1 Aralık 1999 Çarşamba

Saçların Ağıracağı Güne Hazırlanmak

 (Umran Dergisi)

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Hiç şüphe yok Allah, güç sahibidir, azizdir.” (22 Hacc 74)

 

LEVHAYA DEĞİL, LEVHANIN İŞARET ETTİĞİ MANAYA DİKKAT

7.4 şiddetindeki Gölcük merkezli depremden sonra, artçı olmayan 7.2 şiddetindeki Düzce merkezli yeni bir depremin vuku bulması ile başlayan bilimsel tartışmalardan daha uzun süre deprem stresini yaşayacağımız anlaşılmaktadır. Tartışmalar, genelde, depremin nerede, ne zaman ve hangi şiddetle olmasına yoğunlaşmıştır. Oysa Türkiye’nin yeniden yapılanması için gerekli bir tartışma ortamı başlatılmalıydı. Toplumsal zaaflarımız, iflas etmiş bir sistem, kurum ve kuruluşlar ameliyat masasına yatırılmalıydı. Türkiye dikkatini trafik levhalarına teksif etmiş, levhanın yeri, büyüklüğü, şekli, yazının ebatları ile meşgul oluyor. Oysa trafik levhaları, sürücünün dikkatini kendi fiziksel yapısına değil de mesaja yöneltmek için konulurlar.  Levhanın bizzat vurgulamak istediği  mesaja dikkat etmeyip, levhaya dikkatlerini verenlerin başına neler geleceği bizzatihi günlük yaşantımızdaki “trafik canavarı” deyiminden anlaşılmaktadır. Onun için dikkatli bir sürücü levhaya değil, levhadaki mesaja yoğunlaşır.

Türkiye’yi yönetenler levhanın şekline takılıp kalan acemi, kötü, beceriksiz bir şoför gibi depremin şiddetine, yerine ve zamanına saplanıp  kalmışlardır. Bu depremin yeri, şiddeti  ve zamanına ilişkin çalışmaları önemsemediğimiz, küçümsediğimiz anlamına gelmemelidir.

Bir deprem kuşağında yer alan ve ortalama 2-3 yılda bir deprem meydana gelen bir ülkede, depremle ilgili pek çok sorun aşılması gerekirken niçin aşılamadığı veya deprem zararının niçin en aza indirilemediği tartışılmalıydı bu.

Halktan toplanan paralarla beslenen kurumların, halkın ihtiyacı olduğu zaman, halkı niçin besleyemedikleri sorgulanmalıdır bu ülkede. Depremden önceki duygu ve düşüncelerimiz ile depremden sonraki  duygu ve düşüncelerimiz mukayese edilmeli, bazı sosyolojik  ve psikolojik tesbitler yapılmalıdır bu coğrafyada. Depremle ne kazandık ve ne kaybettik; sorgulanmalıdır. Hayata bakışımızın değişip değişmediği irdelenmelidir. Allah inancımız, yaşam ve ölüm, öldükten sonra dirilme, hesap verme gibi kavramlardaki anlamsal şekillenme gözler önüne serilmelidir. Deprem sonrasında azgınlığımız, taşkınlığımız, tamahkârlığımız, günahkârlığımız konusunda kendi kendimize yaptığımız itirafları tüm Türkiye’nin duyabileceği şekilde özgürce, korkusuzca tartışabilsek.

Depreme yakalandığı anda elindeki içki bardağını veya kumar kağıtlarını fırlatıp, Allah’ın  huzuruna daha temiz çıkma düşüncesiyle bildiği duaları yüksek sesle okuma refleksinin şuursal alt yapısını tüm Türkiye’ye hür bir şekilde duyurabilsek.

Hiç selam vermediği komşusuna, depremden sonra bırakın selam vermeyi hal hatır sorma ve hatta ziyaret etme duygularını depreştiren parametrenin, acizlik anında yardım isteyebileceği birilerinin olmasına olan ihtiyacı, Türkiye’yi yönetenler bir anlayabilse.

Evet Türkiye’yi yönetenler ah bir duyabilse, anlayabilse, idrak edebils; o zaman levhaya değil de mesaja bakabileceklerdir.

Bu dünya ve Ahiret hayatını içeren ilahî programda hiçbirşey tesadüfi ve amaçsız değildir. Tevhidin, madalyonun iki yüzü gibi, düalist görünüşü, iki dünya arasındaki süper kontrol, süper dengenin  varlığını gösterirken, oluşumlar arasındaki ilişkinin karmaşık yapısını da vurgular. Olayların yalnızca görünen yüzü ile ilgilenenler, aysbergin su altında kalan kısmını göremezler. Göremedikleri için de aysberglerin (buz dağları) gücünü, kuvvetini, kudretini kavrayamazlar.

Afet dediğimiz olayların vuku bulmasındaki niçinler üzerinde tefekkür, tezekkür ve tedebbür etmeyenler, gerekli dersleri çıkarıp yaşamın tanziminde daha iyiye güzele doğru yönelemezler. Uyarı ve ceza merkezlerinin varlığına dikkat etmeyenler, doğaya istediği gibi tasarruf etme haklarını kendinde görebilirler. Hiçbir kısıtlamaya, kurala tabi olmamayı gücünün bir göstergesi olarak görme vehmine kapılabilirler.  Para, makam, çocuklar ile kâinatın merkezinde kendini görüp herşeyi yapma hakkına sahip olduğuna inananlar, saniyeler mertebesindeki bir süreçte Türkiye’nin batısının sıtmaya yakalanmış insan gibi tiril tiril titrediğini gördüğünde gerçek güç ve kuvvet sahibinin kim olduğunu öğrenememiş midir?

İşte yer altından gelen önemli mesajlardan biri: Gerçek güç, kuvvet ve kudret sahibi “Alemlerin Rabbi” olan Allah’tır. Dolayısıyla afetler, insana kâinattaki konumunu hatırlatarak mütevazi olmaya davet eden mesajlardır. Onun için dikkatimizi levhalara değil, levhalardaki mesajlara yoğunlaştırmalıyız.

Bütün güç, kuvvet, kudret ve İzzet Allah’ındır. 

Ramazan’ı kutlayacağımız bir ayda üzerinde tefekkür etmemiz gereken bir nokta, insanın dünyadaki konumudur. Temel sorun, bir konum belirlemesidir. Yaratan- yaratılan, Halık-mahluk, Rab-kul ilişkisi konum belirleme sorunlarıdır.

İnsan, “Alemlerin Rabbi” olan Allah’ın yarattığı ve yeryüzünde belli bir süre görevlendirdiği, düşünce ve yaşam biçimine ilişkin ana ilkeleri belirlenmiş bir valık mıdır? Yoksa yeryüzüne evrim teorisinin sonucunda tesadüfen gelmiş, hiçbir kayıt ve kural tanımayan, kendi ilkelerini kendisi koyan, arzın mutlak hakimi bir varlık mıdır? Cevaplandırılması gereken ana soru budur.

Eğer insan kendini, Allah’ın yarattığı ve görevlendirdiği, yaşam biçimine ilişkin ilkeleri vaz ettiği bir varlık olarak görüyorsa, o takdirde sorun Allah ile ilişkinin yukarıda ifade edilen 3’lü ilişkinin, ne derece Allah’ın istediği düzeyde gerçekleştiğidir. Eğer insan kendisini bir evrim sonucu tesadüfen meydana gelen bir varlık olarak görüyorsa o takdirde sorun, Allah inancının olup olmadığı veya ne olduğudur. Bunun ele alınış biçimi de elbetteki farklı olacaktır.Türkiye gibi ülkelerde ana sorun, nasıl bir Allah inancı ve bu inançta Allah ve insan ilişkilerinin ne olması gerektiğidir.

Herkesin ‘biz de müslümanız’ dediği bir ülkede, Marmara Depremin’den çıkarılabilecek bir mesaj; bu konumlamadaki gerçek güç, kuvvet ve kudret sahibinin kim olduğunun ortaya konmasıdır.

Allah, Kur’an-ı Kerim’le insana gönderdiği mesajlarda kendini, “Allah üstün kudret sahibidir”, “Allah güçlüdür, her şeye güç yetirendir” “Allah daha kuvvetlidir”, “Kuvvet yalnız Allah’ındır”, “Hiç bir şeyi yapmak Allah’a güç değildir”, “Yaratma bakımından güçlüdür”, “Güçlü olanın yakalama tarzı ile yakalar”, “Bütün güç ve izzet Allah’ındır,” “Gökler onun kudret eliyle dürülmüştür”, “Herşey Allah’ın bilgi ve kudreti dahilinde vuku bulur”, “Allah’ı göklerde ve yerde aciz bırakacak bir güç yoktur” ve;

“O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya sizi parça parça birbirine kırdırıp kiminizin şiddetini kiminize taddırmaya güç yetirendir. Bak, iyice kavrayıp anlamaları için ayetleri çeşitli biçimlerde açıklamaktayız.” ( 6 Enam 65) diye tanımlamaktadır.

Yukarıdaki ayette, “Üstten gönderilen azap,” “alttan gönderilen azap” ve “insanları birbirine kırdırıp şiddet tattırma” gibi 3 önemli güç göstergesine dikkatimiz çekilmektedir. Bunun farklı tefsirleri olabilir. Konumuz açısından kasırgaları, sel felaketlerini, hortum ve rüzgar olaylarını üstten gelen azap olarak, deprem, heyelan gibi  olayları da alttan gelen azap olarak yorumlayabiliriz. Dolayısıyla insan eylemleri ile doğa olayları arasındaki ilişki, Allah’ın gücü kavramı ile kurulmaktadır. İnsanların birbirine saldırması, birbirini kırıp geçirecek bir şiddeti birbirlerine uygulamaları, gene Allah’ın gücü ile bağlantılı zikredilmektedir.

Burada sorulacak en temel soru, Allah’ın bu 3 temel cezalandırma sistemini hangi durumlarda harekete geçirdiğidir. (Bu daha sonra geçmiş kavimlerin başına gelenler konusunda derinlemesine ele alınıp incelenecektir.)

