini kendi elleri ile yok etmekle meşguller. O nedenle bu toplumların karşı karşıya kaldığı durum, bir çözülmeden ziyade gerçek anlamıyla bir çürüme halidir.
Hata, Kullanılan Bilgi Kaynaklarındadır
Bu noktada sorulması gereken temel soru, sanayileşmiş
toplumlarda neden bu denli büyük bir bunalım, eş zamanlı olarak ortaya
çıkmıştır? Bu toplumlar, nerede yanlış yapmışlardır?
Batı aklı kavrayamadığı, deney ve gözlemle destekleyemediği formüle edemediği şeyleri inkar etmektedir. Toplumsal Değerlerini (Toplumsal Sermaye, Sosyal Sermaye) bu temel bakış açısı ile inşa etmiştir. Batı, toplumsal sermayesini Yaratıcının bilgisine (Vahiy) başvurmadan yalnızca akla ve beş duyuya dayanarak oluşturmuştur. Yaratıcının bilgisinden bağımsız ve fakat bilim ve teknolojinin gelişimine bağlı olarak insan ve insani ilişkiler tanzim edilirken, insan yapısındaki karmaşık ilişkiler ve birbirine zıt değerlerin çatışması bir bütün olarak algılanamamış ve de görülememiştir. Dolayısıyla asıl sorun, vahyî bilgi eksikliğinin doğal sonucu olarak, insanı tanıyamamaktan ve gereğince idrak edememekten kaynaklanmaktadır. İnsan tüm tezatlı vasıfları ile bir bütün olarak anlaşılamadığı için aşırı kâr hırsı, lüks, israf ve birey egoizminin en süfli istekleri hayatın şekillendirilmesinde etkili olmuş; Fukuyama ve Brzezinski’nin ifade ettiği gibi herşeyin ölçüsü dolar olup çıkmıştır.
Çöküşün Genel Yasası: Toplumsal Sermaye Çürümesi
Tarihi bir olgu olarak; Toplumsal Sermayesini tüketen
toplumlar, tarihte uzun süre etkinliklerini ve varlıklarını devam
ettirememişlerdir. Şu veya bu şekilde toplumsal sermayelerini tüketen Roma,
Selçuklu, Bizans, Osmanlı ve SSCB imparatorlukları benzer hastalıktan dolayı
önce etkinliklerini, sonra da varlıklarını kaybetmişlerdir.
Ebu Hamid el-Gazalî’nin (MS. 1058-1111) Selçuklu Sultanı Mucîruddin’e yazdığı mektupta dile
getirdiği, vurguladığı hususlar; toplumsal sermayenin tükenişi ile toplumların
çöküşü arasındaki ilişkiyi ortaya koyması açısından önemli bir belge
hüviyetindedir:2
“Mümkün olan en kısa zamanda
ve otoritenin ulaşabildiği her yerde yolsuzlukların, adam kayırmacılığın,
adaletsizliklerin, zulmün, rüşvetin ve diğer kötülüklerin tümünün kökünü
kazımak için elinden geleni yapmada kusur etmemelisin. Ülkemizin halkı,
ülkemizin şerefi; ülkemizin halkı, ülkemizin gerçek zenginliğidir. İçinde
bulundukları yolsuzluktan senin haberin yok. Ülkenin bu kısmında olan anarşiden
haberdar olmayabilirsin. Vergi tahsildarları yolsuzluk yapıyorlar. Fakir halkı
kendi çıkarları için sömürüyorlar. Topladıkları verginin pek az bir kısmını
devlete veriyorlar. Vergi oranları, halkın karşılayamayacağı kadar yüksek. Bu
sözlerim üzerinde düşün. Fakirlik ve açlık onlara büyük acılar veriyor.
Vücutları yoksulluktan harap olmuş durumda. Takatleri kesik. Uzun zamandır
çektikleri sıkıntılar, bedenlerini kuru bir iskelete çevirmiş. Oysa sen lüks
içinde bir hayat sürdürüyor, yönetimin altındaki insanlara, onların sorunlarına
karşı ilgisiz davranıyorsun.”
Burada, toplumların çöküşüyle toplumsal sermaye
arasındaki ilişki; “ülkenin halkının
ülkenin gerçek zenginliği” olduğu söylenerek ortaya konulmaktadır. Dikkat
çekilen noktalar, toplumların tarih boyu çürümesine sebep olan konulardır.
