1 Mart 2006 Çarşamba

Milletin Yoluna Döşenen Mayınlar

(Umran Dergisi)

Keser döner, sap döner; Bir gün de hesap döner.


Son günlerde birbirini destekleyen biri içerde diğeri ise dışarıda iki önemli olay meydana geldi. İçerdeki, Danıştay 2. dairesinin kamusal alan tanımlamasını iyice genişletip başörtüsünü sokakta da yasaklayan kararı; dışarıdaki ise, Hz.Peygamber’e(s.) hakaret içeren Avrupa merkezli karikatür olayıdır. İki olay, birbirinden bağımsız gözükmesine rağmen gerçekte birbiri ile bağlantılıdır ve birbirini tamamlamaktadır. Aynı zihniyetin İslam düşmanlığının farklı zaman ve mekanlarda tezahür etmesinden ibarettir. Dört yıldır bekletilen bir dosyanın zamanlaması dikkat çekicidir; muhtevası zamanlamasından çok daha önemlidir. Kamuoyunun dikkati dışarıya dönükken milletin yolu üzerine çok tehlikeli mayınlar döşenmiştir. Karikatür olayının gölgesinde kalan Danıştay kararının tartışmaya açılması daha yararlı olacaktır. Bundan dolayı bu yazıda ağırlıklı olarak Danıştay kararı üzerinde durulacaktır.

Danıştay’ın Görevi Milletin Yoluna Mayın Döşemek mi? 

Danıştay kararı, karikatür olayına iyi bir zamanlama ile eklemlenmiştir. Dikkatler dışarıya dönükken Türkiye’deki Müslüman halkın yoluna son derece cüretkar bir tarzda çok önemli mayınlar döşenmiştir.

Bir öğretmenin başörtüsü davası, 2001 yılında başlamış ve 2002 yılında 6. İdari mahkemenin öğretmen lehine karar vermesi ile sonuçlanmıştır. Ancak Ankara valiliği karara Danıştay nezdinde 2002 yılında itiraz etmiştir. Buraya kadar herhangi bir anormallik görülmemektedir. Anormal olan ve dikkat edilmesi gereken nokta, 2002 yılında yapılan bir başvurunun 2006 yılında karikatür rezaletinin olduğu ve Müslüman halkların ayağa kalktığı bir dönemde, tam 4 yıl sonra, karara bağlanmasıdır. Kararın iki önemli boyutu vardır. Bir boyut, doğrudan doğruya Müslümanların geleceğine dönüktür. İkinci boyut, AKP iktidarını yıpratma amaçlıdır. Burada ikinci boyut üzerinde durulmayacaktır.

Danıştay’ın verdiği kararın olumsuz oluşundan ziyade kararın kapsam alanı, dayandırıldığı gerekçe ve kullandığı üslup üzerinde durulması gerekmektedir:

“Anayasa’nın başlangıcında, ‘hiçbir düşünce ve görüşün, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılaplarıyla medeniyetçiliği karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesi gereği kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı...”

…Anayasa’nın ‘eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi’ başlıklı 42/3. fıkrasına göre de eğitim ve öğretim faaliyetinin temel ilkelerinin, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık, laiklik, çağdaşlık ve bilimsellik olduğu tartışılmazdır. Milli Eğitim Temel Yasası’na göre de milli eğitimde laiklik esastır ve öğretmenler buna uymalıdır. Öğreticilerin görünümleri de öğrenciler üzerinde etki yaratır.

Davacının okul içinde başı açık hizmet verdiği ifade edilse de, zaman zaman türbanlı olduğu yönünde beyanların da bulunduğu, benzer eylemleri nedeniyle iki disiplin cezası aldığı, davacının yöneticilik yapacağı okulda öğrenim görenlerin yaşlarının küçüklüğü nedeniyle mantıksal değerlendirme ve çıkarım yapma çağından uzak oldukları hususları birlikte değerlendirildiğinde, bulunduğu ortam içinde ve eğitim-öğretimin bir şekilde yansımasının oluştuğu dışsal çevrede en iyi örnek konumunda olması gereken davacının, okula geliş-gidişte de olsa söz konusu yasal düzenlemelerde belirtilen temel ilkelere aykırı davrandığı sabit olduğundan, müdürlükten alınıp öğretmen olarak atamasında hukuka, kamu yararı ve hizmet gereklerine aykırılık bulunmamakta.”1

