1 Ağustos 2025 Cuma

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-9: Ümmetin İttifakını Yıkan Bir Hastalık-2: HEVASINA UYANLARIN ZARARLI TUTUM VE DAVRANIŞLARI

 Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Ağustos 2025-372. Sayı

 

“Fakat zulmedenler, hiçbir ilimleri olmadan hevalarına uydular. Artık Allah’ın şaşırdığını kim yola getirebilir?”

                                                                                              (30/Rûm Suresi 29. ayet)

 

Heva, insanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin düşünme ve davranma hâlini ifade eder. Heva, insan nefsinin hayvani şehvetinden doğan bir eğilim olarak, nefsin süslü ve kötü arzulara uymasını sağlayan, insanı her türlü isyana götüren, her türlü belanın, rezilliğin, kötülüğün kaynağı, ilmin ve hidayetin zıddı olan şeytani bir değer sistemi ve bundan gücünü alan bir duygu ve davranış hâlidir. Heva, şeytanın karargâhı, askerî üssüdür.

Kur’ân’da heva kelimesinin semantik alanında, çok önemli bir ağırlığı bulunan ve çok temel bir kavram olan ilah kelimesi yer almaktadır. Kur’ân, “hevasına uyanlarla” “hevasını ilahlaştıranlar” arasında özel bir ayırım yapmakta; her iki insan unsurunun düşünce, tutum ve davranışlarını değerlendirmektedir. Bunlardan her biri, farklı insan unsurlarını içlerinde barındıran ve geniş spektruma sahip birer evrensel kümedir. Geçen yazıda insan yapısındaki kötülük merkezi/şeytanın karargâhı olarak görev icra eden hevanın ilahlaştırılması ele alınıp değerlendirilmişti. Bu yazıda ise kötülük merkezi/şeytanın karargâhı olarak görev icra eden hevanın farklı insan grupları üzerindeki etkisi, “hevasına uyanlar” kapsamında ele alınıp değerlendirilecektir.

Hevasına Uyanlar

Kur’ân’daki ilah, heva, insan ile ilgili ayetleri bir bütün olarak ele alıp değerlendirdiğimizde, konu ile ilgili üç farklı insan kümesinin bulunduğunu görmekteyiz. Birinci grup: Hevasına uymayı reddedip ona karşı mücadele eden, tavır koyan insan unsuru. İkinci grup: Hevasını ilahlaştırmayıp hevasına uyan insan unsuru. Üçüncü grup: Hevasını ilahlaştırıp ona tamamıyla teslim olan insan unsuru.

Kümeler teorisine göre insanı evrensel küme sayarsak, insanlık evrensel kümesinde hevasına uymayanlar ile hevasına uyanları iki ayrı alt küme şeklinde değerlendirebiliriz. Bunlar arasında bir arakesit küme/kesişim kümesi olabilir. Bu kesişim kümesi, hevanın her türlü arzu isteğini reddettiği hâlde farkına varmadan, hata yaparak hevanın isteklerini yerine getiren insan unsurudur. Bu insan unsuru, hata yaptığını gördüğü veya uyarıldığı anda tevbe edip Allah’tan af dileyerek hatasını düzeltmeye çalışanlardır: “Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: ‘Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır, esirgeyendir.’” (6/En’âm, 54).

Hevasını ilah edinenler ise hevasına uyan insan unsuru kümesinin içinde yer alan bir alt küme olarak ortaya çıkmaktadır. Hevasına uyanlar evrensel küme sayıldığında, homojen bir yapı olmadığı, farklı inanç/değer sistemine sahip çok farklı insan unsurlarını, birer alt küme olarak bünyesinde barındırdığı kolayca görülebilir: İnsanların çoğu, kitap ehli/Ehli Kitab, zalimler, fasıklar, müşrikler, mücrimler/suçlu günahkârlar.

İnsanların Çoğu Hevasına Uyar

Bugün ümmetin içinde bulunduğu durum, sadece yönetici kadrolarla ilgili bir durum olmayıp bizzat Müslüman insan unsurunun psikolojisi, zihin yapısı, kalbinde/nefsinde hastalık olup olmaması, daha da önemlisi bir davasının olup olmaması ile ilgilidir. Bu noktada asla unutulmaması gereken en temel nokta, insanın yaratılışındaki sır ve insan yapısında birbiri ile savaşan iki zıt cephenin varlığıdır.[1]

Kur’ân’ın ifadesine göre bu iki zıt yapının biri fıtrat merkezi diğeri de heva merkezidir. Fıtrat olumlu özelliklerin karar merkezi, heva da olumsuz özeliklerin karar merkezidir. Fıtrat insanı hep iyiye, güzele, doğruya yönlendirir; heva ise hep kötülüğe, çirkinliğe ve yanlışlığa yönlendirir (95/Tîn, 4-5; 91/Şems, 7-10). Bu iki merkez (fıtrat, heva), insanın yön ve davranışlarını şekillendirmek için insanda var olan kalp ve nefs gibi bütün merkezler üzerinde etkili olmak için birbiri ile sürekli savaş hâlindedirler. Bu olgunun daha iyi görülebilmesi, anlaşılabilmesi ve gereğinin yapılabilmesi için geçen yazıda verilen ve analizi yapılan hadislerin ve ilgili ayetlerin tekrar okunmasında ve üzerinde tefekkür edilmesinde fayda vardır

İblis ve onun yolundan gidenler (şeytanlar), insanoğluna sınırsız ve topyekûn bir savaş ilan etmişlerdir. Bu savaşın siyasi, psikolojik, sosyolojik, askerî ve değer eksenli değişik boyutları vardır. Söz konusu hadislere göre İblis değer eksenli psikolojik bir savaşı merkeze alıp insanoğlunu Allah’ın yolundan saptırmak için insanın kalbine ve nefsine sürekli olarak olumsuz bir şekilde etki etmeye çalışmakta ve “kanın damarlarda dolaştığı” gibi insan bünyesinde hareket etmektedir.

İnsan davranışlarını belirleyen genetik bu etkilerin yanında içinde doğup büyüdüğü sosyokültürel ve sosyoekonomik çevrenin ve şahsın bizzat kendi okuyup öğrendiklerinin de ciddi etkileri vardır. Bu üç boyutlu uzayda, her boyuttaki değişim diğer boyutları da olumlu ya da olumsuz olacak şekilde etkilemektedir.

Kur’ân’da “insanların çoğunun”, “haddi aşarak”, “bir ilme/bilgiye dayanmadan” “hevalarına uyup” hem kendilerini hem de diğer insanları saptırdıklarına dikkat çekilmesi, yukarıda belirtilen psikolojik altyapıyı anlayıp, analiz edip ve de gerekli tedbirleri almak için faydalıdır. Heva konusu ile ilgili Kur’ân’daki bir ayetin nüzûlüne sebep olan aşağıda verilen hadisin referans alınması ve üzerinde tefekkür edilmesi gerekmektedir: “İbnu Abbâs (r.a.): ‘Bir grup insan Resûlüllah (s.a.v.)'e gelerek: ‘Ey Allah'ın Resûlü biz kendi öldürdüğümüzü yiyor, fakat Allah'ın öldürdüğünü yemiyoruz, bu nasıl iş?’ dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu ayeti indirdi: ‘Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, o size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah'ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar/sapıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.’” (6/En’âm, 119).[2]

Sorulan soru, hayvanların etinin helal-haram olması ile ilgili bir sorudur. Verilen cevap, iman edenler açısından genel bir çerçeve çizmekte, düşünme, karar verme ve uygulamanın bu çerçeve içerisinde olmasına dikkat çekilmektedir. Bu nedenle öncelikle Allah’ın dosdoğru yolu, Allah’ın ayetlerine uyma, Allah’ın yolundan sapma ve helal-haram olgusu öne çekilmektedir (6/En’âm, 117, 118). Dikkat çekilen çok önemli bir nokta helal-haram olgusunun insan sağlığı açısından önemidir. Allah’ın ismi anılarak kesilen bir hayvan belli kurallara uygun şekilde kesilerek insan tarafından yendiğinde onun sağlığını olumsuz etkilemeyecek bir özelliğe sahip olmaktadır. Oysa kendi başına ölen ya da bir başka hayvan tarafından öldürülen bir hayvanın etinin sağlığa olumsuz etkisi vardır, olmalıdır. Bu, Allah’ın ilminin pratik hayata yansımasının bir göstergesi olduğunda buna uymayanlar için; “Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar/sapıyorlar.” ifadesi kullanılmaktadır. (6/En’âm, 119). 

Hevaya uyarak fıtrat yasalarının ifadesi olan Allah’ın ayetlerine uygun davranılmaması, haddi aşmayı, günahkâr olmayı, fasık olmayı, şeytana itaat etmeyi, müşrik olmayı, kâfir olmayı ve karanlıkta kalıp bir çıkış bulamamayı beraberinde getirmektedir. Dikkat çekilen çok önemli bir konu da şeytanların kendi dostlarına, iman edenlerle mücadele etmeleri için özel, gizli çağrılarda bulunduğu/bulunacağı ve kâfirlerin yapmakta olduklarının kendilerine 'süslü ve çekici gösterilmiş’ olmasıdır. (6/En’âm, 120-122).

Hevasına Uyanlar: Kitap Ehli/Ehli Kitab

Kitap ehli/Ehli Kitab, “Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitaplara iman edenlere verilen bir isim olup” “Kur’ân’da, “kendilerine kitap verilenler” (74/Müddessir, 31), “kendilerine kitap verdiklerimiz” (2/Bakara, 121) ve “kendilerine kitaptan bir pay verilenler” (4/Nisâ, 44) şeklinde ifade edilmektedir. Bu bağlamda Ehli Kitab sadece Yahudi ve Hıristiyanlar olmayıp diğer peygamberlere indirilen kitaplara da iman edenlere verilen bir isimdir. (4/Nisâ, 153; 5/Mâide, 15, 19; 6/En’âm, 84-90). Bu sebeple kitap ehli dendiğinde, sadece Yahudi ve Hıristiyanlar akla gelmemeli, İman edenler de dâhil tüm kitap verilenler hatırlanmalıdır.[3]

Dikkat edilmesi gereken, Ehli Kitab tanımlamasıyla bu insan unsurunun, kâfir, müşrik, münafık ve benzeri nitelikteki diğer insan unsurlarından ayrı bir konuma oturtulduğu olgusudur. Bununla beraber bu insan unsurunun evrensel kümesinde çok farklı tutum, davranış ve tavır ortaya koyan, alt küme olarak karşımıza çıkan farklı insan unsurları vardır. Kur’ân’ın dikkat çektiği çok önemli bir nokta, Ehli Kitab’tan olup da kâfir, münafık, müşrik, zalim, fâsık, mücrim gibi insan unsurlarının yaptığı, icra ettiği, düşündüğü bazı fiilleri ve düşünceleri hayata geçirip icra etmeleridir:

  • Kitap ehlinden bir grup, şuursuzca iman edenleri şaşırtıp-saptırmak ister. (3/Âl-i İmrân, 69).
  • “Allah'ın ayetlerini inkâr ederler.” (3/Âl-i İmrân, 70).
  • “Hakkı bâtıl ile örter ve bildikleri hâlde hakkı gizler.” (3/Âl-i İmrân, 71).
  • “‘İnananlara indirilene günün başında inanın, sonunda inkâr edin ki, belki dönerler ve dininize uyanlardan başkasına inanmayın.’ derler.” (3/Âl-i İmrân, 72, 73).
  • “Kitap Ehli’nden öylesi vardır ki, ona bir kantar emanet bıraksan onu sana öder; onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, sen, onun tepesine dikilip-durmadıkça onu sana ödemez.” (3 Âl-i İmrân, 75).
  • “Ümmiler (zayıf ve bilgisizler veya Ehli Kitab olmayanlar) konusunda üzerinizde bir sorumluluk yoktur.” derler. (3/Âl-i İmrân, 75).
  • “Onlar, bildikleri hâlde Allah'a karşı yalan söylerler.” (3/Âl-i İmrân, 75, 78).
  • “Onlar, Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık satarlar.” (3/Âl-i İmrân, 77).
  • “Kıyamet gününde Allah, onlarla konuşmaz, onları gözetlemez ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 77).
  • “Onlardan bir grup, iman edenleri kandırmak için ‘dillerini kitaba doğru eğip bükerler’, …Allah katından olmayan şeyleri söylerler.” (3/Âl-i İmrân, 78).
  • “Kitap ehli içinde iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.” (3/Âl-i İmrân, 110).
  • “Şahitler oldukları hâlde” “iman edenleri Allah yolundan çevirmeye çalışırlar.” (3/Âl-i İmrân, 99).
  • “Allah'ın ipine ve insanlar ile yaptıkları antlaşmalara bağlı kalanlar müstesna olmak üzere”, “Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri”, “isyan etmeleri ve haddi aşmaları dolayısıyla” “geri kalanların üzerlerine zillet ve aşağılanma damgası vurulmuştur” (3/Âl-i İmrân, 112).
  • “Allah'tan başkasına kulluk ederler”, “Allaha ortak koşarlar ve Allah'ı bırakıp birilerini rabler edinirler.” (3/Âl-i İmrân, 64).
  • “Dinleri konusunda taşkınlık ederler.”, ‘Allah üçün üçüncüsüdür.’ derler.” (4/Nisâ, 171).

Görülebileceği gibi kitap ehli Yahudiler/İsrailoğulları ve Hıristiyanlar, Hz. Peygamber (s.)’e, Kur’ân’a ve İslâm’a karşı çıkarak eleştiri yapmışlar, değişik tepkiler sergilemişlerdir. Allah, kitap ehlinin Hz. Muhammed’in peygamberliği için getireceği delilleri/ayetleri kabul etmeyeceklerini, onun kıblesine uymayacaklarını, Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolu kabul etmeyeceklerini, kendisinden hoşnut olmayacaklarını, hatta onlardan bir kısmının da diğer bir kısmının kıblesine uymadığı/uymayacağını, dolayısıyla hevalarına uyduklarını çok açık bir şekilde hatırlatmaktadır. (2/Bakara, 120, 145). Bütün bu olumsuz düşünce, tutum ve davranışlardan dolayı “Yahudi ve Hıristiyanların hevalarına uymaması” gerektiği konusunda Hz. Peygamber’e, özel bir uyarı yapılmaktadır: “Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost vardır ne de bir yardımcı.” (2/Bakara, 120). “Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, kuşkusuz, o zaman zalimlerden olursun.” (2/Bakara, 145).

Hz. Muhammed’e indirilenlerin ehli kitabın çoğunun tuğyanlarını, küfürlerini artıracağı (5/Mâide, 68) belirtilmektedir. İsrailoğulları Allah’a söz vermiş olmalarına rağmen “nefislerinin hoşuna gitmeyen bir şeyle peygamberler geldiyse, bir bölümünü yalanlamışlar, bir bölümünü de öldürmüşlerdir.” “Çoğunluğu körleşmiş” ve “sağırlaşmıştır” (5/Mâide, 70-71). Kitap ehlinden “Meryemoğlu Mesih’tir diyenler”, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler, “Allah'tan başka şeylere tapanlar”, şirk koşarak, küfre sapmışlar, isyan etmişler, haddi aşmışlar, zalim olmuşlar, “Davud ve Meryemoğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir.” (5/Mâide, 72-78).

Bu uyarılar yapıldıktan sonra da kitap ehline aşırı gitmemeleri, “sapmış, saptırmış ve düz yoldan kaymış olanların” “hevalarına uymamaları” gerektiği konusunda özel bir uyarı da Allah tarafından yapılmaktadır: “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun hevalarına uymayın.’” (5/Mâide, 77).

Kitap ehlinden Yahudi ve Hıristiyanlar yaptıklarından dolayı onlara bir musibet isabet edince, Allah’tan kendilerine peygamber gönderilmesini istemişlerdir. (28/Kasas, 47). Fakat onlara bir peygamber geldiğinde onu eleştirmişler, Hz. Musa ile mukayese ederek her ikisini de inkâr etmişlerdir. (28/Kasas, 48). Bunların bu tavrına karşı Allah Hz. Peygamber’den onlara çok özel bir çağrıda bulunmasını istemiştir: “De ki: ‘Eğer doğruysanız, bu durumda Allah katından bu ikisinden (Musa'ya indirilen Tevrat ve bana indirilen Kur’ân'dan) daha doğru olan bir kitap getirin de ben de ona uymuş olayım.’” (28/Kasas, 49).

Bu çağrıya olumlu cevap vermedikleri takdirde onların, “hevalarına uyan” “sapıklar” ve “zalimler” olduğu çok açık bir şekilde ifade edilmektedir: “Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi hevalarına uymaktadırlar. Oysa Allah'tan doğru yolu gösterici bir kılavuz olmaksızın, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyandan daha sapık kimdir? Hiç şüphe yok Allah, zulmetmekte olan bir kavime hidayet vermez.” (28/Kasas, 50).

Allah “Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” diye Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve İsa'ya vasiyet edilenleri, Hz. Peygamber’e de vasiyet etmiştir. Hz. Muhammed bu zincirin devamıdır. Ancak onun daveti, kitap ehline ve müşriklere ağır gelmiştir. (42/Şûrâ, 12, 13). Kitap ehline gönderilen ilimden sonra kitaba mirasçı olanlar ise, “bağy yüzünden ayrılığa düşmüşler” ve kitaplarına karşı “kuşku verici bir tereddüt içinde” olmuşlardır (42/Şûrâ, 14). Bu nedenle Allah, onların hevalarına uymaması gerektiği konusunda Hz. Peygamber’i uyarmıştır: “Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma.’” (42/Şûrâ, 15).

Hevasına Uyanlar: Müşrikler

Hevasına uyan diğer bir insan unsuru, şirk fiilini hayata geçiren insan unsuru olan müşriklerdir. Şirkin sözlük anlamı, “bir şeyi ortak yapmak, birden fazla kişiye tahsis etmek, ortak kabul etmek ve ortak saymak”tır. Istılahı anlamı ise, “yüce Allah’ın ilahlığında, sıfat ve fiillerinde ve rab oluşunda ortağı, benzeri ve eşinin olduğunu kabul etmektir.”[4] Allah’ın özelliklerinden birini veya birkaçını, özellikle ulûhiyet özelliklerinden birini yaratılmış bir başka varlığa verme yaklaşımıdır. Kur’ân’da şirk kavramı türevleri ile yaklaşık 150 yerde geçmektedir.

Şirkin anlam alanına göre şirk iki farklı şekilde gruplandırılmaktadır. Birinci gruplandırma “açık ve gizli şirk” olarak; ikinci gruplandırma “büyük ve küçük şirk” olarak yapılmaktadır. 1- Açık şirk (eş-şirk el-celî): Açık ve şuurlu olarak yapılan şirk. 2- Gizli şirk (eş-şirk el-hafî): Örtülü ve şuursuzca yapılan şirk.[5] Büyük şirk, küçük şirk ayırımı, Râğıb el-İsfahânî tarafından yapılmıştır: “Büyük şirk, Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki, bu inkârın ve küfrün en büyüğüdür… Küçük şirk ise bazı iş ve fiilleri icra ederken Allah’ın dışında kişilerin rızasını da hesaba katmaktır. Riyakârlık ve münafıklık bu cümledendir.”[6]

Kur’ân’a göre Allah’a şirk koşmak, Allah tarafından bağışlanmayan en büyük günah/günahların en büyüğü, en büyük zulüm ve en büyük haksızlıktır (4/Nisâ, 48). Şirk, âlimler tarafından beş kısma ayrılmıştır: “1- Şirk-i istiklâl: Birden fazla ilahin varlığını kabul etmek; Mecusiler 2- Şirk-i teb’îz: Allah’ın bir olduğunu söylemekle birlikte, onun ilahlardan meydana geldiğine inanmak; Hıristiyanların teslis inancı. 3- Şirk-i takrîb: Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmekle birlikte, ona yaklaştırır veya şefaatçi olur ümidiyle başka varlıklara tapmak; Mekke müşriklerinin putlara tapmaları. 4- Şirk-i taklîd: Başka birini taklit ederek, Allah’tan başkasına, putlara ibadet etmek ve onları ilah olarak tanımak. 5- Şirk-i esbâb: Eşyanın ve tabiatın hakiki müessir olduğuna inanmak, tabiatı yaratıcı kabul etmek.”[7]

Müşrik, şirk kökünden türeyen bir kelimedir. Müşrikin sözlük anlamı, “ortak koşan, ortak yapan” demektir, ıstılahi anlamı ise “Allah’a, ilah, rab, mabud oluşunda, sıfat ve fiillerinde eşi ve ortağı bulunduğunu kabul eden”dir.[8] Müşrik tanımdan da anlaşılabileceği gibi Allah’a ait ulûhiyet özelliklerinden birini veya bir kısmını bir başkasına verendir. Bu bağlamda her müşrik kâfirdir ancak her kâfir müşrik değildir. “Ahiret gününe inanmamak şirk olmayıp küfür olarak kabul edilmektedir.”[9] Kur’ân’da müşriklerle Ehli Kitab, kâfirlerin iki ayrı grubu olarak ifade edilmektedir: Kitap ehlinden ve müşriklerden küfre sapanlar kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar, (bulundukları durumdan) kopup-ayrılacak değillerdi.” (98/Beyyine, 1).