Selçuklu gibi Osmanlı’nın da benzer hastalığa
yakalandığını görmekteyiz. 1717 yılında idam edilen Osmanlı Maliye Bakanı Sarı
Mehmet Paşa, toplumsal sermayeyi tüketen çok önemli bir hastalığa; rüşvete,
dikkat çekmektedir:3
“Rüşvet; her türlü
kanunsuzluğun ve zulmün hem başlangıcı ve hem de kaynağıdır. Her türlü
çarpıklığın, fitne fesadın anası rüşvettir. En büyük felaketlerin, dayanılmaz
acıların kökünde rüşvet vardır. Müslümanlara, dine ve devlete zarar verebilecek
unsurlar içerisinde rüşvetten daha tehlikeli olanı yoktur. Kanunsuzlukları,
adaletsizliği, zulmü üreten bir makinedir rüşvet. İnancı ve devleti kökünden
yıkar.”
Bugün ülkemizin yaşadığı sürecin, bunlardan çok farklı
olmadığını söylemek abartı olmayacaktır. Bir kısım insanlar, lüks ve israf
içinde yaşarken, büyük bir çoğunluğun yoksulluk sınırının altında kalması, orta
sınıfın yok olmaya yüz tutması, bürokrasi ve siyaset erbabının sorumsuz ve
vurdum duymaz tavırları, bazı kurumların bir korku unsuru olarak takdimi, yaşayan
halkın sanal bir halk için feda edilmesi, yolsuzluğun, alkolün, uyuşturucunun,
intihar, tecavüz ve şiddetin yaygınlaşması gibi göstergeler, Selçuklu ve
Osmanlı’nın son dönemlerinden pek de farklı bir konumda olmadığımızı
göstermektedir.
Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı, tarihin farklı
dönemlerinde yaşamış imparatorluklar olup farklı inanç ve yaşam biçimlerini
benimsemişlerdi. Ancak yıkılış dönemlerine baktığımızda, hepsinde bazı benzer
davranış ve yaşam tarzının var olduğunu görmekteyiz. Burada, benzerlik ve
özdeşlik kavramlarını aynı anlamda kullanmadığımıza dikkat edilmelidir. Bazı
toplumların Hıristiyan, bazılarının da Müslüman olmuş olması, gelinen noktada
sonucu değiştirmemektedir. Toplumların yıkılış yasaları, ilahi yasalar olup
geneldir; insandan insana, toplumdan topluma değişmemektedir. Sarı Mehmet
Paşa’nın veya Gazali’nin tasvir ettiği, hitap ettiği toplumlar ve yöneticiler
ismen ve de şeklen müslümandılar. Ancak bu durum, yıkılışın tâbî olduğu
yasaları değiştirmeye yetmemiştir. Değerler sistemini bozan, toplumsal sermaye
ve enerjisini tüketen, imanları ile amelleri birbirini tutmayan her toplum,
aynı akıbeti paylaşacaktır. Bu durum, Allah’ın bize bildirdiği bir kanuniyet
olarak vuku bulmaktadır:
“Çünkü onlar yeryüzünde
büyüklük taslamak ve kötü hileli düzenler kurmak istiyorlar. Halbuki kötü
tuzak, düzen sahibinden başkasını kuşatmaz. Onlar öncekilerin başına
gelenlerden başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda ne bir değişme
bulursun; ne de Allah’ın kanununda bir sapma bulursun”. (35 Fatır 43) “Her
ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince, ne bir saat
ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler; tam zamanında çökerler.” (7 Araf
34)
Toplumlar, kendi yaptıkları (kazanımlar) ile ya
yükselir, mutlu ve huzurlu olur; ya da bunalım içinde kıvranarak kaçınılmaz
akıbetleri olan yıkımla yüz yüze gelirler:
“Eğer o ülkeler halkı, inansalardı ve korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden sayısız bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, bizde onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik” (7 Araf 96)
İnsan Fıtratının Tahribi: Hevânın İlahlaştırılması
Toplumsal çürüme sorununun çözümü, insan ve insan
davranışlarının ne olduğu temel sorusunun cevabına gelip kilitlenmektedir. Eğer
insan davranışlarının insan yapısıyla bağlantıları tam ve gerçek boyutuyla
kavranamaz ise, yanlış davranış ve anlayış şekillerinin ana unsurlar olduğu
yanılgısına düşebiliriz. Var olan durumun etkisinde kalıp, onun teorisini ihdas
etmeye çalışırız. Bugün için sis perdesi ile örtülü olan gerçeği göremez ve
fakat sisin sonuçlarına ilişkin durum tespitleri ile yetinebiliriz. Bugün
insanla ilgili yapılmış pek çok çalışma vardır ve insan davranışlarını açıklığa
kavuşturabilmek için pek çok model ortaya konmuştur. Ancak kirletilmiş bir
dünya, insan gerçeğini koyu bir sis perdesi ile örtmüştür. İnsanla ilgili
çalışmalar bu örtüyü kaldırma girişiminde bulunmadan gerçeği aradıkları için,
ortaya atılan modellerin hiçbiri, insanı bir bütün olarak kuşatamamaktadır.4 İşte bugün için ana sorun bu yaklaşım
tarzıdır. Bu da araştırmada eksik bilgi kaynakları kullanmaktan
kaynaklanmaktadır. İnsanın yaratıcısı olan Allah’ın insana ilişkin bilgisine
başvurmadan yapılan bütün çalışmalar, eksik olmaya mahkumdur. Ortaya konan tüm
modellerin de, gerçeği bir bütün olarak yansıtması bundan dolayı mümkün
olamamaktadır. Toplumsal Kirlenme sorununu gerçek anlamıyla çözebilmenin yolu,
yaratıcının yarattığı varlığa (insan) ilişkin bilgisine başvurmak ve onu
kullanmaktır.5 Yaratıcının bilgisine
(Kur’ân) başvurmakla, soruna ilişkin subjektiflik, genel olarak ortadan kalkar.
İnsan bir bütün olarak ele alındığından, genel olarak, birbirine zıt özellikler
içeren iki karar merkez (nefs ve kalp) arasında optimal bir çözüme ulaşılır.
İyi/güzel olanla, kötü/çirkin olan, temizle kirli, ilahî olanla şeytanî olanın
çatıştığı bir yapı; iyiye, güzele ve temize doğru yönlendirilebilir.
Kirlenme sorunun temeline inebilmek için Kuran’ın “hevâ” diye isimlendirdiği ve insandaki karar merkezlerini daima olumsuz olarak etkileyen bir kavramı gözönüne alınmamız gerekir.
Hevâ
Hevâ, Kur’an-ı Kerim’deki anahtar kavramlardan biridir. Yaklaşık olarak 30 yerde geçmektedir. İnsanda var olan karar merkezlerinden nefsin, genel olarak, ana çalışma frekansıdır. Toplumsal çürümenin motoru olarak değerlendirilebilir. Hevâ, “benliğin şehvete meyli ve keyfiliği tercih etmesidir.”6 İnsanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin düşünme ve davranma halini ifade eder. İnsan bencilliğinin etkin unsur olarak dışavurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Hevâ, insan nefsinin cehalet ve kibre dayalı olarak oluşturduğu ve ilahi bilgiye dayalı değerler sisteminin karşısında olan bir değerler topluluğudur. İnsan fıtratının bozulmasını ifade eder.
