1 Temmuz 2004 Perşembe

21. Yüzyıl Haçlı Savaşlarına Karşı Ümmet Bilinci Ekseninde Direniş

 (Umran Dergisi)

“Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma.” 59/10 

Türkiye’yi yakından ilgilendiren iki önemli toplantı ardarda yapılmıştır. Bunlardan biri, İslam Konferansı Örgütü(İKÖ) diğeri ise G-8 toplantısıdır. Her iki toplantının sonuçları, Türkiye’de pek tartışılmamıştır. İKÖ toplantısında Türkiye adayının genel sekreter seçilmesi ve KKTC’nin ‘Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ olarak tanınmasının öngörülmesi toplantının ana amacı olarak takdim edilmiştir. İKÖ’de genel sekreterin ilk defa seçimle belirlenmesi, büyük bir demokrasi zaferi olarak gösterilmeye çalışılmıştır.

G-8 toplantısı ile ilgili söylenen en önemli şey ise, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında NATO’yu bölgeye kendi silahlı gücü gibi yerleştirme isteğine Fransa, Almanya ve Rusya’nın karşı çıkmış olmasıdır. G-8 toplantısına Türkiye “demokratik ortak” olarak çağırılmıştır. Türkiye ile birlikte Yemen ve Ürdün‘de G-8 toplantısına katılmıştır. G-8 dışındaki bu ülkelerin, bugünkü konjonktürde neden toplantıya davet edildikleri ayrı bir tartışma konusudur. Bu üç ülkeye BOP kapsamında yüklenmek istenen bir fonksiyon var mıdır? Bu soru gerçekten tartışılmalıdır. Her iki toplantıya katılmış olan Türkiye, Müslüman halklar için üzerine düşen sorumluluğu yerine getirebilmiş midir? Şu an için yeterli bilgi olmadığından bir şey söylemek çok erken sayılabilir. Zaman her şeyi günyüzüne çıkaracaktır. G-8’ler toplantısından sonra Haziran ayında Türkiye’de yapılacak olan NATO toplantısında BOP (yeni isim değişikliği amaç değişikliğini getirmemektedir) ameliyat masasına yatırılacaktır. Pastanın paylaşımında anlaşabilirlerse Büyük Ortadoğu işgal edilmek istenecektir. Böyle bir işgale karşı Müslümanlar olarak görev ve sorumluluklarımız nelerdir?

Arka Plan

İslam medeniyeti ile Batı medeniyeti arasındaki hesaplaşma, 18. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının aleyhine işlemeye başlamıştır. Askeri alanda alınan mağlubiyetlerin üstesinden gelebilmek için yığınla askeri yenilik yapılmış ve zamanla bu diğer alanlara kaydırılmıştır. İslam dünyasının devlet olarak en güçlü temsilcisi olan Osmanlı İmparatorluğu Batı’nın teşvik ve baskısı ile Tanzimat Fermanı(1839), Islahat Fermanı(1856) ve Kanun-ı Esasî(1876) ile ıslahat hareketine girişmiştir. Hesaplaşma içerisinde bulunduğunuz bir medeniyet mensuplarının size ıslahat yaptırtması nihayetinde kimin işine yarar? Bunu kestirmek çok zor olmasa gerekir. Benzer ıslahat hareketleri Mısır’da Mehmet Ali Paşa, Tunus’ta I. Ahmet Paşa, İran’da Kaçar hanedanı tarafından yapılmıştır. Nitekim bu hareketlerin sonucunda batının bu ülkeler üzerindeki etkisi daha fazla artmıştır. Ancak asıl tahribat, Batı’da eğitime gönderilen öğrencilerin Fransız ihtilalinden etkilenerek ulusçuluk/ ulus-devlet fikriyle ülkelerine dönmesi ve ümmet fikrine karşı çıkması ile meydana gelmiştir.

Yapılan ıslahat hareketleri ile gayrı müslim unsurlara tanınan ayrıcalıklar, Kilise ve yabancı istıhbaratların devreye girmesi ile gayrı müslim unsurların daha kolay tahrik edilmeleri sağlanmıştır. Devlet sisteminin zedelenmesi ile başlayan zulüm ve haksızlıklar, toplumun farklı kesimlerini tahrike müsait hale getirmiştir. Farklı etnik unsurlar ulus yapılma rüşveti ile isyana teşvik edilmiş; sonra da bunlar gerekçe gösterilerek dönemin etkin güçleri tarafından Müslüman coğrafya işgal edilmiştir.

Fransa Cezayir (1830), Senegal, Gine, Batı Afrika kıyılarını, Batı ve Orta Sudan’ı(1845), Tunus, Mali, Çad, Nijer ve Orta Afrika’yı(1881), Cibuti’yi(1884) işgal ederek sömürgeleştirmiştir. Ayrıca, Asya kıtasında Annam(1801), Tonkin(1882), Kimer ve Kamboçya’yı(1884-5) işgal etmiştir.

İngiltere Mısır’ı(1882), Sudan’ı(1896), Uganda’yı(1892), Kenya’yı(1895) Fransa’dan alarak sömürgeleştirmiştir. Batı Afrika’da Gambiya, Sierra Leone, Altın Kıyısı ve Nijerya’yı sömürgeleştirerek Güney Afrika’yı tamamen kontrolüne almıştır. Ayrıca Hürmüz(1662), Madras(1640), Bombay(1661), Kalküta(1690), Bengal(1757), Cakarta(1761), Aden(1839), Nepal(1816), Sind(1843), Sih Krallığı’nı (1849) ele geçirip doğudan batıya kadar Asya’nın tüm güneyini işgal etmiştir.

Aynı dönemlerde İtalya Somali, Eritre ve Libya’yı; Almanya Kamerun, Togo ve Tanganika’yı almıştır. 17. yüzyılın başından itibaren Hollandalılar Güneydoğu Asya’yı(Cava, Sumatra) işgal etmişlerdir. Rusya ise 17. yüzyılın başında Asya’nın kuzeyine tamamen hakim olup güneye doğru inme çabasına girişmiştir. Azerbaycan ve Gürcistan (1828), Semerkant ve Buhara(1868), Hive ve Fergana’yi (1875) işgal etmiştir.

