26 Nisan 2005 Salı

Medya çıkmaz sokakta

(Milli Gazete)

Türk medyası çıkmazdadır. Medya, bağımsız olmadığı için çıkmaza girmiştir. Bundan dolayı Türkiye de medya sadece "medya" değildir, hiçbir zaman da olamamıştır. Daima bir gücü elde bulundurmanın ya da elde etmenin bir aracı ola gelmiştir.

Bizde medya, kuyruğundan güç odaklarına bağlıdır. Ve bu, o güç odaklarının hoşuna gitmeyen haber ve yorumların görülmemesini veya atlanmasını beraberinde getirir.

Haber ve yorum iç içedir Türk medyasında. Bunun sonucu olarak da neyin haber, neyin yorum olduğu noktasında çok zaman okuyucu şaşırır. Haber ve yorumun sınırları net bir biçimde çizilmemiştir. Haberin mahremiyeti ve yorumun subjektifliği birbirine karışmıştır.

Haber ve yorumun içiçeliğinden daha garip bir durum var. O da haber ve magazinin karışmasıdır. Yani haber magazin havasında, magazin ise haber gibi takdim edilmektedir. Ya da magazinin girmediği hiçbir haber hemen hemen yok gibidir. Bu da haberin güvenirliğini ciddi bir şekilde zedelemektedir.

Medya sadece sermayeden değil, siyasetten de bağımsız değildir. Bu durum, medyanın siyaset kurumu ve siyasetçilerle ilgili özgün haber verme gücünü elinden alır. Çok zaman medya, kendini kiralamaya hazır olduğu için siyaset esnafı tarafından kullanılır. Bundan dolayı özellikle büyük medyada dosdoğru bir çizgiden söz etmek mümkün olamıyor. Daima inip çıkan, sağa sola kayan bir zikzaktan söz edebiliriz ancak. Bir nevi iktidara göre şekil alan, ona göre tavır belirleyen bir yapıya sahiptir medya.

Türk medyası, dünyadaki gelişmeleri takip etmez. Kendi kendisiyle kısır bir tartışmaya girdiğinden, dünyada, kendi sektöründe olup bitenlerden habersizdir. Kendini yenileme, üslubunu gözden geçirme ihtiyacı hissetmez. Gözleri kapalı bir şekilde sahibinin sözcülüğünü yapar sadece. Sorumlu yayıncılık yapmayı aklına bile getirmez. Üslubunu soğuk savaş döneminden bu güne taşımayı aklından bile geçirmez.

Türk medyası -ve genel anlamda aydını- kendisine haber verdiği halkın değerlerinden, kültüründen, inancından habersizdir. Bu habersizlik bazen yabancılaşmanın bir sonucu olarak çıkar karşımıza, bazen de umursamazlık, ciddiye almazlıktan kaynaklanır. Bunun sonucunda ise zaman zaman çok trajikomik sahnelerin ortaya çıktığına şahit oluruz. Sözgelimi bu medya, Kurban bayramının yine Hac dönemine denk geldiğini yazabiliyor, gösteri yapan grubun birlikte cemaatle namaz kıldığından söz edebiliyor. Doğrusu buna da şükrediyoruz, koca profesör (İlhan Arsel miydi ) gibi pîr ile pireyi karıştırıp bunun üzerinden İslam eleştirisi yapmıyor en azından.

Tüm bunları sıraladıktan sonra aklıma İsmet Özel in bir yazısnın başlığı geldi: "Medyanın gücü, gücün medyası." Galiba tüm bunları bu başlığın altını doldurmak için sıraladım. Evet, medyanın gücü var ama Türkiye de, asıl "gücün medyası"ndan söz etmek gerekir. Bizde bu güç sahiplerinin istekleri doğrultusunda gazetecilik yapılır. Haberler, bu gücün menfaatleri doğrultusunda oluşturulur ya da es geçilir. Medya bu gücün daha çok zenginleşmesi, daha çok kazanması, daha çok ihale alması için bir araçtır yalnızca: Bir şantaj aracı. Neticede hiçbir siyasetçi bir sabah uyandığında kendini onlarca gazetenin manşetinde görmek istemez olumsuz bir biçimde. Ki bu medyanın elinde çoğu siyasetçiye ait hoşalanmayacakları belgeler zulada bekletilirken. Ve büyük ihtimalle kimisinin nefsine hakim olamayıp şeytana uyduğu bir andaki görüntüsü de vardır ellerinde, kimisinin ise başka bir pazarlık anından görüntüleri.

  

1 Nisan 2005 Cuma

MEDENİYETLER ÇATIŞMASINDA MÜSLÜMANLARIN YOL HARİTASI-IV: TEVHİDİ DEĞERLERLE ŞEYTANİ DEĞERLER ARASINDA UZLAŞMA OLMAZ

 (Umran Dergisi)

“Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.” - R. Hull

 

Geçen sayıda Değer kavramını ve bununla ilgili temel konuları incelemiştik. ‘Her şeyi gören, bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici, bir seçicinin, tasvip edip etmemesi ile değerlerin ortaya çıkması gerektiğini ve ‘Her şeyi gören ve bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen ideal bir gözleyici’ olarak yalnızca Allah’ın varolduğunu ifade etmiştik.

Ana değerler, temel değerler yaratıcı, ideal gözleyici, seçici olan Allah tarafından konulmuş ve bu değerler, Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilerek yol göstermiştir. Bu durumda karşımıza önemli bir soru çıkmaktadır.

Eğer Allah, insanlara temel, ana değerleri göndererek doğru yolu göstermiş ise; nasıl oldu/oluyor da değer farklılaşması meydana gelmiş/gelmektedir. Bu sayıda bu sorunun cevabı araştırılmaktadır.

Yaratılışın Üç Boyutu: Varlık, Bilgi, Değer

Farklı değerlerin ortaya çıkışını ve farklı değerlerin birbirleri ile ilişkisini anlayabilmek için insanın yaratılış olayına geri dönmemiz ve konuyu değerler açısından tartışmamız gerekir. Değerlerin ortaya çıkışından sonra farklılaşmaları ve ardından birbirleri ile mücadele etmeleri, farklı değer koyucuların varlığına dikkatimizi çevirmemizi gerektirmektedir. Bu nedenle insanın yaratılışı ile başlayan olaylar silsilesine, insanlığın tüm kaderini kuşatan bir fotoğraf, bir film olarak bakılabilir.