Müşriklerin düşünce tarzı, tutum ve davranışları değişik vesilelerle Kur’ân’ın değişik ayetlerinde dile getirilmekte, bazı konulara ise özel vurgu yapılarak iman edenler uyarılmaktadırlar. Bu bağlamda Zümer Suresi’nin 19-23. ayetleri değerlendirilmesi gerekmektedir. Müşriklerin ilah kabul ettikleri putların isimleri zikredilerek; erkek evlatların kendilerine ve putlarına, kız çocuklarının da Allah’a ait olduğu şeklindeki müşrik yaklaşım, “adil olmayan”, “hiçbir dayanağı olmayan”, “cahiliye düşüncesinin bir ürünü olan” yaklaşım çerçevesinde tenkit edilmektedir. Cahiliye insanlarının kadınlarla ilgili olumsuz düşünceleri, Allah tarafından eleştirilip insanlığa duyurulmaktadır. (53/Zümer, 19-22). Ayetlerin devamında müşriklerin bu tutum, tavır, davranış ve düşünce şekillerinin ellerinde hiçbir delil belge bulunmadan zanna dayalı olarak tamamen İblis’in karargâhı olan heva tarafından üretildiği belirtilerek iman edenler uyarılmakta ve de onlara yol gösterilmektedir: “Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) heva (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar.” (53/Necm, 23).

Müşrikler, kendilerini aklamak ve haklı çıkarmak için, “kendilerinin ve atalarının” “şirk koşmasını”, “bazı şeyleri haram kılmalarını”, “Allah’ın dilediğini” söyleyerek hiçbir ilme dayanmadan, zan ve tahminle, şahitleri de olmadan yalan söylemektedirler (6/En’âm, 148). Allah’ın ayetlerini yalan sayan, ahirete inanmayan, “bazı güçleri rablerine denk tutan” bu müşriklerin hevalarına uyulmaması gerektiği noktasından Hz. Peygamber üzerinden tüm müminlere özel bir uyarı yapılmaktadır: “De ki: ‘Gerçekten Allah'ın bunu haram kıldığına şehadet edecek şahitlerinizi getirin.’ Şayet onlar, şehadet edecek olurlarsa sen onlarla birlikte şehadet etme. Ayetlerimizi yalan sayanların ve ahirete inanmayanların hevalarına uyma; onlar (birtakım güçleri ve varlıkları) Rablerine denk tutmaktadırlar.” (6/En’âm, 150). 

Hevasına Uyanlar: Zalimler

Zulüm kavramı çok geniş ve etkin bir anlam alanına sahiptir. Zulüm kavramının sözlük anlamı, “bir şeyi kendine mahsus yerinden başka bir yere koymak, noksan yapmak, sınırı aşmak, doğru yoldan sapmak, meyletmek, hakkını eksiltmek, hakkını vermemek, menetmek ve yapılmaması gereken bir davranışta bulunmaktır.” Kur’ân’daki ıstılahi anlamı ise, “Allah’a karşı görevlerde inkâr ve isyan olan”, “ilahi iradeye ters düşen her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlardır.”[10] Kur’ân’da zulüm, “58 surede, 266 ayette 289 kez geçmekte, tamamen olumsuz anlamda” kullanılmaktadır.[11] Bu ayetlerde zulüm kavramı, şu anlamlara gelmektedir. Şirk koşmak (6/En’âm, 82), şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13), küfür (2/Bakara, 254), nifak (4/Nisâ, 64), günah (2/Bakara, 231), insanlara yapılan haksız muamele (4/Nisâ, 10), noksan yapmak (18 Kehf, 33), azap, işkence (16/Nûh, 41), insan öldürmek (2/Bakara, 35), hırsızlık (5/Mâide, 39), zarar vermek (42/Şûrâ, 40-42), haksızlık etmek (3/Âl-i İmrân, 182), nefse zarar vermek (2/Bakara, 57), insanlara eziyet etmek (42/Şûrâ, 41), işlenen günahlardan tevbe etmemek (49/Hucurât, 11).

İnsan merkezli üç tür zulüm vardır: 1- İnsan ile Allah arasında meydana gelen zulüm (şirk, küfür, nifak ve isyan). 2- Kişi ile insanlar arasındaki zulüm (haksızlık, hırsızlık, öldürme, iftira vb.); 3- Kişi ile nefsi arasındaki zulüm, ilk iki zulmün sonuçlarının insana yansıması, nefsine zulmetmesi demektir.

Dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta, Kur’ân’da 23 ayette Allah’ın dünya ve ahirette insanlara, toplumlara ve âlemlere zulmetmediği ve etmeyeceğinin belirtilmesidir. (3/Âl-i İmrân, 108, 117, 182; 4/Nisâ, 40).[12] Zalim, zulüm olarak tanımlanan inanç, söz, fiil ve davranışları icra eden kimsedir. Kur’ân’da zalim kelimesi tekil ve çoğul şekliyle (zâlimîn, zâlimûn) 135 defa, zulmeden kimseler (ellezîne zâlemû) şekliyle 33 defa kullanılmaktadır. Kur’ân’da bir ayette Allah’ın zalim olmadığı ifade edilmektedir (26/Şûrâ, 209). Zalûm, çok zalim demek olup Kur’ân’da iki ayette geçmektedir (14/İbrahim, 34; 33/Ahzâb, 72).[13]

Kur’ân’da zalim olarak nitelendirilen insan kümesinin oldukça geniş bir insan unsurunu kapsadığı görülmektedir. Zalimler evrensel kümesinin birer alt kümesi olan bu insanlar şu şekilde özetlenebilir: Kâfirler (2/Bakara, 254), ahireti inkâr edenler (7/A’râf, 44), cehennem ateşini yalanlayanlar (34/Sebe’, 42), ayetleri inkâr edenler (6/En’âm, 33), ayetleri yalanlayanlar (3/Âl-i İmrân, 94), ilahi kitaplara inanmayanlar (34/Sebe’, 31), ilahlık iddia edenler (21/Enbiyâ, 29), insanları Allah’ın yolundan/dininden men edenler (4/Nisâ, 168-169), Allah’a ortak koşanlar (25/Furkân, 8), Allah’tan başkasına yalvaranlar (10/Yunus, 106), “Allah üçün üçüncüsüdür.” diyenler (5/Mâide, 72), şeytan ve zürriyetini dost edinip onlara tapanlar (18/Kehf, 50), heva ve hevesini ilah edinenler (30/Rûm, 29), münafıklar (24/Nûr, 50), Allah’ın sınırlarına tecavüz edenler (2/Bakara, 229), hırsızlar (5/Mâide, 39), fuhuş yapanlar (12/Yûsuf, 24), hainler, kötülük edenler (12/Yûsuf, 24), katiller (5/Mâide, 27-29), fakirin hakkını vermeyenler (2/Bakara, 270), malını haram yolda harcayanlar (2/Bakara, 270), adağını yerine getirmeyenler (2/Bakara, 270), yalan yere yemin edenler (5/Mâide, 106-107), hakka tecavüz edenler (5/Mâide, 106-107), başkalarına zarar verenler (5/Mâide, 106-107), yalancı şahitlik yapanlar (5/Mâide, 106-107), insanlara eza cefa ve kötülük edenler (42/Şûrâ, 40), suçsuz insanı cezalandıranlar (12/Yûsuf, 79), fakirleri kovanlar (6/En’âm, 52 ), kâfirleri, Hıristiyanları ve Yahudileri dost edinenler; bunların arzu ve isteklerine uyanlar (9/Tevbe, 23), Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmeyenler (5/Mâide, 45), insanlarla alay edenler, insanları çekiştirenler, insanlara kötü lakap takanlar ve günahlarına tevbe etmeyenler (49/Hucurât, 11).

Kur’ân’da zalimlerle ilgili olarak üzerine dikkat çekilen ve vurgu yapılan bir konu da “daha zalim” (men ezlemü) kavramı olup “daha zalim olanların” kimler olduğu açık bir şekilde belirtilmektedir: Allah’a yalan uyduranlar (6/En’âm, 21), ayetleri yalanlayanlar (6/En’âm, 157), ayetlerden yüz çevirenler (32/Secde, 22), ilahlık ve yalancı peygamberlik iddiasında bulunanlar (6/En’âm, 93), isyanlarını unutanlar (18/Kehf, 57), şahitliği gizleyenler (2/Bakara, 140), camilerde Allah’ın adının anılmasını engelleyen ve camilerin harap olmasına çalışanlar (2/Bakara, 114).

Kur’ân’ın zalimler konusunda dikkat çektiği bir başka konu, geçmişte zalim oldukları için helak olan/edilen toplumlardır: Nemrut kavmi (2/Bakara, 258), Mekke müşrik toplumu (6/En’âm, 144), Medine münafıkları (9/Tevbe, 109), Medine Yahudileri (7/A’râf, 150), Firavun’un kavmi (10/Yûnus, 80), Nûh’un kavmi (11/Hûd, 114), Hûd’un kavmi (11/Hûd, 101), Salih’in kavmi (16/Nahl, 113), Şuayb’ın kavmi (22/Hac 45; 29/Ankebût, 31).

Kur’ân’a göre hevasına uyan diğer bir insan unsuru, zalimler/mütecavizlerdir. Zalimler, hak, hukuk tanımadıkları, adalete karşı oldukları, hiçbir bilgiye dayanmadan kendi nefislerinin istediklerini hayatın merkezi hâline getirip gerçekleştirmek istedikleri için peygamberlerin davetine uymayıp, hevalarına uyarak sapan kişiler, kavimlerdir. Onlar zanna uyarlar, zan ve tahminle yalan söylerler, Allah’ın yolundan saptırmak için uğraşırlar, helal ve haram sınırı tanımazlar, haramı helal gören günahkârlardırlar (6/ En’âm, 116-118, 120), cahillerdir (30/Rûm, 30). Hz. Peygamber’in memleketinden hicret etmesini sağlayanlar, amelleri kendilerine süslü, çekici gösterilmiş kimseler (47/Muhammed, 13, 14) olup hevalarına uymuş olanlardır: “Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi hevalarına uymaktadırlar. Oysa Allah'tan bir kılavuz (doğru yolu gösterici) olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık kimdir? Hiç şüphe yok Allah, zulmetmekte olan bir kavime hidayet vermez.” (28/Kasas, 50). “Hayır, zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevalarına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur.” (30/Rûm, 29). “Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla (kimilerini) saptırıyorlar/sapıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.” (6/En’âm, 119). “Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine 'süslü ve çekici gösterilmiş' ve kendi hevalarına uyan kimseler gibi midir?” (47/Muhammed, 14). “İşte onlar; Allah, onların kalplerini damgalamıştır ve onlar kendi hevalarına uymuşlardır.” (47/Muhammed, 16).

Hevasına Uyanlar: Fasıklar

Fısk ve fasık, f-s-k (feseka) kökünden türemiştir. Fıskın Arapça sözlük anlamı, “bir şeyden çıkmaktır.” Kazandığı ıstılahi anlam ise, “yoldan çıkmak”, “doğru yoldan sapmak”, “isyan etmek”, “Allah’ın emir ve yasaklarına uymamak”, “iyilik ve güzellikten çıkmak”, “günah ve suç işlemek”, “günaha batmak”, “kötülüğe iyice batmak”tır.[14] Fısk ile ilgili ayetler analiz edildiğinde fıskın ıstılahı anlamında insanı dinden çıkarıp küfre götüren ve insanı dinden çıkarmayan olmak üzere iki eksen bulunduğu görülecektir.

  • İnsanı dinden çıkarıp küfre götüren fısk alanları: Allah ve peygamberlik ile ilgili fısk alanları olup şu şekilde sınıflandırılabilir: Allah’a inançsızlık/küfür (9/Tevbe, 80, 84; 10/Yûnus, 33; 57/Hadîd, 26, 27; 2/Bakara, 98-99; 24/Nûr, 55-56; 32/Secde, 18-20; 3/Âl-i İmrân, 110; 49/Hucurât, 7, 8), Allah’ı unutma (9/Tevbe, 67; 59/Haşr, 19), Allah’ın ayetlerini yalanlama (6/En’âm, 49), Allah’ı, peygamberi ve Allah yolunda cihadı ikinci dereceye koyma (9/Tevbe, 24), şirk (9/Tevbe, 7, 8), nifak/inançta ikiyüzlülük (9/Tevbe, 53, 54, 67, 80, 96; 59/Haşr, 16, 17; 63/Münâfikûn, 1-6), ayetleri yalanlama (6/En’âm, 49), Allah’ın indirdikleri ile hükmetmemek (5/Mâide, 47, 49), şeytanın Allah’ın emrinden çıkışı (18/Kehf, 50).
  • Dinden çıkarmayan fısk: Bunun kapsam alanı daha geniş olup müminlerin Allah’ın ve peygamberin emir ve yasaklarına uymamaları, itaatsizlik etmeleri, Allah’ın iradesine ters davranışta bulunmaları ile ilgili durumlardır. Zulmetmek (2/Bakara 58, 59; 7/A’râf, 165), fesat çıkarmak (2/Bakara, 26, 27), Allah adı anılmadan kesilen ve ölmüş hayvan etini yemek (6/En’âm, 121, 145; 5/Mâide, 3), insanlara kötü lakap takmak (49/Hucurât, 11), yalan söylemek, yalan haber yapmak/yaymak, yalancı şahitlik yapmak (24/Nûr 4, 5; 49/Hucurât, 6), ahde vefasızlık (5/Mâide, 106-108; 7/A’râf, 101, 102; 9/Tevbe, 8-11), kötü/çirkin söz söylemek/sebb (2/Bakara, 197; 49/Hucurât, 11), çirkin işler yapmak (21/Enbiyâ, 74), serveti ile şımarmak (teref), azgınlık yapmak, suç işlemek (17/İsrâ, 16), kibir sahibi olmak, kibirlenmek (46/Ahkaf, 20), kumar oynamak (5/Mâide, 3), Allah’ı unutmak (59/Haşr, 9), borçlanma işleminde kâtibe ve şahide zarar vermek (2/Bakara, 282), günah işlemek (2/Bakara, 282), isyan etmek (6/En’âm, 21), itaatsizlik (7/A’râf, 163), eşcinsellik (21/Enbiyâ, 74; 29/Ankebût, 33-34).

Kur’ân’da Yahudilerin savaştan kaçması (5/Mâide, 24-26), cumartesi yasağını çiğnemesi (7/A’râf, 163-165) ve müminlerden hoşnut olmamaları (5/Mâide, 59) fısk olarak ifade edilmektedir. Bu konuda diğer önemli bir anahtar kavram ise fasıktır. Bunun ıstılahi anlamı, “inkâr eden” ve “iman ettiği hâlde Allah ve peygambere itaat etmeyen”, “dini görevlerini terk eden ve günah işleyen”; “fısk olan tutum ve davranışları gerçekleştiren” insandır.[15] Tanımdan görülebileceği gibi fasık kelimesinin ıstılahi anlamında iki ana boyut mevcuttur: 1- İnkâr edenler/iman etmeyenler, 2- İman ettiği hâlde Kur’ân ve sünnetin gerektirdiğini yapmayanlar. Bu durumda her kâfir, fasıktır fakat her fasık, kâfir olmayabilir. Bu olgunun unutulmaması gerekmektedir.

Kur’ân’da eylem ve düşüncelerine göre fasık diye nitelenen değişik insan unsurları mevcuttur. Bu sınıflandırma icra edilen fısk eyleminin muhtevasına, anlam alanına bağlı olarak yapılabilmektedir. Bunun için fısk kavramının etkileşimde bulunduğu kavramsal düzlemi göz önüne almak gerekmektedir: 1. Fısk-küfür ilişkisi, 2. Fısk-dalâlet/hidayet ilişkisi, 3. Fısk-şirk ilişkisi, 4. Fısk-hıyanet/ahde vefasızlık ilişkisi, 5. Fısk-istikbar ilişkisi. Fıskın bu ilişki ağından görülebileceği gibi fasıklar kümesi çok geniş bir insan unsuru içeren bir küme olarak karşımıza çıkmaktadır.

İman-Küfür Düzleminde Fısk ve Fasıklar

 Fasıklar evrensel kümesini iman-küfür düzleminde analiz ettiğimizde farklı alt kümelerin bulunduğunu görebilmekteyiz:

  • İblis/şeytan, fısk eylemlerinin kaynağı ve tüm fasıkların lideridir. (18/Kehf, 50).
  • İnsanların pek çoğu fasıktır. (5/Mâide, 49).
  • Kitap ehlinin büyük çoğunluğu fasıktır (3/Âl-i İmrân, 110; 5/Mâide, 59, 81; 57/Hadîd, 16, 27). Yahudiler (2/Bakara, 59; 7/A’râf, 102, 163; 5/Mâide, 49, 59, 80, 81). Hıristiyanlar (3/Âl-i İmrân, 110; 57/Hadîd, 16, 27).
  • İmandan sonra küfre sapanlar fasıktır. (24/Nûr, 55).
  • İman edenler için küfür, fısk ve isyan çirkin bir yaklaşımdır. (49/Hucurât, 7).
  • Allah, iman edenleri öteki dünyada cennete koyarak ödüllendirirken, fasık olanları mücrim de oldukları için cehenneme yerleştirerek cezalandıracaktır. (32/Secde, 18-22).
  • Münafıklar, Allah’ın kendilerinden razı olmadığı, Allah’ı unutan, kötülüğü emredip iyilikten alıkoyan, Allah’ın lanetlediği fasıklar gürûhudur. (63/Münâfikûn, 1-6; 9/Tevbe, 62-68, 96).
  • İman edenlerden olup da “imana karşı küfrü sevip-tercih eden babaları ve kardeşlerini veliler edinenler” İman edenlerden “babalarını”, “çocuklarını”, “kardeşlerini”, “eşlerini”, “aşiretini”, “kazandığı malları”, “az kâr getireceğinden korktuğu ticareti” ve “hoşuna giden evleri”, “Allah'tan, onun resûlünden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli” görenler, fasıktır. (9/ Tevbe, 23, 24).
  • Kur’ân’a göre alışveriş yapıldığında, mutlaka şahit tutulması ve alışveriş şartlarının yazılması gerekmektedir. “Yazana” da “şahide” de zarar verilmemesi Allah’ın bir hükmüdür. Yazana ve şahide zarar verilmesi hem zulüm hem de fısktır. Bunu yapan hem zalim hem de fasıktır. (2/Bakara, 282). Bu bağlamda ölümle ilgili vasiyeti yazana ve şahitlik edene zarar verilmemesi gerekmektedir. Şahitlerin de şahitliklerini adil bir şekilde yapmaları zorunludur. Şahitliklerinde adil olmayanlar, hakkı gizleyenler hem zalim hem de fasıktır. “Allah fasıklar topluluğuna hidayet vermez.” (5/Mâide, 106-108).
  • Müşriklerin çoğunluğu, fasıklardır. (9/Tevbe, 8).
  • Kâfir olanlar, zalim, fasid ve fasıktırlar. (2/Bakara, 26, 27, 98-100; 3/Âl-i İmrân, 82; 7/A’râf, 102; 38/Sâd, 20; 32/Secde, 18).
  • Fıska sapanlar gerçekten iman etmezler. (10/Yûnus, 33).
  • Tümüyle hak dinden çıkmış olan fasıklar, imansız, inatçı, aşırı olan müşrik ve kâfirlerdir. (10/Yûnus, 33-37; 46/Ahkaf, 20, 34, 35).
  • Allah’ı unutanlar fasıktır. (59/Haşr, 19).
  • Allah’ın ayetlerini inkâr edenler, yalanlayanlar fasıktır. (2/Bakara, 99; 6/En’âm, 49).
  • Allah’ın indirdiği ahkâmla hükmetmeyenler fasıktır. (5/Mâide, 47).
  • İffetli kadınlara suç isnat edenler fasıktır. (24/Nûr, 4).
  • Yalan haber yayanlar fasıktır. (49/Hucurât, 6).
  • Firavun ve ona tabi olanların, Hz. Musa’ya gelen ayetlerle alay etmeleri, büyücü olarak niteleyip kendileri için Allah’a dua etmelerini isteyerek alay etmeleri, Hz. Musa’ya verdikleri sözü tutmamaları, Firavun’a tâbi olmaları, onun mülkün sahibinin kendisi olduğunu söylemesi ve hem Hz. Musa’yı hem de kendi kavmini küçümsemesi sebebiyle fasık olmuşlardır. (27/Neml 12; 28/Kasas, 32; 43/Zuhruf, 54-56).
  • Nuh ve İbrahim soyundan gelenlerin pek çoğu fasıktır. (51/Zâriyât, 46; 57/Hadîd, 26).
  • Lut kavmi fasıktır. (21/Enbiyâ, 74, 75; 29/Ankebût, 33-35).
  • Genelde eski medeniyet merkezleri mensuplarının pek çoğu fasıktır. (7/A’râf, 101, 102).