Özetle 20. yüzyılın başına gelindiğinde Osmanlı, İran, Afganistan ve Fas’tan başka bağımsız bir Müslüman ülke mevcut değildir.1

Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Cihan savaşından 1918 Mondros Mütarekesini yaparak yenik çıkması ile Suriye ve Lübnan Fransız; Irak, Filistin ve Ürdün İngiliz hakimiyetine girmiştir. Osmanlı devletine karşı İngilizlerle işbirliği yapan Şerif Hüseyin’e işbirliğinin karşılığı olarak İngiliz manda yönetiminde krallık verilmiştir. Şerif Hüseyin Hicaz Kralı, oğlu Faysal Irak Kralı, diğer oğlu Abdullah Ürdün Kralı yapılarak Arap yarımadası sun’i olarak bölünmüştür(1921).

Toprakları işgale uğramış Osmanlı İmparatorluğunun enkazından Türkiye 1923, Mısır 1922, Suriye 1930, Irak 1932’de bağımsızlıklarını kazanan yeni devletler olmuşlardır.

II. Dünya Savaşı yeni bir süreci başlatmış, emperyalist güçler arasında başlayan hesaplaşma, ABD ve Sovyetler birliği şeklinde iki blokun oluşması ile sonuçlanınca; işgal altındaki Müslüman coğrafyada bağımsızlık hareketleri hızlanmıştır. 1970’li yıllara gelindiğinde 45 civarında Müslüman ülke bağımsızlığını kazanmıştır. Endonezya(1949), Malezya(1963), Bruney Darüsselam(1984), Pakistan(1947), Bengaldeş(1971), Kuveyt(1961), Birleşik Arap Emirlikleri(1971), Umman(1972), Bahreyn(1972), Katar(1972), Libya(1951), Tunus(1956), Fas(1956), Cezayir(1962), Somali(1950), Kamerun(1960), Mali (1960), Benin(1960), Burkina Faso(1960), Gambia(1965), Sierra Leone(1961), Gine (1958), Gine-Bissau(1974), Senegal(1960), Moritanya(1960) ve Gabon(1960) bağımsızlıklarını elde eden devletler olmuşlardır.

Sovyet işgalindeki Müslüman ülkeler ise (Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan) ancak Sovyetlerin dağılması sonucu  bağımsız olabilmişlerdir.2

Bugün bağımsızlıklarını almış ve halkı Müslüman olan 50’den fazla ülke vardır. Bağımsız olarak gözüken bu ülkelerin pek çoğunda Batı işbirlikçisi yönetimler işbaşında bulunmakta, İslam’ı ve Müslümanları tehdit ve tehlike olarak görmektedirler. Bundan dolayı Müslümanlar sürekli baskı altında tutulmaktadır.

İslam coğrafyasında, II. Cihan savaşına kadar olan dönemde ulusçuluk fikri etkin iken; II. Cihan savaşı sonrasında Sovyetlerin ve Çin’in ortaya çıkışı ile birlikte Marksist hareketler etkin olmuştur. Mısır, Suriye, Irak, Cezayir ve Libya’da bağımsızlık mücadeleleri sonucunda kurulan sistemler, Arap milliyetçiliği ile Sosyalizmin ilginç bir eklektizmini oluşturur.

Varlıkları ile Yoklukları Belli Olmayan Organizasyonlar

İslam’ın son kalesi olarak görülen Osmanlı İmparatorluğu’nun son 100 yıllık döneminde ortaya çıkan ulusçuluk hareketlerinin neden olacağı yıkımın, nasıl görülemediği bugün iyi tartışılmalıdır. Sömürgeci devletlerin ulus inşa ederek imparatorluğu yıkmaya çalıştıklarını, İmparatorluk aydınlarının görememesi düşündürücüdür. İmparatorluk içinde Arap ve Türk milliyetçiliği şeklinde gelişen iki akımın, çok farklı etnik yapıya sahip bir imparatorluğu bir arada tutma şansını ortadan kaldıracağı bir gerçekti. Ne yazık ki Batı’da okumuş Osmanlı aydınları, mağlubiyetlerin oluşturduğu anaforda Batı’nın sinsi siyasetini yeterince görememiştir. Batı propagandasının yoğunluğu ve Müslüman aydınların yeterince etkin olamamaları sonucunda ümmet fikri, yerini etnik kökene dayalı bir ulusçuluğa bırakmış oldu. İmparatorluğun son döneminde tartışılan üç akımdan hiçbiri gerektiği gibi hakim olamamıştır. Ziya Gökalp’in formüle ettiği ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılılaşmak’ akımı, ne Türkleşmeyi ne İşlamlaşmayı ne de Batılılaşmayı gerektiği gibi başarmıştır. Bunu sonucunda ne olduğu belli olmayan, renksiz, şizofrenik bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Yaklaşık 1000 yıl İslam’la yoğrulmuş bir toplumun hangi değerlerini İslam’dan ayrı ortaya koymak mümkündür. Nereye el atarsanız bir şekilde İslam’ın bir değeri karşınıza gelip çıkacaktır. Bu sorun tarihin ve İslam’ın reddi ile çözülmek istenmiştir. Ortaya çıkan boşluk, insan fıtratı ile uyumlu, ayakları üstünde duran bir teori tarafından doldurulamamıştır. Boşluk doldurulamadığı için ne toplumun(bir bütün olarak) ne de sistemin bir kıblesi var olmuştur. Açık denizde rüzgarın tesiri ile sürüklenen bir gemi gibi hem toplum hem de sistem yalpalayıp durmuş, kendi kimliğini ve kişiliğini aramıştır. Sistemin ağırlık merkezi ile toplumun ağırlık merkezi hiçbir zaman örtüşememiştir. İthal edilen sistemin savunucuları, bu gerçeği göremediği için halkı hiçbir zaman anlayamamış ve halkın isteklerini şiddetle bastırma yolunu seçmiştir. Seçimin var olduğu tüm Müslüman ülkelerde yabancı destekli darbeler hep halka karşı yapılmıştır. Sistemin korunması söyleminin, batı menfaatlerinin savunulmasından başka bir şey olmadığı bürokrasi tarafından görülememiştir. Tüm darbelerden sonra Batı’ya verilen tavizler incelendiğinde bu gerçek görülebilir.

