1 Mayıs 2001 Salı

Fıtratın Bozulması ve Toplumsal Çürüme

(Umran Dergisi)

Giriş

Endüstri sonrası dönem, “bilgi çağı” olarak anılmaktadır. Bu dönemi yakalamış toplumlara “bilgi toplumu” denmektedir. Bu dönemde bilginin üretilme, iletilme ve kullanılma hızı çok yüksektir. Bilgi ve teknolojinin yenilenme süreci çok kısalmıştır. Bilişim, iletişim ve ulaşım teknolojileri, baş döndürücü bir hızla gelişip değişmektedir. Uydu haberleşme, internet ve ulaşımın ulaştığı boyut, bütün ülkelerin ulusal sınırlarını zorlamakta, kültürlerini ve üretimlerini etkilemektedir.

Bu süreçteki sanayileşmiş ülkelerde hakim olan anlayış, sürekli tüketimdir. Sanayileşmiş ülkeler, iç piyasada var olan müşteriyi tüketime zorlayıp müsrif hale getirirken; dış piyasada da zengin olmayan ülkeleri iyi ve uysal birer pazar olmaya zorlamaktadırlar. Ancak bu yeni sömürgecilik dönemi öncekilerden çok farklı bir süreçtir. Kullanılan yöntemler, politikalar tamamen farklıdır. Bu dönemde daha az güç ve şiddet kullanılırken, çok yüksek dozda büyük bir psikolojik ve ekonomik savaş yürütülmektedir. Buna Postmodern Sömürgecilik dönemi diyebiliriz. Yürütülen yüksek yoğunluklu psikolojik bir savaşla, kendi değerlerini fakir ülkelere evrensel değerler olarak kabul ettirilmek istenmektedir. Küreselleşme sloganı, bu sürecin meşruiyet arayışının bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Böylelikle sömürgecilik gözlerden uzak tutulmaktadır. Gerçekte ise küreselleşme, yeni sömürgeciliğin adıdır: Postmodern Sömürgecilik.

Postmodern Sömürgeciliğin etki alanına giren bütün toplumların, toplumsal değerlerinin alt üst olması yeni sömürgecilik anlayışının, stratejisinin doğal sonucudur. Dikkat çeken bir husus da, sömürgeci ülkelerin kendi ülkelerindeki toplumsal değerleri bitirmiş olmalarıdır. Postmodern Sömürgeciliğin tüm dünyada etki alanını giderek genişletmesi dünya ölçeğinde büyük bir toplumsal değer erozyonunun yaşanacağı anlamına gelmektedir. Bu çalışmada, toplumsal değer erozyonunun temel sebebi araştırılmaktadır.

Toplumsal Değerlerde Çürüme

Bilim ve teknolojinin gelişip değişmesi arzu edilen ekonomik zenginliği, Postmodern Sömürgeci ülkelere fazlası ile sağlamıştır. Bu gerçektir. Ancak bilim ve teknolojinin neden olduğu ekonomik zenginliğin sonucunda bu zenginleşmiş ülkeler, huzur ve mutluluğu yakalayabilmişler midir? Francis Fukuyama, Büyük Çözülme adlı kitabında “bilgi toplumunun tüm sonuçları gerçekten de o denli olumlu mu?” diye sorduğu soruya olumlu cevap verememektedir:1

“Suç ve toplumsal kargaşa artmaya başlayınca dünyanın zengin toplumlarının kentsel alanları neredeyse oturulmaz hale geldi. İki yüzyıldır sürüp giden toplumsal bir kurum olan akrabalığın çöküşü, yirminci yüzyılın ikinci yarısında hızlandı. Birçok Avrupa ülkesinde ve Japonya’da doğum oranı öylesine düşük ki, yeterli göç de olmazsa, bu toplumlar önümüzdeki yüzyılda nüfus kaybıyla karşı karşıya kalacaklar. Evlilik ve doğumlar azaldı, boşanmalar hızla artıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde üç çocuktan biri, İskandinavya’da ise çocukların yarısı evlilik dışı doğuyor. Sonuç olarak kurumlara olan güven, 40 yıllık derin bir çöküş sürecine girdi... İnsanların birbiriyle ilişkilerinin doğası da değişmişti. Bireyler arası ilişkilerin zayıfladığına ilişkin somut kanıtımız olmasa da, aralarındaki bağların daha kısa ömürlü olduğu, bağımsızlaştığı ve daha küçük gruplara özgü kaldığı da bir gerçektir.

