(Umran Dergisi)
Türkiye’nin Jeostratejik Önemi
Bir ülkenin coğrafyası, o ülkenin politika ve
stratejisinin tespitinde son derece önemli bir rol oynar. Stratejik bir
coğrafya, ülkeye önemli avantajlar sağlarken, ciddi düşmanlıkları da
beraberinde getirir. O ülkeyi yönetenler, bu gerçeği daima göz önünde
bulundurmak zorundadır. Ülke politikalarını,
hayaller üzerine değil de gerçeklere oturtmalıdırlar.
Türkiye, coğrafi olarak böyle bir öneme haizdir. Üç
kıtanın kesişiminde, üç tarafı denizle çevrilidir. Karadeniz’le Akdeniz’i
birbirine bağlayan boğazlara sahiptir. Rusya’nın sıcak denizlere açılabilmesi
için önemli bir koridordur bu boğazlar. Çarlık Rusya’sından bugüne dek Türkiye,
Rusya’nın hep iştahını kabartmıştır, ilgisini çekmiştir.
2010 yılında dünyanın doğal gaz ve petrol ihtiyacının
% 75’ini karşılayacağı öngörülen Ortadoğu ve Kafkasya’nın ortasında bir yerde
bulunması Türkiye’nin önemini bir kat daha artırmaktadır. Diğer taraftan
Avrasya uranyum, altın gibi kıymetli zengin maden rezervlerine sahiptir.
Türkiye coğrafi olarak bir tarım, hayvancılık ve orman
ülkesidir. En zengin su kaynaklarına sahiptir.
Türkiye bu coğrafi öneminin yanı sıra inancından,
etnik kimliğinden ve tarihi kimliğinden kaynaklanan avantajlara sahiptir. Türk
kimliğinden dolayı Türkî Cumhuriyetler ile, İslam kimliğinden dolayı tüm İslam
ülkeleri ile, Osmanlı kimliğinden dolayı Adriyatik’e kadar uzanan birçok Avrupa
ülkesi ile psikolojik bağları vardır. İmparatorluklar geleneğinden gelmesi,
halkın sabır, direnme gücü ve genç nüfusu Türkiye’yi daha da avantajlı konuma
getirmektedir.
Hıristiyanlık ve Yahudilik için manevi öneme sahiptir.
Bu iki büyük din mensupları için Türkiye iştah kabartıcıdır.
Bu özelliklere sahip bir Türkiye’de meydana gelen
olaylar, yalnızca iç dinamiklere bağlı kalınarak izah edilemez. Olaylarda yer
alabilecek ulusal ve de uluslararası dinamikleri, bütün boyutları ile en ince
ayrıntısına inerek gözönüne almak lazımdır. Tüm olasılıkları düşünmek ve
değerlendirmek gerekir.
İşte 28 Şubat Postmodern Darbesi’ni bu çerçevede ele alıp inceleyeceğiz.
Dünya Hakimiyetinin Yolu
Ortadoğu ve Kafkaslar, sahip olduğu enerji kaynakları
ve maden rezervleri ile dünya hakimiyeti mücadelesinde son derece önemli bir
konuma sahiptir. Dünyaya hakim olmanın yolu bu coğrafyadan geçer dense yanlış
olmaz. İşte böyle bir coğrafyanın ortasında Türkiye bulunmaktadır.
Bu nedenle Türkiye, dünyada etkin olmak isteyen
güçlerin kıran kırana mücadele ettiği bir savaş alanıdır. Bu coğrafyada vuku
bulan olaylar, karmaşık ilişkiler ağının bir sonucudur. Basit yorumlar,
sloganik söylemler, yanlış yönlendirmeler, kafa karıştırmalar oyunun bir
parçasıdır. Asıl failleri gizlemeye dönük ince harp sanatlarıdır çoğu kez bu
yorumlar. Türkiye halkının ve aydınının yönetimle beraber bunu görebilmesi,
ülke için bir dönüm noktası olacaktır. Ülkenin rahatlaması, kaynaşması,
bütünleşmesi ve manipülasyonlardan kurtulması buna bağlıdır.
Bugün Türkiye üzerinde, genel yapı itibari ile, ABD ve AB olmak üzere
iki güç, hakimiyet mücadelesi vermektedir. ABD, dünyanın tek hakimi olarak
karşısında rakip istememektedir. ‘Tek Süper Devletli Dünya Raporu’ adlı
belgede, ABD Politikası çok net bir şekilde Amerikan yönetimi tarafından ortaya
konulmaktadır:
“Batı Avrupa’daki,
Asya’daki ya da eski Sovyetler Birliği’ndeki devletlerden hiçbirinin
Birleşik Amerika’nın karşısına dikilecek, ona kafa tutacak güce erişmesine izin
vermemek...”1
Sanayileşmiş bir Avrupa, enerji ihtiyacını Ortadoğu ve
Kafkaslardan sağlamaya ve ürettiği malları buralara satmaya kendini mecbur
hissetmektedir. Bu nedenle bu iki gücün çekişmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla
bölgenin ortasında bulunan Türkiye bu çekişmeden payını alacak, güçlü oluncaya
dek sürekli bir gerilim ortamında yaşayacaktır. Türkî Cumhuriyetleri arka
bahçesi olarak gören Rusya, bu bölgede
olabilecek her şeyle yakından ilgilidir.
Bölgedeki İsrail, dini temellere oturtulmuş bir devlet
olup ‘Nil’den Fırat’a Kadar’ olan coğrafyayı kendi mülkü olarak görmektedir:
“Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu
diyarı senin zürriyetine verdim”.(Tekvin,15/18).
Bu dini
inanışın bir sonucu olarak General Moşe Dayan rahatlıkla şöyle diyebilmektedir:
“Bizler Tevrat’a sahipsek, bizler kendimizi Tevrat’ın
halkı olarak görüyorsak, Tevrat’ta vaat edilen bütün bu topraklara sahip olmak
zorundayız.”2
ABD ve AB’nin yanısıra Ortadoğu’da bulunan dini
temelli bir ülke olarak İsrail, bu coğrafyadaki ilişkiler ağında ciddi bir rol
almaktadır. Üstelik ABD’nin ‘Stratejik Bir Ortağı’dır. Ortadoğu’nun
şekillenmesinde ABD ve İsrail birlikte hareket etmektedir.