Hevâ Sapıklığa ve Yıkıma
Götürür
Hevânın etkisindeki bir insanın şeytanla irtibatı
artar ve zamanla şeytanın oyuncağı olur (6 Enam 71). Bu durumdaki insanlar
gerçekleri göremez ve duyamazlar. Hoşlarına gitmeyen, çıkarlarına engel olan
herşeyi ret ve inkar ederler:
“Onlar kuruntudan ve
nefislerin hevâlarından başka hiçbir şeye tabi olmuyorlar.” (Necm 23)
Hevâ; zan, tahmin, bilgisizlik ve kendini
beğenmişlikle (istikbar) içiçedir (2 Bakara 120, 145; 5 Maide 48; 6 En’am 119;
30 Rum 29; 13 Rad 37; 45 Casiye 18; 53 Necm 23). Cehaletle gururun ona refakat
etmesi hevâyı, insan ve toplum hayatında daha tahripkar yapar. Hevâ, hayatı
birey nefsine indirger. Hayatın tümüyle birey bazına indirgenmesi ve yalnızca
bireyin ihtiyaçlarının yada birey çıkarlarının aşırı bir şekilde öne çekilmesi,
insan nefsinin doymazlığını azdırıp insanı sapıklığa sürükler:
“Allah’tan bir kılavuz
olmaksızın, hevâsına uyandan daha sapık kimdir.” (28 Kasas 50)
Toplumsal sermayenin hevâya dayalı olarak inşa
edilmesi; bireyi sapıklığa sürüklerken, kaçınılmaz bir şekilde toplumun,
çevrenin, kısaca herşeyin bozulmasına ve nihayetinde yıkılıp yok olmasına
sebebiyet vermektedir:
“Eğer hak, onların
hevâlarına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan
herkes ve herşey bozulmaya uğrardı.” (23 Müminun 71)
Hevânın bu tahripkar gücünden dolayı bütün
peygamberler uyarılmış, dikkatleri çekilmiştir:
“Öyleyse, ona inanmayıp da
kendi hevâsına uyan, sakın seni ondan alıkoymasın; sonra yıkıma uğrarsın.” (20 Taha 16)
Bu noktada çok daha önemli olan bir husus da, hevâya
uyanın görünür kimliği ne olursa olsun sonucun (yıkım) değişmemiş olmasıdır. Bu
noktada hevâsını ilahlaştıran bir ateist ile hevâsını ilahlaştıran bir Müslüman
arasında ayırım yapılmamaktadır. Bu tür insanların tümü; gerçeği ters yüz eden
zalimler olarak, hevâlarına uyarlar ve hevâlarını hayatın merkezi yapmaya
gayret ederler:
“Zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâlarına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.” (30 Rum 29).
Hevâ Bireysel Çıkarlarda
Sınır Tanımaz
Bozulmanın ardından gelen yıkım; insan yapısının
yalnızca tek yönlü olarak nefsin hevâsı istikametinde koşullandırılması ve buna
uygun bir ortamın oluşturulması ile bağlantılıdır. İnsanın her istediğini yapma
yetkisini kendinde görmesi, bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu
konudaki aşırı özgürlük bir müstağnileşmedir. İnsanın kendini, kendine yeter
görmesi ve bir başkasına ihtiyaç hissetmemesi, toplumsal dayanışma ve
değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kaçınılmaz olarak kirlenme ve çürüme
gelir. Bu nedenle Allah, insana her arzu ettiği şeyin (bireysel çıkarlar)
verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir:
“Onlar, yalnızca zanna ve
nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara
Rablerinden yol gösterici gelmiştir. Yoksa insana “her arzu edip dilekte
bulunduğu” şey mi var? (53
Necm 23, 24)
Batı düşünce sistemi bu noktada bir çıkmaz sokağın
içinde bocalayıp durmaktadır. “Toplum için bireysel çıkar erdemden daha
istikrarlı bir unsurdur” anlayışı, batı düşüncesinin temel aksiyomudur bugün.
Ekonominin motivasyonu için kullanılan bireysel çıkarlar, toplumsal yapının
sağlığı için isteneni gerçekten başarmakta mıdır? Yoksa meyvenin içine giren
bir kurt gibi, toplumu içten içe çürütmekte ve sona doğru yaklaştırmakta mıdır?