İnsanın yaratılışı, Kur’an’ın değişik surelerinde farklı derinliklerde ve fakat her seferinde farklı bir açılım getirilerek anlatılmaktadır (2/29-39, 7/10-27, 20/115-129, 59/16, 15/27-43, 17/61-65). Yaratılış olayında varlık, bilgi ve değer olmak üzere üç ana boyut olduğu görülmektedir.

Yaratılışta Varlık Boyutu

İnsan yaratılmadan önce melek ve cin olmak üzere, yapı taşları farklı, iki ayrı varlığın olduğunu Kuran ayetlerinden öğreniyoruz. Yaratılış ayetlerinde meleklerin fiziksel yapı taşları ile ilgili herhangi bir bilgi verilmezken; cinlerin dumansız alevden, ateşten yaratıldıkları belirtilmektedir (15/27, 33, 17/12).

Yeryüzünde halife olarak yaratılan yeni varlığın(beşerin) yapı taşı, melek ve cinlerden farklı olarak, topraktır. Kendisine şekil verilmiş ve içine Allah’ın ruhundan üflenmiştir(15/26-29). Varlık boyutu itibari ile insan, ruh ve maddeden meydana gelmiştir.

Bu yapısına uygun olarak varlığının devam edebilmesi için biyolojik ihtiyaçları, neslinin devam etmesi için cinsel ihtiyaçları, ruhi gelişme için de ruhsal ihtiyaçları ve toplumsal bir varlık olarak sosyal ihtiyaçları vardır.

İhtiyaçların bir bütün olarak birbiri ile uyumlu karşılanması halinde insan, dengeli, kendi içerisinde tutarlı bir davranış sergileyebilir. Bu, ihtiyaçların hangi kriterlere göre nasıl ve nerede karşılanacağı sorusu, değerler sorununu gündeme getirir.

Varlığının devamı için gerekli biyolojik ihtiyaçlarının (yeme, içme, giyinme, barınma vb…) karşılanması için arz insanın emrine verilmiştir. (2/29, 36 7/10,24)

İnsanın biyolojik ihtiyaçlarının kaynağı doğa ise insan-doğa etkileşimi, insanın doğa ile olan ilişkisinin çerçevelendirilmesi önem kazanır. Kâinat büyük bir plana, bir programa göre sibernetik bir denge içerisine bulunmaktadır. Biz anlayamasak bile Arz, bir boyutu ile canlı gibi davranmaktadır. Dolayısıyla arzın insanın emrine verilmiş olması, doğanın tahribini değil onunla uyumlu bir dengenin kurulmasını zorunlu kılar. Bu açıdan bakıldığında, insan-doğa ilişkisi bir hakimiyet kavgası olmamalıdır. Ekolojik denge, sünnetullahın insan lehine büyük bir düzenlemesidir. Bu nedenle, insan-doğa ilişkisi değerler sisteminin ilgi alanına girer. Değerler sistemi, bu ilişkiyi sağlam temeller üzerine oturtmalıdır.

İhtiyaçların karşılanmasındaki diğer bir boyut da, insanın hem fert hem de toplumsal özellikli bir varlık olmasıdır. İhtiyaçlarını karşılamada insanlar birbirine bağımlı ve muhtaçtırlar. Değer sistemleri ne ferdi ne de toplumu ezdirmelidir. Eğer insan kendini kendine yeter görürse müstağnileşir. Bunun sonucunda da birlikte yaşama ihtiyacı ortadan kalkarak ferdileşme meydana gelir ve toplumsal dayanışma yıkılır. İnsan kendi kendinin kurdu haline gelip azar:

“Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden.”(96/6,7)

Öyleyse değerler sistemi, bu tehlikeyi önlemeli, fert ve toplum arasında optimal bir denge kurmalıdır.

İnsanın cinsi ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için çift, eş olarak (kendisi ve karşı cinsi) yaratılmıştır. İnsanın cinsi ihtiyacını karşılayarak sükun bulup durulması ve neslini devam ettirebilmesi için evlilik ve aile kurumu çok önemli bir değer olarak ihdas edilmiştir:

 “O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan da eşini var etti. Onu (eşini) örtüp-bürüyünce, o da bir yük yüklendi ve bununla (bir süre) gezindi. Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rableri olan Allah’a dua ettiler: ‘Eğer bize salih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenlerden olacağız.’”(7/189)

Yaratılışta Bilgi Boyutu

Yaratılış olayının bilgi boyutu, Hz. Adem ve İblis açısından, iki farklı cepheden, incelenmesi gerekir.

Hz. Adem Cephesi

Yaratılış olayında dikkatimizi çeken önemli bir nokta dört farklı durumda Hz. Adem’in bilgilendirilmiş olmasıdır:

1-Yaratılma sonrasında özel bir bilgi ile bilgilendirilip donatılmıştır. Bu bilgi ile meleklere üstün konuma getirilmiştir:

“Adem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: “Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları bana isimleriyle haber verin” dedi.

Dediler ki: “Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur.” (Allah:) “Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver” dedi. O da, bunları onlara isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki: “Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da ben bilirim.”” (2/31-33)

Burada Adem’e, yalnızca varlığın (eşyanın) mahiyeti hakkındaki salt bilgi verilmeyip; bununla birlikte bilgi üretme mekanizması ve yeteneği de verilmiştir.

2- Cennete yerleştirildiklerinde a- Cennetteki yaşama ilişkin temel değerler(2/35), b-kendilerini bekleyen tehlikeler(20/118,119) ve c- düşmanları konusunda(20/117) bilgilendirildiklerini görmekteyiz.

3- Cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderilecekleri zamanda da kendisine yine bilgi verilmiştir(2/37).

4- Yeryüzündeki yaşamları konusunda, kendisi ve nesli için yol göstericiler aracılığıyla bilgilendirildiği/bilgilendirileceği yaratılışla ilgili ayetlerden anlaşılmaktadır (20/123,124).