Küfrün nihayetinin fısk olduğunu belirten ayeti göz önüne alan Beydavi, “Fasık, kâfirin çok inatçı bir türü”dür der.[16]

Hidayet-Dalâlet Düzleminde Fısk ve Fasıklar

Hidayet-dalâlet düzleminde fısk olan fiilleri ve bunu icra eden fasıkları, farklı alt kümeler olarak sınıflandırabiliriz:

  • Allah verdiği örneklerle dalâlet içerisinde olan fasıkları saptırır. (2/Bakara, 26).
  • Allah fasıkları hidayete eriştirmez. (5/Mâide, 108; 9/Tevbe, 24, 80; 63/Münâfikûn, 6; 61/Saf, 5).
  • Allah fasıklardan razı olmaz. (9/Tevbe, 96).
  • İman edenlerden olup da “babalarını”, “çocuklarını”, “kardeşlerini”, “eşlerini”, “aşiretini”, “kazandığı malları”, “az kâr getireceğinden korktuğu ticareti” ve “hoşuna giden evleri”, “Allah'tan, onun resûlünden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli” görenler fasık olup Allah bu fasıklar topluluğuna hidayet vermemektedir. (9/Tevbe, 24).
  • Kâfirler ve münafıklar (9/Tevbe, 73), Allah’a ve resûlüne (karşı) nankörlük ettikleri için Allah’ın hidayet vermediği fasıklar topluluğudur. (9/Tevbe, 80).
  • Münafıklar, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmedikleri hâlde yalan söyleyerek kabul ettiklerini söylemeleri, “yeminlerini bir kalkan edinip de Allah yolundan yan çizmeleri”, “önce iman etmeleri sonra küfretmeleri” dolayısıyla “kalplerinin üzerine damga vurulduğundan”, “her çağrıyı aleyhlerine sanmalarından”, “düşman olmalarından”, “davete karşı başlarını çevirmelerinden”, “büyüklük taslayıp yüz çevirmelerinden” dolayı onlar vefasız fasıklardır. Bu nedenle “Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmez” ve “hidayet de vermez.” (63/Münâfikûn, 1-6).
  • Allah, Hz. Musa’nın kavminin Hz. Musa’ya eziyet etmesi, “kalplerinin eğrilip-sapmış olmaları nedeniyle fasık bir topluluk olduklarından Allah, fasık olan bu kavmi hidayete erdirmemiştir. (61/Saf, 5).
  • Nuh'un ve İbrahim'in kavimleri içinde “hidayeti kabul edenler vardı.” Fakat onlardan birçoğu fasık olanlardı. (57/Hadîd, 26).

Görülebileceği gibi fasık kavramının evrensel kümesinde çok farklı insan unsurları alt küme olarak yer almaktadır. Bununla beraber Kur’ân’da “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen üç insan unsurunun” mevcut olduğu bildirilmektedir: Kâfirler (5/Mâide, 44), zalimler (5/Mâide, 45), fasıklar (5/Mâide, 47).

Mâide Suresi 48, 49’da Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen bu üç insan unsurunun hevalarına uydukları, cahiliye hükmünü aradıkları (5/Mâide, 50) belirtilmektedir. Bu nedenle Hz. Peygamber’den “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmesi” ve bu üç insan unsurunun “hevalarına uymaması” istenmektedir: Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahit-gözetleyici' olarak Kur’ân'ı indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların hevalarına uyma.” (5/Mâide, 48). “Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır.” (5/Mâide, 49).

Fasıkların Akıbeti

Kur’ân’da fısk ve fasık kavramlarına bu denli ayrıntılı yer verilmesi hem fertlere hem de toplumlara yapılan özel bir uyarı şeklinde anlaşılmalıdır. Uyarılar, bu davranışı yapan insan unsurlarının başına geçmişte gelenlerle, gelecekte gelebilecek olanlarla ilgilidir. Bunları şöyle gruplandırabiliriz:

  • Fasıklar için dünyevi azap vardır. (5/Mâide, 25; 2/Bakara, 59; 29/Ankebût, 33-35; 6/En’âm, 49; 7/ A’râf, 165; 59/Haşr, 3-5).
  • Fasıklar nihayetinde helak edileceklerdir. (46/Ahkaf, 35; 17/İsra, 16; 5/Mâide, 20-26; 43/Zuhruf, 54-56; 2/Bakara, 27),
  • Fasıklar için uhrevi azap var ve cehennemde kalacaklardır. (32/Secde, 18-30; 46/Ahkaf, 20).

Hevasına Uyanlar: Mücrimler/Suçlu Günahkârlar

Hevasına uyan bir başka insan unsuru, mücrimlerdir. Mücrim kelimesi, cürümden türemiş bir isimdir. Mücrimin Türkçe sözlük anlamı, “1- Cürüm yapmış olan, kabahatli, cürümlü. 2- Suçlu” olarak verilmektedir. Tanımda geçen cürüm ise, “1- Suç, ceza icap ettiren suç, 2- Hukukta ağır suç” şeklinde tanımlanmaktadır.[17] Arapçada cürm kelimesinin asıl anlamı, “ağaçtan meyveyi olgunlaşmadan önce kesmek, koparmak”tır. Cürümden türeyen mücrim ise, “suç, cinayet, yalan vb. her türlü çirkin zulüm ve günah olan söz, fiil ve davranışları işleyen kimse” demektir.[18]

Kur’ân’da 55 defa geçmekte olup değişik fiilleri icra eden insanlar için kullanılmıştır: Suç, günah, zulüm ve şer fiilleri sevk edenler (5/Mâide, 2, 8; 11/Hûd, 89), suç işleyenler (34/Sebe’, 25), ayetlere inanmayanlar (6/En’âm, 124), peygamberleri yalanlayanlar (6/En’âm, 147), hakkı yalanlayanlar (77/Mürselât, 45), ahireti yalanlayanlar (7/A’râf, 40, 44, 45), cehennemi yalanlayanlar (55/Rahmân, 43), ayetlere karşı büyüklenenler (7/A’râf, 40; 10/Yûnus, 75), imana karşı büyüklenenler (45/Câsiye, 31), peygamberle alay edenler (15/Hicr, 11, 12), peygamberlere düşmanlık edenler (25/Furkân,  31), Allah’tan yüz çevirenler (11/Hûd, 52), Kur’ân’dan yüz çevirenler (32/Secde, 22), müminlerle alay edenler (83/Mutaffifîn, 29, 30), kâfirler (8/Enfâl, 7, 8), müşrikler (6/En’âm, 55), münafıklar (9/Tevbe, 66), zalimler (7/A’râf, 40, 41), firavun ve taifesi (10/Yûnus, 75, 82), helak edilen toplumlar (10/Yûnus, 13; 11/Hûd, 116).

Bu insan unsurunun ahiretteki cezaları; yüzükoyun ateşe atılmak (54/Kamer, 47, 48), cehennemde kalmak (20/Tâ-Hâ, 74), şiddetli bir azap içinde olmak (6/En’âm, 12) ve yüzlerinin kapkara olması (20/Tâ-Hâ, 102) şeklinde bildirilmektedir.

Yukarıdaki insanlardan görülebileceği gibi, mücrim evrensel kümesinde, alt küme olarak yer alan çok farklı insan unsuru bulunmaktadır. Kur’ân tarafından belirlenen düşünce, tutum ve tavırları ortaya koyan ve mücrim diye isimlendirilen bu insan unsuru hevalarına uymaktadırlar. Bu konuda Hz. Peygamber uyarılmış ve mücrimlere tavır koyması istenmiştir: “Mücrimlerin/suçlu-günahkârların yolu apaçık ortaya çıksın diye, ayetlerimizi işte böyle birer birer açıklamaktayız.” (6/En’âm, 55). “De ki: ‘Ben sizin hevalarınıza uymam; yoksa bu durumda ben şaşırıp sapmış ve doğru yolu bulmamışlardan olurum.’” (6/En’âm, 56).

Sonuç

İbn Haldun’a göre mağlup toplumlar, galip gelen toplumları hem davranış hem de düşünce olarak taklit ederler:  “Nefs ve kalp, daima kavimlerine galebe çalmış ve kendi kavmine boyun eğdirmiş olanların olgunluk ve üstünlüklerine inanır. Yenilen kimse buna inandıktan sonra, bütün iş ve hareketlerinde kendisini yeneni örnek edinir ve ona benzemeye çalışır. Yahut kendisine üstün gelen kimsenin galebesinin, âdet, mezhep ve mesleğinden ileri geldiği vehmine kapılır, bunu galebenin sebepleri ile karıştırır. İşte bu yanılgılardan dolayı yenilgiye uğrayan kimse giyim ve kuşam, hayvana binmek, silahlanmak ve bütün diğer hâl ve işlerinde kendisini yeneni örnek edinir... O kavmin hâli ve âdeti bu yolla onlara sirayet eder.”[19]

Osmanlı’nın son yüzyıllık döneminde başlayıp Türkiye Cumhuriyeti ile zirveye ulaşan Batılılaşma hareketi, İslâm kültür ve medeniyetinin birçok değerini yok edecek uygulamalar yapmış ve de yapmaya devam etmektedir. Bugün hâkim olan sosyokültürel, sosyoekonomik yapı, kültür ve medeniyet değerleri genelde insanları olumsuz etkilemektedir. Var olan kültür-medeniyet değerlerinin mahiyetine, Allah’a, peygambere, ahirete ve kitaba iman düzleminden bakmadan, onu içselleştirmeye, benimsemeye, yaşamaya çalışmak ve onu savunma eğilimi içine girmek içine düşülen en büyük yanılgılardan biridir.

Günümüzde İslâm dünyasında yaşanan sosyokültürel, sosyoekonomik değişim, İbn Haldun’un yukarıda ifade ettiği aşağılık psikolojisinin bir ürünü olup hevasına uyanların ve hevasını ilah edinenlerin eseridir. O sebeple; “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. Onlar ister zengin olsun ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (4/Nisâ, 135).

        [1]Bu konu geçen yazıda ana ilkeler çerçevesinde ele alınıp değerlendirilmiştir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için geçen yazının tekrar okunmasında fayda vardır.  

        [2] Tirmizî, Tefsir, En'âm, (3071); Ebu Dâvud, Edâhî, 13, (2817, 2818, 2819); Nesâî, Edâhî 40, (7, 237).

[3] Fikret Karaman vd., Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 138-139.

[4] Fikret Karaman vd., age., s.  621

[5] Yaşar Nûri Öztürk, Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991, s. 591-596.

        [6] Râğıb el-İsfahânî, Müfredât Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2016.

        [7] Fikret Karaman vd., age., s.  506.

[8] Fikret Karaman vd., age., s.  506.

[9] Fikret Karaman vd., age., s.  506.

[10] Fikret Karaman vd., age., s. 719.

[11] Fikret Karaman vd., age., s. 719.

[12] Fikret Karaman vd., age., s. 704-719.

[13] Fikret Karaman vd., age., s. 705.

[14] Fikret Karaman vd., age., s. 185-186. Vecdi Akyüz, Kur’ân’da Siyası Kavramlar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 367-397.

[15] Fikret Karaman vd.  age., s. 172. Vecdi Akyüz, age., s. 367-397.

[16] Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Dinî ve Ahlaki Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991, s. 211-212.

[17]D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.

[18] Fikret Karaman vd. age., s. 671-672.

[19] İbn Haldun Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, MEB Yayınları, Ankara, 1998, cilt:1, s. 374.

 

https://profdrburhanettincan.blogspot.com/

1 Temmuz 2025 Salı

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-8: ÜMMETİN İTTİFAKINI YIKAN BİR HASTALIK: HEVANIN İLAHLAŞTIRILMASI-1

  Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Temmuz 2025-371. Sayı

 

“Bir, vahye dayalı düzen vardır, bir de heva. Üçüncüsü yok…”

                                                                                            Şâtıbi

 

Şer İttifakı’nın tüm dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyerek, “tek dünya devleti, tek dünya hükûmeti, tek hukuk ve tek para sistemi” kurma stratejisini bozabilecek tek güç, 2 milyarı aşkın Müslümanın, ümmet kimliği etrafında birleşmesi ve bütünleşmesi olgusudur. Siyonist İsrail’in ve 21’inci asrın Firavun’u Trump’ın İran’a karşı başlattığı savaşa bu açıdan bakılmalı ve tüm İslâm dünyası yaşananlardan ders çıkarmalıdır. Bu sebeple İslâm dünyasının yekvücut olarak Şer İttifakı’na karşı uzun vadeli bir strateji belirleyip bir yol haritası hazırlaması İslâmî ve tarihî bir zorunluluktur.

Kur’ân-ı Kerim’de kıyamete kadar vuku bulacak durumlarla ilgili bize özel birer mesaj verilmekte ve de yol gösterilmektedir. Geçmişte sırât-ı müstakîmden ayrılanların başına gelenler, mazide kalan, tekrarlanmayacak basit birer kıssa şeklinde görülmemelidir. Bu kıssalar, İblis’in yolundan gidenlerin kıyamete kadar uygulayacakları strateji ve taktiklerin göstergesi ve ifşası olarak ele alınıp değerlendirilmelidir.

Geçen yazıda, ümmetin birlik ve bütünlüğünü engelleyen ana unsurlar/temel unsurlardan ölümün ve Allah’ın unutulur gibi olması, günlük hayatta bir etkisinin olduğunun düşünülmemesi olgusu üzerinde durulmuştu. Bu yazıda ise insan bünyesindeki kötülük merkezi/şeytanın karargâhı hevanın ilahlaştırılması ele alınacaktır.

İnsan Yapısında Birbiriyle Savaşan İki Zıt Merkez

Ümmetin içinde bulunduğu içler acısı durum, sadece yönetici kadrolarla ilgili bir durum olmayıp bizzat Müslümanın psikolojisi, zihin yapısı, kalbinde hastalığın bulunup bulunmaması, daha da önemlisi bir davasının şuuruna sahip olup olmamasıyla ilgilidir. Bunun için öncelikle insanın yapısı ilkeler çerçevesinde ele alınıp değerlendirilmelidir.

Allah insanın yaratılışını ve onun bünyesine yerleştirdiği iki ana zıt yapıyı, Kur’ân’da temel özellikleri itibarıyla insanlara sunmaktadır. Kur’ân’ın ifadesine göre bu iki zıt yapının biri fıtrat, diğeri de heva merkezidir. Fıtrat müspet, heva da menfi özeliklerin karar merkezidir. Fıtrat insanı hep iyiye, güzele, doğruya yönlendirir, heva ise hep kötülüğe, çirkinliğe ve yanlışlığa yönlendirir: “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra da aşağıların aşağısına çevirdik.” (95/Tîn 4-5). “Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.” (91/Şems 7-10).

Öncelikle iman edenlerin unutmaması gereken ana gerçek, insanda birbiriyle sürekli savaşan ve çatışan bu iki zıt merkezin varlığıdır. Bu noktada Hz. Peygamber (s.)’in dikkat çektiği çok ciddi bir tehlike, bu iki merkezin (heva, fıtrat) insanda var olan kalp ve nefs denilen merkezler üzerinde etkili olmak için sürekli girişimde bulunmalarıdır. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi ve gereğinin yapılabilmesi için konu ile ilgili aşağıda verilen bazı hadislerin analiz edilmesinde fayda vardır: Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hâsıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hâsıl olur.  Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünya durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp ne iyiyi iyi bilir ne de kötüyü kötü.  O, hevadan kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl) bilir.”[1] 

“Şeytan da melek de insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allah Teâlâ’ya hamd etsin. Kim de içinde şer ve inkâra çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” Resûlüllah (s.) bu sözlerine şu mealdeki ayeti ekledi: “Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size cimriliği emreder.” (2/Bakara 268).[2]

 “Resûlüllah (s.a.v.) eşlerinden biriyle beraberdi. Yanından bir adam geçti. Aleyhissalâtu vesselam adamı çağırarak: ‘Bu benim zevcemdir!’ dedi. Adam: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Ben herkesten şüphe etsem de sizden şüphe etmem!’ deyince, aleyhissalâtu vesselam: ‘Şeytan insana kanın nüfuz ettiği gibi nüfuz eder!’ buyurdular.”[3]  Resûlüllah(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Şeytan insanoğlunda, kanın cereyanı gibi cereyan eder.”[4]

 Safiyye (radıyallâhu anhâ) “Hz. Peygamber (s.a.v.) itikâfta iken ziyaret maksadıyla geceleyin yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de o kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki, Ensar’dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber’i görünce hızlandılar. Resûlüllah (s.a.v.): ‘Ağır olun dedi, şu yanımdaki Huyey’in kızı Safiyye’dir.’ Onlar: ‘Subhânallah, dediler bu da ne demek ey Allah’ın Resûlü?’ Hz. Peygamber (s.a.v.): ‘Şeytan, insana, damarlardaki kan gibi nüfuz eder. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.’ buyurdu.”[5]  Resülüllah(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Rabbim, bugün bana öğrettiği şeylerden bilmediklerinizi size öğretmemi emretti. (Ve buyurdu ki): ‘Benim bir kula verdiğim her mal helaldir.  Ben bütün kullarımı hanif olarak yarattım. Ancak şeytanlar onlara gelip (fıtri) dinlerinden alıp götürdüler, kendilerine helal kıldığım şeyleri haram kıldılar. Kendisine bir güç vermediğim şeyi bana şirk koşmalarını emrettiler.’”[6]     

Yukarıda verilen hadislerde konumuzla ilgili bazı ana mesajları şöyle özetleyebiliriz: Allah bütün kullarını hanif olarak yarattı. Şeytan ve melek insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar. Şer ve inkâra çağıran fısıltı şeytandandır. Şeytan kalplere kötülük atmaya çalışır. Onun işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmak, Allah’a şirk koşmalarını sağlamak, Allah’ın insanlara helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helal kılmak. Şeytan fakirlikle korkutur, cimriliği emreder. Şeytan insana kanın nüfuz ettiği gibi nüfuz eder. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Hakka, hayra, iyiliğe çağıran ses, Allah’tandır. Bu iki farklı çağrı, etkilerine bağlı olarak iki ayrı kalbin ortaya çıkmasını sağlar. Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Fitnenin nüfuz ettiği kalpte siyah bir leke meydana gelir. Bu kalp alaca siyah/tepetaklak duran testi gibidir. Bu kalp iyiyi iyi, kötüyü de kötü bilemez; hevaya teslim olur. Fitneyi reddeden kalpte beyaz bir benek meydana gelir. Bu kalp cilalı taş gibi bembeyazdır. Bu kalbe hiçbir fitne zarar veremez.