Yukarıdaki kararı değerlendirmeden önce dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, Danıştay’ın başörtüsüne ilişkin kararlarında, 1984 yılından bu yana, 22 yıl içerisinde, dozajı gittikçe artan bir yasaklama eğiliminin var olmasıdır:

1984: Laikliğe karşı simge:

“Kendi toplumsal çevrelerinin baskısına veya gelenek ve göreneklerine boyun eğmeyecek ölçüde eğitim gören bazı kızlarımızın ve kadınlarımızın sırf laik cumhuriyet ilkelerine karşı çıkarak dine dayalı bir devlet düzenini benimsediklerini belirtmek amacı ile başlarını örttükleri bilinmektedir. Bu kişiler için başörtüsü masum bir alışkanlık olmaktan çıkarak kadın özgürlüğüne ve cumhuriyetimizin temel ilkelerine karşı bir dünya görüşünün simgesi haline gelmektedir.”

1987: Başörtüsü ayrı-türban ayrı:

“Türbanda bir çeşit başörtüsü olmakla birlikte biçim ve kullanış amacı yönünden başörtüsü ayrıdır. Başın yüz kısmı dışında kalan yerlerini sımsıkı kapatan ve kapatmasına özen gösterilen biçimi ile başörtüsü laikliğe aykırı bir ideolojinin simgesi olarak kullanılmaktadır. Türbanda ise böyle bağnaz bir kapalılık görünümü bulunmamaktadır. Bu nedenle disiplin kurulunca başörtüsünün türban sayılmaması yerindedir.”

1989: Çağdaş kıyafet değil:

“Başörtüsü; günümüz insanı için çağdaş bir kıyafet olmadığından anılan yönetmelik kuralı gereğince davacının eylemi kınama cezasını gerektirmektedir.”

1992: Türban da örtü de yasak:

“Böylece Anayasa’ya aykırılığı saptanmış olan boyun ve saçların başörtüsü ve türbanla kapatılması durumu kılık kıyafet serbestisi dışında tutulmaktadır”2

2006: Sokakta da yasak kararı (Yukarıdaki Danıştay Kararı)

Görülebileceği gibi Danıştay, bir stratejiyi adım adım uygulayarak milletin yolu üzerine her seferinde ustaca mayınlar döşemektedir.

Birinci Mayın: Kamusal Alan Hayatın Her Alanıdır 

Danıştay’ın bu kararından önce Kamusal Alan sadece devlet daireleri olarak tanımlanıyordu. Devlet dairelerinde hizmet sunanların başörtülü olamayacağı ancak hizmet alanların başörtülü olabileceği iddia ediliyordu. Sokakta başörtüsüne kimsenin karışmadığı tekrarlanıp duruyordu.

Daha önce Devlet daireleri için tanımlanan kamusal alan kavramı, Danıştay’ın bu kararı ile genişletilerek hayatın tümüne yaygınlaştırılmıştır.

Gözden kaçmaması gereken bir nokta da, Danıştay’ın bu kararında yalnız olmayıp YÖK ve CHP ile birlikte ortak hareket ettiğidir. Türkiye’de ilk kez sokağı içeren bir kamusal alan tanımlaması, YÖK başkanı Teziç tarafından Danıştay kararından çok önce yapılmıştır. YÖK Başkanı, karardan sonra düşüncelerini aynı şekilde tekrarlayarak karara destek vermiştir:

“Teziç: “Bir kör dövüşü içinde bir kapı açmaya çalıştılar. Yargı yakaladı”… “Hukuki açıdan yol kesildi. Artık hukuku zorlamamaları lazım” .

Soru: Peki bu karar kamusal alan kavramını genişletmiyor mu? Sokakta türban takan bir kadına müdahale imkanı yaratmıyor mu?