Özetle insanın mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayabilmesi için gerekli temel değerler, ana değerler, Allah tarafından insanlığa bildirilmiştir. Kendilerinden bu değerlere sadık kalarak yaşamaları istenmiştir:

“Size benden bir yol gösterici gelecektir; kim benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz da olmaz.” “Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (20/123,124)

İblis Cephesi

İblis’in, Hz. Adem’in sahip olmadığı bir takım bilgilere, en azından yasak ağaçla ilgili bilgiye, vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Ancak İblis, bilgisini çarpıtarak sunmakta, saptırmak ve tuzak kurmak için kullanmaktadır. Dolayısıyla İblisi bilgi, gerçekleri çarpıtmaya, bozmaya dönüktür. İblis, yasak ağacın mahiyetini bildiği halde tamamen yanlış bilgi vererek Hz. Adem’le eşini yanıltmış olması bunun en güzel bir göstergesidir:

“Ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.

 “Şeytan, kendilerinden ‘örtülüp gizlenen çirkin yerlerini’ açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.” Ve: “Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin de etti.” (7/19-21)

 “Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: “Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?”” (20/120)

Bu hususun üzerinde hassasiyetle durulması gerekir. Çünkü toplumsal alanı ilgilendiren çalışmalarda İblis’in yaptığı yanıltma ile karşı karşıya kalınıp kalınmayacağı ciddi bir sorundur. Geçen yazımızda doğaya ilişkin yapılan çalışmalarla toplumsal alana ilişkin yapılan çalışmalar arasındaki farklılıkları verip en ciddi sorunun, araştırmacının kendi duygu, düşünce ve inançlarından bağımsız kalamayacağı olduğunu ifade etmiştik. İblis’in kasıtlı olarak bilgiyi çarpıtması, insanın cennetten çıkmasına; Marks’ın mülkiyet üzerine yanlış bir felsefe inşa etmesi, insanlığın 100 yılına mal olmuştur.

Bu nedenle, toplumsal alandaki bilimsel çalışmalarda, ideal gözleyici ve seçici olan Allah’ın konuya ilişkin olarak insanlığa bildirdiği bilgiler, ana ön kabuller olarak bizim için önemli olmaktadır. Bunlar bizim ana, temel değerlerimiz, ana frekanslarımızdır. Allah ana değerleri insanlığa bildirmiş, ayrıntıyı, ikincil değerleri, araç değerleri, teknik değerleri insanlara bırakmıştır. Bu yaklaşım tarzıyla, ideal gözleyici, ideal seçici olan yaratıcının bilgisi, tüm çalışmalarımıza ışık tutmuş olacağından dolayı gerçeği bir bütün olarak yakalama şansına sahip olabileceğiz.

Yaratılışta Değer Boyutu

Allah, yeryüzü için yaratılacak olan insandan bahsederken, Halife kelimesini kullanarak onun iyilik, güzellik, üstünlük boyutuna (olumlu cephe) vurgu yaparken; Melekler ise ‘fesad ve kan dökücü’ ifadelerini kullanarak onun olumsuz cephesine dikkat çekmektedirler. Allah insanı olumlu, melekler ise olumsuz yönü ile tanıtmaktadır:

“Hani Rabbin, Meleklere: “Muhakkak ben, yer yüzünde bir halife var edeceğim” demişti. Onlar da: “Biz seni övüp-yüceltir ve (sürekli) takdis edip dururken, orada fesat çıkaracak ve orada kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?” dediler.” (2/30)

İnsanın yapısında iyiliğe veya kötülüğe, güzelliğe veya çirkinliğe, adalete veya zulme kısacası birbirine zıt istikametlere götürebilecek karar mekanizmaları (kalp-nefs) bulunmaktadır. Bu mekanizmalar aracılığıyla insan, zıtların birliğinden oluşmuştur. Her iki karar mekanizması, kendi içlerinde olumlu ya da olumsuz istikamette değişebilme özelliklerine sahiptir. Siyahlaşmış bir kalpten beyazlaşan bir kalbe ulaşmak mümkündür. Veya tersi. Ya da siyah ve beyaz aynı kalp içerisinde farklı tonlarda bulunabilmektedir. Aynı şey nefs için söylenebilir. ‘Kötülüğü emreden bir nefs’den ‘mutmain olmuş’, ‘razı olan’ ve ‘razı olunan bir nefs’e geçilebilir. Veya tersi. Bunlar karşılıklı olarak birbirlerini destekledikleri gibi birbirlerini de engelleyebilirler. Bu açıdan bakıldığında insanın bir güzellik cephesi (olumlu) bir de kötülük cephesi (olumsuz) vardır; insan yapısında çift cephe, çift yapı. Buna uygun da birbirinin zıddı çift değer sistemi (değerlerin olumlu veya olumsuzluluğu anlamında, değerlerin çift kutupluluğu) kendisine sunulmuştur:

 “Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun) .” (91/8)

İnsan yapısındaki bu zıt yapı iki zıt değer sisteminin hakimiyet alanıdır. Bu mekanizmalara hakim olan değer, insanı kontrol eder. Kalp ve nefsin birbirlerini desteklemeleri (olumlu veya olumsuz anlamda) ile insan istikametini belirlemektedir. Bunların birbirine zıt istikamet alması durumunda insan baskın olanın istikametine gitmektedir. Birbirine yakın zıt etkileme durumunda ise insan, kararsız kalıp ne yapacağı bilinmeyen bir tezatlar abidesi haline gelmektedir. Kendisine verilen irade ile tercih etme hakkı kendisine bırakılmıştır. Tercihle birlikte sorumluluk da yüklenmiştir. İnsan, tercih yapma hakkına sahip olacak şekilde gerek donanımsal, gerekse yazılımsal mekanizmalarla(akıl, beş duyu, kalp, nefs, gönül…) donatılmıştır:

“Biz ona ‘iki yol-iki amaç’ gösterdik.” (90/10)

“Yolu(Sebil) doğrultmak Allah’a aittir, kimi (yollar) ise eğridir.” (16/9)