Allah, gücü, kuvveti ve kudreti konusunda tüm kâinata bir şeyi hatırlatıyor. Allah’ın karar verdiği bir konuyu engelleyecek hiçbir güç, kuvvet ve kudret sahibi mevcut değildir:

“Hiç şüphesiz Allah gökleri ve yeri zeval bulurlar diye her an kudreti altında tutmaktadır. Andolsun, eğer onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz”. (35 Fatır 41)

Onun için Allah, yaratıcı ve alemlerin Rabbi olarak her şeyin mutlak hakimi, yöneticisi, kanun ve kural koyucusu, eğiticisidir.

Düzce depremi ile başlayan yeni bir depremin nerede, ne zaman ve ne şiddette olacağına kilitlenilmesi, depremin engellenemeyeceği, kaçınılmazlığının bir göstergesi değil midir? Güç ve kuvvetini sınırsız kabul eden insanoğlu bu deprem olgusu karşısında aciz kalmış değil midir? Yeryüzünde Allah’tan  başka depremi geri çevirebilecek bir güç var mıdır? İşte insanlar, yukarıdaki ayette geçen “onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık kimse tutamaz” ifadesi üzerinde düşünerek, tefekkür ve tedebbür ederek gerekli dersi çıkartmalı, kendisini “yaratıcı” Allah’ın karşısında bir “mahluk” olarak kul olma konusunda görmelidir.

İNSANIN VEHMİ; SANAL GÜÇ, KUVVET VE KUDRET

Şüphesiz ki insanın kendisini, böylesine gerçekçi konumlandırması ile pek çok sorun ortadan kalkacaktır. İnsan, maddi ve manevi yapısı arasında bir denge kurup huzura kavuşacaktır. Ne var ki böyle bir yolun üzerine şeytan tarafından çeşitli engebeler, dikenler, tuzaklar ve mayınlar  döşenmiştir. Şeytanın vesvesesine sürekli muhatap olan insan, iradesi çözüldüğü anda güç ve kuvveti ve bunun kaynağını yanlış yorumlayıp kendisini yükseklerde görebilir, kendinde baş edilmez bir güç vehmedebilir.

Güç ve Kuvvet Kaynağı Olarak Mal ve Evlat

İlginçtir ki insan, gücü, kazandığı malda, parada ve makamda görme gibi  bir hastalığa tarihin pek çok döneminde tutulmuştur. Elinde var olan mal ve çocuk sayısının çokluğu ile toplumda yer edinmeye çalışmış, hatta bunları birer baskı aracı olarak kullanmıştır. Dünya hayatının çekici süsü olan mal ve çocukları birer güç olarak görme vehmi, zulmün kilometre taşı durumundadır. Vehmin zirve noktası ise sonun başlangıcıdır. Geriye dönüşü olmayan bir yıkılış sürecidir:

“Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinlikler bitirmiştik. İki bağ da yemişliklerini vermiş, ondan verim bakımından hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında da ırmak fışkırtmıştık.

İkisinden birinin başka ürün veren yerleri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.”

Kendi nefsinin zalimi olarak bağına girdi ve “bunun sonsuza kadar kuruyup yok olacağını sanmıyorum” dedi. “Kıyamet saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.”

Kendisi ile konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki:

“Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün bir adam kılan Allah’ı inkâr mı ettin?”

“Ancak ben, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.” Bağına girdiğin zaman; “Maşaallah, Allah’tan başka kuvvet yoktur” demen gerekmezmiydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az güçte görüyorsan; belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, seninkinin üstüne de gökten yakıp-yıkan bir ayet gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Ya da onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin.”

Derken onun ürünleri afetlerle kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) evirip çeviriyordu. O(bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: “Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım”

Allah’ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi.” (18 /32-43)

Burada komşu iki bağ sahibinin birbirine karşı tutum ve davranışları anlatılmaktadır. Mal ve insan sayısı bakımından zengin olan, komşusunu küçük görmektedir. Mal ve insan sayısının çokluğu ile övünmektedir. Malının ebedi olduğunu sanmaktadır. Kıyametin varlığını da reddetmektedir. Belki de en ilginç olanı kıyameti reddetmiş olmasına rağmen Allah’a döndürülecek olursa da dünyadakinden daha hayırlı bir sonuç beklemektedir. Bu son nokta günümüz Türkiye’sindeki büyük bir ekseriyetin psikolojisini yansıtmaktadır. Böylesi zihinsel bir yanılgı, böylesi yanlış din anlayışı, insanların kötülük yapmasının sürekliliğini sağlamaktadır. Bunun için gerçeği göremiyor, duyamıyor ve algılamıyorlar.

Mal ve insan sayısı bakımından fakir olan ise, komşusunu yaratılışı üzerinde düşünmeye davet ediyor. Kendi güç ve kuvvetinin sınırlarını bilmesi için “Allah’tan başka kuvvet yoktur” hatırlatmasında bulunuyor. Dahası gücünü ve kuvvetini sorgulaması için gökten yakıp-yıkan bir ayetin Allah tarafından gönderilmesi durumunda veya suyun yerin dibine göçüvermesi durumunda gücünün yetip yetmeyeceğini soruyor. Onu düşünmeye davet ediyor. Evet üstten ve alttan gelebilecek azaplara karşı komşusunu uyararak gerçeği görmesini “Alemlerin Rabbi” olan Allah’a yönelmesini sağlayacak bir uyarıyı, bir daveti Allah’a inanan bir insan olarak görev telakki ediyor ve anlatıyor. Kızmıyor, küsmüyor, kahretmiyor, beddua ve lanet yağdırmıyor. “O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam” diyerek komşusunun bu davranışı ile şirke girdiğini, Allah’ın “Rab”lık sıfatını öne çekerek hatırlatıyor.

Bütün bu uyarıları dikkate alıp tevbe etmeyen komşusunun bağı afetlerle yerle bir oluyor. Ebedi sandığı malı belki de saniyeler mertebesindeki bir zaman diliminde yerle bir oluyor.

Afetlerin gelip herşeyi yok etmesi ile insanın güç ve kuvvetinin hudutlarını görüp aczini kabul etmesinin sonucu her zaman olduğu gibi pişmanlıktır ve keşke’lerle başlayan yığınla dilek ve temennidir. Nitekim “Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım” denmesi bu pişmanlık duygusunun bir tezahürüdür.

Bugün Türkiye’de yaşayanlar deprem bölgesindeki insan unsurunun duygu ve düşüncelerini çok iyi tahlil etmeli ve gelecek için ‘keşke’ demeyeceği dersleri çıkartmalıdırlar. Alemlerin Rabbi’nin gücünü, kuvvetini ve kendisini kabul edip, onun emrettiği, istediği bir şekilde düşünmeli, davranmalı ve yaşamalıdırlar. Aksi bir durumda bağ sahibi için geçerli olan kanuniyet hepimiz için de geçerli olabilecektir. Olayın sonucuna ilişkin “Allah’ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi” hükmü, konumuz açısından gerçek güç ve kuvvet sahibinin Allah olduğunu, mal ve insan sayısında var olduğunu kabul ettiğimiz gücün sanallığını idrak etmenin gerektiğini ortaya koyuyor.

Nitekim dünya hayatına insanın kendisini aşırı bir şekilde kaptırmaması için Allah, Kur’an-ı Kerim’de değişik örneklerle dünya üzerindeki hakimiyetin kendisinde olduğunu hatırlatıyor. Dünyadaki kazanımlarımızın birer ‘geçici meta’ olduğuna dikkat çekiyor. Zaman zaman onları elimizden alarak bizi uyarıyor.Belki de en dikkat edilmesi gereken nokta herşeye hakim olduğuna inandığımız, gücümüze aşırı güvendiğimiz ve herşeyin iyi gittiğini sandığımız bir anda aniden herşeyi bir afetle elimizden alarak diyor ki:

“Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla insanların ve havyanların yediği, yeryüzünün bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyleki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi de ona güç yetirdiklerini sanmışlarken işte tam bu sırada gece ya da gündüz ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiç bir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünebilen bir topluluk için biz ayetleri böyle birer birer açıklarız.” (10 Yunus, 24)

Ayetlerden görüldüğü gibi temel sorun insanın kendini konumlandırabilmesi ve gücünün limitlerini iyi bilmesidir. Tarihte pek çok kavim gücünü ve kuvvetini abartmasının Allah’ı önemsiz bir şeymiş gibi görmesinin bedelini ödemiştir:

“Ey Şuayb,” dediler, “senin söylediklerinin çoğunu biz kavrayıp da anlamıyoruz. Doğrusu biz seni içimizde zayıf da görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten biz seni taşa tutarak-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün de değilsin.”

Dedi ki: “Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda  unutuluvermiş önemsiz bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp kuşatandır”. (11 Hud, 91-92)

Kendilerini yenilmez zannedip güçlerine olağan üstü tarzda güvenen insan veya topluluklar, kendilerini Allah’dan daha üstün görmüşler, Allah’ı önemsiz bir şeymiş gibi unutmuşlardır. Böyle toplulukların tümü insanlara zulmetmişler ve zulümlerinin katmerleştiği anlarda helak olup gitmişlerdir. Tarih sahnesinden silinmişlerdir.

17 Ağustos Marmara depreminde devletin gücünü çok fazla kutsayanlar, sivil toplum örgütlerini ve bizzat halkı tehlikeli olarak görebilmiş ve halktan halka olan doğal bir yardımı engellemişlerdir. Ümit ediyoruz ki Düzce depremi ile güçlerinin boyutlarını daha gerçekçi bir şekilde idrak ederler.

“...Onlar  yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki “Kuvvet bakımından bizden daha üstün kimmiş?” Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah’ı görmediler mi? O kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar bizim  ayetlerimizi bilerek inkar ediyorlardı.