Ortadoğu
denkleminde bir başka parametre İran’dır. İran İslam Devrimi; ABD, AB ve
İsrail’in korkulu rüyasıdır. Bu açıdan Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılarak
İsrail’in güvenliğinin daha da sağlamlaştırılması ABD-İsrail ikilisi için
önemli bir zaruretti. Bu fırsat, ABD ve İsrail ikilisine Saddam’ın Kuveyt’i
işgal ederek dünya petrol rezervinin %20’sine sahip olmaya kalkması ile
verilmiş oldu. Yerleşik petrol düzeninin bozulmasına razı olması mümkün olmayan
Batı dünyasının harekete geçmesi gecikmedi. Körfez savaşı, Ortadoğu’nun yeniden
yapılandırılması için istenen fırsatı yaratmış oldu. ABD, Ortadoğu’ya fiilen
yerleşerek petrol bölgelerini daha rahat kontrol ederken; diğer taraftan İran,
Irak, Suriye ve Türkiye’nin başını çok ağrıtacak olan Kuzey Irak’ta Kürt
devleti kurma çalışmalarına başlamış oldu.
Kuzey Irak’ta kurulacak olan Kürt devleti, Kürtler
için değildi. ‘Nil’den Fırat’a kadar
olan’ toprakların daha rahat ilhak edilmesi, Filistin’de bunalan İsrail’in
rahatlaması ve bölgedeki petrol ile su kaynaklarının daha rahat kontrol
edilebilmesi için uzun vadeli bir stratejinin yalnızca bir parçası idi. İsrail’in
hedefi bölgeyi sandviç gibi dilimleyip rahatça yutmaktı:
“Diğer cephelerde de aynı şey geçerlidir; Lübnan,
Suriye, Irak ve Arap yarımadası, Osmanlı döneminde Doğu Akdeniz sahillerinin
durumu gibi, dini ve etnik küçük parçalara ayrılmalıdır.”3
Bu amaca ulaşabilmek için bölgedeki ülkelerin aleyhine
olabilecek her türlü girişimde bulunmaktan çekinmiyordu. Uğur Mumcu, 7 Ocak 1993’de yazdığı bir yazıda olayın bu
yönüne ve Ortadoğu’daki karmaşık ilişkilere dikkat çekmeye çalışıyordu:
“Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu hergün biraz
daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki Mossad-Barzani ilişkisidir. Mossad,
İsrail devletinin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt Lideri Molla
Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?
Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, ‘hayır
olmadı’ diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da Mossad-Barzani
ilişkileri bilinmiyordu.”4 (Okuyucu bu konuda daha ayrıntılı bilgiyi Aydoğan
Vatandaş’ın Armagedon adlı kitabında
bulabilir.)
ABD–İsrail ikilisinin Ortadoğu’da yapmak istedikleri yapılanmanın önünde en güçlü engel Türkiye’dir. Türkiye’nin bu konudaki direnişinin kırılması, kendisine tayin edilen rolün dışına çıkmaması için kendi içine kapanması ve istikrarsızlaştırılması gerekmektedir. Bu nedenledir ki gerek CIA, gerekse Mossad PKK hareketini desteklemişlerdir. Gene bu amaçla, gerek Hatay gerekse “su sorunu” Suriye’den ziyade Batı ve CIA kaynaklı kuruluşlar tarafından hep gündemde tutulmuştur.5
Türkiye’ye Biçilen Rol: Jandarmalık
ABD ve İsrail
ikilisinin Ortadoğu politikalarını realize edebilmeleri için Türkiye’ye
biçtikleri rol, bu ülkelerin ileri karakolu olarak çalışan ‘jandarmalık’ görevidir. Türkiye bu görevi yerine getirmediği veya
buna karşıt tavırlar aldığı zaman, ‘tehlikeli ve masraflı’ bir bedel ödemekle
karşı karşıya bırakılmaktadır. Eski CIA şefi Graham Fuller konuya ilişkin
düşüncelerini açık açık söylemekten çekinmiyordu:
“Maalesef ayrılıkçı hareketler tüm dünyada görülmeye
başlanmıştır. Üzücü olan gerçek uygulanan politikalar ne derece liberal ve açık
olursa olsun kimse, Kürt topluluğunun en düşük düzeyde bir özerklik
istemeyeceğini garanti edememektedir. Kürtler, muhtemelen PKK’yı Kürt arzuları
için ideal bir örgüt olarak görmemektedir. Ancak PKK’nın Türkiye Kürtlerinin
sahip olduğu tek milli örgüt olduğu ve bir çok Kürd’ün PKK’yı kendi durumlarını
düzeltecek bir kuruluş olarak gördüğü ve en azından sempati duyduğu
değerlendirilmektedir. Kısacası artık liberal politikaların Kürtlerin Irak,
İran ve Türkiye’de ‘self-determination’ arayışlarını önlemek için yetersiz
kalabileceği kıymetlendirilmektedir.
Kürtlerin bu üç ülkede girişeceği özerklik, ardından
gelebilecek bağımsızlık ve hatta birlik arayışları bölgeyi istikrarsız
kılacaktır. Böyle bir eğilim artık en azından Irak’ta önüne geçilmez bir hal
almıştır. Sadece zaman, bölgesel olaylar ve izlenecek politikalar bu sorunun
cevabını verebilecektir.
Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya
çıkacak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece
Türkiye’nin önemli bir parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak
Türkiye’nin diğer bölgelerine dağılmış Kürt topluluğunun da istikrarsızlığına
sebep olacaktır. Kürt sorunu, Türkiye’nin gelecekteki istikrarı, bölgedeki rolü
ve Batı ve ABD ilişkileri için büyük önem taşımaktadır.”6
ABD, açık bir şekilde Ortadoğu politikasını ortaya
koyarak, Türkiye’ye, ‘buna mani olmaya çalışma; çalışırsan senin için tehlikeli
ve de masraflı olur’ demektedir. Geçmişte gerçekleştirilen Muavenet, Eşref
Bitlis, Uğur Mumcu ve Kışlalı olayları, ABD ve İsrail’in tehlikeli ve masraflı
operasyonlarından bazıları niçin olmasın? Son zamanlarda polislerin
öldürülmesi, Gazi Mahallesi olayları ve
son olarak Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın öldürülmesi, bu tehlikeli
ve masraflı operasyonların bir parçası olabilir miydi? Üzerinde düşünülmesi
gerekir.
ABD, dünya hakimiyetine ilişkin politikalarını hep bu
düzlemde gerçekleştirmiştir:
“Dostumuz olan ülkeler, Washington tarafından çizilen
genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla bulundukları bölgedeki çıkarlarını
kendileri hararetle takip etmelidirler.”7
Eğer bir ülke yönetimi bu çerçevenin dışına çıkarsa ne
olur, sorusunun cevabını Graham Fuller’in
yukarıdaki konuşmasında bulabiliyoruz: ‘Tehlikeli ve masraflı’ bir bedel.