Allah, Hz. Âdem’i yarattığında Allah’a ibadet eden melekler ve cinler vardı. Bu iki topluluk yapı bakımından farklı, davranış açısından aynı olup hepsi melekler statüsünde idi. Ancak Allah’ın melekler topluluğuna Âdem’e secde etmesini istemesinin ardından cinler topluluğundan İblis, Allah’ın emrine başkaldırarak secde etmemiştir (2/34; 7/12-18; 15/29-34; 18/50; 20/116; 38/72-77). Allah tarafından kovulan, lanetlenen İblis, yaratandan kıyamete kadar yaşama izni istemiş ve Allah bu izni kendisine vermiştir (7/14, 15; 15/36-38; 17/62; 38/79-81). İblis bu izni alır almaz insanoğluna çok açık bir şekilde savaş ilan etmiştir (7/ A’râf 16, 17; 15/Hicr 39-41; 17/İsrâ 62; 38/Sâd 82-84). Allah, İblis’in bu savaş ilanının ana stratejisini, kapsam alanını, mücadele şekil ve vasıtalarını Kur’ân’ın değişik ayetlerinde açıklayarak insanları uyarmış ve onlara yol göstermiştir (17/İsrâ 63-64).

Ayetlere baktığımızda, İblis’in insanoğluna sınırsız ve topyekûn bir savaş ilan ettiği görülmektedir. Bunu bugünkü terminolojide hibrit savaş diye isimlendirebilir ve bu savaşın siyasi, psikolojik, sosyolojik, askerî ve değer boyutlu olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıdaki hadislerde, İblis’in değer eksenli psikolojik bir savaşı merkeze alıp insanoğlunu Allah’ın yolundan saptırmak için insanın kalbine ve nefsine ara vermeden olumsuz bir şekilde etki etmeye çalıştığı, “kanın damarlarda dolaştığı” gibi insan bünyesinde hareket ettiği görülmektedir. İnsanda bütün bilgi akışının ve davranışın belirleyicisi beyin olup vücudun tüm organları ile sinir sistemi üzerinden iletişimi, bağlantısı mevcuttur. Öyleyse İblis’in yukarıdaki yemini ve kalbe/nefse fısıldamasını göz önüne alarak şeytanın insan bünyesindeki ana karargâhının neresi olabileceğini ortaya çıkarmamız gerekmektedir. Bunun için hevanın semantik alanını ve bunun etkileşim ağını incelememiz gerekmektedir.

Heva Kavramının Semantik Alanı

Heva kavramı Kur’ân ve sünnette, Allah, peygamber/elçi, İblis, şeytan, ahiret, dünya, ölüm, cennet, cehennem, ödül ve ceza, insan, zan, şehvet, fitne, fesad, bağy ve heves gibi pek çok kavramla etkileşim içerisindedir. Bunun oluşturduğu bir kavramsal alan söz konusudur. Bu alan, heva kelimesinin ıstılahi manasını oluşturmakta dahası şekillendirmektedir. Bu şekillendirme ayetlerin anlaşılmasında ve de anlamlandırılmasında önemlidir. Bunlardan zan, şehvet, fitne, fesad ve heves kavramlarını öncelikle ele alacağız. Çok önemli bir olgu olan bağy bir başka çalışmanın konusu olacaktır.

Zan

Zan kelimesinin sözlük anlamı, “1- Sanma, farz ve tahmin etme, sezme, ihtimale göre hükmetme, kesin olmayan bilgi, 2- Şüphe, tereddüt, şek.” şeklinde belirtilmektedir.[7] İzmirli İsmail Hakkı zan kavramının anlamlarını doğru olma ihtimali üzerinden yüzde olarak tasnif etmiştir. “1- Yüzde 1 ihtimali olan şeye vehim, 2- Yüzde 50 olan şeye şüphe, 3- Yüzde 50’den sonraki ihtimale zan, 4- Yüzde 90 ihtimali olan şeye zann-ı galib/sahih, 5- Yüzde100 olan şeye hakk-kesin bilgi.”[8]  demiştir. Râğıb el-İsfehânî ise zan kavramını, değişik edatlarla birlikte kullanımını göz önüne alarak açıklamaktadır: “Zannün, ‘bir emareden hareketle ulaşılan (bilginin), düşüncenin, tahminin, sanının ya da varsayımın adıdır.’ Bu emare güçlü olduğunda, bir bilgiye götürür, çok zayıf olduğunda ise(zan)/vehmün sınırını aşmaz. Zan güçlü olduğunda ya da güçlü olduğu düşünüldüğünde beraberinde ‘enne’ edatı ya da bu edatın tahfifli hâli olan ‘eni’ edatı kullanılır. Zayıf olduğunda ise onunla beraber, sadece herhangi bir mevcudiyeti olmayan söz ve fiillere mahsus olan ‘en’ kullanılır.”[9]  Mukâtil b. Süleyman’a göre ez-zann kelimesi, Kur’ân’da 3 farklı şekilde tefsir edilmektedir: 1. Yaqîn (kesin itikat-kesin bilgi) manasında (38/Sâd 24; 69/Hâkka 20; 2/Bakara, 46, 249). 2. Şekk/şüphe manasında (45/Câsiye 32). 3. Töhmet manasında (81/Tekvîr 24; 33/Ahzâb 10).[10]

Yukarıdaki tanım ve tasnifleri göz önüne aldığımızda zan, açık olmayan ve hakkında nas bulunmayan bir meselenin, doğru ya da yanlış, müspet veya menfi olduğunu tahmin ederek kendi nefsine göre bir görüşe varıp, hüküm vermesi, bir yargıda bulunması, onu kendisi için doğru ya da yanlış kabul etmesidir. Eldeki verileri değerlendirerek sonuca varmada, hüsnü zan ve suizan olmak üzere iki farklı tavır ortaya çıkmaktadır.

Hüsnü zan, iyi niyetle meseleyi ele alıp düşünerek, gerçekçi analiz yaparak sonuca ulaşma hâli iken, suizan bunun tam tersi bir tutumla olumsuz bir tavır sergilemedir. Hüsnü zan, muhataplar arasında iyiliğe, güzelliğe yol açarak toplumu fitne ve fesaddan korurken, suizan bunun tam tersine sebebiyet vererek düşman kamplar inşa eder, güven ve dayanışmayı yıkar. İslâm âlimleri zannı, taşıdığı değer itibarıyla sınıflandırmışlardır.[11]

Toplumda vuku bulan kötü olaylar, insanların birbirleri hakkında beslediği zannın hakikatinin araştırılmadan kullanılması sonucu, gerçek dışı ve peşin hükümlü hareket edilmesinden meydana gelmektedir. İblis ve onun yolundan gidenlerin ana amacı, insanları Allah’ın yolundan saptırmak için suizan üzerine bir düşünce sistemi inşa edip günlük hayatta etkin olması için çalışmaktır. Bu bağlamda üzerinde düşünülmesi gereken en önemli örneklerden biri İfk hadisesidir. Hz. Peygamber (s.) hayattayken, Medine’de ilk sahabe neslinin ve İslâm devletinin var olduğu bir dönemde münafıklar, Hz. Ayşe (r.a.)’ya zina iftirasında bulunup büyük bir psikolojik savaş başlatmışlardır. Bu harbi münafıklar başlatmasına karşılık alıp yaygınlaştıranlar Müslümanlar olmuşlardır. İnşa edilen psikolojik ortamda çözüm araması gereken, hüsnü zan ile hareket etmesi gereken Evs ve Hazreç kabileleri bunu yapmayıp birbiri ile savaşma noktasına gelmişlerdir (24/Nûr 10-19).

Allah Kur’ân’da zan konusunda iman edenleri özellikle uyarmaktadır. Yeryüzündekilerin çoğunluğu zanna uymakta, zan ile yalan söylemektedir. Müminlerin bu gerçeği unutmaması önemlidir: “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle yalan söylerler.’” (6/En’âm 116)

Kur’ân’a göre zan ile heva kavramı arasında ciddi bir ilişki vardır (53/Necm 23). Bu sebeple olsa gerek, Hz. Peygamber de zan konusunda müminleri uyarmıştır: “Sizleri zandan sakındırırım. Çünkü zan, (hatıra gelen) sözlerin en yalanıdır.” “Zandan sakının: Çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır.”[12] Kur’ân’da değişik ayetlerde zan kavramı yukarıdaki anlam boyutlarında kullanılmıştır (2/78, 80-81, 214, 216, 259, 273; 3/142, 195; 6/116, 148; 7/30; 9/78; 10/36, 45, 66; 11/10; 14/22; 17/36; 22/15; 23/115; 28/62-67; 29/2; 31/34; 35/14; 36/52; 41/23, 50; 43/37, 80; 45/24; 48/6; 49/6, 12; 53/28; 75/3, 4, 36; 79/46; 84/14-15; 90/7).

Şehvet

Heva kavramı ile yakın ilişkisi bulunan diğer önemli bir kavram da şehvet kelimesidir. Şehvetin sözlük anlamı şunlardır: “1. Bir şeye karşı hissedilen şiddetli arzu, ihtiras. 2. Cinsî arzu. 3. Nefis. 4. Nefis azgınlığı”.[13]

Râğıb el-İsfehânî’ye göre şehvetin biri olumlu, diğeri olumsuz iki boyutu vardır: “Şehvetün, kelimesi temelde ‘nefsin, istediği bir şeye karşı arzu, özlem duyması veya gönlün onu çekmesi’ anlamına gelir. Dünyada bu iki kısımdır, gerçek ve/veya yalancı (arzu, özlem duyma veya gönül çekmesi). Gerçek olanı: ‘Olmaması hâlinde bedenin bozulup dengesini yitireceği, zayıf düşeceği arzu, özlem duyma veya gönül çekmesidir.’ Örneğin acıkıldığında yeme arzusu çekmek gibi. Yalancı olanı ise, olmaması hâlinde bedenin bozulup dengesini yitirmeyeceği, zayıf düşmeyeceği arzu, özlem duyma veya gönül çekmesidir. Âl-i İmrân 14’te “İnsanlara… şehevât sevgisi bezendi.” geçen şehevât kelimesi hem gerçek hem de yalancı anlamına gelmesi muhtemeldir. Meryem 59’da “…şehvetleri ardına düştüler” geçen şehevât kavramı yalancı şehvet anlamındadır. Kendilerine ihtiyacın olmadığı ama arzu, özlem duyulan veya gönlün çektiği şeylerdir.”[14]  

       İsfehânî’ye göre şehvet olgusu, insan yapısına yerleştirilmiş önemli duygulardan biri olup normal ve anormal olmak üzere iki farklı şekilde tezahür etmektedir. Şehvet normal bir hâl iken şehvet tutkusu anormal, dolayısıyla hastalıklı bir hâldir. İnsanların, “kadınlara, oğullara, altına, gümüşe, hayvanlara, ekinlere” karşı tutum ve tavırlarında şehvet tutkusunun var olması, yaratılıştaki imtihan olgusuyla ilişkili bir durumdur (3/Âl-i İmrân 14). Ayette zikredilenlerin meta diye nitelendirilmesi, şehvet kavramının iki boyutuna dikkat çekmek amaçlı olup, şehvet tutkusundan insanların uzaklaştırılması bağlamında bir uyarıdır.

İnsandaki şehvet duygusu yaratılışın bir gereğidir. İnsan neslinin devam edebilmesi için “çift/eş yaratılma yasasının” doğal sonucu olan şehvet olgusunun insandaki varlığı olmazsa olmazdır. Ancak şehvet duygusunun tatmini, gereğinin yerine getirilmesi, nikâh akdi ile kurulan, inşa edilen aile hayatıyla meşru zeminde hayata geçirilmelidir. Meşru olmayan tatmin şekli zina olup toplumun ve neslin ifsad edilmesini sağlamaktadır (4/15, 16, 25, 34, 156, 157; 17/32; 19/27-34; 23/5-7; 24/2-6, 23-26, 30-33; 25/68, 69; 60/12; 66/12; 70/29-31). Bu konuda Kur’ân’ın dikkat çektiği tehlikeli olgulardan biri zina/fuhuş iken diğeri de Lut kavminin hayat tarzına dönüştürdüğü eşcinsel ilişkidir (7/80-82; 27/54-56; 29/28; 54/37).

Şehvetin tutkuya dönüşüp insanı kör, sağır ve basiretsiz ve ferasetsiz yapmaması gerekir. İnsan yapısındaki şehvet olgusu, tutkuya dönüşürse ve insan bu noktada kontrolü kaybederse, şeytanın heva karargâhı insanda hâkim hâle gelerek insanı sevk ve idare eder ve insanı şeytanın kulu ve kölesi yapar. Bu duruma gelenler başka bir ifadeyle şehvetlerini ilahlaştırıp onun ardından gidenler, insanların sapması için mücadele ederler (4/Nisâ 27; 19/Meryem 59). 

Hased, Heves

Hased ve heves kavramları toplumların helak edilmesine yol açan ve heva kavramı ile bağlantısı bulunan önemli kavramlardır. Hasedin sözlük anlamı, “kıskanma, kıskançlık, çekememezlik”tir.[15] Râğıb el-İsfehânî’ye göre hased; “Bir nimetin hak sahibinden yok olmasını temenni etmek, arzulamak ya da dilemektir. Bazen bunun yanında o nimeti ortadan kaldırmaya yönelik bir çaba veya gayret de bulunur.”[16] “Bir nimetin, bir faziletin, bir olgunluğun sahibinden yok olmasını arzu etmektir.”[17]

Hased, insanın yapısında bulunan ve kontrol edilmesi gereken tehlikeli bir özelliktir. Bu boyutundan dolayı toplumda psikolojik ve sosyolojik zararlara sebebiyet vermesi hasebiyle ahlaki boyutu bulunan bir kavram şeklinde değerlendirilmektedir. Genelde akrabalık, komşuluk, arkadaşlık ve mesleki ilişkilerde ortaya çıkan hased, psikolojik ve sosyolojik zararlara sebebiyet vermektedir. Başkalarının başarılarının ve ellerindeki imkânların kıskanılması, kontrol edilmeyen haset duygusunun bir sonucudur. Bu zararlarından dolayı hased etmek haram kabul edilmiştir.[18] Kur’ân’da Ehl-i Kitabın kitaptan kendilerine bir pay verilenlerin, iman edenlere hased ettikleri ve küfre döndürmek için mücadele ettikleri ve de edecekleri özellikle belirtilmektedir (2/Bakara 109; 4/Nisâ 51-54).

Hz. Peygamber de hasedin zararları, tehlikeleri konusunda müminleri uyarmıştır: “Bir kulun kalbinde imanla haset bir arada bulunmaz.”[19] “Dedikodunun peşine düşmeyin, başkalarının kusurlarını araştırmayın, Birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, kin gütmeyin. Birbirinize arka döndürüp yüz çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Birbirinize kardeşler olunuz.”[20] “Ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi haset de iyilikleri yok eder.”[21]

Bu konuda Felak Suresi dua olarak sürekli okunulup hasedçilerin şerrinden Allah’a sığınılmalıdır: “De ki: ‘Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, haset ettiği zaman hasetçilerin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım.’” (113/Felak 1-5) Hasetçilerin şerrinden korunmak, zararlarını en aza indirmek için Kur’ân’ın “kötülükleri iyilikle uzaklaştırma” ve “en güzel tarzda mücadele etme” ilkelerine uyulmalıdır (28/Kasas 54; 41/Fussilet 34-36).

Heva kelimesinin sözlük anlamında ağırlıklı bir kavram olan heves kelimesinin sözlük anlamları, 1- Bir şeye karşı duyulan istek, arzu, şevk, eğilim, 2-Geçici istek-gelip geçici istek, geçici arzu, geçici ilgi, 3- Akıl dışı istek, 4- Zevk, eğlence şeklinde tanımlanmaktadır.[22]

Fitne

Fitne kavramı, Kur’ân-ı Kerim’in kelime hazinesi içerisinde ele alınan sisteme göre hem bir anahtar hem de bir odak kelime özelliği kazanan, karmaşık ilişki ağı bulunan, çok anlamlı, çok boyutlu hem psikolojik hem sosyolojik hem de stratejik boyutlu bir kavramdır. Fitne, Arapça ftn kökünden türemiş bir isimdir. Bu kök, fiil olarak fetene yeftinü, mastar olarak da fetn, fütûn, fitne ve meftun kalıplarıyla kullanılmaktadır. “Yakmak, bir şeyi ateşle yak­mak” anlamına gelen ftn kökü, başlangıçta, özellikle altın, gümüş gibi “ma­denlerin hâlisini sahtesinden ayırmak için ateşte eritilmesini” ifade etmek için kullanılırken daha sonra, bu kök anlamından hareketle “bir şeyi sınama ve özellikle de zor şeylerle deneme” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonra da fitne ve türevlerinin anlam alanı genişleyerek, “hâlisini sahtesinden ayırmak için altını potaya atıp eritmek, bir şeyi arıtmak, madeni ateşte eritmek, bir şeyi ateşte eritmek, yanmak, yakmak, bir kimseye dininden ve görüşünden dönmesi için işkence etmek, bir şeyi denemek, sınayarak öğrenmek, sınamak için güç, zor ve sıkıntılı işlere maruz bırakmak, bir kimseyi sıkıntıya uğ­ratmak, birini ayartmak, azdırmak, baştan çıkarmak, kandırmak, saptırmak, kişiyi üzerinde olduğu durumdan uzaklaştırmak, bir şeyi ortadan kaldırmak, kişiyi hedefinden uzaklaştırmak, düşünce ve inançlarından vazgeçirmek, delalete düş­mek, bir şeyden çok hoşlanmak, bir şeye aşırı düşkün ve tutkun olmak, âşık olmak, birini büyülemek, birinin aklını başından almak, gönlünü çal­mak, aklını çelmek, insanı ne yapacağını bilemeyecek derece­de şaşkına çevirmek, döndürmek, deneme ve tecrübe etme, imtihan, belâ, kötülük yönünden ayartma, mihnet, azap, iğvâ, kışkırtma, azdırma, baştan çıkarma, zulüm, baskı, ayrılık, nifak, karışıklık, kargaşa, iç savaş, kanlı çarpışma, ihtilaf, çekişme, birbirine düşme, kardeş kavgası” anlamlarını ihtiva eden bir boyut kazanmıştır.[23]

Arapçadaki fitne ve türevleri, dilimize anlam alanı daraltılmış olarak geçmiştir: “Bela, musibet, sıkıntı, geçimsizlik, ihtilal, dinsizlik, canilik, ceza, delilik, güzel yüz, güzel göz, güzel kadın, imtihan, deneme, ayartma, azdırma, baştan çıkarma, karışıklık, kargaşa, ara bozma, boz­gunculuk, fesad, küfür, azgınlık, sapıklık, arabozan, karıştıran, fesat çıkaran, fitneye sebep olacak kadar güzel kadın.”[24]

Fitne ve türevleri, çok anlamlı olup çok farklı kelimelerle etkileşmekte ve bunun sonucu bir semantik alan meydana getirmektedirler. Bu alanda kelime, yalnızca sözlük anlamını ifade etmemekte, onu da merkeze alan daha geniş, biraz da farklılaşmış bir anlama bürünmektedir. Fitne ve türevlerinin, genelde hadislerin etkisiyle zamanla kazandığı ıstılahi anlam vardır. Ancak bu noktada ulemâ ittifak hâlinde değildir.[25] Fitnenin tek bir tanımının yapılamamasının sebebi, kelimenin çok geniş bir anlam kümesine sahip olması ve nispet edilen varlık alanının Allah, insan ve şeytanla alakalı olmasındandır.