Bunlar dramatik değişiklikler ve benzer yapılarda ki ülkelerde ve tarihin aynı döneminde ortaya çıktılar. Böylece yirminci yüzyıl ortalarında endüstri toplumuna egemen olan toplumsal değerlerde Büyük Çözülme’yi doğurdular... Bu çöküntü; suç, babasız çocuklar, eğitim fırsatları ve dereceleri, güvensizlik ve bunun gibi bir çok konudaki istatistiklerden zaten belli oluyor.

Batı toplumlarındaki insanları bir araya getirmiş olan ortak değerlerin ve toplumsal bağların zayıfladığını gösteren olumsuz gidişin ekonomik yapıları endüstri toplumundan bilgi çağına geçmekte olan topluluklarda ortaya çıkması yalnızca bir rastlantı mıdır acaba? Bu kitabın ortaya süreceği hipotez, bu ikisinin yakından ilişkili olduğu ve daha karmaşık, daha çok bilgiye dayanan bir topluma doğru gidildikçe, toplumsal ve ahlaki yaşamımızda kötü şeylerin baş gösterdiğidir”

Toplumsal düzenin alt üst olması, suç ve kargaşanın artması, akrabalık kurumunun ve komşuluğun çökmesi, doğum oranının azalması, boşanmaların artması, evlilik dışı çocuk sayısının çoğalması, bireycilik, insanî ilişkilerin zayıflaması ve kısa ömürlü olması, şiddetin artması ve yaygınlaşması, kişi ve kurumlara güvensizlik, ailenin yıkılışı, uyuşturucunun yaygınlaşması ve gayrı meşru cinsel ilişkilerde meydana gelen patlama, zengin sanayi toplumlarının karşı karşıya kaldıkları en büyük sorunlardır. Değerlerin bu derece geniş bir alanda ve yüksek dozda aşınması, insan fıtratının tahrip edilmesinin doğal bir sonucudur. Fukuyama’nın söz konusu kitabındaki verilere bakıldığında batı toplumları, gelecek nesillerle ilişkilerini koparmış ve nesillerinin devam edip etmeyeceği sorunu ile karşı karşıya kalmışlardır. Tüm canlılar, kendi nesillerini devam ettirmek için mücadele ederken; bilgi çağı toplumları, nesillerini kendi elleri ile yok etmekle meşguller. O nedenle bu toplumların karşı karşıya kaldığı durum, bir çözülmeden ziyade gerçek anlamıyla bir çürüme halidir.

Hata, Kullanılan Bilgi Kaynaklarındadır

Bu noktada sorulması gereken temel soru, sanayileşmiş toplumlarda neden bu denli büyük bir bunalım, eş zamanlı olarak ortaya çıkmıştır? Bu toplumlar, nerede yanlış yapmışlardır?