Böylece biz de onların dünya hayatında aşağılanma azabını taddırmak için, o uğursuz (felaketler yüklü) günlerde üzerlerine, kulakları patlatan bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise daha da bir aşağılanmadır. Ve onlara yardım edilmeyecektir”. (41 Fussilet 15-16)

Buraya kadar zikredilen Kur’an ayetlerinden çıkarılabilecek temel sonuç; insanların Allah’ı unutup, kendi güç ve kuvvetlerini aşırı bir şekilde üstün görerek yeryüzünde her türlü tasarruf yapma hakkını kendilerinde gördüklerinde, insanlara baskıyı artırdıklarında, çevrelerini hor ve hakir gördüklerinde Allah’ın azabının aniden bir afet şeklinde üstten ya da alttan gelerek kutsanan herşeyi silip süpürdüğüdür.

Güç ve kuvvet kazanma, insan fıtratında var olan güçlü duygulardan biridir. Burada sorun gücünü ve kuvvetini ilahlaştırarak kendini arzın merkezinde görüp herşeyi hiçbir kural tanımadan yapmaya kalkışmasıdır. Kendi kendine yeter hale gelmesi ile hiç kimseye ihtiyacı olmadığı psikozuna girmesidir. Bu, insanın canavarlaşmasıdır. Bu insanın azma halidir. Onun için Allah;

“O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini sanıyor?

O, “yığınla, mal tüketip-yok ettim” diyor.

Kendisini hiç kimsenin görmediğini mi sanıyor” (90 Beled 5-7)

diyerek insanı uyarmaktadır.

Her şeyin kaydedilip Allah’a sunulacağı bir günden insanlar sakınmalıdır. Yaptığımız her şeyin önümüze konulacağı ve hesabımızı bireysel olarak vereceğimiz o dehşet gününe hazır olmalıyız. Saniyeler mertebesindeki bir olayla her şeyimizi kaybedip öte aleme göç edeceği göz önüne alarak haktan, adaletten ve doğruluktan, hiç kimsenin hatırı için veya korkusundan dolayı ayrılmamalıyız. Ramazan ayını idrak edeceğimiz bu günlerde bir nefs muhakemesini yaparak Allah’a, yalnızca Allah’a yönelmeliyiz. Tevbe ederek, bağışlanma dilemeliyiz.

GÜÇ VE İTİBAR İÇİN İLAH EDİNME

Bu noktada dikkat çeken önemli noktalardan biri de biz insanların kendilerine güç ve itibar kazandıracak bazı nesneleri, liderleri, önderleri bilginleri din adamları ve kurumları ilahlaştırması, putlaştırmasıdır.

“Kendilerine güç (izzet) sağlasınlar diye, Allah’tan başka ilahlar edindiler.

Hayır (O yalancı ilahlar) onların tapınışlarını inkar edecekler ve onlara karşı çelişkiye düşecekler.” (19 Meryem 81-82)

Kur’an-ı Kerim’in dikkatimizi çektiği konu hemen hemen her devirde ve her ülkede karşılaşılan bir durumdur. Tarih boyu bir çok insan bu ilahlar adına feda edilmiş, sürülmüş, hapsedilmiş veya öldürülmüştür. Bu ölüler üzerinden yürütülen siyaset, gerçekte yaşayanların güç kazanma kavgasıdır. Çürüyüp toprak olmuş bu insanların mezarlarından yada heykellerinden medet ummanın arkasındaki asıl niyet, kendi güç ve konumlarını sağlamlaştırma girişimidir.

Güçleri, konumları ve kurumları zayıfladığı dönemlerde özellikle bu putlaştırma faaliyetlerinde bir yoğunlaşma olduğunu görmekteyiz. Bu insanlar veya yapılar kutsallaştırılarak, olağanüstülükler atfedilerek ve bu konuda yoğun propaganda yapılarak insanların gerçeği görmesi engellenmiştir.

Firavun’un zamanında Mısır’da sihirbazların gösterdikleri sanat, halk indinde onlara itibar ve güç kazandırmıştır. Böyle bir toplumda yaşayan Samiri’nin, Hz. Musa’nın Firavun’un zulmünden kurtardığı İsrailoğullarını böğürmesi olan altından bir buzağı yaparak saptırmaya kalkması, bu konunun tarihi derinliklerinden gelen bir inanç ve davranış biçimi olduğunu göstermektedir.

“(Samiri) Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı. “İşte, sizin de ilahınız, Musa’nın da ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dediler.

Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?” (20 Taha 88-89)

Onlara cevap vermediği, bir zarar ve fayda sağlamaya gücü olmadığı halde altın bir buzağıyı ilah edinip, “Musa bize geri gelinceye kadar ona karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız.” (20 Tevbe 91)

demeleri, insanların inanç sistemlerindeki sapmanın nasıl bir teori ve pratik sapmaya neden olduğunun ilginç bir örneğini oluşturmaktadır.

İsrailoğulları yüzyıllardır Mısır kültürünün etkisi altında bulunmuş ve “Menfis’te tanrı Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğaya, Apis’e tapan” bir toplumun bireyleri olarak yaşamışlardır. 200-300 yıllık esaret döneminde şuur altına yer etmiş inançların değiştirilmesinin  birden olamayacağı ve birçok tortunun insan zihninde yerleşeceği bir gerçektir. Yalnızca Allah’ı ilah ve rab kabul eden inanç sistemi, insanı istismar eden ve sömüren felsefi sistemleri ortadan kaldırdığında, eski sisteminin müntesiplerinden menfaatı zedelenenler daima var olmuştur. Bunlar kaybettikleri güç ve itibarlarına yeniden kavuşabilmek için her türlü hile, desise yoluna başvuracaklardır. Yeni inanç sisteminde kendilerine yer edinebilecek saptırma faaliyetlerine girişirler.

İşte Hz. Musa’nın Samiri’ye “Ya senin amacın nedir ey Samiri” (20 Taha 95) diye sorduğunda, Samiri’nin verdiği;

“Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç avuçladım ve onu eritilen madeni süslerin içine atıverdim, böylelikle bana bunu nefsim başa giden bir şey gösterdi.” (20 Tevbe 96)

tarzındaki cevapta İsrailoğullarının eski yaşantılarından kaynaklanan boğaya tapınma dürtüsünü yeniden canlandırıp yeni inanç sisteminde  kendine yer edinme, güç kazandırma gayreti içinde olduğunu görürüz.

Tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de dünyanın değişik yörelerinde hak yolunu tıkayan, engelleyen benzer saptırıcı inanç ve davranış şekillerini görmekteyiz. Burada dikkat edilmesi gereken, gözden kaçırılmaması gereken nokta, bütün bu ilahlaştırma faaliyetlerinin arkasında birilerinin güç ve kuvvet elde etme amacının var olduğudur.

Bu yüzden Allah, bu sahte ilahları ve onlara tabi olanları Kur’an-ı Kerim’de yoğun bir şekilde eleştirerek “hiçbir güce sahip olmadıkları” gözler önüne serilmektedir.

“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir, O’na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.

O’nun dışında, hiçbir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılıp durmakta olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne de yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip yaymaya güçleri yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.” (25 Furkan 2-3)

Göklerin ve yerin mülkü ile birlikte, yaratma, öldürme, yaşatma, yeniden diriltip yayma birlikte kullanılarak bir taraftan Allah’ın güç ve kudretine dikkat çekilirken diğer taraftan sahte ilahların hiçbir gücünün olmadığına çok açık bir şekilde vurgu yapılmaktadır. Sahte ilahların  ne derece aciz oldukları, “kendi nefislerine bile ne zarar, ne de yarar sağlayamaz” denmekle dile getirilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in bir çok ayetinde bu konunun ele alınıp değerlendirilmiş olması kanunun önemini de ortaya koymaktadır.2

Allah, kendilerine güç ve itibar sağlamak için ihdas edilmiş bu sahte ilahlardan medet umanların, tam aksine onlara hizmet eden askerler durumuna düştüklerini belirtmektedir.

“Kendilerine yardım edilir ümidiyle Allah’tan başka ilahlar edindiler.

Oysa ki, ilahlar bunlara yardım edemezler. Tam aksine bunlar, o ilahlara hizmet eden ordular durumundadır.” (36 Yasin 74-75)

Birçok kurum, kuruluş, lider, önder, bilgin veya din adamlarının putlaştırılarak Allah’ın unutulduğu toplumlarda güce tapınmanın bir yaşam felsefesi haline gelmesi doğaldır. Böylesi toplumlarda gücü temsil eden mal, mülk, para, makam ve sayıca çokluk ilişkilerde temel referanslar olur. Gücün kutsanmaya başlaması ile aşırı dünyevileşme her ferdin ona özlemi haline gelir. Daha çok kazanmak, daha çok biriktirmek, daha çok güç toplamak, daha çok güç elde edebilmek için aynı kulvardaki insanların daha çok tasfiye edilmesi veya yok edilmesi gerekir. Böyle toplumlarda insan insanın kurdu haline gelir. Haksızlık ve zulüm katmerleşir. Her zaman olması gereken meziyetler aranılan, özlenilen özellikler olarak görülür. İşte Allah, güç ve kuvveti kutsayan,  putlaştıran, iştahalarını gemi azıya alırcasına tahrik eden toplumların daha uzun süre yaşamasına müsaade etmez. Güç ve kuvvet bakımından Allah’ı unutan, güç ve kuvvet olarak Allah’a baş kaldıran kişi, kurum ve toplumları Allah önce ikaz etmiş, davranışlarında ısrarlı oldukları zamanda helak etmiştir (Helak olan toplumlar ayrıca ele alınacaktır):

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kendilerinden sayıca daha çoktu ve yeryüzünde de kuvvet ve eserler bakımından da kendilerinden daha üstündüler. Fakat kazanmakta oldukları şeyler, azaba karşı onlara hiçbir şey sağlayamadı” ( 40 Mü’min 82)3

Burada Allah geçmiş kavimlerin başına gelenler üzerinde düşünüp ders almaya davet ediyor. Geçmiş kavimlerin güç ve kuvvetleri onların cezalandırılmasına, helakine mani olamadı. Bizler de bu helak olaylarından çıkarmamız gereken dersleri çıkarmalıyız. Marmara depremini bu açıdan da incelemeliyiz, tartışmalıyız. Deprem sonrasında yaşananları göz önüne alarak gücümüzü, kuvvetimizi yeniden değerlendirerek konumlandırmalıyız. Güç ve kuvvetimizin sınırlarını iyi tayin etmeliyiz.