Teziç: “Hem evet hem de hayır. Yolda yürüyorsunuz. Tesettürlü bir kadınsınız. Polis sizi tanımakta güçlük çekiyorum dediği zaman yüzünüzü açmak zorundasınız. Sizi tanımakta güçlük çekiyorum dediği anda orası kamusallaşır.”

Soru: Eviniz olsa bile mi?

Teziç: “Evet” Ama polis teşekkür ederim deyip gittikten sonra yine özel alan olur.”

Soru: Danıştay, neden sokakta taktığı türbana karışıyor?

Teziç: “Laik demokratik cumhuriyette kamusal hizmet bir kişinin tarafsız kimliğini yansıtır. Dini ve siyasi sembol taşımasını engeller.”

Soru: Özel hayatında da mı?

Teziç: “Evet. Bir yargıç kürsüde başı açık olup, pazara türbanlı gidemez. Bu benim inanç alanım, özgür alanım diyemez. Anayasa Mahkemesi başkanımızı pazarda türbanlı görmek devleti sarsar. Bir öğretmen de okulda başı açık, pazara çıkınca türbanlı olamaz... Çocuk, kadınlığından utanarak türban takan öğretmenini görüp, acaba annem ayıp mı yapıyor, diye sormaya başlar.”

Soru: İnanca dayalı değerler mi daha kutsal? Yoksa laik demokratik cumhuriyetin oluşturduğu temel ilkeler ve hukuk düzeni mi?

Teziç: “Tabii ki, inanca dayalı değerler kutsaldır” Onun kadar kutsal olan, kamu görevlileri için kamunun yarattığı hukuk düzenidir. Sokaktaki insan ’Benim kamu görevlilerim ayrım yapmaz’ diyebilmelidir. Cumhuriyeti içtenlikle taşımak gerekiyor.”3

CHP genel başkanı Baykal karikatür rezaleti ile ilgili yaptığı konuşmada, Hollanda’nın derhal özür dilemesini yeri göğü inleterek isterken; Danıştay’ın kararına başörtülü bayanlara yaptığı hakaret için destek vermesi dikkat çekicidir. CHP grup başkan vekili Kemal Anadol “Danıştay’ın kararı, siyasete yansıyan bazı tartışmalara son veren hukuki bir belgedir. Bu kararla tartışmalara nokta konulmuştur.”; genel başkan yardımcısı Mustafa Özyürek ise “kamusal alanı genişleten bir karar. Aynı zamanda öğretmenlerin okula türbanla gelip gitmesini de aykırı bulan bir karar “4 derken tam bir ikiyüzlülük örneği sergilemiş olmuyorlar mı?

Gerek YÖK başkanının görüşlerinde ve gerekse Danıştay’ın kararında kamusal alan, son derece muğlaklaştırılarak isteyenin istediği şekilde kullanabileceği bir kavram haline dönüştürülmüştür; İslam’a ve Müslüman’a karşı duyulan bir kin ve bir düşmanlık gösterisidir; örtünmeye duyulan bir kin ve nefret ifadesidir.

İkinci Mayın: Başörtülüler Çocuklara Kötü Örnek Olmaktadır 

Danıştay kararında ‘Başörtülü bir öğretmen küçük çocuklara başörtüsünden dolayı kötü örnek olmaktadır’ anlamında kullanılan ifadeler, bu ülkede başörtüsü takan ve ülke nüfusunun çoğunluğunu meydana getiren bir kesime hakaret etmek anlamına gelmektedir. Danıştay’ın kararı genelleştirilirse, bu, başörtülü anneler kendi çocukları dahil tüm çocuklara kötü örnek olmaktadır anlamına gelir. Karar, görüldüğü gibi sadece halkla devleti karşı karşıya getirmiyor aynı zamanda anne ile çocuğu ve başı açık olanla başı açık olmayanı, iyi örnek olup olmama bağlamında, karşı karşıya getirip kamplaştırıyor.