Bu gerçeği zaman zaman göremeyen yöneticilerimiz;
iktidarda kalma veya iktidara gelme hırsıyla birbirlerini yıpratmaktan
çekinmemiş, halkın gücünü harekete geçirerek sömürgeleştirme, köleleştirme
politikalarına ilişkin oyunları bozamamışlardır. İktidar ve muhalefette olma
rolleri, yer değiştirdiği zaman bile, gerçekleri bildikleri halde birbirlerine
destek vermemişlerdir.
Bu tehlikeli ve masraflı oyunda 28 Şubat Postmodern Darbesi’nin konumu nedir, rolü nedir? Suudi ve Kuveyt krallıkları ile anlaşabilen ABD, Refahyol ile niçin anlaşamıyordu? Niçin bu iktidarın gitmesini istiyordu?
28 Şubat Postmodern Darbesi
28 Şubat Postmodern Darbesi, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin
değişik bir versiyonudur. Hepsinin ortak özelliği, dış destekli olmalarıdır.
ABD’ ye ciddi tavizler verilmesi, ordunun
siyasete daha fazla sokularak yıpratılması, gelişen genç ve dinç tüm sivil ve
siyasi yapıların tahrip edilmesi, bu darbelerin genel özelliğidir. 27 Mayıs’ta
DP, 12 Mart’ta AP, 12 Eylül’de tüm siyasi partiler ve 28 Şubat’ta RP bertaraf
edilmek istenmiştir.
Bu darbelerin olmasında, siyasi iktidarların hiçbir
dahlinin, günahının ve hatasının olmadığı söylenmek istenmiyor. Elbette ki
siyasi iktidarların gerilim ortamının oluşmasında payları vardır. Ama bu, bir
darbenin yapılmasına meşruiyet kazandırmaz. Kuvvetler ayrılığının esas olduğu
bir ülkede kurumlar birbiri ile uyumlu çalışmayıp birbirlerini engellemeye,
birbirlerini yıpratmaya gayret sarfederlerse; bunun suçunu, sadece hükümetlere
fatura etmek hem gerçekçi, hem de adil olmaz. Yönetimler, meşru zeminlerde
darbesiz, entrikasız, hilesiz el değiştirmelidir. Türkiye’nin kurtuluşu buna
bağlıdır.
Türkiye kuşatılmışlık çemberini kırabilmesi için halkı
ile bütünleşmeli, yaşayan gerçek halk için yeniden yapılanmalıdır. Türkiye
şeffaf, özgür olmalı, konuşabilmeli, tartışabilmelidir. Susan bir Türkiye
gerçekleri bulamaz; kuşatılmışlık çemberini kıramaz.
Bütün darbelerden sonra Türkiye’nin suskunluğa
gömülmesi tesadüfi değildir. O da oyunun bir parçası olup halkın dışlanması ve
pasifize edilmesi amaçlanmaktadır. Büyük güçler, halkların uyanmasını ve ülke
yönetiminde gerçek anlamda söz sahibi olmasını istemezler:
“Halkın muhalif olduğu politikalar karşısında sessiz
kalmasını sağlayabilmek için klâsik bir yöntem vardır. Yüreklere korku salmak.
Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna
inandırılırsa, muhalif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz
kalmayı tercih eder, yapılanları hoş karşılamasa bile zaruri bulabilir.
Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır, o an için
gündemde bulunan düşman olabildiğince abartılır... Gerçekleri saklamak,
olabildiğince çarpıtmak, basını bir güzel yoğurup istenilen tarzda
biçimlendirerek halkı uyutmasını sağlamak terör kültürü ile yoğrulmuş
sistemlerin sıradan faaliyetlerindendir...
Halkın sesinin bastırılmasının yollarından biri de
terördür. Halkın terör yoluyla susturulması ABD’nin tercihidir ve sopayla
halkın üzerine yürüyen hükümetlerin Washington’un gözünde itibarı ve kredisi
artmaktadır...”8
ABD, halkı ile
bütünleşmiş yönetimleri sevmez. Hele bu yönetimler, ABD menfaatlarına ters
düşen politikaları hayata geçirmeye çalışırlarsa bunların iktidarda kalması hiç
istenmez . Bu, ABD yönetimlerinin temel yaşam felsefesidir. Bunu, Ortadoğu
coğrafyasında bulunan Türkiye daima göz önünde bulundurmalıdır.
İşte ABD yönetimi,
yeni bir güç olarak iktidara yürüyen RP’yi sürekli gözlemiş, raporlar
hazırlatmış, olası durumlara karşı, olası hareket şekillerini olgunlaştırmak ve
uygulamak için harekete geçmiştir. Refahyol karşısına dikilebilecek her kesimin
nabzını tutmaya ve onları yönlendirmeye çalışmıştır.
Amerikan Kongresi’nin Ortadoğu masası şefi Carol
Migdalovitz tarafından kaleme alınan ‘Toparlanamayan
Türkiye’nin Politik Krizi’ adlı raporda Refahyol Hükümeti ile ilgili önemli
notlar yer almaktadır:
“Amerika, belki şu anda Refah hükümetinin düşmesini
istiyor. Ama Amerika şunu da görüyor: Refah daha da güçlenmektedir. Bu durum,
Türkiye’nin uzun vadeli istikrarını ve demokrasisini etkileyebilir... ABD
Refah’ı istemiyor, Refah’ın uzaklaştırılmasını
istiyor... Refah zorla uzaklaştırılırsa,
İslami siyaset aşırılaşabilir... Bu seçim sistemi ile, Refah ilk seçimde
%21 ile %30 arasında oy alır...Türkiye’nin bu kaostan çıkması için ya seçim
sistemi değiştirilmeli ya da başkanlık sistemine geçilmelidir.”9
Bu rapor, rivayet edilir ki yalnızca dönemin
Cumhurbaşkanı ile Genelkurmay Başkanı’na verilmiştir. O dönemde Demirel
tarafından gerek seçim sistemi, gerekse başkanlık sisteminin hemen tartışmaya
açılmasının bir rastlantı olmadığı anlaşılıyor. Eğer sistemin iç tezatları
engel olmamış olsaydı, her iki konu da
ABD’nin öngördüğü şekilde çözülmüş olabilirdi.