“Sonunda onlar, kendilerine vadedileni gördükleri zaman, yardımcı olmak bakımından kim daha zayıfmış ve sayı bakımından da kim daha azmış, artık öğrenmiş olacaklardır.” (72 Cin 24)

Böyle bir vaad’a muhatap olmamak için Marmara depreminden gelen asıl güç, kuvvet ve kudret Allah’ındır mesajını unutmayacak, unutturmayacak şekilde zihnimize yazmalı ve bunun gerektirdiği duruşu göstermeliyiz.

İdrak etmeliyiz ki Marmara depreminde,

“Hiç şüphesiz bunda, kalbi olan ya da bir şahit olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır. (50 Kaf 37)

Öyleyse bundan öğüt almalıyız. Gelen mesajın herkese, ama herkese dönük olduğunu unutup, yalnızca birilerine mesajı yönlendirmeye kalkışmak gerçeği görmemek, bu afeti iyi duyamamak demektir. Bu vuku bulan afetten daha büyük bir tehlikedir.

Ey inananlar; mallarınızla, evlatlarınızla övünürken onların ebedi olacağını sanırken, fakiri, yoksulu, yolda ve darda kalmışı unutmuşken, yetimin ve komşunun hakkını gasbetmeyi bir meziyet, bir uyanıklık olarak kabul ederken Marmara depremi niçin bizlere bir öğüt bir mesaj ve gerçeği gösterme olmasın.

“Dini yalanlamakta olanı gördün mü?

İşte yetimi itip-kakan

Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur.

İşte (şu) namaz kılanların vay haline,

Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,

Onlar gösteriş yapmaktadırlar,

Ve ufacık bir yardımı da engellemektedirler.” (107 Maun 1-7)

Eğer malk mülk ve servette çoklukla övünme, bizi tutkuyla oyalayıp kendimizden geçirdiyse yukarıdaki ayetlerin muhatabı biziz. Öyleyse Marmara depreminde bize çok mesaj vardır.

Eğer yazlıklarımızla, mücevherlerimizle, evlatlarımızın sayısıyla övünüp, kibirlenip çevremize yukarıdan bakıyorsak yukarıdaki ayetlerin muhatabı biziz. Öyleyse Marmara depreminde bize çok ikaz vardır.

Eğer, hastalarla, yoksullarla, komşularla ve akrabalarla ilgilenmiyor isek depremin muhatabı biziz.

Eğer, iyiliği emredip kötülüğe karşı çıkmıyor, onu engellemiyor isek depremin muhatabı biziz.

Zülme karşı çıkıp, adaleti hakim kılmak için mücadele etmiyorsak depremin bizzat muhatabı biziz.

Ve deprem bize kazandıklarımızın da dünyanın da fani olduğunu hatırlatıyor.

Ve deprem bize ölümü hatırlatıyor ve deprem bize kıyameti ve mahşeri hatırlatıyor. Dileyen düşünüp öğüt alsın.

Dileyen kimsenin kimseye yardım edemeyeceği, ve herşeyin açıkça önümüze konacağı o büyük yargılama gününe, o büyük hesap gününe şimdiden hazırlansın. n

KAYNAKLAR

1- 30 Rum 54, 4 Nisa 126, 16 Nahl 70, 3 Âl-i İmran 4-6, 14 İbrahim 4,

43 Zuhruf 12-13, 22 Hacc 40, 33 Ahzab 25, 41 Fussilet 15, 18 Kehf 39, 51 Zariyat 58, 2 Bakara 165, 42 Şura 19, 14 İbrahim 19-20, 75 Kıyamet 40, 79 Naziat 27, 27 Neml 60, 54, Kamer 42, 4 Nisa 139, 39 Zümer 67, 48 Fetih 21, 35 Fatır 44.

2- 13 Rad 16, 68 Kalem 42, 86 Tarık 10, 7 Araf 191-197, 16 Nahl 73-75, 25 Furkan 3-4, 26 Şuara 211-213, 36 Yasin 74-75. 21 Enbiya 43-44, 20 Taha 88-89, 33 Ahzab 67-68.

3- 28 Kasas 78-83, 30 Rum 9, 35 Fatır 44, 50 Kaf 36, 72, Cin 24, 70 Mearic 40-41, 19 Meryem 74-75, 40 Mümin 21, 9 Tevbe 69, 47 Muhammed 13.

17 Ağustos büyük depreminden sonra, 12 Kasım’da meydana gelen Düzce ve Bolu depreminde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, kalanlara sabır dileriz.

Bir rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazan’da herkesi deprem bölgesinde mağdur olan kardeşlerimizin derdine ortak olmaya çağırıyoruz.

1 Kasım 1999 Pazartesi

Kan Üzerinden Siyaset

 (Umran Dergisi)

“Eğer bir ülkede gizli silahlarla donatılmış, devlet içinde fakat devlet denetimi dışında bir örgüt var ise, bütün bu gibi karanlık olayların ardında, veya bazılarının ardında, o gizli örgütten bazı elemanların da yer almış olabileceği kuşkusu herhalde hafife alınamaz.”                       

Bülent Ecevit, 28 Kasım 1990


GİRİŞ

Türkiye “faili meçhuller” dönemine yeniden giriyor. Buradaki fail-i meçhul kavramı, halk açısından bir meçhuliyettir; ülkeyi yönetenler açısından değil. 30-35 yıllık siyasilerin 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül deneyimlerinden sonra bu tür eylemleri kimlerin veya hangi güç odaklarının yaptığını bilmemesi mümkün değildir. Belki de bunun için ANAP milletvekili Eyüp Aşık: “Devlet isterse Ahmet Taner Kışlalı suikastını çözer, katilleri bulabilir.”1 demektedir. Demek ki temel sorun,  devlet denilen mekanizmanın buna karar verip vermemesidir. Gerçekten “karanlık güç odakları” diyerek karanlığı taşlamaktan vazgeçilip aydınlık getirilebilir mi? Kamuoyunu deşarj etmek için alelacele bulunacak olan birkaç garibanın sırtına, daha önce olduğu gibi, suçlar yıkılıp mesele tozlu raflara mı kaldırılır? Gelecek için birbirini suçlayacak önemli bir malzeme olarak kalır mı?

Bütün bu soruların cevabını, mevcut siyasiler ve devleti yönetenler vermek zorundadır. Fakat gerçekten bu sorumluluğu duyup her türlü riski göze alarak karanlık güçleri ifşa edebilirler mi? Yoksa Özal  gibi milleti TV’lerin başına toplayıp “sizi biliyorum ha” demekle mi yetinirler. Bunu kestirmek zor olmakla beraber bu ifşaatı yapmayacakları bugüne kadarki tavırlarından anlaşılmaktadır.

Bunun için biz tarihteki olayları da göz önüne alıp, tahliller yaparak gerçeği bulmaya çalışalım. Değerlendirme, ulaşılan bilgilerin analiz-sentezine dayanacaktır. O açıdan ‘bu işi şu güç yaptı’dan ziyade, ‘hangi güçler yapabilir?’ şeklinde bir değerlendirme yapılacaktır. Bunun kadar önemli diğer bir konu da, bu tür eylemlerin ne zaman, niçin yapıldığı, kimlerin yarar sağladığı ve kimlerin zarar gördüğüdür.

Bu tür olayların yapısı, son derece karmaşık olup değişik iç ve dış dinamiklerin etkileşimindedir. Gerek ülke içinde, gerekse ülke dışında bu işi yapabilecek oluşumlar vardır. Bunu yapmadığı halde bundan yararlanmak isteyen pek çok yapı da sözkonusudur. Eylemde hiçbir dahli  olmayıp, eylem sonrasında kendilerine menfaat sağlamak için harekete geçecek olanlar olayı daha girift ve içinden çıkılmaz bir şekle sokarlar. Bu gerçek de yol boyu unutulmamalıdır.

FAİLİ MEÇHULLER ZİNCİRİNİ AYDINLATMAK

Fail-i meçhuller zinciri, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine kalmış kötü bir mirasdır. Tehdit, karalama, suikast ve darbe gibi eylem türleri İttihat Terakki mensuplarının belki de en belirgin özelliklerinden sayılır. Hoşlarına gitmeyenleri veya önlerinde engel gördüklerini ortadan kaldırmak, İttihat Terakki’nin alışkanlığıdır. Cumhuriyet döneminde ise bunlara, engel olma özelliği aranmadan ses getirecek, kamplaşmayı hızlandıracak ve birilerini yıpratacak şahısların ortadan kaldırılması eklenmiştir. Cumhuriyet döneminde pekçok faili meçhul olay vardır. Bunların bir kısmı toplumun dikkatini hiç çekmemiştir. Veya toplumun dikkati bunlara hiç çekilmemiş, başta medya olmak üzere yetkililer, ‘duymadık, görmedik’ rolünü oynamışlardır. Bir kısım olaylar ise toplu katliamlar ve karışıklıklar şeklindedir. 1970’li yıllardan sonra toplumda ses getiren faili meçhul olayların başlıcalarını aşağıdaki gibi listeleyebiliriz:

Toplu Olaylar

Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu (Hamido)’nun bombalı paket ile öldürülmesi ile başlayan olaylar, Kahraman Maraş olayları, Çorum olayları, 1 Mayıs Taksim olayı, Sivas’ta bir otelde insanların yakılması, Gazi Mahallesi olayları, Başörtüsü yasağıyla başlayan Malatya olayları, Güneydoğu’da terhis olan 33 erin, silahsız olarak bir otobüse bindirilip gönderilmesinden sonra yolda öldürülmeleri

Bireysel Olaylar

Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun bombalı paketle öldürülmesi, Gümrük Bakanı Gün Sazak’ın öldürülmesi, Eski MİT Müsteşarı Hiram Abas’ın öldürülmesi, Org. Eşref Bitlis, Org. Hulusi Sayın, Org. Adnan Ersöz, Org. Kemal Kayacan’ın öldürülmesi, JİTEM’li subaylar operasyonu, Özdemir Sabancı, Nihat Erim, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Kemal Türkler, Şemsi Denizer, Serkan Ciminli, Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi, Akyazı-Düzce-Hendek üçgeninde öldürülenler, Ömer Lütfi Topal, Nesim Malki, Susurluk kazası, hapishane olayları, katliam ve firarlar.

