1 Eylül 2025 Pazartesi

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-10: ÜMMETİN İTTİFAKINI YIKAN BİR HASTALIK-3: HEVASINI İLAH EDİNENLERİN YIKICI TUTUM VE DAVRANIŞLARINA KARŞI VERİLMESİ GEREKEN MÜCADELE

 Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Eylül 2025-373. Sayı

     “Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? 

     Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (25/Furkân, 43)

 

Heva, insanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir yapının düşünme ve davranma hâlini ifade eder. İnsan bencilliğinin, ihtirasının etkin unsur şeklindeki dışavurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Heva, insan nefsinin hayvani şehvetinden doğan bir eğilim olarak, nefsin süslü ve kötü arzulara uymasını sağlayan, insanı her türlü isyana götüren, her türlü belanın, rezilliğin, kötülüğün kaynağı olan, ilmin ve hidayetin zıddı olan şeytani bir değer sistemi ve bundan gücünü alan bir duygu ve davranış hâlidir. Heva, İblis’in/şeytanın karargâhıdır.

Heva kelimesinin semantik alanında etkileşim içerisinde olduğu çok önemli temel bir kavram olarak ilah kelimesi yer almaktadır. Kur’ân, hevasına uyanlarla hevasını ilahlaştıranlar arasında özel bir ayırım yapmakta; her iki insan unsurunun düşünce, tutum ve davranışlarını değerlendirmektedir. Hevasına uyan ve hevasını ilahlaştıran insan unsurlarının her biri, içlerinde farklı insan unsurlarını barındıran birer kümedir, her biri geniş birer spektrumdur.

Heva kavramıyla ilah kavramı arasındaki ilişkinin ve bunun farklı insan unsurları üzerindeki etkisinin gerçek boyutlarıyla anlaşılabilmesi için Kur’ân ve Sünnet bağlamında ilah kavramının genel bir analizinin yapılmasında fayda vardır.  Geçen yazıda insan bünyesinde var olan ve şeytanın karargâhı hevanın farklı insan grupları üzerindeki etkisi, hevasına uyanlar kapsamında ele alındı. Bu yazıda ise ilah kavramıyla birlikte hevasını ilahlaştıran insan unsuru değerlendirilecektir.

İlah

İlah kelimesinin bir sözlük anlamı bir de ıstılahi anlamı vardır. Konunun anlaşılması bağlamında her ikisinin ele alınması şarttır. İlahın Türkçe sözlüklerdeki anlamı, mabut, tanrıdır. Mabudun anlamı ise iki boyutludur: “1- Kendisine ibadet edilen, tapınılan, kulluk edilen varlık, Allah. 2- Putperestlerde put, ilah. Tanrı, kâinatın ve bütün varlıkların yaratıcısı, Allah; tanrı, tapılan, ibadet edilen varlık, ilah. Putlara, ateşe, şeytana tapanların mabudu put, şeytan ve ateştir. Hak mabut tektir. O da her şeyi yaratan yüce Allah’tır”.[1] 

Kur’ân’da ilah kelimesi, 111 defa tekil, 2 defa ikil, 15 defa çoğul olarak geçmekte ve Allah’ın isim sıfatı şeklinde kullanılmaktadır.[2] Kur’ân’da ilah kavramına bu kadar yer verilmesinin çok özel bir anlamı olduğuna dikkat edilmelidir. İlah kelimesinin kökü elif, lam ve he’dir. Bu kelimenin Arapça karşılığı aldığı eklere bağlı olarak farklı anlamlar kazanmıştır: Şaşırma ve afallama, sığınma veya irtibata geçerek huzur bulma, ferdin başına gelen bir musibet veya belaya uğramaktan korkması ve başkalarının onu himayeye alması, bir başkasına şevkinden ona yönelmesi, anasını kaybeden deve yavrusunun anasını bulduğunda onunla sarmaş dolaş olması, örtünüp gizlenme, yükselme.[3]