Batı aklı kavrayamadığı, deney ve gözlemle destekleyemediği formüle edemediği şeyleri inkar etmektedir. Toplumsal Değerlerini (Toplumsal Sermaye, Sosyal Sermaye) bu temel bakış açısı ile inşa etmiştir. Batı, toplumsal sermayesini Yaratıcının bilgisine (Vahiy) başvurmadan yalnızca akla ve beş duyuya dayanarak oluşturmuştur. Yaratıcının bilgisinden bağımsız ve fakat bilim ve teknolojinin gelişimine bağlı olarak insan ve insani ilişkiler tanzim edilirken, insan yapısındaki karmaşık ilişkiler ve birbirine zıt değerlerin çatışması bir bütün olarak algılanamamış ve de görülememiştir. Dolayısıyla asıl sorun, vahyî bilgi eksikliğinin doğal sonucu olarak, insanı tanıyamamaktan ve gereğince idrak edememekten kaynaklanmaktadır. İnsan tüm tezatlı vasıfları ile bir bütün olarak anlaşılamadığı için aşırı kâr hırsı, lüks, israf ve birey egoizminin en süfli istekleri hayatın şekillendirilmesinde etkili olmuş; Fukuyama ve Brzezinski’nin ifade ettiği gibi herşeyin ölçüsü dolar olup çıkmıştır.

Çöküşün Genel Yasası: Toplumsal Sermaye Çürümesi

Tarihi bir olgu olarak; Toplumsal Sermayesini tüketen toplumlar, tarihte uzun süre etkinliklerini ve varlıklarını devam ettirememişlerdir. Şu veya bu şekilde toplumsal sermayelerini tüketen Roma, Selçuklu, Bizans, Osmanlı ve SSCB imparatorlukları benzer hastalıktan dolayı önce etkinliklerini, sonra da varlıklarını kaybetmişlerdir.

Ebu Hamid el-Gazalî’nin (MS. 1058-1111) Selçuklu Sultanı Mucîruddin’e yazdığı mektupta dile getirdiği, vurguladığı hususlar; toplumsal sermayenin tükenişi ile toplumların çöküşü arasındaki ilişkiyi ortaya koyması açısından önemli bir belge hüviyetindedir:2

“Mümkün olan en kısa zamanda ve otoritenin ulaşabildiği her yerde yolsuzlukların, adam kayırmacılığın, adaletsizliklerin, zulmün, rüşvetin ve diğer kötülüklerin tümünün kökünü kazımak için elinden geleni yapmada kusur etmemelisin. Ülkemizin halkı, ülkemizin şerefi; ülkemizin halkı, ülkemizin gerçek zenginliğidir. İçinde bulundukları yolsuzluktan senin haberin yok. Ülkenin bu kısmında olan anarşiden haberdar olmayabilirsin. Vergi tahsildarları yolsuzluk yapıyorlar. Fakir halkı kendi çıkarları için sömürüyorlar. Topladıkları verginin pek az bir kısmını devlete veriyorlar. Vergi oranları, halkın karşılayamayacağı kadar yüksek. Bu sözlerim üzerinde düşün. Fakirlik ve açlık onlara büyük acılar veriyor. Vücutları yoksulluktan harap olmuş durumda. Takatleri kesik. Uzun zamandır çektikleri sıkıntılar, bedenlerini kuru bir iskelete çevirmiş. Oysa sen lüks içinde bir hayat sürdürüyor, yönetimin altındaki insanlara, onların sorunlarına karşı ilgisiz davranıyorsun.”

Burada, toplumların çöküşüyle toplumsal sermaye arasındaki ilişki; “ülkenin halkının ülkenin gerçek zenginliği” olduğu söylenerek ortaya konulmaktadır. Dikkat çekilen noktalar, toplumların tarih boyu çürümesine sebep olan konulardır.

Selçuklu gibi Osmanlı’nın da benzer hastalığa yakalandığını görmekteyiz. 1717 yılında idam edilen Osmanlı Maliye Bakanı Sarı Mehmet Paşa, toplumsal sermayeyi tüketen çok önemli bir hastalığa; rüşvete, dikkat çekmektedir:3

“Rüşvet; her türlü kanunsuzluğun ve zulmün hem başlangıcı ve hem de kaynağıdır. Her türlü çarpıklığın, fitne fesadın anası rüşvettir. En büyük felaketlerin, dayanılmaz acıların kökünde rüşvet vardır. Müslümanlara, dine ve devlete zarar verebilecek unsurlar içerisinde rüşvetten daha tehlikeli olanı yoktur. Kanunsuzlukları, adaletsizliği, zulmü üreten bir makinedir rüşvet. İnancı ve devleti kökünden yıkar.”