Suikast teşebbüsleri: Ecevit’e İzmir Çiğli havaalanında suikast girişimi, Ecevit’in Taksim mitinginde vurulacağına ilişkin Demirel’den gelen mektup, Başbakan Turgut Özal’ın parti kongeresinde kurşunlanması, Org. Kıvrıkoğlu’nun Kıbrıs’ta kurşunlanması, İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’ın kurşunlanması.

Üzerine gidilmeyen iki ilginç olay:

Muavenet zırhlısının ABD tarfından füze ile batırılması. Kırıkkale silah fabrikalarına yapılan sabotaj.

Bu zincire daha başkalarını da eklemek mümkündür. Bunlar bile konunun vehametini ortaya koymaya yeter de artar bile. 1970’den sonrasını ele almamızın nedeni bu olayların vuku bulduğu dönemdeki etkin yöneticilerden birinin bugün Başbakan, diğerinin de Cumhurbaşkanı olmasıdır. Üstelik her ikisi de 12 Eylül ihtilalinin mağdurudur.

Bu iki yönetici bugün, geçmişte yaşananları ve bu olayları organize eden güçleri açıklamalıdırlar. Bu konudaki görevleri, yalnızca Kenan Evren’in anılarına cevap vererek kendilerini aklamaya çalışmak olmamalıdır.

Süleyman Demirel’e, Kenan Evren’in anılarına yönelik;

“Tarihe gömdüğümüz ve zaman içinde tarihin hükmüne bıraktığımız, özellikle altını çizerek belirtiyorum, silahlı kuvvetlerimizin değil, yalnızca 5 kişilik komuta heyetinin kanla beslediği ‘Darbe Planı’nın çirkin yüzünü ve kirli belgelerini biz deşmedik.”2

tarzındaki cevabını hatırlatarak diyoruz ki; artık tarihi deşin, çirkin plan ve belgeleri açıklayın. Açıklayın ki toplum kamplaşmasın, gerilim artmasın, mazlum insanlar mağdur olmasın.

Bülent Ecevit’in de Kenan Evren’in anılarına;

“Bana öz sunuşta verilen bilgiler çok gizli olduğu için; ve yeraltına köksalmış, adı sanı bilinmeyen kimselerden oluşan bir örgüte karşı muhalefetteyken önlem alabilmemiz olanaksız olduğu için; hatta, yapacağım açıklamalar üzerine, kuruluşun sivil uzantısında yeralanlardan bazılarının, korunma içgüdüsüyle, ülkede çok tehlikeli tertiplere yönelebileceklerinden kaygı duyduğum için, o acı devlet sırrını, bir zehir gibi içimde saklamak zorunda kaldım...

“... Ben bir yeni hesap sorma dönemi açılmasını da, kimseye bir zarar gelmesini de istemiyorum. Sadece açıklık ve aydınlık istiyorum. Geçmiş aydınlansın ki geleceğimiz de aydınlık olsun istiyorum.”3

şeklinde verdiği cevabı hatırlatarak diyoruz ki; bu örgütleri açıklayın, geçmişi aydınlatın ki geleceğimiz de aydınlık olsun.

Bu iki yönetici bugün konuşmalı, yakın tarihin üzerindeki perdeyi kaldırmalıdırlar ki olaylar daha kötüye gitmesin, toplum daha fazla tahrik ve istismar edilmesin.

Geçmişe baktığımız zaman Kışlalı olayının, münferit bir olay olmayıp olaylar zincirinin ilk halkası durumunda olduğunu söyleyebiliriz.  Muhtemeldir ki bundan dolayı Mesut Yılmaz “Ne durulması..? Artacağından endişe ederim.”4 demektedir.

Süleyman Demirel’in, Ahmet Taner Kışlalı olayı üzerine devletin ilgili organlarıyla görüştükten sonra yaptığı açıklama bu konudaki endişelerimizi haklı çıkarmaktadır.

“Seçilen gün ve terörün seçtiği hedef bir terör olayıdır. Fevkalade enteresandır ve olay basit bir cinayet olayı olarak görünmüyor. Olay cinayettir, ama arkasında birtakım niyetlerin ve bir planın olduğu ihtimali mevcuttur.”5

İşte Demirel’e düşen görev niyet ve planın ne olduğunu ortaya koymak, niyet ve plan sahibi güçleri açıklamaktır. Bugünkü yöneticilerin tarihe düşebilecekleri en büyük not da  bu olması gerekir.

FAİLİ MEÇHUL OLAYLARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ

Kışlalı olayını aydınlatabilmek, buradaki niyet ve planları anlayabilmek için geçmişteki olayları genel hatları ile irdelemekte fayda vardır; bunların ortak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

• Faili meçhul olaylarla toplum kamplaştırılmış, toplumun değişik kesimleri arasına kan davası sokulmuştur.

• Toplum koşullandırılmış, düşünme mekanizması dumura uğratılarak her kesimin faili karşıda  araması alışkanlığı oluşturulmuştur.

• Öç alma, pozitif geri besleme diye nitelendirilebilecek, “bir sizden, bir bizden” noktasına getirilmiştir. Dolayısiyle çatışmalar kaçınılmaz olarak sürmüştür.

• Cumhurbaşkanı seçimlerine yaklaşıldıkça olaylar ya patlamış ya da yoğunlaşmıştır.

• Türkiye uluslararası arenada politika değişikliği yapmaya kalktığı yada Sovyetler Birliği ve müslüman ülkelerle siyasi veya ekonomik ilişkilerini artırmaya çalıştığı zamanlarda kan dökülmüş, gerilim artırılmıştır.

• Genelde CHP haricindeki partilerin iktidarında olaylar patlak vermiştir. Halkın yönetimde söz sahibi olduğu, hak aradığı dönemlerde eylemler yoğunlaşmıştır.

• Kartel medyası ve bir takım sivil toplum örgütleri senkronize halde yaygarayı basıp, toplumun bir kesimini ‘komünistler, faşistler, islamcılar’ diye suçlamışlardır.

• Askerin içinde cuntalar oluştuktan sonra olaylar ya patlamış ya da olaylarda aşırı yoğunlaşma olmuştur. Olayların aşırı yoğunlaşmasından sonra da darbe gelmiştir.

• ABD ve Avrupa’nın isteklerini siyasi iktidarlar olumlu cevaplamadıkları zaman daha çok kan dökülmüştür ve ilginç sabotajlar vuku bulmuştur.

• Cuntalarla Batı’nın istekleri kesiştiğinde, olaylar maksimize olmuş ve darbeler gerçekleştirilmiştir.

• Sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilanını gerekli kılmak veya uzatmak sözkonusu olduğunda olaylar patlak vermiştir.

• NATO üslerinin kullanımı, Çekiç Güç gibi ABD güçlerinin konuçlandırılma süresinin uzatılması dönemlerinde tırmanma olmuştur.

• Bütün faili meçhullerdeki delillerin tamamı veya bir kısmı ya anında ya da sonradan yok edilmiştir. Olayı araştıranlar ya tehdit edilmiş, ya susturulmuş, ya da engellenmiştir.

• Bütün faili meçhuller, günün modasına uygun olarak, karşı fikirden örgütlerin üzerine atılmıştır. Gözaltına alınan veya tutuklananlar daha sonra serbest bırakılmıştır. Yıllar sonra cunta ya da yabancı istihbarat örgütlerinin işi olduğu söylenmeye başlanmıştır.

• Sivil irade olayların üzerine gidememiştir. Başbakan veya Cumhurbaşkanı bile olsalar olayı deşememişlerdir.

• Olaylarda suçlananlar, daima mağdur olmuş, başkaları ise eylemlerin meyvelerini toplamıştır.

• Faili meçhullerden sonra baskı kanunları çıkarılmış, toplumun üzerindeki baskılar yoğunlaşmıştır.

• İstanbul dükalığı ve iktidar seçkinlerinin yönetimdeki nüfuzları zayıfladığında gerilim tırmandırılmıştır, olaylar patlak vermiştir.

Yukarıdaki ortak özelliklere baktığımız zaman bu tür eylemleri ancak a- Cunta, b- Gladio, c- Avrupadaki bazı ülkelerin istihbarat örgütleri, d- CIA, e- KGB gerçekleştirebilir. Faili meçhullerdeki en ortak özellik olan belge ve delillerin devlet arşivinden yok edilmesi göz önüne alınınca bu işi ancak, Cunta, Gladio, CIA yapabilir.Bazı olayları, zayıf bir ihtimal de olsa İngiliz, Fransız veya Alman istihbarat örgütleri yapabilir. Dolayısıyle büyük olayların arkasında Cunta, Gladio veya CIA’yı aramak gerekir.

Dolayısiyle Kışlalı olayında hedef saptırılmamalı bu üç örgüt üzerinde dikkatler yoğunlaştırılmalıdır.  ‘Bunlardan hangisi’ sorusuna cevap aramak için Kışlalı öldürüldüğünde iç ve dış dünyanın durumunu incelemekte fayda vardır.

İÇ DİNAMİKLER 

Depremle açığa çıkan gerçekler

Türkiye’de Gölcük merkezli Marmara depremi ile beraber ilginç bir süreç başlamıştır. Susurluk, sistemin kirli ve karanlık yüzünü deşifre ederken; deprem de hantal, baskıcı, tahammülsüz yüzünü ve aczini ortaya koymuştur.