Yapılacak ilk seçimde %21 ile %30 arasında rey
alabilecek bir RP’nin önü kesilmeliydi. ABD’nin önerileri istikametinde sorun
çözülemediğine göre daha başka yöntemlerin denenmesi gerekiyordu. General
Özkasnak, 28 Şubat’ın amacının bu olduğunu bugün itiraf etmektedir (medyada
yaptığı açıklamalardan):
“28 Şubat Postmodern bir darbedir. O günün
koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi Klasik
Darbe yapılamazdı... Bugün 28 Şubat’ı küçümsemeye çalışanların bilmesi
gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı 18 Nisan 1999 seçim
sonuçları alınamazdı... 18 Nisan’da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni
28 Şubat’tır.”
ABD ne Refah’ı
istiyordu ne de darbeyi. O günkü uluslararası konjonktür ve Ortadoğu gerçeği,
Türkiye’de gelişmekte ve yaygınlaşmakta olan halkın müslümanlaşması olgusunu,
darbeyle çözmeye uygun değildi. ABD’nin asıl korkusu RP değildi; ‘İslami
siyasetin aşırılaşma ihtimali idi’. Çünkü halk, İslamı bir kurtarıcı olarak
görmeye başlamıştı. ABD açısından öncelikli hedef, bu psikolojik üstünlük idi
ve bu yok edilmeliydi. Ancak hükümet olmak ve ikbal merdivenlerini hızlı
tırmanmak isteyen bazı sivil ve askeri zevat ABD’nin gördüğünü göremiyor, çözüm
olarak darbeyi öngörüyorlardı:
“Gerçekte Türkiye’nin –askerlerin ağır baskısı
altındaki– laik köktencilerinin, RP’nin önünü kesmek için başvurdukları bu
manevranın geri tepmesi ve İslamcı akıma desteğin artması olasılığı daha da
yüksek... Türkiye’nin geleceği ABD’yi ve öteki batılı devletleri yakından
ilgilendirmektedir... Laik seçkinler, inançlı müslümanları kendilerine düşman
etmekle kalmıyor, dar görüşlü politikaları ile RP’nin saygınlığını
artırıyorlar.”10
Yeni Dünya Düzeni’nin Türkiye’deki asıl sorunu, halkın
bilinçli bir şekilde İslam’ı bir yaşam felsefesi olarak tercih etmeye
başlamasıydı. Talat Halman, 15 Haziran 1987 de Milliyet’teki bir makalesinde bu gelişime, hem ulusal hem de
uluslararası güçlerin dikkatini, 28 Şubat Postmodern Darbesi’nden on yıl önce,
çekmeye çalışıyordu:
“...Ülkemizde gelişmekte olan boyutlara ulaşmakta olan
hareket, ‘irtica’ dediğimiz olayların çok ötesindedir... Asıl sorun,
Türkiye’nin dört bucağında, kentlerde, kasabalarda, köylerde, muazzam bir nüfus kesimini kapsayan bir
İslamiyet hareketinin başlamış olmasıdır. İslamiyet’in uzak olmayan bir
gelecekte halkımızın ‘tek inancı, tek ülküsü, tek ideolojisi’ olması kuvvetle
muhtemeldir. Atatürkçülük, laiklik, milliyetçilik, belki de İslamiyetçi eylem
karşısında etkisiz kalacak, bugünkü partilere egemen olan ideolojiler, İslam ideolojisinin baskısı altında
eriyecektir. Bilinçli ya da bilinçsiz milyonlarca müminden oluşan bir kitlenin
hareketini durdurmak zor olur”.
Cuntanın 1987’lerden itibaren oluşmaya başladığını
gözönüne alırsak, 28 Şubat Postmodern Darbesi, böyle bir gelişmeyi durdurma
amaçlı bir hareketin adıdır diyebiliriz. ABD açısından projenin asıl adı ‘Başarısızlığın İslamileştirilmesi’dir.
Gerçekte istenen, Refahyol hükümetinin başarısız olması ya da kılınmasıydı. Bu
durumda halka, RP yöneticilerinin şahsında İslam’ın çağdışı bir düşünce olarak
sorunlarını çözemeyeceği anlatılacaktı. Eğer proje tutsaydı, medya aracılığı
ile yürütülecek bir psikolojik savaşla halkın gözünden, kalbinden ve gönlünden İslam
sökülüp atılmak istenecekti. Refahyol şaşırtmıştı. Liberal bir sistemi, bir
başka düşüncenin mensupları liberallerden daha iyi, daha başarılı
işletebilmişlerdi11. Proje tutmamıştı. Daha başka alternatiflerin denenmesine
geçilmesi gerekiyordu.
ABD, RP’nin birinci parti olarak seçimlerden
çıkacağını önceden öngörememiş miydi? Büyük bir ihtimalle hem ulusal, hem de
uluslararası güçler gelişmeyi görmüşlerdir. Onlar açısından asıl sorun RP’nin
iktidara getirilmemesi değildir; asıl sorun, Talat Halman’ın üzerinde durduğu halkın
İslamlaşması olayıdır. O nedenle ‘başarısızlığın
İslamileştirilmesi’ projesi çerçevesinde RP halkın gözünden düşürülecekti.
Merkezi oluşturmak için yok etmek istedikleri bir başka parti (DYP)’nin RP ile
koalisyonuna bu çerçevede göz yumdular. Böylelikle bir taşla iki kuş vurup
hedefe ulaşacaklardı.
Böyle bir dönemde ordu içerisinde sol mezhepçi bir
cuntanın öne çıkması, bir tesadüf müdür, yoksa ABD-İsrail eksenli oynanan daha
büyük bir başka oyunun parçası mıdır? Bunu bilemiyoruz. Ancak RP’nin hükümetten
düşürülmesinin dış destekli bir devlet projesi olduğu bugün bilinmektedir.12,13
Dış güç, Refahyol hükümetinin darbesiz bir şekilde
iktidardan uzaklaştırılmasını istemektedir... Dış desteğin bir tarafında ABD,
diğer tarafında ise İsrail vardır. Sol Mezhepçi Cunta darbe isterken ABD buna
karşı çıkmaktadır. RP’ye bu kadar karşı olan ve 1987’den itibaren oluşan sol
cunta, neden RP’nin iktidara gelişini engellemek için bir şey yapmamıştı?
Gerçekte bu nokta düşündürücüydü. Bu sorunun cevabı bulunmalıydı. Bu sorunun
cevabını Armagedon adlı kitapta
bulabilmekteyiz:
“...Ancak tüm bunlardan daha da önemlisi askerlerin
bir RP iktidarını engellemek için hiçbirşey yapmamış oluşlarıydı. Bir iddiaya
göre bazı askerler bundan maksimum fayda elde edebileceklerini çok iyi
biliyorlardı.