Bugün ülkemizin yaşadığı sürecin, bunlardan çok farklı olmadığını söylemek abartı olmayacaktır. Bir kısım insanlar, lüks ve israf içinde yaşarken, büyük bir çoğunluğun yoksulluk sınırının altında kalması, orta sınıfın yok olmaya yüz tutması, bürokrasi ve siyaset erbabının sorumsuz ve vurdum duymaz tavırları, bazı kurumların bir korku unsuru olarak takdimi, yaşayan halkın sanal bir halk için feda edilmesi, yolsuzluğun, alkolün, uyuşturucunun, intihar, tecavüz ve şiddetin yaygınlaşması gibi göstergeler, Selçuklu ve Osmanlı’nın son dönemlerinden pek de farklı bir konumda olmadığımızı göstermektedir.

Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı, tarihin farklı dönemlerinde yaşamış imparatorluklar olup farklı inanç ve yaşam biçimlerini benimsemişlerdi. Ancak yıkılış dönemlerine baktığımızda, hepsinde bazı benzer davranış ve yaşam tarzının var olduğunu görmekteyiz. Burada, benzerlik ve özdeşlik kavramlarını aynı anlamda kullanmadığımıza dikkat edilmelidir. Bazı toplumların Hıristiyan, bazılarının da Müslüman olmuş olması, gelinen noktada sonucu değiştirmemektedir. Toplumların yıkılış yasaları, ilahi yasalar olup geneldir; insandan insana, toplumdan topluma değişmemektedir. Sarı Mehmet Paşa’nın veya Gazali’nin tasvir ettiği, hitap ettiği toplumlar ve yöneticiler ismen ve de şeklen müslümandılar. Ancak bu durum, yıkılışın tâbî olduğu yasaları değiştirmeye yetmemiştir. Değerler sistemini bozan, toplumsal sermaye ve enerjisini tüketen, imanları ile amelleri birbirini tutmayan her toplum, aynı akıbeti paylaşacaktır. Bu durum, Allah’ın bize bildirdiği bir kanuniyet olarak vuku bulmaktadır:

“Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü hileli düzenler kurmak istiyorlar. Halbuki kötü tuzak, düzen sahibinden başkasını kuşatmaz. Onlar öncekilerin başına gelenlerden başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda ne bir değişme bulursun; ne de Allah’ın kanununda bir sapma bulursun”. (35 Fatır 43) “Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince, ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler; tam zamanında çökerler.” (7 Araf 34)

Toplumlar, kendi yaptıkları (kazanımlar) ile ya yükselir, mutlu ve huzurlu olur; ya da bunalım içinde kıvranarak kaçınılmaz akıbetleri olan yıkımla yüz yüze gelirler:

“Eğer o ülkeler halkı, inansalardı ve korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden sayısız bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, bizde onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik” (7 Araf 96)