İnsan farklı değerlerin adeta bir savaş alanıdır. İstikametini belirleyene kadar büyük bir gerilim içerisinde gelgitler yaşar. Doğru sağlam tercih yapabilmesi için elinde ölçülerin-kriterlerin olması, kendisine doğru yolun gösterilmesi gerekir:

“Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir.” (20/50)

Secde Olayı ile Başlayan Düşmanlık ve Değerler

İnsanın yaratılışı ile ilgili meleklerin serzenişte bulunarak insanın olumsuz yönünü öne çekmeleri, kendilerini bir imtihanla karşı karşıya getirmiştir. Allah, Hz. Adem’i varlık hakkında bilgilendirip melekleri bilgilendirmemiştir. Bunun üzerine eşya (varlık), hem meleklere hem de Adem’e gösterilip ne olduğu sorusu sorulmuştur. Melekler yöneltilen soruya cevap veremezlerken Adem, soruyu cevaplandırmıştır(2/31-33). Kaba bir tabirle melekler tarafından hor görülen Adem, sınavın sonunda üstün bir konuma yükselmiştir. Bu üstünlüğün bir nişanesi olarak saygı anlamında meleklerin Adem’e secde etmesi istenmiştir. Yapı olarak melek olanlar secde etmiş, yapısal olarak melek olmayan İblis ise secde etmemiştir.(2/34, 7/11, 20/116, 15/30,31)

Secde emrine kadar davranış olarak melek özelliği gösteren melekler topluluğu, yapı olarak melek ve cinlerden meydana gelmiş bir topluluktur. Secde edip etmemeye bağlı olarak davranışlar farklılaşıp ayrışmışlardır. Fiziksel yapı olarak melek olanlar, Allah’ın emrine itaat edip secde etmişler; fiziksel yapı olarak ateşten yaratılmış olan cinlerden İblis, emre itaatsizlik yaparak secde etmemiştir.

Bu şekilde bir ayrışma, insanoğlunun kaderinde önemli bir dönüm noktası olup insan için en tehlikeli bir düşmanı ortaya çıkarmıştır: İblis-Şeytan. Bundan sonra bir tarafta Hz Adem ve eşi, diğer tarafta İblis vardır. İki ayrı varlık birbirine karşıt iki ayrı safta yer almıştır. Hz. Adem ve eşi, o an için gerektiğince farkında olmamış olsalar bile, İblis onların ve onların şahsında insan neslinin açık, katı bir düşmanı olmuştur. Bunun için Allah, Hz. Adem’le eşini, cennette yerleşirlerken İblis’in düşmanlığı konusunda özellikle uyarmıştır:

“Bunun üzerine dedik ki: ‘Ey Adem, bu gerçekten sana da, eşine de düşmandır; sakın sizi cennetten sürüp çıkarmasın, sonra mutsuz olursun.’”(20/117)

Tevhidi Değerlerle (Fıtri Değerler) Şeytani Değerlerin İlk Karşılaşması

Secde olayından sonra iki farklı tavır, iki farklı tutum, iki farklı davranış, iki farklı düşünce söz konusudur: meleksel davranış, tavır, tutum, düşünce ve şeytani davranış, tavır, tutum, düşünce. Bu durum değerlerin çift kutuplu oluşunu göstermektedir.

Yaratılış ayetlerinde bütün değerler gündeme taşınmış değildir. Aşağıdaki başlıklarda verilen konular üzerinde tekraren durulmuştur. Bu da, bu değerlerin ne kadar önemli olduğunu gösterir.

1- Müstekbirlik ve Sınıfsal Ayırım

İblis yapı taşını referans alarak, ateşten yaratılanların topraktan yaratılanlara göre daha üstün bir sınıfı oluşturduklarını ileri sürmüştür:

 “(Allah) Dedi: “Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?”

(İblis) Dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”…. “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın beşere secde etmek için var değilim.” (7/12, 2/34. 15/31-33).

İblis’in bu tavrı ile olumsuz değerler sistemi ortaya çıkmıştır. İblis kendilerine verilen emrin yanlışlığına inanarak kendisini değer koyucu olarak görmüştür. İblis’in ilk ihdas ettiği değerler; kibir, hor görme, sınıfsal ayırım olmuştur. O nedenle müstekbirlik ve sınıfsal ayırım, şeytani bir düşüncenin ürünü şeytani birer değerdir. Sınıfsal esasa dayalı toplumlar, şeytanın ihdas ettiği değer sistemlerini, bilinçli veya bilinçsiz olarak fark etmez, benimsemiş olan toplumlardır

2-Tüketim

Hz. Adem ve eşi cennete yerleştiklerinde varlıklarının devamı için gerekli olan ihtiyaçlarını nasıl karşılayacakları, yani cennetteki yaşamlarını tanzim eden gerekli değerler ve kendilerini bekleyen tehlikeler, kendilerine bildirilmiştir:

“(Allah) dedik ki: “Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş. İkiniz de ondan, neresinden dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”(2/35)

“Şüphesiz ki, senin acıkmaman ve çıplak kalmaman orda (cennette kalmana bağlı)dır… Ve gerçekten sen burada susamayacaksın ve güneş altında yanmayacaksın da.” (20/118,119)

Tevhid dini esaslarına (Tevhidi Değerler Sistemi=Fıtri Değer Sistemi) göre barınma, yeme, içme, giyinme ve güvenlikle ilgili ihtiyaçları karşılanmış iki kişilik bir toplumsal yaşam vardır. Cennetin diledikleri yerindeki imkanlardan diledikleri miktarda yararlanma hakkı kendilerine verilmiş; ancak mahiyetini bilmedikleri bir tek ağaca yaklaşmamaları, onun meyvelerinden yememeleri istenmiştir. Yani bir tarafta tek bir yasak ağaç haram, diğer tarafta geri kalan tüm cennet nimetleri helal kılınmıştır. Cennette kalıp mutlu ve güvenli bir hayat sürmeleri, her türlü ihtiyaçlarının karşılanması bu yasağa uymalarına bağlanmıştır.