Fitne kavramının Kur’ân’daki anlamlarını, aşağıdaki gibi sınıflandırmak mümkündür:

  • İmtihan, deneme, sınama (2/102; 6/53; 7/155; 8/28; 9/126; 17/60; 20/40, 85, 90, 131; 21/35, 111; 22/53; 25/20; 27/47; 29/2, 3; 38/24, 34; 39/49; 44/17; 54/27; 64/15; 72/17; 74/31). Fitne kelimesi, Kur’ân’da en çok bu an­lamlarda kullanılmaktadır.
  • Baskı, zulüm, işkence (2/93, 191, 217; 4/101; 8/39; 10/83, 85; 14/110; 29/10; 60/5; 85/10)
  • Sapma, saptırma ve ayartma (3/7; 5/41, 49; 6/23; 7/27; 9/48; 17/73; 27/47; 37/162; 57/14; 68/6)
  • Fesat, kargaşa, karışıklık çıkarma (4/91; 8/73; 9/47, 48; 33/14)
  • Bela ve musibet (5/71; 8/25; 22/11; 24/63)
  • Azap (37/63; 51/13, 14)

7- Delilik (68/1-7; 15/6-7)

Kur’ân’da fitne kelimesi; Allah, insan ve şeytan olmak üzere üç varlık alanı ile ilgili kullanılmaktadır. Üç varlıkla ilgili kullanıldığında fitnenin çok geniş anlam kümesi, kullanıldığı varlıkla ilgili genel anlam kümesinin bir alt anlam kümesi şeklinde sınırlandırılmaktadır. Bu durumda fitne kelimesi, Allah’a nispet edildiği zaman “lehlerine ya da aleyhlerine olmak üzere, kulların iyi ya da kötü şeylerle denenmeleri”, “imtihan edilmeleri”, beşerden kaynaklandığı zaman, “her türlü kötülük”, “ayartma”, “manevi çöküntüye uğramaları”, “baskı”, “dinî-siyasi, sosyal kargaşa ve kaos” ve şeytandan kaynaklandığı zaman da “saptırma” anlamına gel­mektedir.[26]

Fitne kelimesinin gerek sözlük gerek Kur’ân’da geçen anlamları ve gerekse ıstılahi anlamı göz önüne alındığında kelime, Allah, insan, şeytan ve değişik imtihan konularının yer aldığı dört boyutlu bir uzayda, her boyutu birbiriyle bağlantılı bir anlam alanı oluşturmaktadır. Bu durumda fitne sistemini şöyle formüle edebiliriz: İmtihan eden: Allah, imtihan edilen: insan, imtihan konuları/araçları: nimetler ve külfetler, imtihanda saptırıcı, kafa karıştırıcı unsurlar: iblis, cin ve “insan şeytanları”, imtihan sonucu: ödül ve ceza, fitnenin son bulması: tüm dünyanın İslâmlaştırılması (2/Bakara 193; 8/Enfâl 39, 72-73).

Heva Kelimesinin Sözlük ve Istılahi Anlamları

Heva, günlük hayatta insan yapısı ve davranışlarının gerçek anlamda anlaşılamamasından kaynaklanan en temel meselelerden biridir. İnsan düşünce ve davranışlarını, tıpkı bilgisayar virüsleri gibi sürekli tahrip eden, insanın kötülük cephesinin en baskın unsurudur. Heva sorununu daha iyi anlayabilmek için Kur’ân’ın “heva” diye isimlendirdiği ve insandaki karar merkezlerini daima olumsuz etkilemeye çalışan yapıyı ve hevanın semantik alanına giren yukarıda özetlediğimiz kavramsal yapıyı bir bütün olarak ele almamız gerekir.

Heva, Kur’ân-ı Kerim’deki anahtar kavramlardan biri olup 10 ayette tekil, 18 ayette çoğul (ehvâ) olarak geçmektedir.[27] İnsandaki karar merkezlerinden nefsin, genelde ana çalışma frekansıdır, denebilir. Bireysel ve toplumsal çürümenin motoru da görülebilir. Bunun için heva kelimesinin hem sözlük anlamlarını hem ıstılahi anlamını ve hem de semantik alanını göz önüne alıp değerlendirmek zorunludur. Sözlük anlamları ile yetinmek eksik bir yaklaşımdır. Istılahi anlamı da semantik alan dikkate alınarak analiz edilmelidir. Heva kelimesi çok anlamlı kelimeler grubundandır. Sözlük anlamları yanı sıra kazandığı terim anlamı vardır. Heva kelimesinin sözlük anlamları şunlardır: “1- Heves, arzu, nefse ait şeylere olan düşkünlük, 2- Alaka, ilgi, meyil, aşk, 3- Nefsi zevkler, düşkünlükler, 4- Övünme, iftihar etme”.[28]

Heva: ‘H-v-y’ fiil kökünden (he-vâ) gelmektedir. Mastar şekilleri, hüviyyen, hevyânen, heven’dir. Mastar olarak heven “nefsin şehvetlere meyli, arzularına karşı düşkünlük sevdası” anlamındadır. Arapça da sözlük anlamları ise, “Şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, düşmek, yukarı fırlamak, yıldızların doğuşu ve batışı, mahvolmak, rüzgâr esmek, kabın boş olması, gökle yer arasındaki şey”dir.[29] Heva ile aynı kökten gelen hüviyy, “yüksek bir yerden alçak bir yere/aşağıya düşmek, yukarıdan aşağıya düşmek demektir.”  Heva, “istek, tutku, nefsin arzu ve hevesi”, “nefsin bir şehvete ve arzuya şiddetli eğilimi”, “insanın bozulmasına yol açan bütün olumsuz içsel etkenler”, “keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve ilim sahibi olmadan sahibine hükmeden nefs”.[30] “Kaçınılması ve peşinden gidilmemesi gereken” ve “ithama konu olan basit arzu”. “Bu arzu, kendininki ve/veya başkalarınınki olabilir” (45/Câsiye 23; 28/Kasas 50; 18/Kehf 28; 2/Bakara 145).[31]

Heva kelimesi, Kur’ân’da geçtiği yerlere göre 5 şekilde anlamlandırılarak tefsir edilmektedir: “1-Nezele/inmek (53/Necm 1, 53), 2- Helak olmak (20/Tâhâ 81), 3-

Canların çektiği, arzu ettiği şeyler (79/Nâzi’ât 40; 53/Necm 23; 20/Tâhâ 16; 25/Furkân 43; 45/Câsiye 23), 4- Bir şeyin herhangi bir şeye dayanmaksızın iki şey arasında durması (havada olması) (14/İbrahim 43), 5- Rüzgâr onu alıp gider, sürükler, savurur” (22/Hacc 31).[32]  “Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (25/Furkân 43) ayetinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır, hevanın kazandığı ıstılahi boyutu çok güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Heva: Nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzusu, soyut isteğidir. Kötü duygularını tanrı edinen denilmeyip de ikinci mefûlün öne alınması, kısaltma içindir ki, canının istediğinden başkasını tanrı tanımayan, demektir. Böyle kimselerde hiç hakseverlik yok, sadece bir bencillik vardır. İsteği de gerçek bir fayda değil, sadece canının istediği kuruntudan ibarettir. Bunlar, delil, tanık, hak-hukuk tanımaz, yalnız kendi istek ve arzularına, zevklerine taparlar. Zevkleri kendilerinin felaketlerine sebep olduğunu bilseler de yine hakkı zevklerine kurban ederler. Dini de insanın soyut duygularından, yani sadece istek, arzu ve zevklerinden ibaret sayarlar, gönülleri neyi çekerse ona taparlar, gerçeğin zevkini aramaz, hakkın hoşnutluğunu düşünmez, düşünmek istemezler, bilseler bile yine tanımazlar.

Taberânî ve Hılye isimli eserinde Ebû Nuaym, Ebû Ümâme (r.a.)’dan şöylece rivayet etmişlerdir: O demiş ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘Yüce Allah’ın yanında, sema gölgesi altında Allah’tan başka tapılan tanrılar içinde, uyulan heva (nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzu)dan daha büyüğü yoktur.’ Artık sen mi ona vekil olacaksın? Önceki soru takriri, bu soru ise inkaridir. Yani gördün ya, ona vekil olamazsın, üzerine vekil olup da kurtaramazsın.”[33] 

“Fakat zulmedenler, hiçbir ilimleri olmadan hevalarına uydular. Artık Allah’ın şaşırttığını kim yola getirebilir?” (30/Rûm 29) ayetinde geçen “ilme vâkıf olmama” kavramı ile heva kavramı arasında özel bir ilişkinin var olduğunu göstermektedir. Yukarıda şehvet kavramının heva kavramının semantik alanı içerisinde önem taşıdığını, olumlu ve olumsuzluk anlamında iki boyuta sahip olduğunu ifade etmiştik. Rûm Suresi 29’uncu ayetini ve şehvet kavramının iki zıt boyutunu (olumluluk, olumsuzluk) göz önüne aldığımızda heva kavramının da olumlu ve olumsuzluğu içeren iki zıt boyut taşıdığı söylenebilir.

Heva, başlangıçta hem iyi hem de kötü arzular için kullanılmıştır. Hevanın birinci boyutu olumlu ikinci boyutu ise olumsuzdur. Cahiliye döneminde genellikle “nefsin tutkusu”, özelde ise “aşk” anlamı taşımaktaydı. Dolayısıyla heva, iyi yahut kötü her türlü istek ve arzuyu ifade eden bir kavramdı. Bu olgu cahiliye dönemi şairlerinin şiirlerinde kolayca görülebilmektedir: “O başına gelen felaketten pek şikâyetçi olmaz, hevası da çoktur.” (Teebbeta Şerran). “Sözleşmede yer alanları hevalar nasıl bozar?”  (Hâris b. Hillize).  “Onlar şereflerini kirletmezler, işleri de lekeli olmaz; çünkü akılları hevalarıyla birlik olup sapmaz.” (Lebîd b. Rebîa).[34]

İslâmî dönemde heva kavramı olumsuzluk boyutuyla kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de heva, “hepsi de olumsuz anlamda olmak üzere on ayette tekil, on sekiz ayette çoğul (ehvâ) olarak geçmektedir.” Benzer bir durum hadislerde de vardır.[35] Bu sebeple heva, sözlük anlamında yer alan olumsuz boyut ile ilgili ıstılahi bir anlam kazanmış ve hep o boyutuyla kullanılmıştır ve de kullanılmalıdır. Heva, “Benliğin/nefsin, şehvete meyli ve keyfiliği tercih etmesidir.” “Heva boş ve zararlı arzular olup benliğin üzerinde şehvetin tam bir hâkimiyet kurması olgusudur.”[36], [37] “Nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimidir.”[38] “Doğruluk, hak ve faziletten saparak haz ve menfaatlere yönelen nefis.”[39]

İnsanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin, düşünme ve davranma hâlini ifade eder. İnsan bencilliğinin, ihtirasının, bağy’in etkin unsur olarak dışavurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Heva, insan nefsinin hayvani şehvetinden doğan bir eğilim olarak, nefsin süslü ve kötü arzulara uymasını sağlayan, insanı her türlü isyana götüren, her türlü belanın, rezilliğin, kötülüğün kaynağı olan, ilmin ve hidayetin zıddı şeytani bir değer sistemi ve bundan gücünü alan bir duygu ve davranış hâlidir. Heva şeytanın karargâhıdır.

Heva, insan nefsinin cehalet ve/veya kibre dayalı olarak oluşturduğu, insanın kalbinde/nefsinde hâkimiyet kurarak insan fıtratını bozmaya çalışan ve ilahi bilgiye dayalı değerler sisteminin karşısında olan bir değerler topluluğunu ifade eder.

Heva, Vahye, Hakka ve Sırât-ı Müstakîme Savaş Açan Bir Mekanizmadır

İnsanda birbiri ile çatışan iki ana mekanizmadan biri olan heva, öncelikle Allah’tan peygamberlere gelen vahye, hiçbir ilme dayanmadan savaş ilan etmiştir. O sebeple peygamberlerin heva ile konuşmadıkları ve hiçbir iş yapmadıkları konusunda Kur’ân’da özel bir uyarı yapılmaktadır: “O (Peygamber), hevadan konuşmaz.” (53/Necm 3). Peygamberlerin bu özelliklerinin çok iyi hatırlanması, yapıp ettiklerine ve söylediklerine bu açıdan yaklaşılması iman edenler için olmazsa olmazdır. Eğer vahye ve peygamberlere açılan bu savaşı idrak edilemez ve hevalarına tâbi olanlara tâbi olunursa, onların yolundan yürünürse, Allah’ın dostluğu kaybedilmiş olacak, Allah’ın yardımı kesilecektir: “Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: ‘Kuşkusuz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) dosdoğru yoldur.’ Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır ne de bir yardımcı.” (2/Bakara 120).

Heva, Delalete, Sapıklığa, Zulme ve Kaosa Götürür

Kur’ân’da heva kavramının, zan, tahmin, cehalet, istikbar, bağy, şehvet, fitne-fesad ve heves ile iç içe olduğu çok açık bir şekilde görülebilmektedir (2/Bakara 19, 90, 120, 145, 213; 5/Mâide 48; 6/En’âm 119; 30/Rûm 29; 13/Ra’d 37; 45/Câsiye 17, 18; 53/Necm 23; 38/Sâd 20-25; 49/Hucurât 9; 42/Şûrâ 14). Bu sebeple bu kavramların anlam alanlarını heva kavramından önce açıklamak durumunda olduk.

Hevaya uymak genelde tüm insanları, özelde de yöneticileri, Allah’ın yolundan saptırır, zulüm yapmalarına neden olur ve fakat farkına varamazlar, varmazlar (4/Nisâ 135). Allah, bu konuda Hz. Davud üzerinden tüm iman edenlere çok daha önemli bir ders vermekte ve de uyarmaktadır: “Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, hevaya uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır.” (38/Sâd 26)

Şeytana tâbi olanların hevalarına uyulması durumunda Allah’ın insanlığa gösterdiği sırât-ı müstakîmden ayrılınmış, uzaklaşılmış olunacaktır (6/En’âm 56). Kendi hevasına uyanlar hem kendilerine hem de çevrelerine zulmeden sapık insanlardı (28/Kasas 50). Hevanın etkisindeki bir insanın şeytanla irtibatı artar ve zamanla şeytanın oyuncağı olur (6/En’âm 71). Bu durumdaki insanlar, gerçekleri göremez ve duyamazlar. Hoşlarına gitmeyen, çıkarlarına engel olan her şeyi ret ve inkâr ederler (53/Necm 23). İnsanların çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarına uyarak insanları saptırmak için çalışırlar (6/En’âm119). Cehalete gururun refakat etmesi, hevayı, insan ve toplum hayatında daha tahripkâr yapar. Heva, hayatı birey nefsine indirger ve bireyi ilahlaştırır. Hayatın tümüyle kişiye indirgenmesi ve yalnızca kişinin ihtiyaçlarının ya da çıkarlarının aşırı bir şekilde öne çekilmesi, insan nefsinin doymazlığını azdırıp insanı sapıklığa sürükler: “Allah’tan bir kılavuz olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık kimdir?” (28/Kasas 50)

Toplumsal sermayenin hevaya dayalı olarak inşa edilmesi, kişiyi sapıklığa sürüklerken, kaçınılmaz bir şekilde toplumun, çevrenin, kısaca her şeyin bozulmasına ve nihayetinde yıkılıp yok olmasına sebebiyet verir: “Eğer hak, onların hevalarına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı.” (23/Mü’minûn 71)

Hevanın bu tahripkâr gücünden dolayı bütün peygamberler uyarılmış, dikkatleri çekilmiştir (20/Tâhâ 16). Bu noktada çok daha önemli olan bir husus da hevaya uyan insanın görünür kimliği ne olursa olsun, sonucun değişmemesidir. Bu noktada, hevasını ilahlaştıran bir ateist ile hevasını ilahlaştıran bir Müslüman arasında ayırım yapılmamaktadır. Bu tür insanların tümü gerçeği ters yüz eden zalimler olarak hevalarına uyarlar ve hevalarını hayatın merkezi yapmaya gayret ederler (30/Rûm 29).

Heva İnsanı Kör Eder, Şeytanın Kölesi Yapar, Kalbin/Kulağın Mühürlenmesine, Göze Perde Çekilmesine Sebep Olur

Şeytanın karargâh olarak kullandığı insandaki heva merkezinin insan üzerindeki etkinliğine bağlı olarak insanın düşünce ve davranışları olumsuz istikamette değişmeye başlar. Şeytanın verdiği vesveselere bağlı olarak azgınlaşır ve bunda ifrata varır. Bu düzeye ulaşmış olup ayetlerini yalanlayan toplulukları Allah, “dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğe” benzetmektedir: “Onlara kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat.  O, bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan da onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan oluvermişti. Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti (veya yere saplandı), hevasına uydu. Onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek olan haberi onlara aktar. Umulur ki düşünürler.” (7/Ar’âf 175-176)

İhtilâfların tefrikaya, onun da fırkalaşmaya dönüşmesinin ana sebebi, hevanın insan üzerindeki karmaşık etkileridir. Hevanın vücut verdiği çekim alanına giren ve kendi iradi kontrolünü kaybeden insanlar, bilgisi ne olursa olsun, zanları, tahminleri ve kibirlerinin neden olduğu bir körlük ve sağırlıkla gerçekleri görememekte ve duyamamaktadır. Allah bu düzeyde hevasını ilahlaştıranların kulaklarını, kalplerini mühürler, gözlerinin üstüne perde çekerek bütün algı mekanizmalarını felç eder. Böylece hiçbir şeyi doğru olarak algılayamaz ve de değerlendiremezler: “Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?” (45/Câsiye 23) “İşte onlar; Allah, onların kalplerini damgalamıştır ve onlar kendi hevalarına uymuşlardır.” (47/Muhammed 16)

Allah hevasını ilah edinen insanlara vekil olunmamasını, onların desteklenmemesini istemektedir (25/ Furkân 43). Hevasını ilahlaştıranlar, zan ile hareket ederler, kulakları ve kalpleri mühürlenmiş olduğundan basiret ve ferasetleri yoktur. Hevanın hâkim olduğu toplumlarda fitne ve fesat yaygınlaşır, toplumsal dayanışma yıkılır, insanlar bireyselleşir, yalnızlaşırlar (53/Necm 23, 24).

Heva Bireysel Çıkarlarda Sınır Tanımaz

İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi, bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük bir müstağnileşmedir. Kibir, müstağnileşme, bağy, şehvet tutkusu, hevanın ilahlaştırılmasının bir sonucudur. İnsanın kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç duymaması, toplumsal dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kirlenme ve çürümenin gelmesi kaçınılmazdır. Bu sebeple Allah, insana her arzu ettiği şeyin verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir (53/Necm 23, 24).

Hevasını ilâh edinmiş Müslüman bir düşünür veya bir bilim insanı, kendi düşüncesini en doğru ve diğer düşünceleri de en yanlış görme eğilimindedir. Kibir, müstağnileşme ve bağy, başkalarının fikrine ve düşüncesine karşı her türlü saygısızlığın, kabalığın, karalamanın ve suçlamanın yapılmasını kişinin kafasında meşrulaştırır.

Sonuç: Hevasına Uyanlar, Hevasını İlah Edinenler

Bu aşamada sormamız gereken ana soru, hevasını hayatın merkezi hâline getirip hevasına uyanlar ve hevasını ilahlaştıranlar kimlerdir? Kur’ân’ın değişik ayetlerinde bu sorunun cevabını çok rahat bir şekilde bulabilmekteyiz. Kur’ân’da insanların çoğunun, “haddi aşarak” “bir ilim olmadan”/“bir bilgiye dayanmadan” hevalarına uyup diğer insanları saptırmak için uğraştıkları ifade edilmektedir (6/En’âm 119). Kur’ân’da hevasını ilah edinip hayatının merkezine koyan insan unsurları çok açık bir şekilde belirtilmektedir: Zulmedenler/zalimler (28/Kasas 50; 30/Rûm 29), müşrikler (53/Necm 23; 6/En’âm 56),  Yahudiler/İsrailoğulları ve Hıristiyanlar (2/Bakara 120, 145; 5/Mâide 77), mütecaviz olanlar (6/En’âm 119), ateş ehli (47/Muhammed 16), amelleri kendilerine süslü gösterilmiş olanlar (47/Muhammed 14), kitaba karşı kuşku içinde olanlar-bağy yüzünden bölünenler (42/Şûrâ 15), refahtan şımarıp azan önde gelenler-ayetlere karşı büyüklük taslayanlar (23/Mü’minûn 71), fasıklar (5/Mâide 48, 49), kitab ehli (2/Bakara 145), suçlu günahkârlar (6/En’âm 150), ahireti yalanlayanlar (6/En’âm 150), ayetleri tekzip edenler (6/En’âm 150; 7/A’râf 176), İsrailoğulları (5/Mâide 70; 2/Bakara 87).[40]

    

[1] Buhari, 4733.  