İnsan Fıtratının Tahribi: Hevânın İlahlaştırılması

Toplumsal çürüme sorununun çözümü, insan ve insan davranışlarının ne olduğu temel sorusunun cevabına gelip kilitlenmektedir. Eğer insan davranışlarının insan yapısıyla bağlantıları tam ve gerçek boyutuyla kavranamaz ise, yanlış davranış ve anlayış şekillerinin ana unsurlar olduğu yanılgısına düşebiliriz. Var olan durumun etkisinde kalıp, onun teorisini ihdas etmeye çalışırız. Bugün için sis perdesi ile örtülü olan gerçeği göremez ve fakat sisin sonuçlarına ilişkin durum tespitleri ile yetinebiliriz. Bugün insanla ilgili yapılmış pek çok çalışma vardır ve insan davranışlarını açıklığa kavuşturabilmek için pek çok model ortaya konmuştur. Ancak kirletilmiş bir dünya, insan gerçeğini koyu bir sis perdesi ile örtmüştür. İnsanla ilgili çalışmalar bu örtüyü kaldırma girişiminde bulunmadan gerçeği aradıkları için, ortaya atılan modellerin hiçbiri, insanı bir bütün olarak kuşatamamaktadır.4 İşte bugün için ana sorun bu yaklaşım tarzıdır. Bu da araştırmada eksik bilgi kaynakları kullanmaktan kaynaklanmaktadır. İnsanın yaratıcısı olan Allah’ın insana ilişkin bilgisine başvurmadan yapılan bütün çalışmalar, eksik olmaya mahkumdur. Ortaya konan tüm modellerin de, gerçeği bir bütün olarak yansıtması bundan dolayı mümkün olamamaktadır. Toplumsal Kirlenme sorununu gerçek anlamıyla çözebilmenin yolu, yaratıcının yarattığı varlığa (insan) ilişkin bilgisine başvurmak ve onu kullanmaktır.5 Yaratıcının bilgisine (Kur’ân) başvurmakla, soruna ilişkin subjektiflik, genel olarak ortadan kalkar. İnsan bir bütün olarak ele alındığından, genel olarak, birbirine zıt özellikler içeren iki karar merkez (nefs ve kalp) arasında optimal bir çözüme ulaşılır. İyi/güzel olanla, kötü/çirkin olan, temizle kirli, ilahî olanla şeytanî olanın çatıştığı bir yapı; iyiye, güzele ve temize doğru yönlendirilebilir.

Kirlenme sorunun temeline inebilmek için Kuran’ın “hevâ” diye isimlendirdiği ve insandaki karar merkezlerini daima olumsuz olarak etkileyen bir kavramı gözönüne alınmamız gerekir.

Hevâ

Hevâ, Kur’an-ı Kerim’deki anahtar kavramlardan biridir. Yaklaşık olarak 30 yerde geçmektedir. İnsanda var olan karar merkezlerinden nefsin, genel olarak, ana çalışma frekansıdır. Toplumsal çürümenin motoru olarak değerlendirilebilir. Hevâ, “benliğin şehvete meyli ve keyfiliği tercih etmesidir.”6 İnsanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin düşünme ve davranma halini ifade eder. İnsan bencilliğinin etkin unsur olarak dışavurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Hevâ, insan nefsinin cehalet ve kibre dayalı olarak oluşturduğu ve ilahi bilgiye dayalı değerler sisteminin karşısında olan bir değerler topluluğudur. İnsan fıtratının bozulmasını ifade eder.

Hevâ Sapıklığa ve Yıkıma Götürür

Hevânın etkisindeki bir insanın şeytanla irtibatı artar ve zamanla şeytanın oyuncağı olur (6 Enam 71). Bu durumdaki insanlar gerçekleri göremez ve duyamazlar. Hoşlarına gitmeyen, çıkarlarına engel olan herşeyi ret ve inkar ederler:

“Onlar kuruntudan ve nefislerin hevâlarından başka hiçbir şeye tabi olmuyorlar.” (Necm 23)

Hevâ; zan, tahmin, bilgisizlik ve kendini beğenmişlikle (istikbar) içiçedir (2 Bakara 120, 145; 5 Maide 48; 6 En’am 119; 30 Rum 29; 13 Rad 37; 45 Casiye 18; 53 Necm 23). Cehaletle gururun ona refakat etmesi hevâyı, insan ve toplum hayatında daha tahripkar yapar. Hevâ, hayatı birey nefsine indirger. Hayatın tümüyle birey bazına indirgenmesi ve yalnızca bireyin ihtiyaçlarının yada birey çıkarlarının aşırı bir şekilde öne çekilmesi, insan nefsinin doymazlığını azdırıp insanı sapıklığa sürükler:

“Allah’tan bir kılavuz olmaksızın, hevâsına uyandan daha sapık kimdir.” (28 Kasas 50)

Toplumsal sermayenin hevâya dayalı olarak inşa edilmesi; bireyi sapıklığa sürüklerken, kaçınılmaz bir şekilde toplumun, çevrenin, kısaca herşeyin bozulmasına ve nihayetinde yıkılıp yok olmasına sebebiyet vermektedir:

“Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve herşey bozulmaya uğrardı.” (23 Müminun 71)

Hevânın bu tahripkar gücünden dolayı bütün peygamberler uyarılmış, dikkatleri çekilmiştir:

“Öyleyse, ona inanmayıp da kendi hevâsına uyan, sakın seni ondan alıkoymasın; sonra yıkıma uğrarsın.” (20 Taha 16)

Bu noktada çok daha önemli olan bir husus da, hevâya uyanın görünür kimliği ne olursa olsun sonucun (yıkım) değişmemiş olmasıdır. Bu noktada hevâsını ilahlaştıran bir ateist ile hevâsını ilahlaştıran bir Müslüman arasında ayırım yapılmamaktadır. Bu tür insanların tümü; gerçeği ters yüz eden zalimler olarak, hevâlarına uyarlar ve hevâlarını hayatın merkezi yapmaya gayret ederler:

“Zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâlarına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.” (30 Rum 29).

Hevâ Bireysel Çıkarlarda Sınır Tanımaz

Bozulmanın ardından gelen yıkım; insan yapısının yalnızca tek yönlü olarak nefsin hevâsı istikametinde koşullandırılması ve buna uygun bir ortamın oluşturulması ile bağlantılıdır. İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi, bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük bir müstağnileşmedir. İnsanın kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç hissetmemesi, toplumsal dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kaçınılmaz olarak kirlenme ve çürüme gelir. Bu nedenle Allah, insana her arzu ettiği şeyin (bireysel çıkarlar) verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir:

“Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir. Yoksa insana “her arzu edip dilekte bulunduğu” şey mi var? (53 Necm 23, 24)

Batı düşünce sistemi bu noktada bir çıkmaz sokağın içinde bocalayıp durmaktadır. “Toplum için bireysel çıkar erdemden daha istikrarlı bir unsurdur” anlayışı, batı düşüncesinin temel aksiyomudur bugün. Ekonominin motivasyonu için kullanılan bireysel çıkarlar, toplumsal yapının sağlığı için isteneni gerçekten başarmakta mıdır? Yoksa meyvenin içine giren bir kurt gibi, toplumu içten içe çürütmekte ve sona doğru yaklaştırmakta mıdır?

“Çağdaş toplumların temel taşı bir değer haline gelmiş olan bireycilik, kendine yeterli özgür kişilerin gururunu bir tür içe dönük bencillikle gölgelemeye başlıyor ve böylece başkalarına duyulması gereken sorumluluklara kulak asmadan had safhaya ulaşan kişisel özgürlük kendi içinde bir sona yaklaşıyor. Bireylerinin, tarihin herhangi bir döneminde görülmemiş düzeyde özgürlüklere kavuştuğu toplumlarda insanlar, tek tük kalmış da olsa, onları bağlayan yükümlülüklerden sıkılıyorlar. Bu tür toplumlar için beliren tehlike, insanların kendilerini ansızın yalnız bulmalarıdır; herkesle iletişim kurmakta, ahbaplık etmekte özgür olsalar da samimi topluluklar içindeki insanlarla bağ kurabilmeleri için gerekli olan ahlâksal taahhütlere girebilme yetenekleri yoktur... Bireycilik, çağdaş demokrasinin temel taşıdır elbette; ama aşırı bireycilik de toplumsal bağın gerçekleşmesinde engelleyici olduğu için, demokrasi açısından olumsuz etkiler ortaya çıkarabilir. Böylece, postmateryalist değerlere geçişin toplumsal sermayenin bazı tiplerinde düşüşü sergilediği ortaya çıkıyor.”7