Bu iddiaya göre ordu içerisinde bir kanat ciddi
denebilecek bir darbe eğilimi içerisindeydi ve bu kanat, 1987 yılından bu yana
ordu içerisinde hızlı bir şekilde örgütleniyordu... Yine iddialara göre Üruğ
ekibi olarak bilinen bu oluşum, kökenlerini ‘Yön’ hareketinden alıyordu. Ancak
Özal kliğinin 1990’ların başında yavaş yavaş güçten düşmesi ve Özal’ın 1993
yılında vefat etmesiyle birlikte, Üruğ ekibi, daha güçlü bir şekilde TSK’nın
kilit noktalarını ele geçiriyor ve hatta komuta kademesinde temsil edilmeye
başlanıyorlardı. Bütün personel daire başkanlıkları ve hareket başkanlıklarında
etkin hale gelen bu ekip, kısa bir müddet sonra kendi görüşlerinde olmayan
subayları tasfiye etmekte gecikmeyecekti. Kimine ‘gerici’, kimine ‘faşist’,
kimine de ‘Amerikancı’ diyerek ‘Korgeneral’ rütbesinde bile bazı isimleri
tasfiye etmekten çekinmeyen bu ekip, İsrail’le ilişkilerin de başını çekiyordu.
Bir iddiaya göre İsrail’in RP ile ilgili sorusu bu yüzdendi ve bu doğrultuda
RP, Türkiye’de çok iyi bir darbe
gerekçesi olabilirdi.”14
Başarısızlığın İslamileşmesi için RP’nin en azından
bir müddet için iktidara gelmesi, ABD’nin işine gelirken; darbe gerekçesi olarak sol mezhepçi cuntanın
da işine geliyordu. Tarafların menfaatleri bir noktada çakışmıştı. Menfaatlerin
kesiştiği bir başka konu daha vardır ki o da, PKK dolayısıyla Kürt sorunudur.
Sol cunta, öncelikli tehdit olarak,
MİT’in görüşünün aksine, irticâ’ı(!) öngörüyordu. Artık PKK birinci tehdit
değildi . Bu ani değişimin nedeni neydi? Ne olmuştu da bir gün içerisinde
tehdit kaynağı el değiştirmişti? Bunun cevabını, İstihbaratçı Hanefi Avcı’nın
beyanlarında bulabilmekteyiz. Avcı’ya göre cuntanın PKK ile diyaloğu vardı. Cuntadaki
bazı üst düzey askeri yetkililer, Apo ile doğrudan telefon görüşmesi
yapıyorlardı15. Bir başka istihbarat yetkilisi ise bu ilişkiden dolayı
“PKK’yı dağda değil burada ara; Ankara’da... Bu sözün
ne anlama geldiğini bir gün anlayacaksın..”.15
demekteydi. Acaba bugünkü İçişleri Bakanı Tantan;
bürokrasi içinde ‘nüfuz casusları’
var derken, bunlardan arta kalanları mı kastediyordu?
Refahyol Hükümeti, hem içten hem de dıştan çepeçevre
kuşatıldığından dolayı, ciddi taktik hatalar yaparak gitmek zorunda kaldı. Darbelerden çok çekmiş
olan ve darbelere karşı olduğunu söyleyen Demirel’in ikinci kez Cumhurbaşkanı
seçilmek umuduyla darbecilerin yanında yer alması üzücü olmuştur.
Hükümetin düşmesi ile cunta açısından sorun çözülmüş oluyor muydu? Asıl sorun çözülmüş olmuyordu. Temeldeki amaç, halkın İslamlaşması olayının önünün kesilmesi ve parlamentoda her türlü temsilin ortadan kaldırılması idi. İşte bunun için RP hareketi yok edilmeli, halka gözdağı verilmeliydi.
RP’yi Kapatıp FP’yi Bölerek Dindar Kesime Gözdağı Vermek ve Sindirmek
RP hareketinin önemli özelliklerinden birisi, CHP
tabanlı olmayan bir halk hareketi olmasıdır. Merkez’den değil Çevre’den
gelmiştir. Başlangıçtan beri Kürt halkından yakın ilgi ve destek görmüştür.
İslam’ı, bir üst kimlik olarak, değişik etnik unsurları bir arada tutmanın
çimentosu olarak görmüştür. Kürt halkının RP hareketine sevgi göstermesi,
Ortadoğu’da yeni bir Kürt devleti kurdurmak isteyen ABD ve İsrail ikilisinin
işine gelmemektedir. Üstelik de RP’nin İsrail’e özel bir allerjisi vardı. RP’li
bir hükümet Ortadoğu’daki ABD-İsrail
ikilisinin kurduğu denklemi çözümsüz kılabilirdi. Yapılacak ilk seçimlerde tek
başına iktidar olabilme ihtimalinin yüksek olması, herkesin uykusunu
kaçırıyordu. Bu nedenle RP işe yaramaz hale getirilmeliydi. Projenin yeni
adının ‘unufak etme projesi’ olması muhtemeldir.
Refahyol Hükümeti, içte ve dışta büyük bir muhalefetle
karşılaşmış olmasına, medya ve sivil görüntülü örgütlerin ve de askeri
bürokrasinin yoğun bombardımanına uğramış olmasına rağmen ABD politikalarını
sarsacak önemli atılımlarda bulunmuştur16:
* Irak’la sınır ticareti başlatılarak Irak’a uygulanan
ekonomik ambargo delinmiştir.
* D-8’ler projesi ile ilk kez Batı karşısında ayrı bir
yapı oluşturulmuştur.
* Malezya ile askeri helikopter projesi
başlatılmıştır.
* D-8’ler ile uçak yapım projesi başlatılmıştır.
* Çekiç Güç’e çeki düzen verilmiştir.
* Ekonomide başarılar kazanılmıştır.
Başbakan Erbakan; yaptığı icraatlarla fincancı
katırlarını ürküttüğünün ve arı kovanına çomak soktuğunun farkına
varmamışcasına Demirel’e askerin neden rahatsız olduğunu anlayamadığını
sormaktadır17:
“Erbakan Hoca, Demirel’e hükümet icraatlarını
anlatıyor. Hükümet bu işlerle uğraşırken, asker ne diye rahatsız olsun? Ne diye
sorun çıkarsın? Demirel tecrübesini anlatıyor. ‘1965-1971.. Düşük enflasyon.
Yüksek kalkınma hızı. Yatırımlar.. ve bir gün muhtırayı önümüze koyuverdiler’.