[2] Tirmizî, Tefsir, 2991.

[3] Müslim, Selam 23, (2174).

[4] Ebu Dâvud, Sünnet 18, (4719).

[5] Buhârî, İ'tikâf 8, 11, 18, Farzu'l-Humus 4, Bed'u'l-Halk 11, Edeb 121, Ahkâm 21; Müslim, Selam 23-25 (2174, 2175); Ebu Dâvud, Sıyâm 79, (2470).

[6] Müslim, Cennet 63, (2865).

[7] D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.

[8] Fikret Karaman vd. Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 706.

[9] Râğıb el-İsfehânî, Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2016, s. 945-946.

[10] Mukâtil b. Süleyman, Kur’ân Terimleri Sözlüğü, çev. M. Beşir Eryarsoy, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016, s. 396-397.

[11] Fikret Karaman, age., s. 706.

[12] Buhari, Edeb, 57, Vesâyâ, 8, Nikâh, 45; Müslim, Birr, 24, 28, 30, 32.

[13] D. Mehmet Doğan, age.

[14] Râğıb el-İsfehânî, age., s. 819-820.

[15]  D. Mehmet Doğan, age.

[16] Râğıb el- İsfehânî, age., 399.

[17] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, c. 10, s. 173.

[18] Fikret Karaman, vd. age., s. 188.

[19] Nesâi, Cihad 8.

[20] Buhari, Edeb, 57, Vesâyâ, 8, Nikâh, 45; Müslim, Birr, 24, 28, 30,32.

[21] İbn Mace, Zühd, 22, Ebu Davud, Edeb, 44.

[22] Mehmet Doğan, age.

[23] Hakkı Keskin, Kur’ân’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003, s. 19-36, 198. Vecdi Akyüz, Kur’ân’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi, İstanbul, 1998, s. 311-339. Fikret Karaman, vd. age., s. 188. Râğıb el-İsfehânî, age.

[24] D. Mehmet Doğan, age. Türkçe Sözlük, TDK, Ankara, 1986.

[25] Hakkı Keskin, age., s. 19-36, 198. H. M. Kemâlî, “İslâm’da İfade Hürriyeti: Fitne Kavramının Tahli­li”, İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, İstanbul, 1993, sayı: 2, s. 41.

[26]  Hakkı Keskin, age. s. 19-36, 198. Vecdi Akyüz, age., s. 311-339, 122-132.

[27] Fikret Karaman, vd. age., s. 253.

[28] Mehmet Doğan, age. Fikret Karaman, vd. age., s. 253.

[29] Ali Ünal, Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990, s. 303-306.

[30] Râğıb el- İsfehânî, age., s. 1513-1514. Ali Ünal, age., s. 303-306.

[31] Cevdet Said, Kerem Sahibi Rabb’inin Adıyla Oku, çev. Abdullah Kahraman, Pınar Yayınları, İstanbul, 2002, s. 140.

[32] Mukâtil b. Süleyman, age., s. 393-395.

[33] Elmalılı Hamdi Yazır, age., cilt 6, s. 70-71.

[34] “Hayal-Hilâfiyat”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara, TDV, 1998, cilt: 17, s. 274-276; cilt: 16, s. 553.

[35] “Hayal-Hilâfiyat”, age.

[36] Yusuf Kardâvî, İhtilâf ve Tefrikalar Karşısında İslâmî Tavır, çev. Ersan Urcan, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 15-25.

[37] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991, s. 172-174.

[38] Fikret Karaman, vd. age., s. 253.

[39] “Hayal-Hilâfiyat”, age.

[40] Hevasını ilahlaştıranların tutum ve tavırları ile bunlara karşı verilecek mücadele ve bu mücadelenin kanuniyetleri gelecek sayıda ele alınacaktır.

 

1 Haziran 2025 Pazar

İslâm Dünyasında Ölümün ve Hesap Gününün Unutulma Eğilimi-2: HER İNSAN ÖLÜMLÜDÜR VE BU DÜNYADA YAPTIKLARININ HESABINI AHİRET HAYATINDA VERECEKTİR

 Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Haziran 2025-370. Sayı

Allah, Kur’ân’da Hz. Âdem’in cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderilmesinden sonra kıyamete kadar vuku bulabilecek durumlarla ilgili uyarılarda bulunarak insanlara yol göstermektedir. Bu sebeple geçmiş nesillerin yaşadıkları geçmişte kalan, tekrarlanmayacak basit birer kıssa olarak değil, İblis’in yolundan gidenlerin kıyamete kadar uygulayacakları strateji ve taktiklerin bir ifşası şeklinde ele alınıp değerlendirilmelidir.

Kur’ân-ı Kerim’de ümmetten bahseden ayetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde, ilk nesilden günümüze gelinceye kadar her peygamber gelişinde ümmetler içinde ve arasında, genelde bir anlaşmazlığın ortaya çıktığı görülmektedir (11/118). Bu ayetlerde bahsedilen ihtilafların temel sebepleri, gelen tevhidi değerlerle var olan saptırılmış/bozulmuş değerlerin çatışmasıdır. Bu bağlamda geçen yazıda, bütün bu hastalıkların özünde bulunan ölüm gerçeğinin unutulması semantik alanı/kavramsal analizi, Kur’ân ve sünnet düzleminde incelendi. Bu yazıda, ölüm olgusu, bu dünya ve ahiret hayatı denklemi düzleminde, yüce mahkeme ve amel defteri çerçevesinde ele alınıp değerlendirilecektir.

Her Şeyin Eş Olarak Yaratılması ve Bu Dünya-Ahiret Hayatı Denklemi

Yaratılış denkleminde kadın- erkek, pozitif- negatif, elektron- pozitron, müon-antimüon vb. her şey, eş (parite/çift) olarak vardır. Fıtrat/yaratılış yasalarına göre Allah’ın dışında her şey eş olarak yaratılmıştır; tek olan varlık sadece ve sadece Allah’tır (4/1; 6/95-98; 13/3; 16/72; 26/7; 30/20, 21; 35/11; 36/36; 42/11; 43/12; 51/49; 53/45; 55/52; 75/39; 78/8; 22/5; 23/27; 40/67; 89/3). İnsanlığın başlangıcında da Hz. Âdem ile eşi vardır (4/Nisâ, 1). İnsan neslinin devam edebilmesi, bu çift/eş yaratılma ilahi denkleminin bir sonucu olup Allah’ın bir ayetidir. Bundan ders çıkarabilecek olanlar, düşünebilen insanlar, toplumlar olacaktır (30/Rûm, 21). Tüm canlılarda olduğu gibi tüm evrende de her şey eş olarak yaratılmıştır (51/Zâriyât, 49; 43/Zuhrûf, 12; 36/Yâsîn, 36).

Bilimsel araştırmalara göre tüm elemanter tanecikler, eşleri ile birlikte vardır ve bu temel parçacıklar antileri ile karşılaştıklarında birbirini yok etmektedirler.[2] Ölüm-hayat, bu dünya-ahiret hayatı, cennet ve cehennem denklemi, bu çift yaratılmanın bir sonucudur (6/En’âm, 95; 35/Fâtır,11; 43/Zuhrûf, 11; 67/Mülk, 2). Çift yaratılma yasasına göre bu dünya ahiretin tarlasıdır. İnsanlar bu dünyada Allah’ın emrettiği, koyduğu yasalara tâbi olup olmadıklarına göre ahirette yargılanacaklar ve eş yaratılma yasasına göre ya cennete ya da cehenneme gönderileceklerdir. İmam Gazzali’nin bu anlamdaki değerlendirmesi çok mesaj vericidir: “Ey ilahi sırları öğrenmek isteyen! Bir kimse: 1- İşlerin sonu: Ölüm, 2- Son durağı: Kabir, 3- Kendisine gelecekler: Münker, Nekir, 4- Vadesi: Kıyamet, 5- Ebedî kalacağı yer: Cennet veya cehennem olduğunu bilirse, o kişiye ölüm hakikatinden daha önemli bir düşünce gelmez. O kişi akıllı ise ona ölüm tedbirinden üstün tedbir olmaz. Nitekim Resûlüllah (s.) şöyle buyurmuştur: ‘Akıllı şu kişidir ki, nefsini yanıltarak emre uydurur ve ölümünden sonra kalacak işlerde (hazırlıklarda) bulunur.’[3]

Bu dünya-öteki dünya denkleminde hesap gününde yapılacak sorgulama, yargılama, burada yapılacaklara, yapılması gerekenlere şekil veren en önemli unsurlardan biridir. Ölüm olayı, ölüm korkusu, bu denklem içerisinde bütünlüklü şekilde ele alınıp değerlendirilmelidir. Burada ölüm olayı bu bağlamda ele alınacaktır.

Her Şeyin Yaratıcısı ve Yöneticisi Allah, Mutlak Hâkim ve Ölümsüzdür

Allah, yüce yaratıcının özel ismi olup hiçbir dilde tam karşılığı yoktur. Arapça ilah, Türkçe tanrı, Farsça hüda, İngilizce god, Almanca gott kelimeleri, Allah gibi özel isim olmayıp cins isimlerdir.[4] Allah ismi başka hiçbir varlığa verilemez, onun çoğulu ve “onun adaşı” yoktur: “Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerinin Rabbi’dir; şu hâlde O’na ibadet et ve O’na ibadette kararlı ol. Hiç O’nun adaşı olduğunu biliyor musun?” (19/Meryem, 65). Bu konuda müşriklerin Hz. Peygamber’den “Rabbini bize (tanıt)!” şeklinde bir istekte bulunmaları üzerine cevap, bizzat Allah tarafından İhlâs Suresi indirilerek verilmiştir:[5] “De ki: O, Allah’tır, bir tekdir. O Allah’tır, sameddir (hiçbir şeye muhtaç değil, her şey ona muhtaç). Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi (ve benzeri) değildir.” (112/İhlâs, 1-4)

İnsanlar Allah’ın zatını, hakikat ve mahiyetini O’nun kendisini tanıttığı kadar bilebilirler. Allah değişik isim ve sıfatlarla kendisini insanlığa tanıtmıştır. Allah’ın, isim ve sıfatlarını Esmâ-i Hüsnâ diye isimlendirmesi ayet ve hadislerde yer almakta, O’nun nasıl bir varlık olduğunu insanın idrak edebileceği bir düzlemde ifade etmektedir: “El-Esmâü’l-Hüsnâ; Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu, O’nun niteliklerini, özelliklerini ve hangi vasıflara sahip olup olmadığını beyan eden isim ve sıfatlardır.”[6]

Esmâ-i Hüsnâ, “en güzel isimler” anlamında Allah için kullanılmaktadır: “İsimlerin en güzeli Allah’ındır. Öyleyse O’na bunlarla dua edin. O’nun isimlerinde ‘aykırılığa (ve inkâra) sapanları’ bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır.” (7/A’râf, 180; Bk. 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24). A’râf Suresi 180. ayette Allah’a Esmâ-i Hüsnâ ile dua edilmesi ve Allah’ın isimleri konusunda aykırılığa ve inkâra kalkılmaması ve kalkanlarla da ilişki kurulmaması istenmektedir. Tâhâ 8’de ise Allah’tan başka ilahın bulunmadığına dikkat çekilmektedir. Haşr 24’te ise Allah’ın en güzel bir biçimde yaratan, kusursuzca var eden, şekil ve suret veren olduğu ifade edildikten sonra göklerde ve yerdekilerin tümünün Allah’ı “tespih ettiğine” özel bir vurgu yapılmaktadır.

Kur’ân’daki ilhâd kavramı, “Allah’ın isimleri hakkında Allah’a layık olmayan isimler isnat etmek”, “Allah’ın azamet ve kudret ifade eden isimlerini kabul etmemek” veya “Allah’a özgü isimleri Allah’tan başka varlıklara vermek”, “Allah’a cisim, cevher, akıl ve illet gibi isimler vermekle” ilgili kullanılan bir kavram olup “doğru olandan, haktan sapmak” anlamına gelmektedir.[7] Dolayısıyla Allah, böyle bir tehlikenin varlığına dikkat çekerek iman edenleri uyarmak istemektedir.

Hadislerde ihsâ (saymak) ve hıfz (ezberlemek) kavramlarına özel bir önem verilmektedir. Bunlarla iletilen mesaj, Allah’ı güzel isimleri ile tanıyın, o isimlerin gerektirdiği ve Allah’ın istediği şekilde kendisini gördüğü, yaptıklarını bildiği, ameline göre ona ödül veya ceza vereceği şuuru ile O’na ibadet ve itaat edindir. Allah’a atfedilen isim/sıfatların sayısı, Kur’ân ve hadislere göre 99 ile 200 arasında değişmektedir. Biz burada 99’unu isim/sıfat olarak vermek istiyoruz: Allah, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bâri’, el-Musavvir, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alîm, el-Kâbıd, el-Bâsıt, el-Hâfıd, er-Râfi, el-Mu’izz, el-Müzill, el-Basîr, es-Semi’, el-Hakem, el-Adl, el-Lâtîf, el-Habîr, el-Halîm, el-Azîm, el-Ğafûr, eş-Şekûr, el-Aliyy, el-Kebîr, el-Hafîz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm, er-Rakîb, el-Mücîb, el-Vâsi’, el-Hakîm, el-Vedûd, el-Mecîd, el-Bâis, eş-Şehîd, el-Hakk, el-Vekîl, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veliyy, el-Hamîd, el-Muhsî, el-Mübdî, el-Mu’îd, el-Muhyî, el-Mümît, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, es-Samed, el-Kâdir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Vâli, el-Müte’âlî, el-Berr, et-Tevvâb, el-Müntakim, el-Afüvv, er-Raûf, Mâlikü’l-Mülk, Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, el-Muksit, el-Câmi’, el-Ganiyy, el-Muğnî, el-Mânî’, ed-Dârr, en-Nâfi’, en-Nûr, el-Hâdî, el-Bedî’, el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşîd, es-Sabûr.[8]

Bunların anlamı, muhtevası ve Kur’ân’da geçtiği ayetler, verilen kaynaklardan kolayca bulunabilir. Allah isminin Kur’ân’da 2 bin 697 kez geçmesi, taşıdığı anlam ve insan hayatındaki önemindendir. Allah isim ve sıfatlarının ayet ve hadislerde çok yoğun kullanılmasının sebebi, Hz. Şuayb’ın kavmi ile mücadelesinde “Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz…” (11/Hûd, 92) şeklinde dikkat çektiği hataya tüm iman edenlerin düşmemesi bağlamında değerlendirilmelidir. Muhtemeldir ki bu sebeple Allah’ın 99 ismini şuurla ezberleyip sayan ve gereğini yapanların cennete gireceğini belirten hadisler mevcuttur.[9]

Melekü’l-Mevt Vardır

Melekü’l-mevt (ölüm meleği) Azrail, dört büyük melekten biri olup insanların canlarını almakla görevlidir. Azrail kelimesi İbranicedir ve de Kur’ân’da geçmemektedir. Kur’ân’a göre her insanın canını almak için görevlendirilmiş bir ölüm meleği vardır ve Azrail, bu meleklerin başıdır.[10] “De ki: ‘Size tayin edilmiş olan ölüm meleği canınızı alacak, sonra döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz!’” (32/Secde, 11).

Ölüm genelde her canlı için özel olarak da insan için kaçınılmaz bir olgu olup (3/185; 4/78; 62/8) ölüm melekleri aracılığıyla icra edilmektedir: “Sonunda sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun ‘hayatına son verirler’. Onlar (bu işte ne eksik ne fazla) kusur etmezler.” (6/En’âm, 61) Ölüm meleklerinin geçtiği ayetlerde dikkat çeken çok önemli bir husus, şahsın işlediği amellere göre ölüm meleğinin şahsın canını farklı şekillerde almasıdır (79/ Nâzi’ât 1-2). Ölüm melekleri, inkârcıların, zalimlerin, nemelazımcıların ölümü sürecinde kendilerine acı vererek canlarını almaktadırlar: “Sen bu zalimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: ‘Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz.’ (dediklerinde) bir görsen...” (6/En’âm, 93) “Melekler, inkâr edenlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, ‘Yakıcı azabı tadın, bu, kendi ellerinizle yaptığınızın karşılığıdır.’ diyerek canlarını alırken bir görseydin!” (8/Enfâl, 50-51) Dikkat çekici olan bir durum, bu tür insanların ölüm meleklerine “Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!” şeklinde bir konuşma yapmalarıdır (16/Nahl, 28). Melekler, Allah’tan sakınanların canlarını “Selam size” diyerek çok daha güzel bir muamele ile teslim almakta ve onlara cenneti müjdelemektedirler (16/Nahl, 30-32).

Kendilerini mustaz’af şeklinde tanımlayanlar ile ölüm meleği arasında geçen bir konuşma hem dikkat çekici hem düşündürücü hem de ibret vericidir. Zulme karşı hiçbir tavır takınmayanlar, yapabileceklerini yapmayanlar, “kendi kendilerine zulmedenler” diye tanımlanıp canları alınmaktadır: “Melekler kendi kendilerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman, derler ki: ‘Neyde idiniz?’ Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (mustaz’aflar) idik.’ derler. (Melekler de:) ‘Onda hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü yataktır o!” (4/ Nisâ, 97).

Her Nefis Ölümü Tadacak

 Allah’ın eş/çift yaratma kanuniyetinin neticesinde bu dünya-ahiret hayatı denkleminde hayat ve ölüm yaratılmıştır: “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (67/Mülk, 2). Bu dünya-ahiret hayatı denkleminde dünyadaki her şeyin hesabı ahirette görüleceğinden, her nefis ölümü tadacak ve öte dünyada yüce mahkemede yargılanmak üzere yeniden diriltilecektir: “Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (3/Âl-i İmrân, 185; bk. 29/Ankebût, 57; 23/Mü’minûn, 15-16).

Hiçbir korunak ve tıbbi müdahale ölümü/eceli durdurma güç ve imkânına sahip değildir, ölüm kaçınılmaz bir yasa olarak vardır ve de var olmaya devam edecektir: “Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile.” (4/Nisâ 78). “De ki: ‘Hiç tartışmasız sizin kendisinden kaçmakta bulunduğunuz ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da müşahede edilebileni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz; O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (62/Cum’a, 8). Bu konuyu Hz. Peygamber sahabeye yere şekil çizerek anlatmış ve ölümün kaçınılmaz bir olgu olarak mutlaka gerçekleşeceğine özel bir vurgu yapmıştır: “Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün yere çubukla, kare biçiminde bir şekil çizdi. Sonra, bunun ortasına bir hat çekti, onun dışında da bir hat çizdi. Sonra bu hattın ortasından itibaren bu ortadaki hatta istinat eden bir kısım küçük çizgiler attı. Resûlüllah (s.a.v.) bu çizdiklerini şöyle açıkladı: ‘Şu çizgi insandır. Şu onu saran kare çizgisi de eceldir. Şu dışarı uzanan çizgi de onun emelidir. (Bu emel çizgisini kesen) şu küçük çizgiler de musibetlerdir. Bu musibet oku yolunu şaşırarak insana değmese bile, diğer biri değer. Bu da değmezse ecel oku değer.’”[11]

“Her nefis ölümü tadacak. Ancak insanlar nerede ne zaman ve nasıl öleceklerini bilmemektedir, bilememektedir” (31/Lokman, 34; bk. 3/Âl-i İmrân, 167-168). Bu konuda Hz. Peygamber, “gaybın anahtarının beş” olduğunu ifade etmiş ardından Lokman Suresi’nin 34. ayetini okuyarak hem sahabeleri hem de gelecek nesilleri özel olarak uyarmıştır.[12]

Ahirette Yaptıklarından Dolayı İnsanı Yargılayacak Bir Yüce Mahkeme Kurulacak

Allah Kur’ân-ı Kerim’de öteki âlemde/hesap gününde tüm insanların bu dünyada yaptıklarından dolayı yargılanacaklarını ve hesaba çekileceklerini, gönderdiği peygamberler ve kitaplar aracılığıyla tüm insanlığa bildirmiştir. Allah, kitabın peygamberlere indirilişine, kendisinin ve de meleklerin şahit olduğunu çok açık bir şekilde ifade etmektedir: “Allah, sana indirdiğiyle şahitlik eder ki, O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de şahittirler. Şahit olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 166).