Arap, Türk ve Fars milliyetçiliği İslam dünyasının paramparça olmasına ve sınırları cetvelle çizilmiş, tarihi kökleri olmayan suni devletlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Müslüman coğrafyanın bu şekilde paramparça edilmiş olması ile kurulmuş ulus devletler, zayıf doğdukları için tek başlarına batılı sömürgecilere cevap verme veya direnme şansları olamamıştır. İslamî endişe ile veya ümmetin çıkarlarını korumak için değil; sadece iktidarlarının çıkarlarını koruyabilmek için(bazı istisnalar vardır) dayanışma içine girmeye çalışmışlardır. Bu amaçla tarihi süreç içerisinde bir dizi organizasyon gerçekleştirilmiştir. Bunlar aşağıda isim olarak verilmektedir:3,4

• Sadabad Paktı(8 Temmuz 1937): Türkiye, İran, Irak arasında imzalanmıştır.

• Arap Birliği(22 Mart 1944): Başlangıçta Mısır, Irak, Ürdün, Suudi Arabistan, Suriye, Lübnan ve Yemen; daha sonra Libya(1953), Sudan(1956), Fas ve Tunus(1958), Kuveyt(1961), Cezayir(1962), Güney Yemen(1967), Bahreyn, Umman, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri(1971), Moritanya(1973), Somalı(1974), Filistin Kurtuluş Teşkilatı(1976), Cibuti(1977).

• Afrika’nın Ekonomik Kalkınması için Arap Bankası(Kasım 1973): Cibuti, Somali ve Yemen dışındaki Arap birliği ülkeleri.

• Arap Ekonomik Birliği Konseyi(1957): Mısır, Irak, Suriye, Ürdün, Yemen, Kuveyt, Sudan, Birleşik Arap Emirlikleri, Somali, Libya, Moritanya ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı.

• Ekonomik ve Sosyal Gelişme için Arap Fonu(1968): Arap Birliği’nin tüm ülkeleri.

• Arap Para Fonu(2 Şubat 1977): Arap Birliği’nin tüm ülkeleri.

• Körfez İşbirliği Konseyi(27 Mayıs 1981): Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.

• Bağdat Paktı(1955-1959): Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere.

• Merkezi Anlaşma Teşkilatı(CENTO-1959): Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere.

• Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilatı (21 Haziran 1964-1979): Türkiye, İran, Pakistan.

• Ekonomik İşbirliği Teşkilatı(29 ocak 1985): Türkiye, İran, Pakistan.

• Güneydoğu Asya Uluslar Birliği(8 Ağustos 1967): Malezya, Endonezya, Singapur, Filipinler, Tayland, Brunei Darusselam(7 Ocak 1984).

• Afrika Birliği Örgütü(22-25 Mayıs 1963): 32 Afrika ülkesi.

• İslam Konferansı Teşkilatı(29 Şubat-4 Mart 1972): Tüm Müslüman ülkeler

• D-8’ler(15 Haziran 1997): Türkiye, Pakistan, Bengaldeş, Mısır, Nijerya, Iran, Endonezya, Malezya.

Yukarıdaki kuruluşlardan İslam Konferansı Teşkilatı ve D-8’ler hariç diğerleri, genellikle, bölgesel özelliği haizdir. İslam Konferansı Teşkilatı haricindekiler ekonomik ve güvenlik ağırlıklıdır. İlk defa İslam Konferansı Teşkilatı, İslamî dayanışmayı ve Müslüman halkların mücadelesini destekleme fikrini ele almıştır. Teşkilatın amaçlarını belirten ikinci maddenin ilgili bentlerinde bu durum açıkca seslendirilmektedir:

1- “Üye devletler arasında islamî dayanışmayı geliştirmek”.

3- “Irk ayırımı ve eşitsizliği kaldırmak ve sömürgeciliğin her şeklini kökünden kazımak için çalışmak”.

6- “Tüm müslüman halkların, şeref, bağımsızlık ve ulusal haklarını koruma açısından, mücadelesini desteklemek.”3

Müslüman halklar arasında bir dayanışma meydana getirip ümmet bilinci oluşturmayı gerçekleştirmek gibi bir hedef belirtilmemiş olmasına rağmen, bu maddeler şeklen de olsa böyle bir sonucu doğurabilirdi. Ne yazık ki İslam Konferansı Teşkilatı, Müslüman coğrafyadaki ihtilaflara müdahale edememiş, çatışmaları durduramamış, yönetimlerin kendi halklarına yaptığı zulme engel olamamış/olmamıştır. Irak, Suriye, Mısır ve Cezayir’de yapılan toplu katliamlara karşı hiçbir tepki göstermemiştir. Örgüt, İsrail’e karşı ciddi denilebilecek bir yaptırım uygulayamamıştır. Irak-İran savaşında Batılı sömürgecilerin saflarında yer almış olan Irak diktatörü Saddam’ı desteklemiştir. Irak’ın Kuveyt’i işgali karşısında işlevsiz kalmıştır. Saddam’ı Kuveyt’ten çıkarabilmek için Batılılarla işbirliği içerisine girmiştir. Bir çok ülkede halkın iradesinin yönetime yansıtılması için hiçbir çözüm aranmamıştır. Bir çok ülke yönetimi kendi halkından kopmuş ve halkını tehdit ve tehlike olarak görmüştür. Teşkilat mensubu ülkelerin neredeyse tümünde halka zulmedilmiş ve teşkilat bunlara seyirci kalmıştır. Bu ve buna benzer tutumundan dolayı teşkilat işlevsizleşmiştir. Teşkilat etkinliğini, yaptırım gücünü kaybetmiştir.

Etkin Olabilmek

Yukarıda ismi geçen teşkilatların bu zaafını çok iyi gören Erbakan, D-8’lerin kuruluşunda D-8’lerin etkinlik prensibi üzerine kurulması gerektiği üzerinde özenle durmuştur:

“Kurmakta olduğumuz D-8 Grubunun en önemli ilkesi ‘etkinlik’ olmalıdır. Gerek gelişme yolundaki ülkelere yürek vermek bakımından, gerek ileri düzeydeki sanayi ülkeleri tarafından ciddiye alınabilmemiz için, etkin bir varlık göstermemiz şarttır. İşte grubumuzun küçük olması, bir kısmımızın tam bir piyasa ekonomisi şartları içinde hızlı bir kalkınma performansı göstermesi, bir kısmımızın zengin kaynaklara sahip bulunmaları, etkin sonuçlar elde etmek için var olması gereken temel şartları teşkil etmektedir.”5

İslam dünyasının bu kadar geniş organizasyonlara ve imkanlara sahip olup da etkin olamaması gerçekten düşündürücüdür. Bundan dolayı Erbakan’ın dikkat çektiği nokta gerçekten önemlidir. Bu noktadaki temel sorun, bilim ve teknolojide gerektiği yere gelememiş, ekonomileri güçlü olmayan ve içerde(ülkeler arasında ve her ülkenin kendi içerisinde) yığınla sorunu olan Müslüman ülkeler sanayileşmiş, bilim ve teknolojinin öncülüğünü yapan, ekonomik yapıları iyi olan G-8’lerle uluslararası arenada ne ile mücadele edebilecekler, uluslararası politikada nasıl belirleyici rol alabileceklerdir?