 Hz. Adem ve eşi, İblis kendilerine yaklaşıp vesvese verinceye kadar yasak ağacın meyvelerine karşı bir arzu, bir eğilim duymamışlar ve ona ihtiyaç hissetmemişlerdir. Ancak İblis’in kendilerine yaklaşıp yaptığı telkinlerin sonucunda bir arzu, bir eğilim ve bir ihtiyaç duygusunun ortaya çıktığı görülmektedir(7/20,21 20/120.)

İblis; Hz. Adem ve eşine verdiği vesvese ile ölümsüzlüğü, iki melek olmayı, yok olmayacak mülkü ihtiyaç haline getirip onları yasak ağaca yönlendirmiştir. Kendilerine verilen imkanların daha üstünde bir imkan, bir makam vaad etmiştir. Bu ilk topluma İblis, ölümsüzlük, melek olma, yok olmayan mülk gibi yeni değerler önermekle; tatminsizliği, doyumsuzluğu tahrik ederek onları tüketim toplumu haline dönüştürmek istemiştir.

İlk yaratılış olayında İblisin öngördüğü toplumsal model ile 21. asrın dünyasında Batı’nın öngördüğü toplumsal model arasında bir fark yoktur. Her ikisi de tüketimi bir değer olarak gören bir tüketim toplumu öngörmüşlerdir. Hiçbir şeyle tatmin olmayan, tüm güzellikleri tüketen bir toplum. Bu bir tesadüf olmayıp aynı toplumsal sermayeye, aynı değerler sistemine dayanmış olmalarından dolayıdır. Sonuç olarak Tüketim bir Şeytani değerdir ve Şeytani değerler, kaçınılmaz olarak bir tüketim toplumu inşa ederler.

3-Çıplaklık

İlk yaratılış olayında en ciddi çatışma alanı tesettür konusudur. Allah tesettürü bir değer olarak vaz etmiştir. İblis ise çıplaklığı. İblis çıplaklığı, çıplaklık olarak değil beşerin hayran kalabileceği süslü bir maske ile maskeleyerek altın bir kase içerisinde sunmuştur/sunmaktadır. Çıplaklık, dün ölümsüzlük iksiri, yok olmayacak bir mülk veya melekleşme diye sunulurken; bugün moda, sanat, medenilik olarak takdim edilmektedir. İblis’in öğütlerine(!) kanan Hz. Adem ve eşi, iki melek olmayı ve ölümsüzlüğü beklerken çıplaklıkla karşı karşıya kalmışlardır:

“Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. Adem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp-kaldı.”(20/121)

Bu olayla birlikte insanlığın değer sistemine, örtünmenin yanı sıra onunla zıt kutup olan menfi bir değer olarak çıplaklık eklenmiştir.

Ancak bu olayda dikkat çekici olan önemli bir diğer nokta, çıplaklığa karşı Hz. Adem’le eşinin ilk tepkilerinin, üzerlerini örtmeye çalışmış olmaları şeklinde olmasıdır. Bu da, baskının olmadığı normal şartlar altında örtünmenin, insanların fıtri bir eğilimi olarak var olduğudur. Türkiye’deki üniversite gençliği arasında bir dönem başörtüsünün hızla yayılması ve bunun ardından yasaklamanın gelmesi bu gerçeği doğrular mahiyettedir. Örtünme ile ilgili yapılan kamusal alan tartışmaları, hizmet alan ve hizmet veren insan unsurlarının giyimleri arasında ayırım yapma girişimlerine bu açıdan bakılmalıdır.

Çıplaklık, süslü gösterip aldatma ile dışardan yapılan bir dayatma sonucunda arzu ve iştihaların uyandırılması ile ortaya çıkarılan olumsuz bir değerdir.

Şeytani tüm değerler, büyük süsleme ve aldatmaya dayalı bir propagandanın sonucunda insanlara kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Bugün sinema, tiyatro, hizmet, kozmetik, tekstil ve pazarlama sektörü gibi bir çok alanda çıplaklık, özellikle kadının çıplaklığı, bir değer olarak yüceltilmektedir. Gerçekte çıplaklık, kadının metalaştırılarak sömürülmesi ve bir değer erozyonu meydana getirilebilmesi için bir araç olarak kullanılmaktadır.

Sosyal Demokrat Parti Alman-Türk Forumu Başkanı siyaset bilimci Bülent Güven, AB’ nin Türkiye’deki dizi filmlere fon ayırdığını ve bu diziler aracılığıyla Türkiye’nin değer sistemini değiştirmek istediğini belirtmektedir. Diziler üzerinden yapılan aldatıcı propaganda ile şu an için olumsuz kabul edilen değerler, insanların kafalarında meşruiyet kazanmış olacaktır:

“Kültür projeleri için ayrılan fonlar, Türkiye’de köklü bir değer değişimini amaçlıyor. Yerli dizi diye takdim edilen dizi filmlere bile fon ayırabiliyorlar. Kitaplar, dergiler yani yayınevleri ve STK’lar üzerinden yürütülen sosyal projeler ise herkesin malumu. Bütün bunlar batılı değerlerin meşrulaştırılması için... (Yerli Diziler) Etkileme gücü çok yüksek yapımlar bunlar. Mesela en basitinden eş cinselliğin halkın nazarında normal sayılmasını sağlamak için daha iyi bir imkan aklınıza geliyor mu? Dikkat ederseniz bu tür yapımlarda bir eşcinsel karaktere yer verilmişse o mutlaka iyilik abidesi bir kişilik olarak çıkar karşımıza.”1

Batı düşünce sisteminde çıplaklığın (farklı tonlar dahil) bir değer ve yaşam tarzı olarak sunulması şaşırtıcı değildir. Çünkü şeytan ve şeytanın izinden farkına vararak veya varmayarak gidenler, Hz. Adem ve eşi gibi yanıltılmış olmaları önemli değil, çıplaklığı, Allah’a karşı başkaldırının bir ölçüsü olarak görmektedirler:

“Ey Ademoğulları, biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler.”