YÖK başkanı ise hakarete daha ağır tonla bir başka düzeyde ‘kadınlığından utanarak türban takan öğretmen’ ifadelerini kullanarak iştirak ediyor. YÖK başkanı Teziç’in, kadının açılmasını kadın olmanın bir gerek şartı olarak gördüğü anlaşılıyor.

Gerek YÖK Başkanı Teziç gerekse Danıştay kararında kullanılan ifadelere dikkat edilirse şuur altının, bir kin ve düşmanlık şeklinde dışa vurulduğu görülür.

Bu ülkeyi kanı ve canı ile besleyen insanımıza reva görülen bu davranışın asıl sebebi nedir? Batı insanının karikatürlerde yapmak istediği hakareti anlayabiliyoruz çünkü onlar düşman; inanç olarak, yaşam tarzı olarak, tarihsel olarak İslam’a ve Müslüman’a düşmanlar, bunda bir anormallik yok. Ya ‘biz de Müslümanız’ diyen içerdekilerin bu kin, nefret ve düşmanlık dolu tutum ve davranışlarına ne denmeli? Bunlar kimin saflarında ve kime karşı savaşıyorlar? Yoksa hepsi aynı safın insanları mı? Kur’ân’ın ifşa ettiği insanlar yoksa bu insanlar mı?

“Ey iman edenler, kendinizden olmayanı sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.

Sizler, işte böylesiniz: onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size karşı olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Kin ve öfkenizle ölün.” Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.

Size bir iyilik dokununca onları tasalandırır, size bir kötülük isabet edince ise onunla sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların ‘hileli düzenleri’ size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır.” (3/118-120)

Üçüncü Mayın: Başörtüsü Bir Ayırımcılık Simgesidir 

YÖK başkanının ifadelerinde milletin önüne konulmak istenen bir başka mayın da başörtülülerin salt başörtüsü taktıkları için ayırımcılık yapacağı, tarafsız ve adil davranmayacağıdır. YÖK başkanına göre başı açık bir bayan mahkemede başı örtük bir hakim gördüğünde kendisine haksızlık yapılacağı duygusuna kapılacağını ve bundan dolayı verilen kararın adil olacağına inanmayacağını söylemektedir. Salt giysi adaletin ve tarafsız davranmanın bir ölçüsü oluyorsa, olaya tersinden YÖK başkanının mantığıyla yaklaştığımızda, başörtülü bir bayan, başı açık bir hakimin kendisine ayrımcılık yapıp hakkında taraflı bir karar vereceği ve haksızlık yapacağını düşünmelidir. Roller bu şekilde yer değiştiğinde ortaya çıkacak olan bu tezatlı durum nasıl çözüme kavuşturulabilecektir? YÖK başkanının mantığına göre her halükarda mağdur olanlar var olacaktır, ayırımcılık ve kamplaşma kaçınılmazdır. Çoğunluğun başörtüsü taktığı bir ülkede başı açık olma niçin, neden ve nasıl tarafsızlığın bir ölçüsü olmaktadır? Bu kriteri kim, hangi dayanağa göre ileri sürebilmektedir?

28 Şubat Postmodern darbe sürecinde bir üniversitede ‘yardımcı hizmetler kadrosunda çalışan bir telefon memuresi’, salt başörtülü olduğu için temelli olarak işten atılıyor. Danıştay da telefon memuresinin başının örtülü olmasını “ideolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmak” sayıp memuriyetten atmayı onaylıyor! (8. Daire, K: 2000/ 4951)5

 Oysa kanun, “boykot, işgal, engelleme” gibi eylemleri, “çalışma düzenini bozan eylemler” olarak kabul ediyor. Danıştay bu eylemlerin hiç birini yapmayan başörtülü memureye kademeli olarak, kanundaki gibi ‘uyarma, kınama, aylıktan kesme, kademe ilerlemesini durdurma’ gibi cezalar vermeden işine son vermeyi hangi yasal çerçeveye oturtabiliyor, bugüne kadar tartışılmış değildir. Yargının tarafsızlığı başörtülüler için geçerli değil midir? Anlaşılan o ki Danıştay mevcut yasalarla çelişen bir mahkumiyet kararını hiçbir adalet duygusu taşımadan, hiçbir vicdanı sorumluluk duymadan YÖK başkanının mantığı ile bakarak onaylamıştır.