Gönderilen kitaplar ve peygamberler vasıtasıyla insanlara yol gösterilmiş, insanlar uyarılmış, bu dünyada işlerinden dolayı öte dünyada yargılanacakları, ödül ya da ceza alacakları, yargılama sonucuna göre ya cennete ya da cehenneme konacakları insanlara bildirilmiştir.

Kur’ân’a göre kurulacak yüce mahkemede Allah yüce yargıç, melekler savcı, insan sanık olarak yer alacaktır. Sanıkla ilgili iddianame, bu dünyada yapıp ettikleri bir “kitap/amel defteri” şeklinde kendisine, savcı melek tarafından takdim edilecek, kitap sanığın eline verilecektir: “İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir.” (75/Kıyâmet, 13; bk. 34/Sebe’, 40-42; 6/En’âm, 130). O yüce mahkemede avukatlık sistemi yoktur. Dikkat çekici, düşündürücü ve ibret verici olan olgu, şahitlik mekanizmasıdır. Kur’ân’da insanın ellerinin, dillerinin, ayaklarının, işitme ve görme organları ile derilerinin ve yeryüzünün şahitlik edeceği, çok açık bir şekilde belirtilmektedir: “Bugün biz onların ağızlarını mühürleriz; (günahtan ve sevaptan yana) kazanmakta olduklarını da elleri bize söylemekte, ayakları da şahitlik etmektedir.” (36/Yâsîn, 65). “Sonunda oraya geldikleri zaman, onların işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir. Kendi derilerine dediler ki: ‘Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?’ Dediler ki: ‘Her şeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O’na döndürülmektesiniz.’ ‘Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinizde şahitlik eder diye sakınıp-korunmuyordunuz. Aksine, yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” (41/Fussilet, 20-23) “O gün, kendi dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerinde yaptıklarına dair şahitlikte bulunacaklardır.” (24/Nûr, 24). “Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan ‘Ne oluyor buna!’ dediği vakit, işte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (99/Zilzâl, 1-5).

Dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta, Allah insanların bütün yaptıklarını/amellerini ve ne kazandıklarını bilip görmüş olmasına (13/42; 89/14;100/11; 47/30-31) rağmen bir mahkeme kurdurması, mahkeme de savcı ve şahitlerin olması, iddianamenin sanığın eline verilmesidir.  İlahi adaletin gereği bu olduğuna göre ümmet coğrafyasındaki yargı sistemlerinin de buna göre konumlanması, çalışması ve gerçek adaletin inşa edilip tüm dünya insanlığına duyurulması gerekmektedir. Unutmamak gerekir ki adalet yoksa barış da olmayacaktır.

Bu Dünya-Öteki Dünya Denkleminde İnsanoğlunun Yaptıkları Kayıt Altına Alınmaktadır

     Bu dünya-öteki dünya denkleminde ahiret hayatı ebedî âlem olarak var kılınmış, bu dünya bir imtihan dünyası olarak insanoğlunun önüne konmuştur (29/Ankebût, 64). Hz. Âdem ile İblis arasında başlayan mücadele, kıyamete dek sürecek; İblis’in yolundan gidenlerle peygamberlerin yolundan gidenlerin yapıp ettikleri, öteki dünyada yüce mahkeme de önlerine konacaktır. Bu noktada üzerinde durup düşünülmesi gereken ana soru şudur: İnsanın her türlü amellerini kim kayda almakta ve de kitap hâline getirip yazmaktadır?

Sorunun cevabı, insanın yaratılış olgusunda yer almakta, namazın bitirilme sürecinde sağ ve sol omuza doğru verdiğimiz selamın içinde bulunmaktadır. Günde beş vakit kılınan namazların sonlarında bu selamlar kime/kimlere verilmektedir? Bu selamlar, her türlü amelimizi yazan meleklere verilmektedir. İnsanın bütün amellerini yazan melekler, Kur’ân-ı Kerim’de kirâmen kâtibin, hafaza, rusul, rakîb, atîd diye isimlendirilmektedir.[13] Bu meleklerin insanların düşünce, söz, tutum, davranışları ile ilgili yazdıkları metinler, kitap olarak isimlendirilmekte ve insanın zerre miktarınca yaptığı iyilik ve kötülükler, bu kitapta yer almaktadır:

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (50/Kâf, 16). “Onun sağında ve solunda oturan ‘iki tespit edici ve yazıcı’ tespit edip yazarlarken,” (50/Kâf, 17). “Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapt ederler.” (50/Kâf, 17-18). “O ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de (insana) ‘İşte bu, senin yan çizip-kaçmakta olduğun şeydir.’ (denildiği zaman da).” (50/Kâf, 19). “Sur’a üfürülür. İşte bu geleceği söz verilen gündür.” (50/Kâf, 20). “(Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahit ile gelmiştir.” (50/Kâf, 21). “Andolsun, sen bundan bir gaflet içindeydin; işte biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün oldukça keskindir.” (50/Kâf, 22) “Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: ‘İşte bu, yanımda hazır durumda olan şey.’” (50/Kâf, 23). “Yoksa onlar, gerçekten bizim sır tuttuklarını ve aralarındaki fısıldaşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de (her şeyi) yazıyorlar.” (43/Zuhrûf, 80). “Artık kim, bir mümin olarak salih olan amellerde bulunursa, onun çabası için (karşılık olarak nankörlük) küfran yoktur. Şüphesiz biz, onun yazıcılarıyız.” (21/Enbiyâ, 94).

Yüce mahkeme için insanın bu dünyada yaptığı her şey kayıt altına alınmakta, görevli melekler tarafından kaydedilip “kitap” hâline getirilmektedir (6/61-62, 10/61, 11/123, 13/11, 23/62, 36/12, 50/17-18, 54/52-53, 78/29, 82/10-12, 83/7-9): “Hayır hayır. Şüphe yok ki, fâcirlerin yazısı elbette siccîndedir. Siccînin ne olduğunu sana ne şey bildirdi? O, mühürlenmiş bir kitaptır. Yazılı bir kitaptır. Ve şüphe yok ki, sizin üzerinizde bekçiler vardır. Çok mükerrem yazıcılar vardır. Ne yapar olduklarınızı bilirler.” (83/Mutaffifîn, 7-12). “Onların işledikleri her şey kitaplarda yazılıdır. Küçük, büyük her şey satır satır yazılıdır.” (54/Kamer, 52-53). İman edenlerin unutmaması gereken gerçek, bu dünyada yaptığı her şeyin kitaplaştırılıp yüce mahkemede kendisine sunulacağı ve “kendi kitabını okumasının” isteneceği olgusudur: “Biz, her insanın kuşunu (işlediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. ‘Kendi kitabını oku; bugün nefsin hesap sorucu olarak sana yeter.’” (17/İsrâ, 13-15).

İnsanlar bu dünyada icra ettikleri tüm amellerden dolayı öte dünyada yüce mahkemede yargılanacaklar; kitaplarında var olanlara göre ödüllendirilecekler ya da cezalandırılacaklardır: “İşte bugün, hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yapmakta olduklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz.” (36/Yâsîn, 54). “Kim, bir kötülük işlerse; ancak onun benzerleriyle ceza görür. Kadın veya erkek her kim de inanarak salih amel işlerse; işte onlar, cennete girerler ve orada hesapsız şekilde rızıklanırlar.” (40/Mü’min, 40). Dikkat çekici bir husus Kur’ân’ın sapan ve saptıran ilişkisine özellikle değinmesidir. Bu uyarının ana amacı, bu dünyada insanları saptırmak için uğraşanların Allah’ın huzurunda saptırmaya çalıştığı insanlarla ilgili itirafta bulunacakları olgusunu göz önüne alarak kendilerine gelmeleri, saptırmak için uğraşanları iyi tanıyıp onlara karşı açık, kesin bir tavır koymaları içindir: “Onun yakın-dostu (saptırıcı) dedi ki: ‘Rabbimiz, ben onu kışkırtıp-azdırdım. Ancak kendisi (haktan) uzak bir sapıklık içindeydi.’” (50/Kâf, 27-29).

Dikkat çeken bir başka olgu da yüce mahkemede sadece fertlerin değil milletlerin/toplumların/ümmetlerin de kitaplarının önlerine konulup okumaları istenecek ve yargılanacaklardır: “O gün sen, her ümmeti diz üstü çökmüş (veya toplanmış) görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağrılır. ‘Bugün yapmakta olduklarınızla karşılık göreceksiniz.’ ‘Bu bizim kitabımızdır; sizin aleyhinizde hak ile konuşuyor. Gerçekten biz, sizin yapmakta olduklarınızı yazıyorduk.” (45/Câsiye, 28-29).

Yüce Mahkemedeki İddianame “İnsanın Amel Defteridir”

Eş/çift yaratılma yasasının bir gereği olarak bu dünya-öteki dünya denklemi var olmuştur. Fıtrat yasalarına göre eş/çift yaratılmanın sonucu, bu dünya bir imtihan alanı, öte dünya bir ödül ve ceza alanı şeklinde konumlandırılmıştır: “Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye.” (18/Kehf, 7). “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. …” (67/Mülk, 2). İnsanların öte dünyada yüce mahkemede yargılanabilmeleri, yargılanmanın adil olabilmesi için önlerine bir iddianame konması ve şahitlerin dinlenmesi gerekmektedir. Adaletin gerek şartı budur. İşte bu noktada hem Kur’ân’da hem de hadislerde çokça yer alan bir kavram olarak amel, amel defteri, salih amel, amel-i seyyie vb. kavramları karşımıza çıkmaktadır.

Eş/çift yaratılma yasasının bir gereği olarak yargılamanın sonucunda insan ya cennete ya da cehenneme gönderilecektir. Yargılamanın ana merkezi insanın bu dünyada yapıp ettikleri olduğuna göre insanın yapıp ettikleri yüce mahkemede onun önüne konmalı, ona söylenmeli, iddialarla ilgili ne söyleyebileceği dinlenmeli/savunması alınmalı ve de şahitler dinlenmelidir. İnsanın bu dünyada yapıp ettikleri Kur’ân’da “amel” olarak nitelendirilmektedir (2/25, 62, 277; 3/57; 4/57, 122, 173; 5/9, 69, 93; 6/54, 132; 7/42; 10/4, 9; 11/11, 23; 13/29; 14/23; 16/34, 97, 119; 18/30, 49, 88, 107; 19/60, 96; 20/75, 82; 22/14, 23, 50, 56; 24/38, 55, 64; 25/23, 70-71; 26/227; 28/67, 80, 84; 29/7, 9, 58; 30/15, 41, 44, 45; 31/8; 32/19; 34/4, 37; 35/7; 38/24, 28; 39/35; 40/40, 58; 41/8, 33, 46, 50; 42/22-23, 26; 45/15, 21; 46/16, 19; 47/2, 12; 48/29; 53/31; 58/6-7; 65/11; 84/25; 85/11; 95/6; 98/7; 103/3).

Amel kavramının sözlük anlamı, “davranış, iş, çaba, emek, çalışma ve eylem”; ıstılahi anlamı ise, “niyet ve iradeye bağlı olarak yapılan dünya ve ahirette ceza veya mükâfat konusu olan iş, davranış ve bilinçli yapılan fiil” demektir.”[14] Bu tanımlamaya göre iradeli, şuurlu ve amaçlı yapılan her şey, her fiil amel kabul edilmektedir. Fiil evrensel küme, amel fiil evrensel kümesinin bir alt kümesidir. Bu sebeple her amel fiildir fakat her fiil amel değildir. Fiilin amel olabilme şartı, ortak özelliği, ana paydası, eylemin iradeli, şuurlu ve amaçlı yapılmasıdır.  Ameller İslâm’a uygun olup olmama bakımından tâ’at, ma’siyet, mubah olarak tasnif edilmiş ve iki ana gruba ayrılmıştır: 1- Amel-i salih ve amel-i hasene (iyi amel); 2- Amel-i sû’/amel-i seyyie (kötü amel)/amel-i gayrı salih (salih olmayan amel).[15]

“Amel defteri”, “İnsanların dünyada kabul ettikleri inançlarla, yaptıkları işlerin kaydedildiği ve ahirette kendilerine takdim edileceği bildirilen deftere (veya kitaba) verilen addır”. Kur’ân’da “amel defteri” kavramı yerine “kitap, suhûf” kavramları kullanılmaktadır (17/13; 21/47; 45/28; 74/52; 78/29; 81/10; 83/7-9, 18-20; 84/7-15).[16]

Salih Amel/Amel-i Salih

Kur’ân ve sünnette amel kavramı muhtevasına göre iki ana boyutta zikredilmekte ve de sınıflandırılmaktadır: Salih amel/amel-i salih ve amel-i seyyie. Salih amelin sözlük anlamı, “yararlı iş, güzel amel”; ıstılahi anlamı ise, “İmanın gereği olarak ihlâs ve iyi niyetle yapılan, Kur’ân ve sünnete uygun olan her türlü, söz, fiil ve davranışlardır.” Kur’ân’da 72 yerde iman ile birlikte geçmektedir. İslâm âlimleri amel-i salihini, farz, vacip, sünnet, müstehab ve mendub kısımlarına ayırmışlardır.[17]

İman, ibadet, Allah ve peygamberin emir ve yasaklarına uyan her amel, salih ameldir (18/30; 9/120). Salih amel ile sevap elde edebilmek için mutlaka iman edilmiş olunması ve şirkten uzak durulması gerekmektedir (18/Kâf, 110). İman edip salih amel işleyenler yaratıkların en hayırlılarıdır (98/Beyyine, 7). Salih ameller, dünya süsünden daha hayırlıdır (18/46; 19/76).

Amel-i Seyyie

Kur’ân’da salih olmayan amel, amel-i seyyie şeklinde geçmekte olup sözlük anlamı, “kötü, zararlı amel”; ıstılahi anlamı, “Allah ve peygamberin emir ve yasaklarına uygun olmayan, sahibinin günaha girmesine sebep olan söz, fiil ve davranışlar”dır. (9/Tevbe,102; 25/Fatır 10; 40/Mü’min, 58; 4/Nisâ, 123).[18] Amel-i gayr-i salih, Allah rızasına uygun olmayan her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlardır. Salih amelin zıddı olup Kur’ân’da bir ayette, Hz. Nuh’un oğlu ile ilgili geçmektedir (11/Hûd, 46).[19]

İnsanların Amelleri Hesap Gününde “Tartılacaktır”

Amel defterinde insanın zerre miktarınca yapıp ettiği her şey yazılı olarak mevcut olup, insanların önüne konulacaktır: “(Önlerine) kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkârların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: ‘Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp her şeyi sayıp-döküyor?’ Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (18/Kehf, 49; bk. 39/69; 45/29; 81/10-11).

Kitapta “zerre miktarınca” her şeyin yazılı olması, ortada bir ölçünün var olduğu manasına gelmektedir. Bu bağlamda insanların amellerinin ölçüsünü belirlemek için Kur’ân’da mizan kavramı kullanılmaktadır. Kavramın sözlük anlamı, “terazi, ölçü ve tartı aleti” iken ıstılahi anlamı, “mahşerde herkesin amellerini tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür.”[20] Ahiret hayatında insanların amellerini olumlu ve olumsuzluk bağlamında tartmak, çok özel bir durumdur. Mahiyetini bilemediğimiz, bilemeyeceğimiz çok özel bir terazidir. Muhtemelen donanımsal bir teraziden ziyade yazılımsal bir terazi söz konusu olabilir. Bugün devlette ve özel sektörde çalışanların performanslarını ölçmek için geliştirilmiş yazılımlar vardır. Üniversitelerde akademik unvanları elde edebilmek için geliştirilmiş puanlama ve hesaplama sistemini göz önüne alırsak, insanın tüm amellerini göz önüne alarak, onları değerlendiren, yorumlayan, konumlandıran, puanlayan yapay zekâ temelli yazılımsal bir terazinin var olduğu düşünülebilir.

Allah Kur’ân’da yüce mahkemede yargılamanın en adil bir şekilde olabilmesi için insanın bu dünyada yaptıklarının hepsi dikkate alınarak adalet terazilerinde tartılacağını ve elde edilen sonuçların insanın amel defterine/kitabına kaydedileceğini bize bildirmektedir: “O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük fırlayıp-çıkarlar. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu görür; kim de zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, o da onu görür.” (99/Zilzâl, 6-8). “Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz.” (21/Enbiyâ, 47). “Andolsun, (yapıp-etmelerini) onlara bir ilimle mutlaka haber vereceğiz. Ve biz gaibler (onlardan uzakta olan habersizler) de değildik. O gün tartı haktır. Kimin tartıları/mizanları ağır basarsa, işte kurtulanlar onlardır. Kimin de tartıları hafif kalırsa, bunlar da ayetlerimize zulmede geldiklerinden dolayı nefislerini hüsrana uğratanlardır.” (7 A’râf/7-9; bk. 17/13-14; 23/102-103; 45/29, 33; 101/6-9).

İnsanların yapıp ettiği olumlu ve olumsuz her şey terazide tartılacak ve insanların amel defterlerine kaydedilecektir. Bu bağlamda insanların özellikle iman edenlerin şu noktalara dikkat etmesinde çok büyük yarar vardır:

  • Allah ancak Allah’tan korkanların amelini kabul edecek (5/27) ve boşa çıkarmayacak/zayi etmeyecektir (2/143).
  • Amelsiz iman fayda vermez (6/158-159; 2/214).
  • Muhsin olarak yüzünü Allah’a döndürenlerin amellerinin ecri Allah katında değerlendirilecektir (2/112).
  • Allah’a kavuşmak isteyenler, salih ameller yapmalıdır (18/110).
  • Her insanın boynuna kendi amel defteri asılacaktır (17/13).
  • İlmiyle amel etmeyenler, kitap yüklü merkep gibidirler (62/5.)
  • Yapmayacağı şeyi söylemek müminlerin dayanışmasını bozduğu için Allah katında bir gazap konusudur (26/225; 61/1-4).
  • Salih amel yapanlarla kötülük yapanlar bir değillerdir (40/58; 45/21).
  • Allah, salih amellerde bulunanların (iyi işler yapanların) ecrini zayi etmeyecektir (18/30, 31).
  • İnsanlar hesap gününde kötü amellerinden kaçmak isteyeceklerdir (3/30; 18/49; 69/25-27; 75/10-11).

Yüce Mahkemede Şahitlerin Şahitliği ve İddianame Dikkate Alınarak Allah Kararını Verecektir

Yüce mahkemede yargılama sürecinde dikkat çekici bir husus da Kur’ân’ın sapan ve saptıran ilişkisine dikkat çekmesidir. Bu uyarının ana amacı, bu dünyada insanları saptırmak için uğraşanların Allah’ın huzurunda, saptırmaya çalıştığı insanlarla ilgili itirafta bulunacakları olgusunu göz önüne alarak kendilerine gelmeleri, saptırmak için uğraşanları iyi tanıyıp onlara karşı açık, kesin bir tavır koymaları içindir: “Onun yakın dostu (saptırıcı) dedi ki: ‘Rabbimiz, ben onu kışkırtıp-azdırdım. Ancak kendisi (haktan) uzak bir sapıklık içindeydi.’” “(Allah buyurur:) ‘Benim huzurumda çekişip-durmayın. Ben size daha önce ‘kesin bir uyarı’ göndermiştim.’” “Huzurumda söz değişikliğe uğratılmaz ve ben kullara zulmedici değilim.” (50/Kâf, 27-29).