Ey Ademoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.” (7/26,27)

4- Yalan, aldatma, çarpıtma

İblis yasak ağaç hakkında Hz. Adem’le eşine yalan söylemiştir. Kendilerine verdiği bilgi ile yasak ağacın mahiyetine ilişkin gerçek bilgi birbirine taban tabana zıttır. İblis, zehiri altın kase içerisinde sunarak Hz. Adem’le eşini aldatmıştır. İblis’in çıplaklığı Hz. Adem ve eşine sunma biçimi ile AB’nin eşcinselliği, zinayı insanlara sunma biçimi arasında bir fark yoktur. Her ikisinde de gerçeği çarpıtma, aldatma ve olumsuzu yaldızlayıp süsleme ile sunma vardır. Onun için yalan ve aldatma şeytani bir değerdir. ABD’nin 11 Eylül provokasyonu ve Irak işgali ile ilgili dünya kamuoyuna verdiği bilgilerin ne kadar yalan olduğu bugün bilinmektedir.

Dolayısıyla tüm şeytani değerlerin özünde yalan, aldatma yanıltma ve kandırma vardır.

Değerler Sisteminin Kendi İçerisinde Tutarlı Bütünlüğü: Cennete Götüren Değerlerle Cehenneme Götüren Değerler Arasında Uzlaşmazlık

Bu yaratılış olayında üzerinde durulacak önemli bir nokta da, değerler sisteminin kendi içerisinde bir bütünlük oluşturduğu, eklektizmi kabul etmediğidir. Hz. Adem ve eşinin yaşam tarzları vazedilen değerlere göre düzenlenmiştir. Oradaki yaşantıları, yasak ağaca karşı gösterecekleri tutuma bağlanmıştır. Hz. Adem ve eşine yasak ağaçla ilgili getirilen yasaklama ile cennette kalma arasında bir irtibatlandırma yapılmıştır. Hatta yasağı ihlal halinde karşılaşacakları olumsuzluklarla ilgili, acıkma, susama, güneş altında yanma ve çıplak kalma gibi, ayrıntılı bilgi kendilerine verilmiştir. Bu, bir taraftan olumsuz bir değer olarak çıplaklığın tehlikesini gösterirken; diğer taraftan da değerler sisteminin iç bütünlüğü açısından uzlaşılamaz menfi bir değer olduğunu da ifade etmektedir. Nitekim yasağın çiğnenmesi sonucunda olumsuz bir değer olarak çıplaklığın ortaya çıkması ile Allah’ın bu nedenle verdiği ceza, cennette geçerli olan değerler (tevhidi değerler) ile çıplaklığın uyuşmadığını, tevhidi değerlerin bütünlüğünü bozduğunu; bu nedenle de müsamahakar davranılamayacağını, hüsnü kabul göremeyeceğini ve ona meşruiyet kazandırılamayacağını göstermektedir. Dolayısıyla Cennete götüren değerlerle, Cehenneme götüren değerler arasında herhangi bir uzlaşma olmamış ve de olmayacaktır.

Değerlere Karşı Duyarlı Olmak

Her değer inananları açısından ideal ve mutlak doğru ve mutlak haktır. Bir değer sistemi kendi içerisinde mantıksal bir bütünlüğe sahip olduğu için başka bir değer sisteminden ana değerleri ile ilgili herhangi bir şey almaz. Alması demek, kendi mantıksal bütünlüğünü bozması veya inkar etmesi demektir. Bu, kendine inananların kendisinden şüphelenmesine ve onu terk etmesine sebebiyet verir. Onun için ana değerler etrafında değer sistemleri arasında uzlaşma olamaz demekteyiz. Uzlaşma demek, kendi değer sisteminden şüphelenmek ve ona karşı duyarsız, ilgisiz kalmak demektir. Bu gerçeği yaratılış ayetlerinde görmek mümkündür.

Çıplaklığa karşı biri Allah tarafından diğeri, Hz. Adem’le eşi tarafından olmak üzere aynı istikametli iki tavır alınmıştır. Allah yapılan eylemin sonuçlarının ne olduğunu bildiği için olaya müsamaha ile bakmamıştır ve Hz. Adem ve eşinin tevbelerini kabul etmiş olmasına rağmen onları cennetten çıkarmıştır. Hz. Adem’le eşi ise yaptıkları işten dolayı suçlu olduklarını kabul edip, pişmanlık duymuşlar, tevbe edip af dilemişlerdir. Her iki tavır da, değerlere karşı gerekli duyarlılığın zamanında gösterilmesinin zaruri, elzem, şart olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Değerlere karşı ilgisizlik sorunu değerler sistemi için en tehlikeli boyuttur. Olumsuz bir değer olumlu bir değeri tahrik edip harekete geçirdiğinden dolayı ilgisizliğe göre daha yararlıdır. İlgisizlik bir şüphedir, değerlerin afyonudur. Değer sisteminin hayattan kopuşudur.

12 Eylül’le birlikte değerlerimize karşı açılan ABD destekli bir savaş, bugün meyvesini vermiş; halkın değişik kesimlerinde, özellikle genç nesillerde, değerlerimize karşı bir duyarsızlık, bir ilgisizlik meydana getirmiştir. Hassasiyetler kaybolmuş gibidir. Kıbrıs’ta yaşanan olaylarla ilgili gençlerin duyarsızlığı karşısında Rauf Denktaş’ın; “Suç bizde gençlere dini ve milli değerleri öğretmedik” demesi; keza Çanakkale şehitlerini anma töreninde Genel Kurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün,

“Ancak, modern çağın etkisi ile bu tarihsel süreçte yaşadıklarımızı, saydığım bu tarihsel nitelikleri ve ülkemizi bekleyen tehlikeleri genç belleklere onların özümseyebilecekleri bir şekilde anlatmakta ve algılatmakta son zamanlarda zorlanıyoruz”2

şeklindeki konuşması, değerler sistemine karşı gösterilen duyarsızlığın hangi tehlikeli boyutlara ulaştığının bir göstergesidir.

Geçmişle mukayese edildiğinde halkın Kıbrıs konusundaki hassasiyetinin azaldığı, yapılan mitinglere iştirak edenlerin hem niceliği, hem de heyecanları açısından bakıldığında, görülmektedir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleri halkı bıktırmış, bezdirmiştir. Bu zihni travma, Medya aracılığıyla yürütülen sürüleştirme faaliyetinin sonucunda değerlere karşı ilgisizlik ve duyarsızlık gibi çok tehlikeli bir hastalığa sebebiyet vermiştir.