Danıştay 12. dairesi Zina suçundan dolayı işine son verilen bir bayan öğretmenin İdari mahkemece onaylanan kararını bozma gerekçesinde, öğretmenin öğrencilere kötü örnek olup olmamasını değil işinde başarılı olup olmamasını referans almıştır:

“Olayda davacının görevine, anılan yasa hükmüne göre son verilmiş ise de; davacının görevinde başarısızlığının kanıtlanamadığı, bu durumun dışındaki halin ise görevine son vermeyi gerektirecek ağırlık ve nitelikte bulunmaması, ancak disiplin hükümlerine göre değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varıldığından 657 sayılı yasanın 56.maddesi hükmüne dayanılarak tesis edilen işlemde hukuki isabet bulunmamaktadır” (12. daire Esas no 2003/1169 Karar no 2005/ 4424)6

İki bayan başörtüsü örttükleri için Laikliğe, Atatürk ilke ve inkılaplarına, çağdaşlığa ve Anayasaya karşı gelmişler(!), kamu düzenini bozmuşlar(!) ve kendi çocukları dahil olmak üzere tüm çocuklara kötü örnek olmuşlar(!) ve bunun için de görevlerinden alınmışlardır. Zina yapan bayan öğretmen ise zina yaparak tüm sayılanlara uygun davranmış(!) olduğundan görevine iade edilmiştir.

Görüldüğü gibi dillerinden düşürmedikleri yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkeleri pratikte belli insanlar için geçerlidir.

Başörtüsünü zinadan çok daha tehlikeli kabul eden bir zihniyetle karşı karşıya kaldığımız gerçeğini unutmamalıyız.

Dördüncü Mayın: Kavramsal Bazda İhdas Edilen Ruhbanlık

Din ve vicdan hürriyeti, laiklik, düşünce ve ifade hürriyeti, demokrasi, kamusal alan ve insan hakları, Batılı zihniyetin ihdas edip kutsadığı kavramlardır. Uzun yıllar kimi Müslüman zihinler, inşa edilen bu kavramların gereğini Batılıların/Batılılaşmış kafaların yapacağını düşünerek kendilerini avutmuşlardır. İşin pratiğinde bu zihniyet mensuplarının kendi menfaatleri için başkalarını suçlama, karalama ve vurma aracı olarak bu kavramları kendi dışındaki toplumlar için kullandıklarını yazık ki görememişlerdir. Hz. Peygamber’e(s.) hakaret içeren karikatürler, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamına girmekte, ama din ve vicdan hürriyeti kapsamına girmemektedir. ‘Ermeni soykırımı yoktur’ demek düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamına girmeyip suç oluşturabilmektedir. Danıştay kararlarında ve YÖK başkanının açıklamalarında aynı kavramsal çarpıtmayı görmemiz mümkündür.

Gerçekten bu zihniyet insanlığın tarihi birikim olarak uzun mücadele sürecinde ikame ettiği tüm kavramları çarpıtmak, işine geldiği gibi yorumlayıp şekillendirmek, anlamlarını kaydırmak ve içlerini boşaltmak konusunda mahirdir. Belki de genetik yapılarının en temel ve ortak özelliklerinden biridir:

“Sözlerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. …İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever.”(5/13)

“Ey Peygamber, kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla «inandık» diyenlerle Yahudilerden küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen diğer topluluk adına kulak tutanlar (haber toplayanlar) dır. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar, «Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının» derler.”(5/41)

Oysa bu kavramları kendileri ihdas etti, kendileri tanımladı, şimdi de kendileri inkar ediyor. İhdas ettikleri bu kavramların gereğini yapmayıp kendileri ret ediyorlar.