”
Geçekte
Refahyol Hükümeti, büyük güçlere ‘hayır’ demeye, direnmeye başlamıştı. Büyük
güçler ise, Kâmran İnan’ın deyişi ile,
‘HAYIR’ denmeye alışkın değildi18:
“Büyük güçler, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmaz. Çok ve
uzun kolları vardır. Kendi menfaatlerini korumak, karşı tarafa kabul ettirmek
için hiçbir tedbiri ihmal etmez, açık kapı bırakmazlar. Stratejik bakımdan
önemli menfaatleri bulunan memleket rejim ve idarecilerinin kendilerine yakın
olması temel hedefleridir. Bu hedefi, gelişme halinde bulunan memleketlerde
kolayca gerçekleştirirler. Bu gibi memleketlerde basın ve kamuoyunu
yönlendirmek, iç müttefikler bulmak zor olmuyor. Bugün önemli sayıdaki
memleket, özellikle müslüman memleketlerdeki idareler büyük güçlerin desteği
ile ayakta durmaktadır, her bakımdan bağımlıdırlar. Kendi insanlarının
menfaatinden ziyade, sanayileşmiş memleketlerin menfaatlerini düşünmektedirler.
Bu memleketlerdeki darbeleri, tesadüfe bağlamak veya halk hareketi olarak
görmek yanlıştır. Bunların arkasında genellikle dış menfaat bulunmaktadır.
Büyük güçlerin, uzun süre HAYIR işitmeye tahammülü yoktur. HAYIR diyenler
gider, yerlerine EVET diyenler gelir. Nerede ve nasıl şişirildiği belli olmayan
paraşütlerle siyaset meydanına inen liderler bizde de görülmüştür.”
İşte 28 Şubat Postmodern Darbesi, ABD-İsrail ikilisine
‘hayır’ diyebilen bir yönetimin devrilmesi vakasıdır. Refahyol’un eleştirilecek
bir çok yanlış icraatının olmuş olması, bu gerçeği değiştirmez. Hatalar, meşru zeminlerde rahatlıkla düzeltilebilirdi.
En büyük meşruiyet ortamı seçimdi,
parlamento idi. Bu zeminlerde hükümet değiştirilebilir ve partiler
cezalandırılabilirdi.
Erbakan’ın, hazırlıksız olarak, koalisyonla iktidara
geldiği bir dönemde, başarılı olup ‘başarısızlığın İslamileştirilmesi projesi’ni
akamete uğratması, şaşırtmıştır senaryoyu yazanları. Bundan dolayı da Batı,
özellikle ABD-İsrail ikilisi, ilk
seçimde %30 civarında bir oyla tek başına iktidara gelebilecek olan bir ‘İslamcı
Başbakan’dan korkmuşlardır. Eksen Ülkeler-Gelişen Dünyada ABD
Politikalarının Yeni Hatları adlı kitabında Alan Makovsky, bu noktayı
özellikle vurgulamaktadır19:
“Türkiye ilk defa, ABD hükümetinde sürekli üst düzey
dikkatlerin odağı olmuştur, çünkü İslamcı Başbakan’ın Türkiye’yi Batı yörüngesinden
çıkarabileceğinden korkulmuştur. Hükümetin her dalından yüksek düzeyli
bürokratlar düzenli toplantılar yapmış, Türkiye’nin İslamcı bir yönetim altına
girmesi ile ABD çıkarlarının ne olacağını değerlendirmeye çalışmışlardır...
Türkiye’ye böyle çok daha üst düzeylerde odaklanılması, sık rastlanan bir şey
değildir... Erbakan dönemi ve o dönemin Türkiye’nin geleceği konusunda
yarattığı kaygılar, politika çevrelerinde Türkiye’nin imajını yükseltmeye
yaramıştır.”
Sadece hükümetin düşürülmesi, sorunun tamamını
çözmemektedir. Asıl amaç, RP hareketinin iğdiş edilerek, ‘tehlike eşik
seviyesi’nin altına çekilmesi, halkın umudu olmaktan çıkarılması ve de önceki
darbelerde olduğu gibi, halka gerekli gözdağının verilmesidir. Bunun için önce
partinin kapatılması ve bilahare istenen gerçekleşmez ise parçalanması, o da
olmazsa ‘yeni din partileri’ kurularak ve de ‘baraj aşağıya çekilerek’ müslüman
halkın temsil gücünün dağıtılmasının temel strateji olarak benimsenmiş olduğu
anlaşılmaktadır.
Geçmiş tecrübeler göstermiştir ki kapatılan bir
partinin bütün reyleri, yerine kurulan yeni partiye transfer olmamaktadır. Bir
miktar fire vermektedir. Nitekim RP kapatılmış ve daha sonra da ‘nasıl olsa
buna iktidarı vermezler’ tarzında psikolojik savaş kampanyası yürütülerek
oylar, % 21’lerden %15’lere çekilmiştir. Bunca baskıya, yoğun kampanyaya ve liderinin yasaklı hale
getirilmesine rağmen, FP’nin %15 rey alabilmiş olması ‘Derin ve Büyük Güçleri’
çok rahatsız etmiş olmalıdır ki; daha ince ve gelişmiş yeni proje arayışına
girmişlerdir. Belki de bu amaçla Alman Dışişleri’nden Herr Lamers yeni
teknikler önermektedir20:
“Sizler işleri hep kestirmeden, sertlikle çözmek
yanlısısınız... Oysa Kürt meselesinde de Siyasal İslamın yükselişinde de daha
ince, daha gelişmiş siyasi yötemlere ihtiyaç vardır.”
Gerçekten de Almanya, bu işte akıl verebilecek kadar
tarihi tecrübeye sahiptir. Hitler, Fransız kamuoyunu benzer yöntemlerle
pasifize etmiş, karşısındaki gücü
işgalden çok önce küçük parçalara ayırabilmiştır21:
“Başarılı olamamış bir politikacıya büyük önem
verilecek, daha parlak bir mevkiye nasıl gelemediğine şaşılacak, bundan
‘Fransız Çürümüş Rejimi’ sorumlu tutulacak ve kişiliğini belirtmesi için eline
yeni bir parti kurma imkanları verilecektir.”