 Bugün bu ülkenin, bu milletin düşmanları, bu saldırılarının meyvelerini devşirmeye çalışmaktadırlar. O nedenle başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlar, siyasi partiler ve yerli sivil toplum örgütleri, yeni bir toplumsal mutabakat için işbirliği yaparak çalışmalılar. Bu coğrafyada ordu ile halkın karşı karşıya getirilmesi sadece düşmanın işine yarar. O nedenle Askeri Bürokrasi, geçmişte yaptığı hatalara bu dönemde düşmemeli ve geçmişte açılmış yaraları tedavi etmek için gayret sarf etmelidir. Unutulmasın ki ABD ve AB yek vücut halinde ‘Şark meselesini’ çözmek için çoktan saldırıya geçmişlerdir.

Değerlerin Bilgi ve İnanç Boyutu

Değerlerin bilgi ve inanç olmak üzere iki önemli alanı vardır. Bazı değerler bilmeye, bazı değerler inanca dayanır. Bilgi, araç değerleri, teknik değerleri üretmek için gereklidir. Bilgi tüm değerleri korumak için de gereklidir. Bununla beraber değerleri üreten ve koruyan asıl inançtır. Bilmek tek başına yeterli değildir. İblis Allah’ın güç ve kudretini bildiği ve ondan korktuğu halde isyan etmiş ve fakat isyanı konusunda “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı…”(7/16) tarzındaki ifadesi ile Allah’ı suçlamıştır. Buna karşılık Hz. Adem ve eşi, işledikleri suçtan dolayı “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.”(7/23) diyerek af talebinde bulunmuşlar ve Allah’a teslim olmuşlardır. Bundan dolayı değerleri bilmek yetmez, onlara inanmak gerekir. Çünkü inanç değerleri besleyip geliştiren, koruyan ve yaşatan asli unsurdur.

Tevhidi Değerlerle Şeytani Değerler Arasında Sınırsız ve Topyekün Mücadele

İlk yaratılışta meydana gelen değer sistemleri arasındaki bu çatışma, sadece o zaman ve mekanla ilgili olsaydı, sadece orada kalmış olsaydı, üzerinde belki de bu kadar ayrıntılı bir şekilde durmamıza gerek yoktu. Ancak mücadele o an ve o mekanla sınırlı kalmamış, İblis Allah’tan Diriliş Gününe kadar yaşama izni istemiş ve kendisine belli bir mühlet verilmiştir:

 “O da: “(İnsanların) dirilecekleri güne kadar beni gözle(yip ertele.)” dedi.

(Allah:) “Sen gözlenip-ertelenenlerdensin” dedi.”(7/14,15, 15/36-38)

Burada üzerinde durulması gereken İblis’in yaşama izin alması değildir. İzni aldıktan sonra insanlık tarihinin şekillendirilmesinde rol oynayacak tarzda kendisini insana ve insanlığa karşı açık bir düşman olarak konumlandırmış ve açık bir savaş ilanı yapmış olmasıdır:

“(İblis) Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.”

“Sonra da muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.»” (7/16,17)

“(İblis) Dedi ki: “Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım.” (15/39)

İblis, insana karşı açmış olduğu savaşta, ‘Dosdoğru yol üzerinde pusu kuracak’, ‘insanlara vesvese verecek’, ‘onları kışkırtıp azdıracak’, ‘tamahkârlığa, doymazlığa sevk edecek’, ‘dünyaya tutkusunu ve isyanı süslü gösterecektir’ ve’ dört bir yandan saldıracaktır’. Cennete giden dosdoğru yol üzerinde pusu kurarak insanları saptırabilmek için, gerçekleri çarpıtma ve olumsuz değerleri süsleyip sunma, böylelikle olumsuz değerleri meşrulaştırma, psikolojik savaşın yansıma biçimleridir. Bu, mücadelenin sadece psikolojik savaş boyutudur.

Müspet değerlerle menfi değerler arasındaki mücadele psikolojik savaşla başlar fakat diğer vasıtaların iştiraki ile topyekün bir mahiyet kazanır. Nitekim İblis’in yeminine karşı Allah’ın verdiği cevap, İblis’in mücadelede kullanacağı vasıtaları ifşa etme ve insana yol gösterme mahiyetindedir:

“Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaatlerde bulun.” Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.”(17/64)

‘Sesle sarsıntı’, ‘yaygara koparmak’ ve ‘vaat etmek’ psikolojik savaşa, ‘atlılar ve yayalar’ askeri mücadeleye, ‘mallar’ ekonomik mücadeleye tekabül etmektedir.

 Ayrıca yukarıdaki ayette, çocuklara ortak olma kavramı geçmektedir. Bu da, İblisin mücadelede hedef kitle olarak öne çekeceği insan unsurunun gençler olduğu/olacağı anlamına gelmektedir. İblis’in yolundan gidenler, nesilleri, uyuşturucu, alkol ve fuhuş bataklığında yok etmeye çalışmış ve de çalışmaktadırlar. Günümüzde ailelerin çocukları ile yaşadığı sorunların, KKTC cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın ve Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün gençlerle ilgili şikayetlerinin ana kaynağı işte böyle bir zihniyettir.

Buradan çıkarılacak sonuç; İblis ve taraftarlarının Fıtri Değerlere (Tevhidi Değerler) karşı sınırsız ve topyekün bir mücadele açmış olduğudur. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi bu boyutlu bir mücadeledir.

Sonuç: Tevhidi Değerler Yücelişi/Huzuru, Şeytani Değerler Alçalışı/Hüsranı Getirir

Şeytan ve taraftarlarının insanlığa açmış oldukları yüksek yoğunluklu bir savaşta; Allah, af ve merhamet edici, yol gösterici, koruyup kollayıcı vasıflarının bir gereği olarak insanı yardımcısız bırakmamış, onu tarihsel süreç içerisinde belli aralıklarla bilgilendirerek yol göstermiş, unutulan veya çarpıtılan değerler sistemini yeniden düzenleyip hatırlatmıştır. Hz. Adem cezalandırılıp yeryüzüne gönderilirken önceden kendisine verilen bilgilere ilave olarak yeni bilgilerle donatılmış ve nesli konusunda hidayetçiler gönderileceği müjdesi verilmiştir(2/37-39, 20/123,124). Tarihi süreç içerisinde Allah’ın gönderdiği değerler sistemi (Hidayet) ile, İblis’in empoze ettiği değerler sistemi (Dalalet) arasında uzlaşmaz bir hakimiyet mücadelesi olmuştur ve de olacaktır.