Bir başka çarpıtma, yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız üç güç olup olmamasında yapılmaktadır. Yasama ve yürütme organları halkın iradesiyle oluşan organlardır; yargı ise atanmışlardır, halka hesap verme zorunluluğu olmayan kurumlardır. Seçilmişlerin önünü kesmek, onları çalışamaz hale getirmek adeta atanmışların görevi olmuştur. Her nedense atanmışlar, kendilerini devlet olarak görmekte, halkın temsilcilerinden oluşan yasama ve yürütmenin devlet için tehlikeli olduklarını varsaymaktadır. 1960 yılından bugüne gittikçe keskinleşen adı konmamış bir çatışma söz konusudur. Devletin kılcal damarlarına kadar nüfuz eden bu bürokrasi, CHP hariç tüm hükümetleri engellemeyi kutsal görev addetmiştir. Gazeteci yazar Arslan Tekin’in bu konuda dikkat çekici bir tespiti vardır:

“Alparslan Türkeş” kitabını yazarken, 12 Eylül 1980 öncesinde gazeteleri de taramıştım. Sık karşılaştığım haberlerinden biri de Milliyetçi Cephe ve Adalet Partisi hükümetlerinin hemen bütün kararlarını Danıştay’ın durdurduğuna dair haberlerdi… merak ettim CHP dönemlerini de taradım; hemen hiç haber yoktu! O zamandan bu zamana bir şey değişmemiş!”7

Görüldüğü gibi yargı, diğer iki güç merkezini engelleyen, onların da üzerinde olan bir güç haline gelmektedir. Yargı siyasalaşmaktadır. Yargıtay Başkanı Osman Aslan’ın bu tehlikeye, özellikle dikkat çekmeye çalışması önemlidir:

“Kamuoyunda sıkça tekrarlanan bir söylem var: Kışlaya, okula ve camiye siyaset girmesin. Bu söylem doğru ama eksik. Siyaset, yargıya da girmemeli. Meslek yaşamım boyunca dikkat ettim, siyaset girmesin diye kurumlar sayılırken, sadece kışla, cami ve okuldan bahsedilir. Yargı siyasallaşmamalı. Siyasallaştırılmak istenmemeli. Siyasallaşmak, adaletin temeli olan yargıyı, temelinden sarsar. Hâkimlerin siyasal görüşü elbette vardır. Olmalıdır. Ancak siyasi görüş kesinlikle karara yansımamalıdır.”8

Görüldüğü gibi 80 yıl boyunca ihdas edilen kurumlar, kuruluş amacından sapmış veya saptırılmış halka zulmeden, halkı hor gören, halkın taleplerini tehlikeli sayıp hayır diyen ve fakat yabancıların isteklerine evet diyen bir konumlanma içerisine girmişlerdir. Adeta her bir kurum kendisine bir kutsallık atfederek Ruhbanlaşmıştır. Ve fakat onun da gereğini yapmamaktadır. Tıpkı Ruhbanlığı ehli kitabın ihdas edip sonra da gereğini yapmaması gibi:

“Türettikleri ruhbanlığı ise, biz onlara (uyulması gerekli bir yaşama biçimi) yazmadık. Ancak Allah’ın rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar.”(57/27)

Sonuç: Türkiye Uyanıyor ve Arınıyor

Hz. İbrahim’le ilgili, kahramanları karga ile serçe olan bir kıssa anlatılır: Hz. İbrahim, kavminin tapındığı putlara karşı çıktığından, kavminin refahtan şımarıp azan önde gelenleri tarafından yakılarak öldürülmesine karar verilir. Hz. İbrahim’in ateşe atıldığını duyan serçe gagasına bir miktar su alarak ateşi söndürmeye koşar. Bunu gören karga, serçe ile alay ederek ne yaptığını sorar. Serçe ateşi söndürmek için su taşıdığını ifade edince, ‘senin taşıdığın bir damla su ile o ateş söner mi?’ diye alayını sürdürür karga. ‘Biliyorum, taşıdığım su ile bu ateş sönmez’ der serçe. Karga tekrar sorar: ‘öyleyse neden su taşıyorsun?’ Serçenin cevabı tefekkür eden akıl ve iman sahipleri için ibret vericidir: ‘Bu olayda safım belli olsun, ne tarafta olduğum anlaşılsın’.