“Çağdaş toplumların temel taşı bir değer haline gelmiş
olan bireycilik, kendine yeterli özgür kişilerin gururunu bir tür içe dönük
bencillikle gölgelemeye başlıyor ve böylece başkalarına duyulması gereken
sorumluluklara kulak asmadan had safhaya ulaşan kişisel özgürlük kendi içinde
bir sona yaklaşıyor. Bireylerinin, tarihin herhangi bir döneminde görülmemiş
düzeyde özgürlüklere kavuştuğu toplumlarda insanlar, tek tük kalmış da olsa,
onları bağlayan yükümlülüklerden sıkılıyorlar. Bu tür toplumlar için beliren
tehlike, insanların kendilerini ansızın yalnız bulmalarıdır; herkesle iletişim
kurmakta, ahbaplık etmekte özgür olsalar da samimi topluluklar içindeki
insanlarla bağ kurabilmeleri için gerekli olan ahlâksal taahhütlere girebilme
yetenekleri yoktur... Bireycilik, çağdaş demokrasinin temel taşıdır elbette;
ama aşırı bireycilik de toplumsal bağın gerçekleşmesinde engelleyici olduğu
için, demokrasi açısından olumsuz etkiler ortaya çıkarabilir. Böylece,
postmateryalist değerlere geçişin toplumsal sermayenin bazı tiplerinde düşüşü
sergilediği ortaya çıkıyor.”7
Hevâsını ilah edinmeyi yaşamın temel ilkesi haline
getirip suç ve kargaşayı artıran, akrabalık bağlarını çökerten, ailenin
çözülüşünü hızlandıran, evlilik dışı bir yaşamı meşru gören, boşanmayı
hızlandırıp çocuk yapmayı engelleyen ve gayrı meşru çocuk yapılışına, şiddet ve
uyuşturucu kullanımının yayılmasına seyirci kalan batı düşünce sistemi; bu
yapısıyla insanlığın geleceği için çok fazla bir şey söyleme, ne gücüne ne de
imkanına sahiptir. Böyle giderse, vahyî bilgiye teslim olmazsa, batı toplumu
kendi kendini tahrip edecektir. Bu batı için önüne geçilemez bir süreçtir:
“Bireysel seçebilme özgürlüğünü artırmak için kendini, normları ve kuralları tepe taklak etmeye adamış bir toplum, giderek daha fazla kargaşaya kapılacak, parçalanacak, izole olacak, ortak amaçlarını ve görevlerini gerçekleştiremez hale gelecektir. Teknolojik gelişmesinde “sınır yok” ilkesini benimseyen bir toplum, kişisel davranışlara ve buna bağlı olarak suç artışına, dağılan ailelere, çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getiremeyen ana-babalara, birbirini umursamayan komşulara, toplumsal yaşamın dışına atılmış vatandaşlara da “sınır yok” demektedir. ... Dürüstlük, vefakârlık, sözünü tutmak gibi erdemler artık etik değerler olarak itibar görmüyorlar; onların Dolar ölçütüyle somut değerleri var, ortak bir sona ulaşmak isteyen gruplar tarafından kullanılarak onlara yardımcı oluyorlar.”8
Hevâ İnsanı Kör, Sağır ve
Akılsız Yapar
Günümüz dünyasında pek çok bilim adamı; Fukuyama’nın
yukarıda ifade ettiği acı sonuçları görmüş olmalarına rağmen, neden bu akışı
durduracak tatminkar bir çözüm önerisi sunamamaktadırlar? Çözümdeki zorluk,
hevânın insan üzerinde yaptığı karmaşık etkilerden kaynaklanmaktadır. Hevânın
vücut verdiği bir çekim alanına giren ve kendi iradi kontrolünü kaybeden
insanlar; zanları, tahminleri ve kibirlerinin neden olduğu bir körlük ve
sağırlıkla gerçekleri görememekte ve duyamamaktadır:
“Şimdi sen, kendi hevâsını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45 Casiye 23)” “Kendi hevâsını ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunu söz işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın ve sapıktırlar” (25 Furkan 43,44)
Hevâlarını İlahlaştıranlar
Başkalarını Saptırmak İçin Mücadele Ederler
Bu noktada unutulmaması gereken bir başka gerçek de;
hevâlarını ilahlaştıranların, hevâlarının öngördüğü bir dünyayı tanzim etmek
için başkalarının düşünce ve yaşam tarzlarına müdahale etmeleri ve onları
saptırmak için mücadele etmeleridir:
“Kuşkusuz çoğu, bir ilim
olmaksızın kendi hevâlarıyla başkalarını saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin
haddi aşanları en iyi bilendir.” (6 Enam 119)
Hevâsını ilahlaştıranlar, tarih boyu bu misyonu yerine
getirmişlerdir. İyiyi, güzeli, temizi, doğruyu arayanlara, hak-hukuk ve adalet
isteyenlere hep baskı yapmışlardır. Bu ülkenin insanları, aydınlığın gelmesini,
adaletin hakim olmasını istiyorlar ve zulüm altında ezilip yok olmayı
istemiyorlarsa, birlik olarak, hevâlarını ilahlaştıranlara karşı onurlu bir
mücadele vermelidirler:
“Nefsini, sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabrettir. Dünya hayatının aldatıcı sözünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi hevâsına uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.” (18 Kehf 28)
Sonuç: Hevâdan Arınmış Dosdoğru Bir İstikamet Tek Çaredir
İslam dünyası, bilim ve teknolojiyi üretememekten
dolayı, genelde, batı karşısında ezik ve buruktur. Son 200 yıllık ardışık
mağlubiyetler zinciri, bazılarımızı daha duygusal, daha tepkici ve daha retçi
yaparken; bir kısmımızı da tam teslimiyetçi, şabloncu ve taklitçi yapmıştır.