Depremle beraber sivil toplum örgütleri devletten daha hızlı hareket ettiklerini göstermiş, sivil bir insiyatif doğal olarak doğmuştur. Halk fikir ayrılıklarını bir tarafa bırakarak birbirinin yardımına koşmuş ve kaynaşmıştır. Türkiye’de son yıllarda komşuluk bilinci ilk kez harekete geçmiştir.

Depremle birlikte birçok kurum ve kuruluş güvenilirliğini yitirmiştir. Güven duygusunda ciddi bir aşınma olmuştur. Ayrıca depremle birlikte insanların büyük bir kısmının hayata bakışı değişmiş, ciddi bir dindarlaşma süreci başlamıştır.

Depremin yaralarını sarmak için deprem bölgelerine akın eden sivil toplum örgütleri halk tarafından sevgiyle karşılanırken, bir kısım yöneticiler tarafından tehlike olarak görülmüşler ve deprem bölgelerinden uzaklaştırılmışlardır.

KONUŞAN TÜRKİYE ÖZLEMİ

Kışlalı olayı öncesinde Türkiye’deki en önemli gelişmelerden biri de insan hakları, özgürlükler, demokratikleşme konusundaki gelişmelerdir. Depremdeki sivil inisiyatifin oluşumu ile örtüşen önemli bir gelişmedir bu durum. Mesut Yılmaz’ın devleti eleştirmesi, Yargıtay Başkanı’nın yaptığı tarihi konuşma, DPT Başkanı’nın çıkışları şeffaf, konuşan Türkiye arayışında önemli kilometre taşları olmuştur.

Türkiye’de yeniden yapılanma  gündeme gelmiş, anayasa ve bazı yasaların değiştirilerek insan hak ve özgürlükleri ile uyumlu hale getirilmesi, baskı ortamını sağlayan yasal alt yapının kaldırılması tartışılmaya başlanmıştır.  Sivil toplum örgütlerinin yönetimdeki yeri, YÖK ve üniversiteler, orta öğretimin bu yeni hukuki düzenlemeye göre  yeniden yapılandırılması fikri gittikçe ağırlık kazanmaya başlamıştır.

Böyle bir dönemde, başörtüsünün YÖK ve MEB kadrolarınca sorun olarak kalması sağlanmakta; daha fazla hak ve özgürlük isteyen tolumun önü “dini bir sembolizm” ile kesilmek ve dayanışması engellenmek istenmektedir.

28 Şubat sürecinde yıpranan parlamento, seçimler sonrasında kurulan hükümetle daha işler ve saygın bir konuma gelmiştir. Ardarda doğru veya yanlış bir çok kanun çıkarabilmiştir.

KÜRT SORUNU VE APO’NUN İDAMI

PKK’nın silah bırakması ve Apo’nun idamı sorunu bu dönemin en önemli konularından biridir. Apo’yu Ecevit’e teslim ederek Ecevit’e iktidar yolunu açanlar, bu teslimatın karşılığını alacaklardır. Pazarlık karşılığında teslimat yapıldı; bunu bu ülkenin halkı bilmektedir.

Apo’nun teslimi ile Kürt sorunu siyasi arenaya çekilmiştir. Kürt kimliğinin tanınması konuşulabilmektedir. HADEP’li belediye başkanlarının Çankaya köşküne kabulü, HADEP’lilere devlet indinde bir meşruiyet kazandırmıştır. Bu Kürt sorununun geleceğine ilişkin önemli bir mesajdır. Ancak ‘tek dil’ diyenlerin bu gelişmelerden hoşnut olduğu söylenemez. Dün PKK’nın  gerilla savaşının bitmesini istemeyenler Eşref Bitlis’i öldürürken, bugün bitirilmesi için başkalarını niçin öldürmesin? O açıdan Apo’nun idamı Türkiye’nin elinde saatli bir bomba gibidir. Kışlalı’nın öldürülmesinin, Apo’nun idam kararının Yargıtay’da görüldüğü güne denk gelmesi bir tesadüf müdür?

Apo’nun idamını isteyen ve istemeyen güçler kimlerdir? Kışlalı cinayeti bu güçlerin birbirine bir mesajı olabilir mi? Cinayetin Apo ile ilişkileri Apo teslimatında  yapılan pazarlıkta yatmaktadır. Pazarlık açıklanırsa bu sorun biraz daha berraklaşır.

28 ŞUBAT POSTMODERN DARBESİNİN TASFİYESİ

28 Şubat sürekli darbe teorisinin ilginç bir uygulamasıdır. Ordunun bir kesimi sivil hayatı ve parlamentoyu tamamen kontrol altına alacak bir operasyona girişmişlerdir. Muhtemeldir ki ABD’nin karşı çıkışı olmasaydı, sonucu çok kanlı bitecek bir darbe olacaktı. Kışlalı’nın deyişi ile “12 Mart’ın rövanşı alınacaktı”.

28 Şubat’la beraber bir hükümet düşürülmüş, yeni bir hükümet zorla kurdurulmuştur. Mesut Yılmaz bugün bunun için; “hükümete girmeseydik darbe olacaktı” demektedir. 28 Şubat’la beraber RPkapatılmış, Erbakan ve Erdoğan’a yasaklar konmuş, toplum muhbirliğe itilerek kamplaştırılmıştır. Emniyet, istihbarat örgütleri, üniversiteler ve pek çok devlet kurumu ile birlikte sivil toplum örgütleri 28 Şubatçı postmodern darbecilerin baskıları altına girmiştir.

Parlamento ve siyasi partiler devre dışı kalmış, MGK ülkenin tek hakimi durumuna gelmiştir. Refah-Yol hükümetinin düşmesi ile işlerin düzeleceğini sananlar aldanmıştır. Gerek Yılmaz, gerekse Ecevit “28 Şubat bitmiştir” demelerine karşılık; bazı generallerden gelen cevap “hayır” olmuştur. 28 Şubat’ın devamını isteyen postmodern darbeci sivil ve asker kesim ile 28 Şubat’ın bitmesini isteyenler arasında gizli bir mücadele vardır bugün.

Ardarda gelen iki 30 Ağustos’da 28 Şubatçı generallerin emekli olması, etkilerini azaltsa bile devletin içinde önemli güçlerinin var olduğunu unutmamak gerekir. Bununla beraber yeni bir 30 Ağustos’a tahammülleri olmayabilir. Bu açıdan gerilim bunların işine gelir. İç tehdit olarak İslam bunların kullandığı en önemli bir silahtır. Kapanmış bir konu olarak Merve Kavakçı olayı’nın kamuoyunu tahrik edecek şekilde gündeme getirilmesi, gerilim oluşturma amacına dönüktür. Bu oyunu zamanında gören Demirel ve Ecevit anında tavır koymuşlardır. Diğer siyasi partilerin desteği ile bu oyun şimdilik akamete  uğratılmıştır.

Mehmet Kutlular olayı da  bu oyunun bir parçasıdır. Buna gerilim yaratarak mevzileri koruma ve pazarlık gücünü artırma stratejisi diyebiliriz. Aşırı baskı ile halkı korkutma, siyasileri rahatsız etmiştir. Bitti dedikleri bir süreç bitmek bilmemektedir.

GATA komutanı Işımer’in, tahrik ve tahkir edici konuşmasını da aynı bağlamda değerlendirmek mümkündür.

Kışlalı’nın öldürülmesi ile kimin öldürdüğü belli olmadan, elde hiçbir delil bulunmadan başlatılan kampanya aynı merkezli bir kampanya olabilir. Siyasi partiler ve parlamentonun yıpratılmasına dönük kampanyanın açılması anlamlı ve düşündürücüdür.

Daha çok özgürlük, daha çok insan hakları, daha çok şeffaflık yerine susan bir Türkiye için baskı kanunlarının çıkarılması istenmektedir. Toplumun belli bir kesimine bu istekleri kabul ettirebilmek için ‘din ve dindar’ bir tehlike sembolü olarak kullanılmaktadır. Tıpkı meslek liselerini yoketmek için Kur’an Kursları ve İmam Hatipleri kullandıkları gibi.

Yargıtay Başsavcısı’nın hiçbir kural tanımadan siyasi partileri ve parlamentoyu karalaması ve toplumun bir kesimini eyleme davet etmesi; Cumhurbaşkanı dahil siyasilerin buna sert çıkışları, perde arkasında nasıl bir kavganın var olduğunu ortaya koymaktadır.

Kışlalı olayı ile siyasi partilerin ve parlamentonun hedef yapılarak yıpratılması, iç dinamikler açısından, ancak cuntacıların işine gelir. Böyle bir eylemi planlamamış olsalar bile sonuçlarından yararlanmak istedikleri kesin gözüküyor. Kaldı ki bu noktada iddiamızı kuvvetlendirecek zengin tarihi malzemeye de sahibiz.

Taksim’de Ecevit’e karşı girişilecek suikast teşebbüsünün hedefi, Kara Kuvvetleri içinde oluşmuş bir cuntanın yönetime el koyması için gerekli kargaşanın oluşturulmasıydı.

1978 yılında 12 Eylül Cuntası sıkıyönetim ilanına Ecevit’i ikna edebilmek için Ecevit’in deyişiyle “Kahraman Maraş olaylarını tezgahlamıştı”.6

Kaosu kimlerin oluşturabileceği veya kaostan  kimlerin yararlanacağı, gerilim stratejisinin kimlerin işine yaradığının en iyi şekilde ifadesi, 12 Eylülcü Orgeneral Bedrettin Demirel’in açıklamasında yatmaktadır.

“1979 Temmuz’unda da müdahaleyi gerektiren sebepler vardı ve müdahale kararı da vardı, ama biz biraz daha olgunlaşsın, itiraz edilmesin diye  o zaman müdahaleyi yapmadık.”7

Halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanabilmek için meyva’nın olgunlaştırılması gerekiyordu. Bunun için de kan lazımdı. Nitekim Demirel;

“Devletin yasal ve diğer imkanları tamamiyle birbirinin aynı iken, 13 Eylül günü durdurulan kan, 11 Eylül günü niçin akıyordu? Niçin?”8 diye sormaktadır.