Hevâsını ilah edinmeyi yaşamın temel ilkesi haline getirip suç ve kargaşayı artıran, akrabalık bağlarını çökerten, ailenin çözülüşünü hızlandıran, evlilik dışı bir yaşamı meşru gören, boşanmayı hızlandırıp çocuk yapmayı engelleyen ve gayrı meşru çocuk yapılışına, şiddet ve uyuşturucu kullanımının yayılmasına seyirci kalan batı düşünce sistemi; bu yapısıyla insanlığın geleceği için çok fazla bir şey söyleme, ne gücüne ne de imkanına sahiptir. Böyle giderse, vahyî bilgiye teslim olmazsa, batı toplumu kendi kendini tahrip edecektir. Bu batı için önüne geçilemez bir süreçtir:

“Bireysel seçebilme özgürlüğünü artırmak için kendini, normları ve kuralları tepe taklak etmeye adamış bir toplum, giderek daha fazla kargaşaya kapılacak, parçalanacak, izole olacak, ortak amaçlarını ve görevlerini gerçekleştiremez hale gelecektir. Teknolojik gelişmesinde “sınır yok” ilkesini benimseyen bir toplum, kişisel davranışlara ve buna bağlı olarak suç artışına, dağılan ailelere, çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getiremeyen ana-babalara, birbirini umursamayan komşulara, toplumsal yaşamın dışına atılmış vatandaşlara da “sınır yok” demektedir. ... Dürüstlük, vefakârlık, sözünü tutmak gibi erdemler artık etik değerler olarak itibar görmüyorlar; onların Dolar ölçütüyle somut değerleri var, ortak bir sona ulaşmak isteyen gruplar tarafından kullanılarak onlara yardımcı oluyorlar.”8

Hevâ İnsanı Kör, Sağır ve Akılsız Yapar

Günümüz dünyasında pek çok bilim adamı; Fukuyama’nın yukarıda ifade ettiği acı sonuçları görmüş olmalarına rağmen, neden bu akışı durduracak tatminkar bir çözüm önerisi sunamamaktadırlar? Çözümdeki zorluk, hevânın insan üzerinde yaptığı karmaşık etkilerden kaynaklanmaktadır. Hevânın vücut verdiği bir çekim alanına giren ve kendi iradi kontrolünü kaybeden insanlar; zanları, tahminleri ve kibirlerinin neden olduğu bir körlük ve sağırlıkla gerçekleri görememekte ve duyamamaktadır:

“Şimdi sen, kendi hevâsını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45 Casiye 23)” “Kendi hevâsını ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunu söz işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın ve sapıktırlar” (25 Furkan 43,44)

Hevâlarını İlahlaştıranlar Başkalarını Saptırmak İçin Mücadele Ederler

Bu noktada unutulmaması gereken bir başka gerçek de; hevâlarını ilahlaştıranların, hevâlarının öngördüğü bir dünyayı tanzim etmek için başkalarının düşünce ve yaşam tarzlarına müdahale etmeleri ve onları saptırmak için mücadele etmeleridir:

“Kuşkusuz çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevâlarıyla başkalarını saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.” (6 Enam 119)

Hevâsını ilahlaştıranlar, tarih boyu bu misyonu yerine getirmişlerdir. İyiyi, güzeli, temizi, doğruyu arayanlara, hak-hukuk ve adalet isteyenlere hep baskı yapmışlardır. Bu ülkenin insanları, aydınlığın gelmesini, adaletin hakim olmasını istiyorlar ve zulüm altında ezilip yok olmayı istemiyorlarsa, birlik olarak, hevâlarını ilahlaştıranlara karşı onurlu bir mücadele vermelidirler:

“Nefsini, sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabrettir. Dünya hayatının aldatıcı sözünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi hevâsına uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.” (18 Kehf 28)

Sonuç: Hevâdan Arınmış Dosdoğru Bir İstikamet Tek Çaredir

İslam dünyası, bilim ve teknolojiyi üretememekten dolayı, genelde, batı karşısında ezik ve buruktur. Son 200 yıllık ardışık mağlubiyetler zinciri, bazılarımızı daha duygusal, daha tepkici ve daha retçi yaparken; bir kısmımızı da tam teslimiyetçi, şabloncu ve taklitçi yapmıştır. Bir kesim batıdan gelen herşeye kötü derken, bir kesimimiz de herşeye iyi demektedir. Bu karmaşık duygular, batıyı her konuda referans görme ve gösterme gibi bir zaafın oluşmasına neden olmuştur.

Mağlubiyetlerin oluşturduğu bir şuur altı olayı, bizi tahammülsüz yapmıştır. Bizler gerçekçi olabilirsek, insanlığı girdiği çürüme sürecinden çıkarabilecek bir atılımı gerçekleştirebiliriz. Kişiliklere sinen ezilmişlik duygusunu atabiliriz. Batıdan alabileceklerimiz yanında, batıya sunabileceğimiz daha çok zenginliğimiz olduğunu görebiliriz.

Hevânın hakim olmadığı bir dünyayı, bugün Müslümanlar inşa edebilirler. Bu imkan ve şansları vardır. Bugün ya bunu başaracaklar; ya da hem bu dünyada, hem de öteki dünyada zillet içinde yaşayacaklardır. Üçüncü bir yol yoktur.

Hevânın hiçbir şekilde kendisine bulaşmadığı vahyi bilgiye sahip olan Müslümanlar, ellerindeki cevherin kıymetini bilmeli ve tarihi sorumluluklarını yerine getirmelidirler. (5 Maide 48, 49)

Bugünün Müslümanları, bu kutsal görev için öncelikle nefislerini temizlemelidirler. Cennete giden yolun, nefislerini hevâdan arındırmaktan geçtiğini görmelidirler:

“Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsi de hevâdan sakındırırsa, artık hiç şüphesiz cennet onun için bir barınma yeridir.” (79 Naziat 40,41 )

O nedenle Müslümanlar, sapmış bir topluluğun hevâlarına uymamalıdırlar:

“Ey Kitap Ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, bir çoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun hevâlarına uymayın” (5 Maide 77).

O nedenle Müslümanlar, batılılaşarak yok olma hareketine karşı onurlu bir duruşla karşı çıkmalılar:

“Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: “Kuşkusuz doğru yol, Allah’ın gösterdiği dosdoğru yoldur”. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâlarına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı vardır.” (2 Bakara 120)

Ve nihayet Müslümanlar, Allah’ın kendilerine emrettiği, gösterdiği ve hevânın etkili olmadığı dosdoğru bir istikamet tutturmalıdırlar:

“Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevâlarına uyma. Ve deki: Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabb’imiz, sizin de Rabb’inizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin de amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda bir tartışma konusu yoktur. Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O’nadır” (42 Şura 15)  

Kaynaklar

1.         Fukuyama, F., Büyük Çözülme, Sabah Yayınları, İstanbul, (1999), s: 14-15

2.        Brezezinski, Z., Kontrolden Çıkmış Dünya, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, (1994)

3.         El Attas. S.H., Rüşvet, Pınar Yayınları, İstanbul, (1988), s:171-172.

4.         Cüceloğlu, D., İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, İstanbul, (1993).

5.         Can, B. “Toplumsal Kirlenmeye Kuranı Bakışlar I-VII, Umran Dergisi, İstanbul, (1995-1997)

6.         Öztürk, Y.N., Kuran’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul, (1991), s:172-174.

7.         Fukuyama, F., Age. S: 59

8.         Fukuyama, F., Age. S: 21

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...