Pratikten anlaşılan odur ki, Türkiye’de de bu konuda
yetişmiş pek çok uzman bulunmaktadır. Bu işin teorisyeni gibi davranan Talat
Halman 30.04.1997 tarihli Milliyet gazetesinde yazdığı bir makalede, Hitler
dönemini aratmayacak bir şekilde, ‘RP’yi
bölün ya da yeni dini partiler kurun’ teklifinde bulunmaktadır:
“Hükümetin akibeti ne olursa olsun, RP’nin bir parti
olarak bölünmesi, daha iyisi,
parçalanması, ülkemizin siyasi geleceği için hayırlı uğurlu olacaktır... RP’de
yakın gelecekte çatlamalar, kopmalar olması beklenebilir. Refah bölünmezse
bile, yeni din partileri kurulması mümkündür. Düşünün, Refah’tan üç parti
doğarsa, bundan sonraki seçimlerde hiçbiri seçimi aşamayabilir. Ya da yepyeni
bir din partisi kurulursa RP ve yeni parti, belki küçük partiler olurlar,
TBMM’de. Milletçe okuyalım, üfleyelim de birleşik din cephesi bölünsün,
parçalansın. Demokrasimizin hayırlı bir gelişme göstermesi, Refah’ın
zayıflamasıyla, din partisine giden oyların bölünmesi ile olacaktır. Öteki
partiler, akıllarını başlarına toplamadıkları için, tek çıkar yolumuz bu olacaktır.”
Bugün için yukarıdakı yazıyı, RP yerine FP koyarak
okumak daha anlamlı olur. Görüldüğü gibi Türkiye’nin seçkinci elitleri, ya da ‘burjuvazisi’ demokrasiyi kendi
istedikleri partilere rey verildiği zaman hatırlamaktadırlar. Halkın oylarının
kutsallığı ancak o zaman bir anlam ifade etmektedir. Aksi takdirde halk
susturulmalı, korkutulmalı ve sindirilmelidir. İşte şair bunlar için;
“Onlar ki verirler dünyaya lâf ile nizâmât
Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde.”
demektedir. İşte bu anlayış, bunalımın, kaosun ve
bereketsizliğin gerçek müsebbibidir. Allah’ın bunları fesatçı olarak
nitelendirmesi bundan dolayıdır:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin
sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahit getirir; oysa o
azılı düşmandır. O, iş başına geçti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve
nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise fesadı sevmez.” (2 Bakara 204,205)
Bu, İttihat Terakki’den günümüze miras kalan darbeci,
tehditçi, karalamacı, entrikacı bir zihniyettir. Çifte standartçı olduklarından
dolayı halk bunlara inanmamakta ve güvenmemektedir.
Eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın FP’nin
kapatılma davası ile ilgili söyledikleri, ülkenin nasıl bir zihniyetle karşı
karşıya kaldığını göstermesi açısından anlamlı, düşündürücü ve de üzücüdür22:
“Bu saatten sonra FP kapatılsa da kapatılmasa da çok
önemli değil. Çünkü bölük pörçük bir Fazilet var karşımızda. FP’deki bu
parçalanma, bu partiyi rejim için tehlikeli olmaktan çıkardı.”
Demek ki Savaş, RP ve FP’nin kapatılması davalarını hukuken değil, siyaseten açmıştır. Bu olay, 28 Şubat yöneticilerinin hukuku ne denli tahrip ederek kullandıklarını göstermektedir. Kim bilir nice insan, bir hukuk katliamının kurbanı olmuştur. Kim bilir kaç memur, kaç öğrenci, kılık kıyafete ilişkin cebri yorumlamalarla mağdur edilmiştir.
Oyun İçinde Oyun
FP’de bugün yaşananlara bu geniş perspektiften
bakmalıyız. FP’deki iç bunalım, yalnızca partinin iç dinamiklerinin bir sonucu
olarak ortaya çıkmış değildir. Şüphesiz ki iç dinamiklerin bu oluşumda payı
vardır. Bu gözardı edilmemelidir. Yönetim, politika, strateji ve taktiklerde
yapılmış hatalar, gayrı memnunların
oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu doğrudur. Hatalar vardır. Ama bunlar, bir
partinin bölünmesi için yeter sebep değildir. Bugün taraflar nefsaniyet
göstermezler ve geri dönüşü olmayan hatalar yapmazlar ise, iç sorunlar kolayca
çözülebilir.
Bütün taraflar, 28 Şubat sürecinde partinin en önemli
organlarında birlikte görev aldıklarını unutmamalıdırlar. Başarı veya
başarısızlıklarda herkesin payı vardır. Dolayısıyla sorumluluklarınız ortaktır.
Kaldı ki RP kadrolarından kimse, o günkü politikaları eleştirmiş değildir. O
günlerde dıştan partiye yöneltilmiş eleştirileri, tüm partililer, Mehmet
Tellioğlu hariç, yekvücut olarak savunmaktaydı. Dileyenler RP’nin 5.
Kongresi’ndeki konuşmaları yeniden gözden geçirsin. Geçmişi daha dikkatli bir
incelemeye tabi tutsun.
Öyle ise neden, parti içi mücadele bugün bu kadar
sertleşmiştir? Buraya kadar yazılanları, Avni Özgürel’in Radikal’deki makalesi
ile birlikte değerlendirirsek; hem olayı daha rahat anlar, hem de bundan sonra
olabilecekleri daha kolay tahmin etme imkanına sahip oluruz23:
“Yargıtay
Başsavcısı Vural Savaş’ın geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamaya basının dikkatini
çekmek için krema niyetine eklenmiş spekülatif ‘ABD’ye söz verildi’ yanını
çıkarın, geri kalan, oligarşinin bir kanadı, siyasetin bir kesimi, FP üzerine
oyun sadece FP’lilere bırakılacak kadar gayrı ciddi bir iş değildir. Çünkü iş
çevrelerinin kimin önünün kesilmesini, kimin önünün açılmasını arzuladıklarını
gösteriyor zaten..”
FP üzerine oynanan oyun, FP’lilere bırakılamayacak
kadar ciddi bir iştir(!). Peki nasıl bir oyundur bu? Oyunun kurallarını,
Fethullah Hoca’nın Kanal D’ye Ocak 1997’de yaptığı bir açıklamadan
öğrenebiliriz:
“PKK’ya karşı
şehirlerde savaşmak üzere Hizbullah’ı çıkaracaksınız, Hizbullah’ı
kuvvetlendireceksiniz. PKK’yı şehirlerden tasfiye ettikten sonra, Hizbullah’ı İlim ve Menzil diye ikiye bölecek
ve vuruşturacaksınız, sonra da işini bitireceksiniz. Böyle devlet yönetimi
olmaz; bu iş böyle yürümez.”