Eğer Orgeneral Muhsin Batur’un “Evren müdahaleyi 1979’da değil 1971’de düşünmüştü”9 tarzındaki açıklamaları göz önüne alınırsa, 1971’den 1980 12 Eylül’üne kadar dökülen kanların müsebbipleri açığa çıkmış olur.

Özetle yakın tarihe baktığımızda cuntacıların meyva olgunlaştırma operasyonu olarak kan, gözyaşı ve gerilimi görmekteyiz. Son olayların arkasında niçin böyle bir yapı olmasın? 10 ‘yılda bir’ geleneğinin var olduğu bir ülke için bu sürpriz olmasa gerekir. Onun için başta Demirel ve Ecevit  olmak üzere toplumun tüm kesimlerine bu oyuna dur deme görevi düşmektedir.

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ

Ecevit çok önceden, “ortada fol yok yumurta yokken” Cumhurbaşkanı Demirel’in süresinin uzatılmasını yüksek sesle kamuoyuna duyurmuştu. Belki Ecevit Demirel’e açık bir mesaj göndermiş, belki de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 1.5 yıl kala toplumun dikkatini bir şeye çekmeye çalışmıştır. Gerek Demirel ve gerekse Ecevit, Cumhurbaşkanlığı seçimine bir yıl kala, askerde kıpırdanmaların başladığını, durup dururken ortamın birden gerildiğini en iyi bilenlerdir.

Ecevit, partisinin yükselişe geçtiği bir dönemde iktidara gelebileceğini görerek, bir cumhurbaşkanlığı krizi yaşamamak ve Demirel’le ittifak yapabilmek için önceden böyle bir hamle yapmış olabilir. Askerlerin “Cumhuriyeti biz kurduk, Cumhurbaşkanı bizden olmalıdır.” yaklaşımında olduğu, bu nedenle de Özal ve Demirel gibi sivilleri içlerine sindiremediği rivayet edilir.

Önümüzde bir Cumhurbaşkanlığı seçimi vardır. Askerler de asker orijinli birinin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasını arzu etmiş olabilirler. Demirel’in “Her Cumhurbaşkanı seçiminden önce orduda rahatsızlıklar artar.” sözlerini de göz önüne  alırsak, bu seçimlerde de gerilim yaşayacağımızı söylemek kehanet olmaz. Durup dururken ortamın birden bire gerilmesi eğer iç dinamiklere bağlı ise, nedeni niçin cumhurbaşkanlığı pazarlığı olmasın?

ANAP Bitlis eski miletvekili Faik Tarımcıoğlu’nun 28 Şubat sürecine ilişkin yaptığı yorumun konumuz açısından göz önüne alınması gerekir:10

İki bin yılına doğru olayların tırmandırılış biçimi göz önünde bulundurulursa Meclis dışından bir Cumhurbaşkanı adayının çıkmasını muhtemel görüyorum. Emekli ya da görev başında olan Genel Kurmay Başkanı olabilir. Ama umarım ki Meclis bunu kendi içinde aşar...

1989  yılında iki önemli olay vardı: Biri mahalli seçimler, diğeri ise Cumhurbaşkanlığı seçimiydi... Takvime bakın 1988 sonu ve 1989 başı itibariyle Türkiye’de garip olaylar meydana gelmeye başlamıştır.

Paris’te özel bir kokteyl’de denizci emekli bir kurmay albaya Fransız üst düzey bir istihbarat yetkilisi iki ay sonra Türkiye’de türban olayları meydana gelecektir, demiştir. Gerçekten de bu bilgiden hemen sonra Türkiye’de türban meselesi patlak verdi. Bir türban kanunu Meclis’ten hızla geçti. Anayasa Mahkemesi’ne giden kanun yıldırım hızıyla iptal edildi. Bu birden bire elektriğe basılmış gibi bir reaksiyon doğurdu. Ve Türkiye’de Cuma gösterileri başladı... Tertipler öyle boyutlara ulaştı ki büyük şehirler ANAP’tan uzaklaşmaya başladılar...

Hemen arkasından bir MİT raporu ortalığı karıştırdı. Bu MİT raporunda Özal ve Necdet Üruğ Paşa çok ağır bir şekilde suçlanıyordu. İksinden birinin Cumhurbaşkanı olma ihtimali çok yüksekti. Sonra yüksek bürokrasi, Yüksek Seçim Kurulu süpriz bir karar vererek “seçime katılmak müeyyide-i mucip değildir’ dedi. Ve bu yüzden özellikle büyük şehirler ANAP’tan kaçtılar.

Arkasından Danıştay, kanun kuvvetinde bir kararnameyi iptal etti. Bu da dönemin hükümetine büyük darbe vurdu. Hemen arkasından Yargıtay “tapu tahsis belgeleri geçersizdir” diye bir karar aldı. Ve tapu tahsis belgesi dağıtan Özal’ı yalancı duruma düşürdüler. Ve ANAP seçimlerde büyük hezimet yaşadı.

İyi ki de yaşadı. Çünkü bu hezimet ANAP için hayırlı olmuştur. ANAP yenilmiştir, ama rejim kurtulmuştur. Çünkü Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru çok daha vahim olaylar bekleniyordu. Çünkü sekiz Cumhurbaşkanının yedisi silah ve asker yoluyla Cumhurbaşkanı olmuştur. Birisi sivildir, o da silah zoruyla indirilmiştir.

Şimdi 2000 yılında yeni Cumhurbaşkanı seçilecekse, yaşanmış bu olayları gözardı etmemek gerekiyor. Bugünlerde yaşadığımız ve 28 Şubat süreciyle başlayan bu sıkıntı giderek bende bazı şüpheler uyandırıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru müdahaleler olabilir. Veya bu müdahaleler Meclis eliyle yaptırılabilir. Bundan da endişeliyim.

Şunu seçeceksiniz diye bir isim empoze edilebilir, Meclis’te o isim Cumhurbaşkanı seçilebilir.10

“Geçmişe bakmak yeterli” derken Tarımcıoğlu haklıdır. 1989 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 2000 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde benzerlikler oldukça fazladır. DGM Başsavcısı kamuoyunun anlayamadığı uygulamalar yapmaktadır. Danıştay hakimi Merve olayı değerlendirilirken hukuki geleneklere aykırı açıklamalarda bulunmaktadır. YÖK başörtüsünü tüm ülke sathına yaymak için gayret içindedir. 19 yıllık yönetici olan Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ömer Faruk Batırel’in, rektörlük süresinin dolmasına bir yıl kala istifaya zorlanmasının arkasındaki neden başörtüsü olayını daha da şiddetlendirmek olabilir. Nitekim yeni atanan yönetim, İstanbul Üniversitesi metodunu uygulayarak başörtüsünü ülkenin sorunu haline getirmeyi başarmıştır. İTÜ, Boğaziçi, ODTÜ, Hacettepe, Bilkent gibi üniversitelerde uygulanmayan başörtüsü yasağının Türkiye’nin belli üniversitelerinde uygulanmasının bir nedeni olmalıdır. Başörtülü öğrencinin yoğun olduğu yerler seçilmekle ve tahrik edilmekle tıpkı 1989’da  olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru ülkeyi bir gerilim ortamına sokmaya mı çalışmaktadırlar. Görünen odur ki ülkeyi gerilim ortamına sokarak kamplaştırmanın çareleri aranmaktadır. Malatya’da başörtüsünden dolayı çıkan olaylar, Gülen dosyasının 30 Ağustos öncesinde açılmış olması, Telekulak olayları, hapishane olayları, M.Ü. ve İ.Ü. olayları hep bu gerilim stratejisinin birer parçası gibi gözükmektedir. Kanaatimce deprem bu stratejinin uygulanmasını geciktirmiştir.

Depremle birlikte başlayan olağanüstü hal ilanı tartışmaları, mevcut komuta kademesinin emekliliğini erteleme operasyonu olabilir. Bu esnada birinci ordu’da devir teslim töreninin yapılmamış olmasına dikkat edilmelidir.

Kışlalı cinayetinin böyle bir ortamda vuku bulması ister istemez, “bir Cumhurbaşkanlığı seçimi için gerekli kaosu  sağlamak amacına dönük bir eylem niçin olmasın?” sorusunu akla getiriyor. Çankaya için kılıçlar kınından sıyrılıyor. Eğer Kışlalı operasyonu böyle bir amaca dönük ise Türkiye’de daha çok gerilim yaşayacak ve daha çok kan dökülecek demektir. Belki de Mesut Yılmaz bunun için “Ne durulması? Artacağından endişe ederim” demektedir.

Böyle bir tezgâhın tutmaması için başta siyasilere sonra sivil toplum örgütlerine ve halka önemli görevler düşmektedir. Herkes baskı, entrika, cinayet, kan ve komplolara karşı çıkmalıdır. Herşeyin meşru zeminlerde gerçekleşmesini talep etmelidir.

Artık Cumhurbaşkanı, Başbakan ve siyasiler kurulan tuzağın ne olduğunu ve bu tuzağı kimlerin kurduğunu açıklamalıdırlar.

DIŞ DİNAMİKLER

Mesut Yılmaz’ın oynanan senaryo için “zaman ters tutmaz” sözlerini iki farklı açıdan yorumlayabiliriz: Senaryoyu içerden birileri yazıyor ve darbeye kadar varacak bir senaryodur bu; ancak uluslararası konjonktür buna müsait değildir. Dolayısiyle darbe iznini alma ve yapma şansları yoktur, demek istemektedir. Nitekim bugüne kadarki tüm darbeler Batı’nın onayı ile yapılmıştır. 28 Şubat hareketi ABD’den izin alamadığı için şekil değiştirmiş, postmodern bir hüviyet kazanmıştır. Dolayısiyle Mesut Yılmaz darbeyi onaylayacak uluslararası bir konjonktür mevcut değildir diyerek senaryonun tutmayacağını ifade etmiş olabilir.