Bu sorular Erbakan’a sorulmuştur. Erbakan’ın 9 Aralık 1996 tarihinde TBMM’de bütçe üzerine yaptığı konuşmada bu sorulara verdiği cevap, emperyalizme karşı, 21. yüzyıl haçlı savaşlarına karşı direnişin nirengi noktasıdır:

“Efendim, bu gelişmiş ülkelerin karşısına kiminle çıkacaksınız; Begaldeş’le mi, Mısır’la mı?!... 800 milyon insanla çıkıyoruz. 800 milyon insanla...

Bunların karşısına biz hakla çıkıyoruz. Hak... Hak... Çünkü, bugün dünyada hakikaten büyük haksızlıklar var. En büyük güç haklı olmaktır. Bugün, şu Birleşmiş Milletler Teşkilatında 5 ülkenin veto hakkı var; bu çelişki değil mi... Bu, elli sene öncenin dünyası; bu dünya böyle yürümez. Şimdi, bütün dünyanın hepsi haklı bir dünya istiyor; herkes elli yıl sonra dünyayı yeniden kurmak istiyor. Bu, herkesin temennisidir. Bakın, bu D-8ler hareketinin 6 ana umdesi var:

Yeryüzünde savaş değil, barışı kim istiyorsa, bu masanın etrafında oturacak.

Gerginlik değil, diyalog.

Sömürü değil, işbirliği.

Çifte standart değil, adalet.

Kibir , tekebbür değil, eşitlik.

Bir arada, hakka riayet ederek yaşamak.

Yeni dünyanın prensipleri bunlar olacak. Ondan dolayıdır ki, o sizin çok küçük gördüğünüz, o 800 milyon insan, evet, hakkı üstün tuttuğu için, bütün insanlığa en büyük hayırlı adımı atacaktır.”6

Bugün Müslüman coğrafyada 1.5 milyar insan yaşamaktadır. Emperyalizmin karşısına 1.5 milyar insanla çıkabilmek bu mücadelenin ana nirengi noktasını oluşturur. Bu nirengi noktası, Arşimet’in ‘bana bir destek noktası verin dünyayı yerinden oynatayım’ ifadesindeki destek noktası ile aynı öneme sahiptir. İnanmış, birbiri ile dayanışma içerisinde, ne yaptığını bilen 1.5 milyar insan tarihin seyrini değiştirebilecek, tüm zulüm sistemlerini yerle bir edecek büyük bir güçtür. Garaudy, Yaşayanlara Çağrı isimli kitabında bu noktaya dikkat çeker:

“Dünyada iki süper güç vardır (kitabın yazıldığı tarihte ABD, SSCB). Bunların çok büyük askeri, ekonomik ve teknolojik güçleri vardır. Ancak bunlar zannedildiği kadar güçlü değiller. Zor olan bunları yıkmak değildir. Bunları yıkmak kolaydır. Zor olan bunların karşılarına bir güç dikebilmektir. Bu güç halkın örgütlü gücüdür. Halkı bunların karşılarına dikin, bunların çok kısa zamanda yıkıldıklarını göreceksiniz… Bakın 2000’li yıllarda dünyanın 3. süper gücü iddiasındaki İran şahına. 80 yaşındaki bir ihtiyar, Şah’ın yenilmez denilen ordularının karşısına silahsız İran halkını dikti. Şah yönetimi her türlü askeri üstünlüğüne rağmen bir yıl dayanamadı, yıkıldı gitti.”

Irak’ta Saddam yönetimi ABD karşısında bir ay dayanamazken, Irak halkı dünyanın tek süper gücüne karşı ilkel sayılabilecek silahlarla büyük bir direniş sergilemektedir. Her geçen gün Irak halkı, işgal karşısında bütünleşerek direnişi yaygınlaştırmaktadır.

Erbakan’ın sözünü ettiği nokta, tarihin her aşamasında dünyanın, toplumların ve sistemlerin kaderini değiştiren bir noktadır. Ancak bu noktada Müslümanların ciddi sorunları vardır. Bunlar aşılmadan, zulme karşı direnişin kesin meyvelerini toplamak mümkün değildir. Gelinen bu noktada ana sorun, tüm Müslümanları her türlü rengi ve etnik yapısıyla kucaklayacak bir üst kimliğin oluşturulamamış olmasıdır. ABD’deki Evanjelik Hıristiyanlarla Siyonist Yahudilerin başlattıklarını açıkça deklare ettikleri 100 yıllık bir Haçlı Savaşı sürecinde, Osmanlı’nın yıkılışını hızlandıran milliyetçi akımlardan bugün medet ummak, Müslüman coğrafyanın daha kolay sömürgeleştirilmesine yarayacaktır. Türk, Kürt, Arap ve Fars milliyetçiliğinin Haçlı Savaşına karşı çare olamayacağının görülmesi gerekir. Büyük Ortadoğu diye isimlendirilen bu coğrafyadaki tüm insanları 21. yüzyılın Firavunlarının karşısına dikebilecek tek üst kimlik İslam Birliği, Ümmet bilincidir. Tarihte yapılmış hatalara takılıp kalmak, bunları dedikodu konusu yaparak bilinç kirlenmesine neden olmak sadece işgalcilerin, sömürgeci zalimlerin işine yarar.