Oyunun başka kurallarını öğrenmek için, Mehmet Kutlular’ın 20-26 Aralık 1997 tarihli Artı Haber’deki açıklamalarını dikkatle
okumalıyız:
“Devlet bir grupla anlaşır, ona devlet ideolojisi istikametinde neşriyat
yaptırıp, daha sonra ‘bu kadar da fazla taviz verilir mi’? tartışması başlatıp
onu ikiye de böler.”
Oyunun daha acımasız kurallarını öğrenmek için, Fethullah Hoca’nın başına gelenlere bakmamız
yeterli olabilir: Aranırken yakalanmazsınız,
hapishanelere gidip ziyaret edebilirsiniz. Tüm medya elbirlik sizi, ‘istenen, özlenen, aranan ve beklenen din adamı, hoşgörünün
timsali’ olarak tanıtabilir. Bakanlar, devlet başkanları elinizden ödüller
alabilir. Dünyanın dört bir yanında okullar açmanıza yardımcı olunur. Papa ile
de sizi görüştürebilirler. Sistemin reddettiklerinin aleyhinde olmak şartıyla,
medyayı saatlerce emrinize verebilirler. Sonra bir gün aynı medya aracılığıyla
sizi, laiklik düşmanı, bir başka gün
devleti yıkmak isteyen çete başı, daha başka bir gün ise MİT ve CIA ajanı
olarak suçlayabilirler.
Bunlar gayrı insani sistemlerde oyunun kurallarıdır. İlkesiz ve acımasız kurallardır bunlar.
Oyunun Bir Başka Kuralı: Önce Lobya Sonra Muhallebi
Arnavutlardan biri,
köyünden kasabaya işleri için ilk defa inmektedir. İşlerini hallettikten
sonra karnını doyurmak için bir lokantaya gider. Gelen garsona yemekleri sorar.
Garson, yemek listesini kendisine verir. Arnavut yemek listesine şöyle bir
bakar. Yeni bir isim olarak ‘kuru fasulye’ dikkatini çeker. Garsondan bir kuru
fasulye ile bir muhallebi getirmesini ister.
İyice acıkmış olan Arnavut, kuru fasulyeye daldırır
kaşığını. Ancak ilk kaşığı alması ile ayağa fırlaması bir olur. Çeker belinden
tabancayı, başlar kuru fasulyenin üzerine mermileri sıkmaya; bir yandan da
öfkeyle bağırmaya: ‘Ulan yıllardır seninle birlikte olmaktan bıktım. Ulan
benden önce gelip isim mi değiştirdin. Köyde lobya idin, burada kuru fasulye
olarak yine mi çıktın karşıma? Kurtulamayacak mıyım senden’. Arnavut peş peşe
kuru fasulyeye mermileri sıkınca, masa başlar sallanmaya; masa sallanınca da
muhallebi titremeye başlar. Arnavut, muhallebinin titrediğini görünce onu
teskin etmeye çalışır: ‘Korkma, senin kaygı duymana gerek yok! Hele şununla
işimi bir halledeyim, seni daha sonra afiyetle yiyeceğim.’
Bu bir fıkradır, ama oyunun kurallarına denk
düşmektedir.
Bunların tümü oyunun kurallarıdır. Dileriz ki FP’li
kardeşlerimiz oyunun bu kurallarından gerekli dersi alırlar. Kendi oyunlarını
kurup, kendi kuralına göre oynayıp
başkasının satranç tahtasında birer piyon olmazlar.
Dileriz ki bu
kardeşlerimiz;
“Sabret; senin sabrın ancak Allah’ın yardımı iledir.
Onlar için hüzne kapılma ve kurmakta oldukları hileli düzenlerden dolayı da
sıkıntıya düşme. Şüphe yok Allah, korkup sakınanlarla ve iyilik edenlerle
beraberdir.” (16 Nahl 127-128)
ayetinde ifade
edildiği gibi sabreder ve yalnızca Allah’tan korkup sakınanlardan olurlar.
Dileriz ki bu
kardeşlerimiz;
“Allah, rızasına uyanları bununla(Kur’an) kurtuluş
yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nûra çıkarır. Onları
dosdoğru yola da yöneltip iletir.”(5 Maide 16 )
âyetinde beyan edildiği gibi Allah’ın rızasına ve
Kur’ân’a uyarlar.
Dileriz ki bu
kardeşlerimiz;
“Allaha ve Rasûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize
düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz (ve devletiniz)gider. Sabredin.
Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir” (8 Enfal 46)
âyetinde söylendiği gibi çözülüp yılgınlığa düşmezler; sabrederler ve sabırda yarışırlar.
(Devam edecek)
Kaynaklar
1) Vatandaş, A., Armagedon
Türkiye–İsrail Gizli Savaşı, Timaş yay., İstanbul, 1997, S; 28.
2) Vatandaş, A., Age,
S; 46
3) Vatandaş, A., Age,
S; 55
4) Vatandaş, A., Age,
S; 104
5) Vatandaş, A., Age,
S; 33,34
6) Vatandaş, A., Age, S; 83
7) Chomsky, N., ABD Terörü, Terörizm Kültürü, Pınar yay., İstanbul, 1991, S; 22
8) Chomsky, N., Age,
S; 221, 162
9) Donat, Y., İşte Rapor, Milliyet, 2.5.1997. Darbesiz Çözüm,
Milliyet, 3.5.1997
10) Alpay, Ş., Yanlış Düşman, Milliyet, 9. 9. 1997 (4.9.1997 tarihli Chicago Tribune’den alıntı)
11) Yeni Şafak,
8.2 1997, Frankfurter Allgemeine’den
alıntı
12) Koru,
F., Ne değişti, Y. Şafak, 25.8.2000
13) Akit Gazetesi, 10.6 1997. ST Petersburg Times’dan alıntı
14) Vatandaş, A., Age, S; 22
15) Vatandaş, A., Age, S; 23
16) Can, B., Psikolojik Savaşta Yeni Bir Boyut:
Tehdit, Umran, 1997, Sayı: 36, S;
4-14
17) Donat, Y., Refah-Yola 40 Mektup, Milliyet
, 28.3.1997
18) İnan, K., Hayır
Diyebilen Türkiye, Timaş Yayınları, İstanbul, 1995, S;35
19) Makovsky, A., Eksen
Ülkeler – Gelişen Dünyada ABD Politikalarının Yeni Hatları, Sabah
Yayınları, S;109,112.
20) Livaneli, Z., Milliyet,
18.1. 1998.
21) Lazareff, P., Fransa’da
Basın Rezaletleri, ( Çeviri) TGC Yayınları, İstanbul, 1995, S;158
22) Savaş, V., 10.1 2001, Gazeteler
23) Özgürel, A. 1.4.2000, Radikal