İkincisi, senaryoyu dış dinamikler yazmaktadır. Bunu da bugün için yazalabilecek ve uygulayabilecek tek güç ABD’dir. Öyleyse bu ABD’nin işi olabilir, demek istemektedir. Ancak biz içerde  bütünleştik; ABD cunta için işbirlikçi bulamayacaktır, anlamına da gelebilir Yılmaz’ın sözleri.

ABD’nin yakın tarihi bu yönüyle çok kirlidir. Ülkelerin iç işlerine müdahale etmek, gerekirse darbe yapmak ABD’nin neredeyse temel özelliklerinden birisi durumundadır.

ABD açısından Türkiye, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Türki cumhuriyetler için bir ön karakol durumundadır. ABD Türkiye’yi bu yörelerin  jandarması olarak görmektedir. ABD-İsrail-Türkiye üçlüsünü birarada tutacak yönetimler istemektedir. İran’ın kuzeyden  kuşatılması, Türki cumhuriyetlere yayılmasının engellenmesi, ancak Türkiye aracılığıyla sağlanabilir. Ayrıca uyanan bir dev olarak Çin’in batıdan çevrilmesi Türki cumhuriyetlerden dolayı Türkiye’nin desteği ile daha rahat gerçekleştirilebilir.Türki cumhuriyetlerdeki zengin enerji  kaynakları ve madenler ABD ve Avrupa’nın iştahını kabartmaktadır. ABD bu kaynakları kimseye kaptırmak istememektedir.

Diğer taraftan Rusya eski sömürgelerini kaybetmenin hırçınlığı içindedir. Kafkaslar ve Türki cumhuriyetlerde ABD’nin nüfuzunu kırmayı  hedeflemektedir. Rusya, Çin ve Hindistan arasında yapılan toplantı dikkatle izlenmelidir. Bu birlikteliği bozmak için bu yörede Batı, değişik komplolara girebilir. ABD’nin Kuveyt’te daha geniş bir şekilde üstlenmesi, Pakistan’daki darbe ve Dağıstan olayları, bu yakınlaşmaya dönük gelişmeler olabilir.

Bakü-Ceyhan boru hatlarına soğuk duran ABD’nin tutumunun ani değişiminin bir sebebi olmalıdır.

Kendini dünyanın hakimi gören ABD’nin Türkiye ile ilgili sorunları vardır. Bu sorunların ABD menfaatleri istikametinde çözülmesini istemektedir:

• Kıbrıs, Kuzey Irak Kürt Devleti, Apo’nun idamı.

• MHP+FP’nin sürekli yükselişi, DYP+ANAP’ın sürekli gerilmesi.

• Cumhurbaşkanı seçimi.

• Türkiye’nin koalisyonlarla yönetilmesi; ABD’ nin isteklerinin gerçekleştirilebilmesi için her partiyi ayrı ayrı ikna etme zorunluluğu. Tek parti iktidarlarında ABD isteklerini daha kolay gerçekleştirmektedir.

• Türkiye’de halk her geçen gün dindarlaşmaktadır. Deprem bu süreci hızlandırmıştır.

• Türkiye’de halk partilere körü körüne bağlı olmaktan uzaklaşmış daha seyyal hale gelmiştir. Partilerle toplumu kontrol altında tutmak zorlaşmaktadır.

Kuzey Irak Kürt Devleti ve Apo’nun idamı meselesinin Apo’nun teslimi ile belirlenmiş olması kuvvetli bir ihtimaldir. Ecevit’in Batılılarla katıldığı “Adadaki İktidar Senaryosu” toplantısı Apo’nun teslimi ile Ecevit’in lehine uygulama alanına sokulmuş gibidir. Bu teslimatta her ikisi için güvence verilmişse Ecevit hükümeti bu taahhüdünü yerine getirmek durumundadır. ABD ve Batı Apo’nun idamını istememektedir. Oysa Türkiye’deki bazı güçler ve siyasiler idamını istemektedir. Kışlalı cinayetinin Apo’nun mahkemesinin olduğu güne denk gelmesi, niçin “tarafların birbirine mesajı” olmasın?

Clinton yönetimi Kıbrıs sorununu çözerek Yunanistan’ı yeniden kazanmak istemektedir.Kıbrıs sorununun tek merkezli yönetim şeklinde çözümü, Yunanistan’ın işine yaramaktadır. Ecevit’in ABD seyahatındaki görüşmeler bu açıdan önemlidir. Eğer Ecevit, ABD’de “Kıbrıs’tan taviz vererek AB’ye girmeyiz” şeklinde  kesin bir tavır sergilemişse, son olayların tırmanmasının arkasında ABD vardır, diyebiliriz.

Gerek Kıbrıs ve gerekse Kuzey Irak Kürt Devleti kurulması konusunda taviz vermeye siyasi iktidarlar kolay kolay razı olmazlar. Bu tavizleri veren siyasi partilerin ciddi bir yıpranma sürecine girmesi kaçınılmazdır. Bu sorunların ABD menfaatleri istikametinde çözülebilmesi ancak halka karşı sorumluluğu olmayan askeri yönetimler zamanında mümkündür. Yunanistan’ın NATO’ya  dönüşü, ne Demirel, ne Ecevit hükümetleri zamanında olmuştur. Ancak dünya lideri gibi olaylara bakan 12 Eylül’ün lideri Kenan Evren zamanında bir “asker sözü” ile gerçekleştirilmiştir.

ABD açısından halktan kopmuş partilerin Türkiye’de ABD menfaatlerini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Türkiye’de siyasi bir boşluk vardır. Başörtülü ile başı açığı içine alabilecek, dinli ile dinsizi bir arada bulundurabilecek AP türü bir yapıya ihtiyaç vardır, söylemi son zamanlarda seslendirilmektedir. Demirel ve Özal’ın çıkışı hep ihtilallerden sonradır. Dolayısıyla ABD’nin Türkiye’yi siyasi olarak yeniden yapılandırabilmesi ABD eksenli bir darbeden sonra daha rahat olabilir. Bu boşluğu doldurabilecek bir lider çoktan aranmaya başlanmıştır bile. Böyle bir darbe ile MHP+RP’nin önü kesilip, siyasi yapı AP, CHP eksenine oturtulabilir.

ABD bir taraftan darbeyi organize ederken darbenin mağdurları olabilecek MHP+FP’nin tabanına sahip çıkarak onların hamiliğine soyunabilir. Darbeci “kötü adamlara” karşı ABD “iyi adam” rolünü oynayabilir. Arkasından “Türki müslüman” yada “ılımlı müslüman” bir liderin desteklenmesini talep edebilir.

ABD’nin bu politikalarını Türkiye’de uygulayabilmesi için yerli işbirlikçiler bulması gerekir. Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilirken bu tür oluşumlar fazlası ile var gözükmektedir. Yapılacak müslüman imajlı bir iki sansasyonel eylemle, ABD ile ittifaka girecek birçok sivil, asker, bürokrat bulmak da mümkündür. Bu noktada ABD’nin istekleri ile  cuntacıların istekleri örtüşmektedir. Dolayısiyle işbirliği kolayca gerçekleşebilir. İşbirliğinin gerçekleştiği andan itibaren de kan dökülmesinde ve eylemlerde artış sözkonusu olacaktır. Kışlalı cinayeti böyle bir senaryonun ilk kilometre taşı olabilir.

Bütün bu senaryoları yazanların bugüne kadar başarılı olmaları, bundan sonra da başarılı olacakları anlamına gelmez. Kan dökmede, kaos oluşturmada gerilim artırmada, darbe yapmada başarılı olmuşlardır. Ancak darbe sonrasında başarısızdırlar. Yapmak istedikleri toplumsal mühendisliği icra edememişlerdir.Her geçen  gün gerek aydın kesim ve gerekse halk nezdinde itibar kaybına uğramışlardır. İktidar yapmak istedikleri siyasi organizasyonlar ciddi itibar kaybına uğramıştır. MHP+FP’nin yükselişinin nedeni budur. Halkın her darbeden sonra daha da dindarlaşması, zulme karşı Allah’a daha da yaklaşarak direnmesinin bir işaretidir.

Unutmamak gerekir ki, sülükler kanla beslenir fakat emdikleri kan da ölümlerinin nedeni olur.

Unutmamak gerekir ki: Herkesin bir hesabı vardır. Allah’ın da bir hesabı vardır. Hesap yapanların en iyisi de şüphesiz ki Allah’tır.

Unutmamak gerekir ki:

“Onlar hileli düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır.” (14 İbrahim 46)

DİPNOTLAR

1- Aşık, E., “İstense Çözülür,” 28 Ekim 1999, Sabah.

2- Demirel, S., “Demirel’den Evren’in Anılarına Yanıt”, 23 Kasım 1990, Milliyet.

3- Ecevit, B., “Ecevit’ten Evren’in Anıları Üzerine Düşünceler”, 28 Kasım 1990 Milliyet.

4- Yılmaz, M., “Yılmaz’dan Uyarılar”, 28 Ekim 1999, Sabah.

5- Demirel, S., 22 Ekim 1999, tüm gazeteler.

6- Ecevit, B., “Ecevit 12 Eylül’ü Anlatıyor,” 2 Ağustos 1989, Milliyet.

7- “12 Eylül’e 5 kala, 5 geçe,” 14 Ağustos 1989, Milliyet.

8- Demirel, S., “Demirel’den Evren’in Anılarına Yanıt”, 24 Kasım 1990, Milliyet.

9- Batur, M., “Evren’in Anılarına Yanıtlar,” 15 Ocak 1991, Milliyet Gazetesi.

10- Tarımcıoğlu, F., “Geçmişe Bakmak Yeterli”, Aksiyon, İstanbul, Sayı 172, s. 31. 1998.

 

ŞER İTTİFAKI ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI İÇİN İKİ ANA EKSEN OLUŞTURMAYA ÇALIŞMAKTADIR

(Umran Dergisi)   Şer İttifakı (Siyonizm-ABD-İngiltere-İsrail, AB) 21. yüzyılı “dijital dönüşüm” yüzyılı olarak öngörmekte, bu nedenle “büyü...