Ümmet Bilinci

“Ümmet”, ‘ümm’ kelimesinden türemiştir. “Ümm”, ‘bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir’. Kur’ân’da kelime anlamı olarak, ‘hem anne, hem de asıl, temel, ana, uygun karşılık’ anlamlarında geçmektedir(43/1-4; 42/7). Türevleri ile birlikte toplam 119 yerde geçer. “Ümmet” kelimesinin sözlük anlamı ise, cemaat, yol, din, nesil veya topluluk demektir. Çoğunluğu temsil eder. Bununla beraber çoğulu, ‘ümem’ olup çoğulun çoğuludur.7

Ümmet kelimesi matematikteki küme kavramına benzer. Kümeler teorisinde aralarında ortak bir özellik olan elemanlar topluluğuna küme denmektedir. Burada önemli olan küme içerisindeki elemanların tümünün ortak bir özelliğinin var olmasıdır. Tüm elemanların ortak bir özelliği baz alınarak oluşturulan bir kümenin elemanları, kendi aralarında daha başka özellikler gözönüne alınarak gruplandırılabilir. Bu şekilde meydana gelen kümelere ana kümenin alt kümesi denir. Ümmet kavramı da belli bir özellik etrafında canlı varlıkların gruplandırılması/ sınıflandırılması olarak tanımlanabilir. Tüm canlıları bir ümmet olarak niteleyebiliriz. Ancak bunlar içerisinde yerde yürüyebilenler ile gökte uçabilenleri bu özelliklerine(yerde yürüyebilme, gökte uçabilme) bakarak bir alt gruplandırmaya tabi tutabiliriz. Yani bunlar canlılar ümmetinin birer alt kümesidir:

“Yerde debelenen hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” (6/38)

Nitekim Hz Peygamber karıncaları bir ümmet olarak zikretmiştir:

“Karınca, ümmetlerden biridir.” (Müslim, Selâm 148)

Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kelimesi tekil olarak 51 ve çoğul olarak 13 olmak üzere toplam 64 yerde geçer. Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kavramı, aşağıdaki anlamlarda kullanılmıştır:

• İnsan topluluğu:2/213 10/19 21/92 6/38.

• Bir dine bağlananlar topluluğu: 2/ 143; 22/34, 67.

• İman edenler topluluğu 2/128; 3/104, 110; 5/ 66, 67; 7/ 159-160; 11/ 48.

• Tebliğ edenler topluluğu: 3/104; 9/122; 7/181; 7/159; 3/114.

• Hayvanlar topluluğu 6/ 38; 7/ 38-39.

• Millet: 2/134, 213; 10/ 19.

• Zaman: 11/ 8; 12/ 45.

• Tek başına bir topluluk 16/120.

• Din: 21/ 92; 43/ 22.

Ümmet kelimesinin geçtiği ayetler incelendiğinde kavramı belirleyen üç özelliğin varlığı dikkat çekmektedir. Bunlar, yer, zaman ve dindir. Belli bir zamanda, belli bir yerde, belli bir inanç sistemine dayalı olarak yaşayan insan topluluğu, ümmet olarak isimlendirilmiştir. Arap dil bilgini İbn Manzur’un, Lisanu’l-Arab adlı eserinde ümmet kelimesini dil yönünden incelerken yaptığı değerlendirme ümmet kelimesinin genel çerçevesini belirlemektedir:

“Ümmet insan nesli demektir. Her nebinin ümmeti, kafir veya mümin ayırımı olmaksızın, tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır. Muhammed ümmeti denince de Hz. Peygambere inanan ve inanmayan bütün insanlar kastedilir...”8

İbn Manzur’un bu görüşü, “Ümmetim içinden Yahudi veya Hıristiyan her kim beni dinler, duyar da bana inanmazsa cennete giremez”8 hadisi ile uyumludur. Bu durumda inansın veya inanmasın peygamberin tebliğinin muhatabı olan herkes, peygamberin ümmeti olmaktadır. Buradaki tasnifte rol oynayan temel özellik, tebliğe muhatap olma olup kabul veya reddetme değildir. Onun için her peygamberin tebliğine muhatap olanlar o peygamberin ümmeti olarak isimlendirilmiştir. Bu, ümmetin en genel çerçevesidir. Buna ümmetin evrensel kümesi de diyebiliriz. Medine’de kurulan ilk İslam Devletinin Anayasasında ümmet kavramı bu genel çerçevede kullanılmıştır:

“Madde1- Bu kitap(yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesripli Müminler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihat edenler için(olmak üzere tanzim edilmiştir).

Madde2- İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil ederler.”9

Birinci madde, Ümmeti oluşturan topluluğun kendilerini başkalarından ayıran temel ortak özelliklerini belirlemekte; ikinci madde ise bunları diğer insanlardan ayrı bir ümmet olarak tanımlamaktadır. Ümmeti oluşturan gruplar ise;

-Müminler (Kureyşli ve Yesripli),

-Müslümanlar (Kureyşli ve Yesripli),

-Bunlara tabi olanlar,

-Bunlara sonradan iltihak edecek olanlar,

-Onlarla birlikte cihat edenler

olarak belirtiliyor. İlk iki grubun inanç temelleri belirtilmiş olmasına karşın; diğerlerinde inançlar belirtilmemiş, tabi olmak ve cihada çıkmak vasıfları yeterli addedilmiştir. Anayasanın 25. maddesinde ise Yahudilerle Müminlerin bir ümmet teşkil ettiği ifade edilmektedir:

“Madde25-a) Benu Avf yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, Müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.”

Madde 26-Madde 34’de diğer Yahudi kabilelerinin isimleri tek tek zikredilip ‘Benu Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahip olacakları’ belirtilmektedir.

İki ayrı dine mensup oldukları için ayrı birer ümmet olan müminlerle Yahudiler, Hz. Muhammed’i otorite kabul eden bir anayasa etrafında yeni bir ümmet teşkil etmişlerdir. Madde 25’de Yahudilerin dinlerinin kendilerine; müminlerin dinlerinin kendilerine ait olduğunun belirtilmesi devlete temel olan ümmeti, dine göre tanımlamadıkları anlamına gelmektedir. Bu anayasayı kabul eden insanlar (Müminler, Müslümanlar ve Yahudiler), kabul etmeyenlere göre ayrı bir ümmet olarak nitelendirilirken Hz. Peygamber’in otoritesinin kabulü ile güvenlik ön plana çekilmiştir. Medine Vesikası’nda ki bu ümmet tanımlaması, belki de ‘Anayasal Vatandaşlık’ kavramına ilişkin ilk uygulamadır.       

Medine Vesikası’nda anayasal vatandaşlık şeklindeki bir ümmet tanımlaması Müslümanların ayrı bir ümmet olma vasfını hiçbir zaman ortadan kaldırmamıştır. Madde 1’de bu çok açık olarak görülmektedir. Hangi coğrafyaya ve hangi etnik kökene sahip olursa olsun Din, Müslüman ümmetin en temel vasfıdır ve onları diğer insan topluluğundan ayırır. Bundan dolayıdır ki Hz. İbrahim’e, ilk davet bölgesinde, hiç kimse tabi olmamasına karşılık o tek başına bir ümmet olarak Kur’ân’da tanımlanır:

“Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.”(16/120)

 Keza İslâm’dan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin Saîde’nin de ‘tek başına bir ümmet olarak diriltileceği’ Hz. Peygamber tarafından ifade edilmiştir. (Kütüb-i Sitte Muht. Tercümesi. 3/367).