Bir kesim batıdan gelen herşeye kötü derken, bir kesimimiz de herşeye iyi
demektedir. Bu karmaşık duygular, batıyı her konuda referans görme ve gösterme
gibi bir zaafın oluşmasına neden olmuştur.
Mağlubiyetlerin oluşturduğu
bir şuur altı olayı, bizi tahammülsüz yapmıştır. Bizler gerçekçi olabilirsek,
insanlığı girdiği çürüme sürecinden çıkarabilecek bir atılımı
gerçekleştirebiliriz. Kişiliklere sinen ezilmişlik duygusunu atabiliriz.
Batıdan alabileceklerimiz yanında, batıya sunabileceğimiz daha çok
zenginliğimiz olduğunu görebiliriz.
Hevânın hakim olmadığı bir
dünyayı, bugün Müslümanlar inşa edebilirler. Bu imkan ve şansları vardır. Bugün
ya bunu başaracaklar; ya da hem bu dünyada, hem de öteki dünyada zillet içinde
yaşayacaklardır. Üçüncü bir yol yoktur.
Hevânın hiçbir şekilde kendisine bulaşmadığı vahyi
bilgiye sahip olan Müslümanlar, ellerindeki cevherin kıymetini bilmeli ve
tarihi sorumluluklarını yerine getirmelidirler. (5 Maide 48, 49)
Bugünün Müslümanları, bu kutsal görev için öncelikle
nefislerini temizlemelidirler. Cennete giden yolun, nefislerini hevâdan
arındırmaktan geçtiğini görmelidirler:
“Kim de Rabbinin makamından
korkar ve nefsi de hevâdan sakındırırsa, artık hiç şüphesiz cennet onun için
bir barınma yeridir.” (79
Naziat 40,41 )
O nedenle Müslümanlar, sapmış bir topluluğun
hevâlarına uymamalıdırlar:
“Ey Kitap Ehli, haksız yere
dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, bir çoğunu saptırmış ve
dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun hevâlarına uymayın” (5 Maide 77).
O nedenle Müslümanlar, batılılaşarak yok olma
hareketine karşı onurlu bir duruşla karşı çıkmalılar:
“Sen onların dinlerine
uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir.
De ki: “Kuşkusuz doğru yol, Allah’ın gösterdiği dosdoğru yoldur”. Eğer sana
gelen bunca ilimden sonra onların hevâlarına uyacak olursan, senin için
Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı vardır.” (2 Bakara 120)
Ve nihayet Müslümanlar, Allah’ın kendilerine
emrettiği, gösterdiği ve hevânın etkili olmadığı dosdoğru bir istikamet
tutturmalıdırlar:
“Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevâlarına uyma. Ve deki: Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabb’imiz, sizin de Rabb’inizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin de amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda bir tartışma konusu yoktur. Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O’nadır” (42 Şura 15)
Kaynaklar
1. Fukuyama,
F., Büyük Çözülme, Sabah Yayınları,
İstanbul, (1999), s: 14-15
2. Brezezinski,
Z., Kontrolden Çıkmış Dünya, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, (1994)
3. El
Attas. S.H., Rüşvet, Pınar Yayınları,
İstanbul, (1988), s:171-172.
4. Cüceloğlu,
D., İnsan ve Davranışı, Remzi
Kitabevi, İstanbul, (1993).
5. Can,
B. “Toplumsal Kirlenmeye Kuranı Bakışlar I-VII, Umran Dergisi, İstanbul, (1995-1997)
6. Öztürk,
Y.N., Kuran’ın Temel Kavramları, Yeni
Boyut, İstanbul, (1991), s:172-174.
7. Fukuyama,
F., Age. S: 59
8. Fukuyama, F., Age. S: 21