Hidayet yolunun yolcuları, dengeli, tutarlı, mutlu, huzurlu, kendisi ile, toplumuyla, nesilleriyle ve doğayla barışıktır. Bu dünyayı öteki dünya için bir imtihan yeri görmektedir.

Dalalet yolunun yolcuları, tutarsız, tezatlarla dolu, kendisi ile, toplumu ile doğayla ve nesiller ile kavgalıdır. Tamahkâr, dünyaya aşırı bağlıdırlar. Batılı toplumların toplumsal sermayelerini tüketmelerinin ve birer bunalım toplumu haline dönmesinin (Fukuyama’nın tespiti) ana sebebi budur. Çünkü şeytani değerler mutsuzluğu ve belayı getirir.

“Dedik ki: “Ey Adem, bu gerçekten sana da, eşine de düşmandır; sakın sizi cennetten sürüp çıkarmasın, sonra mutsuz olursun.” (20/117)

“…Onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın.”(7/27)

Şeytani değerlerin icrası, insanın kendi nefsine karşı ve toplumuna karşı yaptığı bir zulümdür. Zulüm ise her türlü kötülüğün ve hüsranın kaynağıdır. Bu nedenle Hz. Adem, işledikleri suçtan dolayı Allah’tan af dilerken özellikle bunu dile getirmiştir:

“Dediler ki: «Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.»”(7/23)

Dolayısıyla bütün şeytani değerler insanı bunalıma sürükler ve mutsuz kılar. 21. asırdaki insanlığın bunalımının ana nedeni budur.

Allah’ın İblis hakkında kullandığı ‘küçük düşenlerden’, ‘kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş’, ‘hesap gününe kadar lanetlenmiş’ gibi kavramlar(2/36,7/13,18, 15/34,35); İblis’in yolunun daima hüsrana, alçalışa, tefessühe ve yabancılaşmaya doğru bir gidişe sebebiyet vereceği anlamında değerlendirilmelidir. Dolayısıyla Hidayet yolunun yolcuları düşey olarak yükselirken; Dalâlet yolunun yolcuları da düşey olarak aşağıya inmekte, alçalmakta ve küçülmektedirler. Batı düşünce sistemi bundan dolayı dört farklı düşüşü gerçekleştirerek her şeyi eşyalaştıran bir makine medeniyetine vücut vermiştir:

“Teknik düşünce olarak adlandırdığımız şey, Batı düşüncesinin seyrindeki dört düşey hareketin karşılaşma noktasıdır:

1- Düşünceyi Teknikleştirme: Sezgisel görüşten teknik düşünceye düşüş.

2- Evrenin Dünyevileştirilmesi: Tözel biçimlerden mekanik kavramlara düşüş.

3- İnsanın Eşyalaştırılması: Ruhsal cevherden bedensel güdülere düşüş.

4- Zamanın mitolojiden arındırılması: Geri dönüş (mead, ahiret) düşüncesinden tarihperestliğe düşüş.

1-     Bu düşey seyir, insan ile varlık arasındaki bağlantıyı nicel ve matematiksel orantılara dönüştürerek, bilgiyi toplumsal ve ekonomik praksise indirger.

2-         Bu düşey seyir, doğayı canlı, bağımsız ve kendiliğinden gelişen bir varlık olarak gösteren her türlü gizemli niteliğin ve büyüleyici sıfatın doğadan alınması ve olumsuzlanmasıdır. Bu düşey seyir, tabiatı geometrik bir boyuta ve somut eşyaya dönüştürerek, ondan geriye tüketim eşyalarına dönüştürülebilen güçlerin hazinesinden başka bir şey bırakmaz.

3-          Bu düşey seyir, insanı melekûti bir varlık olarak tecelli ettiren bütün rabbani sıfatların insandan alınması ve olumsuzlanmasıdır. Bu düşey akımın seyri insanı cevheri, psikolojik ve içgüdüsel etmenlere indirgeme yönündedir. Günümüz insan biliminin temeli de bu ilke üzerine kurulmuştur.

4-        Bu düşey seyir, zamanın temsili ve uhrevi içeriğinin inkarı ve sonuçta zamanın, itici gücü tanrısal irade yerine tek boyutlu bir ilerleme olan ve amacı uhrevi değil dünyevi olan nicel bir hareketin düz çizgisine dönüşmesidir. Bu dört düşey harekete nihilizmin yok edici gücü adı verilir. Bu dört hareketin tek yerde, yanaşık ve koşut oldukları ve tek bir emir tarafından yönetildikleri açıktır. Başka bir deyişle, ayırıcı ve iptal edici güce sahip tek bir hareketin dört yönü sayılırlar.”3

Bu dört düşey hareketten dolayı Batı medeniyeti, bir makine medeniyetine dönüşerek kendini tahrip etmeye başlamıştır.4

Hidayete tabi olanlar dosdoğru yola ulaşıp cennete; Dalâlete tabi olanlar ise eğri yola ulaşıp cehenneme varacaklardır. Birinde yükselme, diğerinde alçalma vardır. Dileriz ki dalalet yolunun tüm yolcuları hidayete gelip kurtulsunlar mutlu ve huzurlu olsunlar.

Gelecek ve kurtuluş İslam’dadır.                     

Kaynaklar

1- Halime Kökce, Söyleşi, Gerçek Hayat 15 Ekim-21 Ekim 2004, s: 16-17

2- Genel Kurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, 17.03.2005, Milliyet

3- Şayegan D., Batı Karşısında Asya, Anka yayınları, İstanbul, Orijinal Baskı 1993 çeviri 2005, s: 54,55.

4-Ülken H.Z., Bilgi ve Değer, Ülken Yayınları, İstanbul, 2001 s: 501

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...