Hz. İbrahim için bir taraftan tekili ifade eden muvahhid kelimesi; diğer taraftan çoğulu ifade eden ümmet kelimesi kullanılmış olması, ümmet kelimesindeki din boyutunun önemini gösterir.

Kur’ân’da Allah’a isyan/inkar edenlerin de bir ümmet olarak tanımlanması, dinin ümmet kavramı üzerindeki ağırlığını gösterir:

“Eğer insanlar (Allah’a karşı isyanda birleşip) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahmana (Allah’a karşı) küfredenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp-yükselecekleri merdivenler yapardık. Evlerine kapılar ve üzerinde yaslanıp-dayanacakları koltuklar, ve (daha nice) çekici-süsler (de verirdik)” (43/33-35).

İnsanlar Tek Bir Ümmetti

Hz. Adem’le eşi yeryüzüne indirildiklerinde kendilerine hidayetçilerin gönderileceği ve bunların onlara nasıl ve neye göre yaşamaları gerektiğini açıklayacağı bildirilmiştir.(2/38-39,7/35).

Dolayısıyla ilk nesil insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş tek bir ümmettiler:

 “İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi.” (2/213 Keza 10/19, 21/92, 23/52)

Ümmetlere Yol gösterilmiştir 

Allah yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış, onlara doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiştir:

“Andolsun, biz her ümmete: «Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.”(26/36 Keza 10/47, 23/44 35/24-25,13/30 16/63

İlgili ayetlerden her ümmete, yol gösterici, aydınlatıcı birer peygamber gönderildiğini onun ümmetini uyarıp kokuttuğunu(35/24), onlara helal ve haramı bildirdiğini, aralarında adalet ile hükmettiğini(10/47) öğrenmekteyiz. Bu peygamberler tarih boyu birbirini destekleyecek bir şekilde görevlerini ifa etmişlerdir(23/44, 16/63).

Bunun yanısıra ümmetlerin gerçeği görebilmeleri, müstağnileşmemeleri için aciz olduklarının kendilerine hatırlatılması amacıyla zorluklarla, sıkıntılarla ve bollukla imtihan edilip uyarılmışlardır:

“Andolsun, senden önceki ümmetlere (peygamberler) gönderdik de onları dayanılmaz zorluk (yoksulluk) ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye.

Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi.

Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyleki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.”(6/42-44)

Davete Karşı Ümmetlerin Tavrı

Ümmetlere gelen peygamberler onlara beraberlerinde değerler sistemi getirmiştir. Bu değerler, ümmetin tüm yaşam, davranış ve düşünce biçimini yeniden şekillendiren değerlerdir. Yol gösterici hidayet rehberlerine karşı mevcut sistem içerisinde refahtan şımarıp azan bir azınlık mücadele başlatmıştır.

“Her ümmete, yerine getirmeleri gerekli ibadetler koyduk. Öyleyse, bu konuda seninle çekişmelerine fırsat verme; Rabbine davet et, sen şüphesiz doğru yol üzerindesin. Seninle tartışırlarsa: «Allah yaptığınızı çok iyi bilir; ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında, kıyamet günü aranızda Allah hükmedecektir» de.” (22/67-69)

Bu azınlık, Peygamberleri yalanlamış (23/44, 35/25), onu susturmak istemiş (40/5) ve Hakkı ortadan kaldırabilmek için batıla dayanarak mücadele etmiştir (40/5). Bunlara yapılan tebliğ nefretlerini artırmış, büyüklük taslayıp her türlü hile ve desiseye başvurmuşlardır:

 “(Hem de) yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli-düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın.”(35/43)

Ümmetin Bölünmesi

İlgili ayetlerde her ümmete, tarih boyu birbirini destekleyecek şekilde yol gösterici, aydınlatıcı peygamberlerin gönderildiğini görmekteyiz. Bunlar uyarıp kokutarak, helal ile haramı öğreterek, aralarında adaletle hükmederek ümmetlerine yol göstermişlerdir. Ancak peygamberlerin getirdiği yeni değerler sistemine karşı ümmetin cevabı aynı olmamış farklı tavırlar takınmışlardır. Allah’tan gelen değerlere karşı takındıkları tavra bağlı olarak ümmet bölünmüştür:

“Fakat insanlar bu inanç birliğini yıkarak çeşitli gruplara ayrıldılar. Her grup kendi inanç sistemi ile övündü.” (23/53 Keza 21/93)

Bu bölünme ile bir kısmı hidayet yolunu, bir kısmı da dalalet yolunu tercih ederek yollarını ayırmışlardır:

“Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı; ancak dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. Yapmakta olduklarınızdan muhakkak sorulacaksınız.”(16/93, 11/118)

Kur’ân-ı Kerîm tebliğe muhatap olanların tebliğ karşısında aldıkları tavra, kabul veya redde göre, ümmetleri isimlendirmektedir. Bu isimlendirmenin bazı özellikler esas alınarak genelden özele doğru yapıldığını görmekteyiz:

Hidayet verilenler - sapıklığı hak edenler (16/36), yalanlayanlar (16/36,35/25,29/28), kafir olanlar (43/24), atalarının izinde körü körüne yürüyenler(43/23), Rahman’ı tanımayanlar (13/30), ateşe girmeyi hak edenler (7/38), mutedil olan vasat ümmet (2/143,5/66,3/114), tebliğci ümmet (7/181, 3/114, 3/110, 7/59, 3/104, 7/163,164), namaz kılan ümmet(3/113-114).

Ümmet kavramının geçtiği âyetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde tek bir ümmet olan ilk nesilden günümüze gelinceye kadar ümmetler arasında sürekli bir anlaşmazlığın var olduğu görülmektedir:

“Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet kılardı. Oysa, onlar, anlaşmazlığı sürdürmektedirler”(11/118)

Bu ayetlerde, anlaşmazlığın temel nedeni olarak beş ana parametrenin varlığına dikkat çekilmektedir: Şeytan, mele’-mütrefler, hevanın ilahlaştırılması, bağy, kalplerin katılaşması.