Serçe bir ders verir karganın şahsında tüm insanlara. Zulüm, haksızlık ve adaletsizlik karşısında tarafsızlık yoktur. Safınızı, ne tarafta olduğunuzu ortaya koymalısınız. Susmak haksızdan yana olmak demektir. Bugün yaşananlar karşısında suskun kalanlar, zulmedenlerin, haksızlık edenlerin, adaletsizlik edenlerin saflarında yer aldıklarını unutmamalıdırlar:

“Bir de onlara deniz kıyısındaki şehrin uğradığı sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. ‘Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında’, balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, ‘cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında’ ise, gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk.

Onlardan bir topluluk: «Allah’ın kendilerini yıkıma uğratmak veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?» dediğinde «Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye» dediler.

Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakalayıverdik.” (7/163-165)

Gerek Danıştay’ın kararına gerekse YÖK Başkanı Teziç’in açıklamalarına gelen tepkilerden bir çoklarının saflarını belirlediği, kimin halkın yanında kimin karşısında olduğu açığa çıkmıştır. Kimin istismarcı, kimin samimi olduğu anlaşılmıştır. Dine ve dindara düşmanlık gösterenlerin şuuraltları dışsallaşmış, kin ve nefretleri alenîleşmiştir. Çifte standartçılar açığa çıkmaktadır. Herkes şuuraltındakini dışsallaştırmakta ve maskelerini çıkarmak zorunda kalmaktadır. İşte bu iyi bir gelişme olup gerektiği gibi değerlendirilmelidir.

Bütün bu olaylar, Milletimiz için bir şans olup turnusol kağıdı görevi görmektedir. Evet Türkiye arınmakta ve temizlenmektedir. Öyleyse yapılması gereken ilk iş bunları teşhir etmek, halkı aydınlatmak ve tavır almasını sağlamaktır.

Tarhan Erdem’in Milliyet’te yayınlanan araştırmasına göre ‘CHP’lilerin yüzde 33’ü başörtülüdür’.9 CHP kendi seçmenine yapılan bir hakareti görmezden gelerek safını belli etmiştir. Kendi parti yöneticileri tarafından hakarete uğrayan CHP’li başörtülü seçmenin CHP’ye tavır koyarak partiye destek vermemeleri için bir çalışma yapılmalıdır. Genelde herkesin, özelde başörtülülerin bu alay ve hakaretler karşısında suskun kalmaya hakkı yoktur.

“O, size Kitapta: «Allah’ın ayetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp-geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz» diye indirdi.” (4/140)

Tarihi süreç içerisinde Peygamberlerin izinden gidenler şeytanın izinden gidenlerce alaya alınmış, horlanmış, hakarete uğramışlardır. Bu gerçek Müslümanlarca iyi anlaşılıp ona göre sabır ve metanet içerisinde olunmalıdır. Bu Allah’ın bizi açık bir imtihanıdır:

“Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız, (bu) emirlere olan azimdendir.” (3/186)(2/14, 212)

Tarih boyu iman edenlerin değerleri, oyun ve eğlence konusu edilmiştir. Bundan sonra da edinilecektir. Değerlerimizi oyun ve eğlence konusu edinenlerin, onları alaya alanların dostlukları, arkadaşlıkları ve sırdaşlıkları yeniden değerlendirilmelidir:

“Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur’an’la) hatırlat ki, bir nefis,kendi kazandıklarıyla helake düşmesin…” (60/70)

“Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi, alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri dostlar (veliler) edinmeyiniz. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan korkup-sakının. Onlar, siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun (konusu) edinirler. Bu, gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır. (5/57,58)

Danıştay kararının bu şekilde kalması, gelecekte Müslümanları çok sıkıntıya sokacaktır. Halk çok ciddi bir şekilde kamplaştırılabilecek; millet devletten kopacaktır. Halkın sabrını test etmek için halkı kobay olarak kullanmaya kalkmak bu ülkeyi, bu milleti seven hiç kimsenin yapabileceği bir şey değildir.