Fıtrat yasalarına göre salih amel sahipleri ile kötü amel sahipleri hak ettikleri ödül ve cezaya, yargılamanın sonucunda kavuşacaklardır: “Kör olanla (basiretle) gören bir olmaz; iman edip salih amellerde bulunanlarla kötülük yapan da. Ne kadar az öğüt alıp-düşünüyorsunuz.” (40/Mü’min, 58). “Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri de bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar.” (45/Câsiye, 21).

Hesap gününde çok dikkat çekici bir durum, bazı kişilerin ve bazı amellerin boşa çıkması, kabul görmemesidir. Bu durumları ana hatları ile aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

  • Ameller çeşitli mertebelere sahip olup her amelin farklı dereceleri vardır (6/132; 46/19; 92/4).
  • Allah’a şirk koşanların amelleri (2/266; 6/88; 9/20-21, 69; 18/103-106; 22/31-31; 39/64-65).
  • Ayetleri ve ahiret hayatını inkâr edenlerin amelleri (3/21-22; 5/5, 53; 47/1, 32-34; 7/147; 18/105; 24/39-40; 14/18; 2/217).
  • Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmayanların, kendi hevasına uyanların, Allah’ın indirdiği hükümleri kabul etmeyenlerin, çağdışı görenlerin, tarihsel olduğunu iddia edenlerin, Allah’ı gazaplandıranların amelleri (47/9-11, 26-28).
  • Allah’a ve peygambere karşı gelip itaat etmeyenlerin, peygamberleri öldüren ve öldürmek isteyenlerin amelleri (4/115; 49/2; 47/33; 3/21-22; 5/5; 47/32-33).
  • Sadece dünyalık isteyenlerin amelleri (11/15-17; 10/7-8).
  • Münafıkların amelleri (33/19; 47/28).
  • Son anda yapılan tevbe faydasızdır (4/17-18; 63/10-11; 47/34; 23/99-116; 32/10-14).
  • “Cehalet sebebiyle kötülük yapanların”, “sonra hemencecik tevbe edenlerin tevbesini” Allah kabul eder.” (4/17-18).

Toplumların ödül ve ceza sisteminde, fertlerde olduğu gibi iki ana durum vardır: “İman edip salih amellerde bulunanlar”, “Allah’ı ve ahiret hayatını inkâr edenler.”  “İman edip salih amellerde bulunanlar” yüce mahkemede ödüllendirilip “büyük kurtuluş ve mutluluğa” kavuşacaklar, cennete yerleştirileceklerdir (45/Câsiye, 30; 18/Kehf, 30-31; 50/Kâf, 31-35). Allah’ı ve ahireti inkâr edenler ise ateş ile cezalandırılacaklardır. Bu dünyada yaptıkları birçok değerlendirme ve söyledikleri birçok söz kendilerine hatırlatılarak verilen cezanın sebebi kendilerine açıklanacak ve cehenneme yerleştirileceklerdir (45/Câsiye, 31-35; 50/Kâf, 28-30).

Allah İblis’e kıyamete kadar yaşama izni verdiğinden, İblis’in de Allah yolunda gitmek isteyenlerin ve de gidenlerin yolunda pusu kurup oturacağını bildiğinden insanlığa hep peygamberler göndererek insanları dosdoğru yola yöneltmek istemiştir. Bu sebeple geçmiş peygamberlerin ve nesillerin İblis ve onun yolunda gidenlerin verdikleri mücadelelere, Allah gönderdiği kitaplarda, Kur’ân’da atıflarda bulunarak nesilleri uyarmak istemiştir. Geçmiş nesillerin başına gelenlerden ders alınmasını ve İblisin yolundan gidenlere karşı mücadele edilmesini istemiştir ve de istemektedir (50/Kâf, 36-43).

Bu konuda Kur’ân’da helak olmuş kavimlerle ilgili değişik surelerde çok sayıda ayet mevcuttur. Ümmet şuurunun yeniden inşa edilmesi açısından ders almak üzere bu ayetlerin okunmasında çok büyük fayda vardır.

Amel Defterlerinin İnsanlara Takdim Şekline Bağlı Olarak İnsanların Sınıflandırılması

Dikkat çekici bir başka olgu da insanların amel defterlerinin, muhtevalarına bağlı olarak insanlara iki farklı şekilde takdim edileceğidir. Amel defterleri cennetliklere sağdan, cehennemliklere soldan verilecektir. Amel defterleri sağdan verilenler, ashâbu’l-yemîn; soldan veya arkadan verilenler ise ashâbu’ş-şimâl şeklinde isimlendirilmektedir (69/Hâkka, 18-29; 84/İnşikâk, 7-13). Amel defterlerinin sağdan verilmesi olumluluğun, iyi oluşun ve müjdenin göstergesi; soldan veya arkadan verilmesi ise olumsuzluğun, korku ve azabın göstergesi olmaktadır: “Siz o gün arz olunursunuz; sizden yana hiçbir gizli (şey), gizli kalmaz.” (69/Hâkka, 18). “Kitabı sağından verilen ‘Alın, kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı umuyordum.’ der. Artık o, hoşnut bir yaşam içindedir. Yüksek bir cennette. Devşirilecek meyve ve eşsiz ürünleri pek yakındır. ‘Geride kalan günlerde, ‘peşin olarak sunduklarınıza karşılık olmak üzere,’ afiyetle yiyin ve için.’” (69/Hâkka,18-24). “Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: ‘Kitabım keşke bana verilmeseydi, keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, bu iş keşke son bulmuş olsaydı, malım bana fayda vermedi, gücüm de kalmadı.’ der.” (69/Hâkka, 25-29).

 İyi insanların yazısı/amelleri illiyyûn (83/18-21), sapanların (kâfirlerin) yazısı/amelleri siccîn (83/7-9) olarak Kur’ân’da isimlendirilmektedir. Yüce mahkemede iman edip salih amel yapanlarla, kötülük yapanlar/bozguncular/yoldan çıkanların akıbetleri adaletin gereği farklı olacaktır (38/28; 40/58; 45/21). İman edip salih amel işleyenler cennetle mükâfatlandırılacak (2/25, 82, 277; 3/57; 4/57, 122-124, 173; 5/9; 7/42; 10/9, 26; 11/11, 23; 13/29; 17/19; 18/30-31, 107-110; 19/60-63; 21/94; 22/23; 24/55; 28/84; 29/7, 9, 58; 31/8; 32/19; 35/7, 10; 36/12; 41/8; 42/22-23; 47/12; 59/18; 65/11; 73/20; 84/25; 85/11; 95/6; 98/7), inkâr edip kötü amel işleyenler cehennemle cezalandırılacaklardır (35/8, 10; 41/46; 45/15). Salih amel yapanlar faydasını göreceklerdir (30/44-45; 41/46; 45/15). Salih amel sahibinin derecesini yükseltir (35/10) ve onu hüsrandan kurtarır (103/1-3). Allah, salih amel işleyenlerin günahlarını affeder, ecirlerini zayi etmez (18/30; 29/7; 53/32). İman ettiğini söyleyenlerden Allah’ın davası için başlarına gelenlere sabretmeyenlerin, gerekli tedbirleri alıp mücadele etmeyenlerin/münafıkların ecirleri kabul edilmeyecektir (2/214; 29/2-3,10; 62/5).

Sonuç: Ümmetin Ana Sorunu, “Hesap Gününü” ve “Allah’ı Arkada Unutulmuş Önemsiz Bir Olgu Olarak Görmektir”

Allah İblis’e kıyamete kadar yaşama izni verdiğinden, İblis’in de Allah yolunda gitmek isteyenlerin ve de gidenlerin yolunda pusu kurup oturacağını bildiğinden insanlığa hep peygamberler göndererek onları dosdoğru yola yöneltmek istemiştir. Bu sebeple geçmiş peygamberlerin ve nesillerin İblis ve İblis’in yolunda gidenlerin verdikleri mücadelelere Allah gönderdiği kitaplarda, Kur’ân’da atıflarda bulunarak nesilleri ders alma konusunda uyarmak istemiştir (50/Kâf, 36-43).

Bu konuda, Kur’ân’da helak edilmiş kavimlerle ilgili değişik surelerde çok sayıda ayet mevcuttur. Ümmet şuurunun yeniden inşa edilmesi açısından ders almak üzere bu ayetlerin okunmasında çok büyük fayda vardır. Ümmetin yaşadığı bunalımın ana sebebi, Allah’a imanın zihinlerde oluşturduğu ağırlıkta meydana gelen kaymalar, kırılmalar, önemsizleşmelerdir. Allah inkâr edilmemektedir. Allah’a imanın günlük hayata zayıf yansıması, Allah’ın peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla emrettiği hayat tarzının inşa edilmemesi, bunun için gereğince mücadele edilmemesi, hesap gününde kurulacak yüce mahkemenin günlük hayat içerisinde etkisinin bulunmaması, ümmetin bunalımının ana kaynağıdır.

Bu olgunun en canlı örneği, Hz. Şuayb’ın kavmi ile ilişkisinde ve mücadelesinde görülebilir (7/A’râf, 85-92; 11/Hûd, 84-95; 26/Şu’arâ,177-190; 29/Ankebût, 36-37).[21] Bu ayetlerde Hz. Şuayb’ın Medyen halkına tebliğ ettiği konular özet şekilde aşağıda verilmektedir:

  • Ben Allah’ın güvenilir bir elçisiyim.
  • Allah’tan başka ilah yoktur. Sadece Allah’a kulluk edin, ibadet edin.
  • Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
  • Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun.
  • Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi’ne aittir.
  • Ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp eksiltmeyin.
  • Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkını azaltmayın.
  • Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.
  • Gerçekten sizi bir ‘bolluk ve refah’ içinde görüyorum.
  • Eğer müminseniz, Allah’ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır.
  • Allah’ın yolundan alıkoymak için "Allah’a iman edenleri tehdit etmeyin ve vahyedilenlerde çarpıklık aramayın.
  • Her yolun (başını) kesip oturmayın.
  • Siz azınlık ve güçsüz iken Allah’ın sizi çoğalttığını unutmayın.
  • Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın.
  • Allah iman edenlerle etmeyenler arasında hükmünü verecektir.
  • Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında Sen hak ile hüküm ver, Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın.
  • Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum.
  • Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.
  • Allah bizi kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah’a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur.
  • Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir.
  • Allah’a tevekkül ettim ve O’na içten yönelip dönerim.
  • Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nûh kavminin ya da Hûd kavminin veya Salih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isabet ettirmesin.
  • Rabbinizden bağışlanma dileyin, tevbe edin.

Hz. Şuayb’ın bu çağrılarına “Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanların (müstekbirler) verdiği karşılıklar, özet şekilde aşağıda verilmektedir:

  • Sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında reşit bir adamsın.
  • Atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?
  • Seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.

Hz. Şuayb ile kavminin önde gelen müstekbirleri arasında geçen bir konuşma, konumuz açısından önemli olduğu için buna ilişkin ayetleri okumakta fayda var: “‘Ey Şuayb’ dediler. ‘Senin söylediklerinin çoğunu biz ‘kavrayıp anlamıyoruz’. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.’” (11/Hûd, 91). “(Şuayb) dedi ki: ‘Ey kavmim, sizce benim yakın çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim yapmakta olduklarınızı sarıp kuşatandır.’” (11/Hûd, 92).  “Ey kavmim, bütün yapabileceğinizi yapın; şüphesiz, ben de yapacağım. Kime aşağılatıcı azap gelecek ve yalancı kimdir, yakında bileceksiniz. Siz gözetleyip durun, ben de sizinle birlikte gözetleyeceğim.” (11/Hûd, 93). “Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtardık; zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar.” (11/Hûd, 94). “Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi…” (11/Hûd, 95).

Ayetlerden anlaşıldığı kadarı ile Hz. Şuayb kavminin müstekbirleri, ekonomik olarak her türlü hile ve hurdaya cevaz vermekte; ölçüyü, tartıyı ve mizanı bozma noktasında hiçbir ölçü, kural tanımamaktadırlar. Müstekbirler topluluğu, Hz. Şuayb’ın bu duruma karşı çıkması ile kıldığı namaz arasında bir bağlantı olduğu kanaatindeler ve bunu Hz. Şuayb’a soruyorlar.  Kılınan namazın özü, insanı Allah’a yaklaştıran ve sürekli nefis muhasebesi yapmasını sağlayan bir unsurdur, unsur olmalıdır. Ümmet için buradan çıkarılabilecek ders, bugün namaz, bu derinlikli bir şuur içerisinde mi yoksa gelenekselleşmiş bir olgu içerisinde mi kılınmaktadır? Hz. Şuayb’ın içselleştirdiği bir şuur içerisinde namazlar eda edilmiyorsa, söylenen ile yapılanlar arasında bir tezat var demektir. Çünkü Hz. Şuayb’ın kavminin tekliflerine karşı, “Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum.” şeklinde verdiği cevap, bu olgunun bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Bu durum Mâ’ûn Suresi’nde çok açık bir şekilde ifade edilmektedir. Surede, namaz kılma ile icra edilen işler arasında/yaşam tarzı arasında var olan bir tezat, çok ciddi bir tehlike olarak ortaya konarak iman edenler uyarılmaktadır: “Dini yalanlayanı gördün mü?  İşte o, öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez. İşte (şu) namaz kılanların vay hâline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar. Onlar gösteriş yapmaktadırlar ve ‘ufacık bir yardımı (veya zekâtı) da’ engellemektedirler.” (107/Mâ’ûn, 1-7)

Hz. Şuayb’ın kavminin önde gelen mütekebbirlerinin tutum ve davranışları ile ilgili dikkat çektiği bir başka tehlike, “Allah’ın yolundan alıkoymak için vahyedilenlerde çarpıklık/tezat/tutarsızlık aramaktır.” Bugün İslâm dünyasında benzer çalışmalar yapılmaktadır. Hadisler üzerinden tekrarlanan tartışmaların son yıllarda Kur’ân-ı Kerim’in bizzat kendisine yöneltilmesi, Kur’ân-ı Kerim’in “tarihselcilik düzlemine” oturtularak devre dışı bırakılmaya çalışılması, bunun en canlı göstergeleridir.

Bütün bu yanlış yaklaşımların sebebi, Hz. Şuayb’ın kavminin önde gelen müstekbirlerine karşı “Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz…” (11/Hûd, 92) şeklinde verdiği cevapta bildirilmektedir. “Allah’ın ve hesap gününün”, etkisi olmayan bir olgu diye düşünülmesi, bugün İslâm dünyasının en ciddi sorunlarından biridir. Günlük hayatta etkili olmayan ya da etkisi çok az olan bir Allah ve ahiret anlayışı, İslâm dünyasında gittikçe yaygınlaşmakta, sekülarizme, laisizme, deizme, ateizme ve agnostikliğe yönelimler artmaktadır.

Bugün ümmet şuurunun yeniden inşa edilebilmesi için “Rabbimiz Allah’tır” diyenlerin Kur’ân ve sünnetin tanımladığı sırât-ı müstakîm üzere olmaları, olmazsa olmazdır (41/Fussilet, 30).[22] Allah’ın huzuruna mümin olarak gidebilmek ve hayatını mümin olarak bitirebilmek için Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakınmak gerekmektedir (2/132; 3/102). Namazımız, ibadetlerimiz, dirimimiz ve ölümümüz âlemlerin Rabbi Allah’a ait olmalıdır (6/162). Mümin olarak ölümümüzde de hayatımızda da nasihatkâr olmalıyız (36/ Yâsîn, 20-27).

Bugün ümmet şuurunun yeniden inşasının önündeki en büyük engel, Müslümanların dünyevileşmesi, sekülerleşmesi ve laikleşmesidir. Hz. Peygamber asırlar önce Müslümanlar için bunu en ciddi tehlike görmüş ve ümmetini hususen uyarmıştır: “Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümit edin. Allah’a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helak oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum.”[23]   

“Ölümü görüp bildiği hâlde gamsız kedersiz yaşayana şaşarım. Cehenneme kesinlikle inandığı hâlde gülene şaşarım. İçinde yaşayanlarla birlikte dünyanın devamlı değiştiğini görüp de ondan tatmin bulana şaşarım. Kadere inanıp da (haram-helal ayırımı yapmadan hırsla mal peşinde) yorulana şaşarım. Ahiret hesabına inanıp da o maksatla çalışmayana şaşarım.”[24]

“Size, insanların en hayırlısı ve en şerlisini haber vermeyeyim mi! İnsanların en hayırlısı o kimsedir ki, kendi veya başkasının atı sırtında ya da yaya olarak, ölünceye kadar Allah yolunda çalışır. İnsanların en şerlisine gelince o da Allah’ın kitabını okuyup (emir ve yasaklarına) riayet etmeyen kimsedir.”[25]

 

 

[1]  Buhâri, Da’avât 38, 40, 42, Cihâd 25; Müslim, Zikr 52, (2706); Tirmizî, Da’avât 71, (3480, 3481); Ebû Dâvud, Salât 367, (1540, 1541); Hurûf 1, (3972); Nesâî, İsti’âze 6, (8, 257, 258).

[2] John R. Taylor & Chris Zafaritos, Modern Fizik, Güven Yayınları, İstanbul, 1996, s. 297-298.

[3] İmam Gazzali, Ölüm ve Ötesi, Sağlam Yayınevi, İstanbul, 2021, s. 5.

[4] Fikret Karaman, vd. Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 23.

[5] Tirmizî, Tefsir, İhlâs, (3361, 3362).

[6] Fikret Karaman, vd. age., s. 151.

[7] Fikret Karaman, vd. age., s. 151.

        [8] Fikret Karaman, vd. age., s. 151-162. Recep Aykan, Kur’ân Fihristi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2008, s. 176-212. Mustafa İslamoğlu, Kur’ân’a Göre Esmâ-i Hüsnâ, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2014, cilt: 1-3, s. 82-87.

[9] Buharî, De’avât, 68, VII, 169; Müslim, Zikr, 6, III, 2062 Akt. Fikret Karaman, vd. age., s. 151.

        [10] Fikret Karaman, vd. age., s. 150.

[11] Buhârî, Rikâk 3; Tirmizî, Kıyamet 23, (2456); İbnu Mace, Zühd 27, (4231).

[12] Buhârî, Tefsir, Lokman 2, En’âm 1, İstiskâ 29; Tirmizî, Tefsir, Necm (3274); Buharî, Tefsir, Mâide 7, Bed’ül-Halk 6, Tevhid 4; Müslim, İman 287, (177).

[13] Fikret Karaman, vd. age., s. 25.

[14] Fikret Karaman, vd. age., s. 24.

[15] Fikret Karaman, vd. age., s. 24.

[16] Fikret Karaman, vd. age., s. 24-25.

[17] Fikret Karaman, vd. age., s. 24-25.

[18] Fikret Karaman, vd. age., s. 26.

[19] Fikret Karaman, vd. age., s. 26.

[20] Fikret Karaman, vd. age., s. 450.

[21] Abdullah Yıldız, Hz. Şuayb: Namaz-Ticaret-Adalet, Pınar Yayınları, İstanbul, 2009.

[22] Tirmizî, Tefsir, Hâ-Mîm, Secde (Fussilet) (3247).

        [23] Buharî, Rikâk 7, Cizye 1, Meğâzî 11; Müslim, Zühd 6, (2961); Tirmizî, Kıyâmet 29, (2464).

[24] Rezîn, ed-Dürrü’l-Mensûr’da (6, 341).

[25] Nesâî, Cihad 8, (6, 11-12).

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-9: Ümmetin İttifakını Yıkan Bir Hastalık-2: HEVASINA UYANLARIN ZARARLI TUTUM VE DAVRANIŞLARI

  Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Ağustos 2025-372. Sayı   “Fakat zulmedenler, hiçbir ilimleri olmadan hevalarına uydular. Artık ...