Bunların içinde Şeytan bir dış faktör olup, Hz. Adem’e secde olayından dolayı insan oğluna savaş açmış en büyük tehlikedir. İnsana sürekli vesvese verir ve yaptığı kötü işleri ona süslü göstererek saptırmaya çalışır ve böylelikle hidayet üzere olan bir ümmeti bölmek ister:

“Andolsun Allah’a, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) gönderdik, fakat şeytan onlara yapıp ettiklerini süslü-göstermiştir; bugün de onların velisi odur ve onlar için acıklı bir azab vardır.”(16/63; keza 6/43)

Mele’-mütrefler(refahtan şımarıp azan yönetici-patronlar), de fert açısından dış faktördürler. Refahtan şımarıp azdıkları için müstağnileşmişlerdir. Her şeyi kendileri için meşru, başkaları için gayrı meşru gördüklerinden adaleti çarpıtıp zulme sapmışlardır. Bunu için âdil bir düzenin ilk ve baş düşmanlarıdırlar. Bu nedenle de ümmetlerin bölünmesinde şeytandan sonra ikinci derecede rol alırlar. Zaten bunlar şeytanın baş yardımcılarıdır:

“İşte böyle; senden önce de (herhangi) bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun ‘refah içinde şımarıp azan önde gelenleri’ (şöyle) demişlerdir: «Gerçek şu ki, biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuşlarız.»

 (O peygamberlerden her biri de şöyle) Demiştir: «Ben size, atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsamda mı?» Onlar da demişlerdir ki: «Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız.»”(43/23-24)

Diğer üç faktör, iç faktörler olup aynı zamanda dış faktörlerin etki alanlarını teşkil ederler. İnsanın kendi hevâ/hevesini ilahlaştırarak Allah’tan gelen temel değerlerin yerine nefsinin öngördüğü değerleri yerleştirmedeki ısrarı, beraberinde bölünmeyi getirir:

“Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici’ olarak Kitab’ı (Kur’an’ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku) larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) size verdikleriyle sizi denemesi içindir. “(5/48)

İnsana tercih etme hak ve hürriyeti verilmiştir. Kendi serbest iradesi ile yapacağı tercih insan için bir imtihandır, bir denemedir. Dolayısıyla insan, kendisine tanınan bu hürriyetten dolayı da hesap verme sorumluluğunu yüklenmiştir. Nitekim yukarıdaki ayette bu durum çok açık bir şekilde seslendirilerek hidayet yolcularının dimdik durması istenmektedir.

Tarihi süreçte insanlığın en büyük düşmanlarından birisi de insanın içinde var olan bağy’dir(azgınlık içeren haset, kıskançlık). Ümmetin bölünmesinde etkin rol oynar. Hz. Adem’in oğulları Habil ile Kabil’in kavgasında bağy vardır. Akraba ilişkilerinden toplumun değişik kesimleri arasındaki ilişkilere kadar her alanda bağy etkindir:

 “İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı-olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir.”(2/213)

Hz. Muhammed, bağy duygusunu tahrik edecek mal, mülk, makam ve ırk ile övünmeyi ümmet için tehlikeli görerek cahiliye davranışı olarak nitelemiştir:

“Ümmetimde dört şey vardır ki, câhiliyye işlerindendir; bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara ta’n (küçük görüp hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin ardından) mâtem!” (Müslim, Cenâiz 9, hadis no: 934)

Marksist-Leninist hareket, burjuvaziye karşı mücadelesini bağy üzerine kurmuştur denebilir.

Gerek birey gerekse toplum, kötülüklerle iç içe olmaya başladıklarında tepki vermeyip nemelazımcılık yaptıklarında, bir müddet sonra kötülükleri meşru görmeye başlarlar. Böyle bir değişim onların kalplerinde siyah bir nokta olarak başlar, kalplerini kirletir, katılaştırır, paslatır, duyarsızlıklarının devamında kalpleri mühürlenir. O nedenle kalplerin katılaşması, kalbi olumlu yönde etkileyecek uyarıcı sinyallerin alınmasını engeller. Dolayısıyla duygu, düşünce ve davranışları itibarı ile kendine yabancılaşmış bir insan unsuru ortay çıkar(6/43).

Sonuç: Bir Buçuk Milyarlık Mutedil, Tebliğci Bir Ümmetle Zulme Başkaldırmak 

Davet karşısında insanların takındıkları tavra bağlı olarak ümmetlerin isimlendirildiğini yukarıda belirtmiştik. Başlangıçta İslam dinini benimsemiş olanlar da Müslüman Ümmet, Muhammed Ümmeti, olarak çağrılmışlardır. Ancak zaman içerisinde ümmet kelimesinin genel anlamında bir sapma meydana gelmiş ve kelime yalnızca Müslümanlar için kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla bugün ümmet denince, Müslümanların birliği anlaşılmaktadır. Böyle bir ümmet Kur’ân-ı Kerim’de vasat, dengeli, mutedil bir ümmet olarak tanımlanmaktadır:

“Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahid olsun.”(2/143)

Bu ümmetin en temel vasfı, bir taraftan dengeli olması iken, diğer tarftan da insanlara şahit olabilecek kadar doğru, dürüst, inanılır ve güvenilir olmasıdır. Şahit olduğu için de hayalci ve duygusal değildir; gerçekçi ve âdildir. Ancak böyle mutedil ve şahit bir ümmet, bugün karşı karşıya kalınan tehlikenin boyutunu gerçek anlamda idrak edip çözüm üretebilir. ‘Araplar bize ihanet etti’, ‘Türkler bize zulmetti’, ‘Kürtler işbirlikçi’ diyerek tarihte yapılmış veya yapıldığı iddia edilen hatalara takılıp kalmaz. Bu mutedil ümmet; “Onlar, bir ümmetti, gelip geçti; onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.” (2/141,Keza 2/134) anlayışı ile olaylara ve sorunlara bakar.