Bu ülke bizimdir. Dedelerimizin kanı bu toprakları beslemiştir. Hiç kimse ve hiçbir güç bize ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapamaz. Biz halk olarak yoğurdu üfleyerek yeriz. Bu korkaklığımızdan değil sabrımızdandır. ‘Sabır teslimiyet değil mücadeledir’. Sabrımız, bu ülke insanının yaşadığı 100 yıllık zihinsel kirlenme sürecinden dolayı gerçeği görememiş olmasındandır. İnsanımızı kaybetmeyi değil kazanmayı hedeflediğimizden dolayıdır.

Çünkü biz; kendisini öldürmek isteyen insanlar için ‘Ya Rabbi, kavmim cahildir, bilmezler, kusurlarına bakma, hidayet ver’10 diyen bir peygamberin izinden yürümekte, onun rehberliğini kabul etmekteyiz.

Çünkü biz;

“Ben lanet okumak için değil, alemlere rahmet olarak gönderildim. Sizden önce bazı insanlar tepeden tırnağa kadar testerelerle kesilmişler, fakat vazifelerinden dönmemişlerdi. Allah bizi de muvaffak edecektir. Bu memleketin her tarafında bir deveci istediği gibi hareket edecek ve Allah korkusundan başka bir korku duymayacaktır.”10

diyen bir Peygamberin sünnetine tabi olmuşlarız.

Başımıza gelenler ve de gelecek olanlar bizim için bir arınma ve bir imtihandır. Bizim başımıza gelenler bizden öncekilerin ve özellikle bizzat Hz. Peygamberin başına gelmiştir.

Bugün olanlar bunların bir tekrarından başka bir şey değildir. Bu nedenle ne abartılmalı ne de görmezlikten gelinmelidir. Ne de öfkeye kapılıp başkasının satranç tahtasında piyon olunmalıdır.

Taif’te taşlanan, hakarete uğrayan Hz.Peygamberin sabır, metanet, Allah’a teslimiyet ve mücadele azim ve kararlılığı içeren duası benzer günlerde bizim de duamız olsun. Yolumuzu ve ruhumuzu aydınlatsın:

“İlahî! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak Sana arz ederim, ancak Sana şekva ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüpte dalına bindiği biçarelerin Rabbi Sensin! İlahî! Huysuz, yüzsüz bir düşman eline beni düşürmeyecek, hatta hayatının dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile bırakmayacak kadar beni esirgersin. İlahî! Gazabına uğramadıysam çektiğim mihnetlere, belalara aldırmam. Fakat Senin siyanetin bunları göstermeyecek kadar geniştir. İlahî! Gazabına uğramaktan, rızasızlığına duçar olmaktan, Senin o karanlıkları pırıl pırıl parlatan, dünya ve ahirete ait işlerin medari salahı olan yüzünün nuruna sığınırım. İlahî! Sen razı olasıya kadar işte affını diliyorum. Her kuvvet ve kudret Seninle kaimdir”11

Notlar

1- Keskin A. ‘İmam-Hatibe Dur Dendi, Kamusal Alan Genişledi, Radikal, 09.02.2006

2- Yeni Şafak, 10.02.2006

3- Batur N., ‘Kürsüde Aç Pazarda Tak Kabul Edilemez.’ Hürriyet, 10.02.2006

 4- Sağım Solum Kamusal Alan, Sabah, 10.02.2006

 5- Akyol T., ‘Yargı, Laiklik, Çağdaşlık’, Milliyet, 10.02.2006

 6- Vakit, 18.2.2006

7- Tekin A., “Halkın Önüne Engel Çıkarttıkça AKP’’yi Büyütüyorsunuz Ey Çağdaşlığı Kendilerinden Menkul Kurumlar!, Yeni Çağ, 10.02.2006

8- Donat Y., Sabah, 8 Şubat 2006.

9- Korucu B., ‘Danıştay Kötü Örnek Oluyor.’ Zaman, 10.02.2006

10- Berki A. H., - Keskioğlu O., Hz. Muhammed, Diyanet Yayınları, Ankara , 1974 S: 127

11- Heykel M., Hz. Muhammed Mustafa, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1972, S: 192 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...