Bu mutedil, şahit ümmet, bu sorumluluk anlayışı ile zulme, zihinsel ve toplumsal kirlenmeye karşı haklının yanında yer alarak hakkın mücadelesini veren hayırlı bir ümmettir:

“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.”(3/110)

Bu mutedil-şahit ümmet, güç ve kuvveti hakkın önüne geçirmez, mazlumun ve haklının yanında yer alır. Söyledikleri ile yaptıkları arasında tutarlılık vardır:

“Bir ümmet diğer bir ümmetten (sayıca ve malca) daha gelişkindir diye, yeminlerinizi kendi aranızda bir bozuculuk unsuru yaparak, ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi olmayın. Şüphesiz Allah, sizi bununla imtihan etmektedir. Kıyamet günü hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyi size muhakkak açıklayacaktır.”(16/92)

Bu mutedil-şahit ümmet, her türlü yalanlamaya, her türlü baskıya, her türlü iftira, karalama ve alaya karşı görevlerini her şart ve ortamda ifa etmeye çalışırlar. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyenlerden, neme lazımcılardan değillerdir. Bukalemun gibi sürekli renk değiştirmezler. Kendilerine zulmedenler de dahil olmak üzere tüm insanlığın kurtuluşunu kendi kurtuluşları olarak görürler. Onların bilgisizliklerinden dolayı saptıklarını düşünürler ve bu yüzden en küçük ihtimalı değerlendirmek isterler. ‘Bir ihtimal belki sakınırlar’ düşüncesi, onların zihinlerinin bir köşesinde daima bulunur. Dolayısıyla her ihtimali insanlığın kurtuluşu için kullanırlar. Allah bu ümmete bu konudaki sorumluluklarını, deniz kenarındaki bir kasabanın başına gelenleri örnek göstererek hatırlatmaktadır:

“Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri (n uğradığı sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. ‘Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında’, balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, ‘cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında’ ise, gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk.

Onlardan bir ümmet: «Allah’ın kendilerini yıkıma uğratmak veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?» dediğinde «Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye» dediler.”(7/163-164)

Bu mutedil-şahit ümmet, kötülüklere karşı tavır almamanın bedelinin helâk olacağını ve Allah’ın azabının değişik şekillerde gelebileceğini bilir:

 “Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakalayıverdik.

Onlar, kendisinden sakındırıldıkları ‘şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca’ onlara: «Aşağılık maymunlar olunuz» dedik.

O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseleri başlarına gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O, çok affedici, çok merhametlidir.”

Onları yer yüzünde ayrı ayrı ümmetler olarak paramparça dağıttık. Kimileri salih (davranışlarda) bulunuyor, kimileri de bunların dışında olan aşağılıklardır. Umulur ki dönerler diye, onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.” (7/165-168)

Bu mutedil-şahit ümmetin oluşturulması bugün için en acil görevdir. Ümmeti oluşturmak ve ümmeti korumak içiçe olan görevlerdir. Ümmet, başkalarını kurtarayım derken kendi içinde kırılmaya uğrayabilir. Kalp hastalıklarına yakalanabilir, varlık nedenini unutup dünyaya dalabilir, dünyevileşebilir:

“Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım ‘kötü kimseler’ geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah’a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı?”(7/169)

Başkalarının hatalarını görmekten kendi hatalarını göremeyen, başkalarının zulüm ve haksızlıklarını görüp de kendi yaptığı zulüm ve haksızlıkları göremeyen toplumların, zaman içerisinde nasıl çürüyüp yok olduğunu tarih bize bildirmektedir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim, ümmeti uyarmaktadır:

 “Siz, insanlara iyiliği emrediyorken, kendinizi mi unutuyorsunuz? Oysa siz kitabı okumaktasınız. Yine de akıllanmayacak mısınız?”(2/44)

Bu, hatasını gör(e)meme hastalığıdır. Bu hastalıktan ümmeti koruyacak mekanizma, kendi içinde tebliğde bulunacak, ihtisaslaşmış özel bir ümmetin görevli kılınmasıdır:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”(3/104)

Bu özel ümmet, toplumun değişik kesimlerinden teşekkül ettirilip sürekli görev yapmalıdır:

 “Mü’minlerin tümünün öne fırlayıp savaşa çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, çıktığında (bir grup da), dinde derin bir kavrayış edinmek (tafakkuhta bulunmak) ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarıp-korkutmak için (geride kalabilir) . Umulur ki onlar da kaçınıp-sakınırlar.”(9/122)

Başta İslam dünyası olmak üzere insanlığa karşı, ABD merkezli açılmış bir savaşın ortasındayız. Her türlü yalanın, dolanın, fitne fesadın kaynatılacağı, iftıranın atılacağı ve tüm hased duygularının tahrik edilip devreye sokulacağı bir ortamın içinde olacağımız hiçbir zaman unutulmamalıdır. Hz. Peygamber bu tehlikeye karşı ümmetin dikkatini çekmiştir:

“Ben senin ümmetine ‘Onları umumî bir kıtlıkla helâk etmeyeceğim, kendileri dışında, çoğunu helâk edecek bir düşman da musallat etmeyeceğim, hatta yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde toplansalar da. Ama, kendi aralarında birbirlerini helâk edecekler.” (Müslim, Fiten 19; hadis no: 2889; Tirmizî, Fiten 14, hadis no: 2177; Ebû Dâvud, Fiten 1, hadis no: 4252)

Ümmetin birbirini helak etmemesinin yolu, Allah’ın ipi olan Kur’ân’a sımsıkı yapışmaktır:

“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı.”(3/103)

Birlik ve beraberlik içinde olmak için mümin kardeşlerimize karşı kin tutmamalıyız:

 “Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: «Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma. »”(59/10)

Zulmün ebediyen yok olması, Müslüman nesiller yetiştirmekle mümkün olur:

«Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (müslüman) bir ümmet (kıl). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.»(2/128)

İşte bu anlayış içerisinde olan 1.5 milyarlık mutedil, şahit, hayırlı ve tebliğci bir ümmet, insanlığı tahrip ve helâk edecek bir işgal girişimine karşı dimdik ayakta durabilir ve tarihi değiştirebilir. Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış, yalnızca Allah’tan korkarak sadece Allah’a teslim olmuş böyle bir ümmetin önünde hangi güç durabilir?        

Dipnotlar

1- Dursun D., İslam Dünyasında Dauyanışma Hareketleri ve İslam Konferansı Teşkilatı, Ağaç Yayıncılık, İstanbul,1991, s.20-23

2- Dursun D., a.g.e, s.26-27

3- Dursun D., a.g.e, s.46-70

4- Alan B. D-8 Yeni bir Dünya, Yörünge yayınları, İstanbul

5- Alan B. a.g.e, s.194

6- Alan B. a.g.e, s.177

7- Ünal A., Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990, s.583-588

8- Öztürk Y.N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991, s.647-649

9-Hamidullah M., İslam Peygamberi, İrfan Yayınları, İstanbul,1972, s.149-153

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...