Kökü “Elif, lam ve he” olan ilah kelimesinin bazı ekler alarak kazandığı bu geniş anlam kümesinden hareketle Mevdudi, ilah kelimesinin ıstılahi anlamının “mabut” olduğunu gerekçeleri ile birlikte açıklamaktadır: “1- İbadet bağlamında insan düşüncesinde ilk devinim kendi ihtiyacından doğmaktadır. İnsan, ihtiyaçlarını karşılayıp tehlike ve musibetlerden kendisini koruyabileceğini ve ıstırap hâlinde onu teskin edebileceğini zannetmedikçe, herhangi bir varlığa tapınmayı, ibadet etmeyi aklından bile geçirmez. 2- Kişinin, herhangi bir varlığı ihtiyaçlarını karşılayıcı olarak algılaması için hem mertebe hem de güç ve kuvvet itibarıyla o varlığın kendisinden üstün olduğuna kesinlikle inanması gerekir. 3- Tapınma düşüncesi, ancak herhangi bir varlığın şahsiyeti ve gücü veya onun ihtiyaçları görme ve kişiyi etkileme keyfiyeti üzerinde bir gizemlilik olduğu zaman oluşmaktadır. İlah kelimesi, bünyesinde yücelikle birlikte gizemliliği ve şaşırtıcılığı da beraber taşımaktadır. 4- İhtiyaç durumunda gereksinimlerini karşıladığına, tehlikelerden kendisini koruduğuna, üzüntü anında kendisini teselli ettiğine ve sükûnet verdiğine inandığı bir şeye, insanın büyük bir iştiyakla yönelmesi kaçınılmaz bir olgudur.”[4]

Bu açıklamalardan görülebileceği gibi ilahın mabut anlamında kullanılmasının sebebi, ilah kelimesinin kökeninde, ihtiyaçları görme, himaye etme, teselli ve sükûnet verebilme, yücelik ve üstünlük, mabudun ihtiyaçları görebildiği ve himaye edebildiği beklentisini doğurabilecek yetki ve güce sahip olabilme, şahsiyetinin gizemli olması ve ortalıkta bulunmaması, insanın ona iştiyak duyması anlamlarının bulunmasıdır.

İlahın değişik boyutlarını daha iyi görebilmek için, cahiliye dönemindeki Arap düşüncesinde ilah kavramına yüklenen anlamların göz önüne alınmasında fayda vardır. Kur’ân’da, bu konudaki ayetlerin analizinden cahiliye dönemindeki ilah düşüncesinin, çok boyutlu bir uzaya sahip olduğu ifade edilebilir. (6/En’âm, 80, 81; 10/Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 54, 55; 16/Nahl, 20-22, 51-53; 19/Meryem, 81,82; 28/Kasas, 88; 36/Yâsîn, 22, 33, 74, 75; 39/Zümer, 3; 46/Ahkâf, 27-28).

Birinci boyut: “Bir kişinin olağanüstü anlamda, bir varlığı kendi hami ve yardımcısı, sorunlarının halledicisi, gereksinimlerinin karşılayıcısı, niyazlarının işiticisi, menfaatlendiricisi ve zararlarının gidericisi olarak görmesinin sebebi; ona göre, söz konusu varlığın kâinat nizamının üzerinde şöyle ya da böyle bir yaptırım gücüne, bir otoriteye sahip olmasındandır.”[5] Dolayısıyla ilah kabul edilen varlıkların, onların dualarını işiten ve onlara yardım etmeye güç yetiren olağanüstü bir otorite ile birlikte olağanüstü güçlere sahip olduğuna inanılmaktadır.

İkinci boyut: İlah kabul edilen varlıkların, kendilerini himayelerine alarak her türlü bela ve musibetten koruyacağı, korku ve zararlarını gidereceği kabul edilmektedir.

Üçüncü boyut: Allah, cin, melek, yontulmuş taşlar, put, güneş, ay gibi gök cisimleri, ölüp gitmiş insanlar, yaşayan insanlar ve insanının nefsi/hevası ilah kabul edilmektedir.

Dördüncü boyut: İlah kabul edilen varlıkların, sorunlarını çözmesi, ihtiyaçlarını karşılaması istenmekte ve bu amaçla onlara niyazda bulunulmaktadır.

Beşinci boyut: En yüce bir ilahın/tanrının varlığına inanmalarına rağmen, bu yüce ilahın emrinde olan, onun yanında sözü geçen, etkili olabilen, onunla bir şekilde ortak olan, daha alt otoritelerin/güçlerin/ilahların/tanrıların var olduğuna inanırlar.

Altıncı boyut: Bu alt ilahlar merkeze alınarak her türlü iş, onların vasıtasıyla, onlar adına yürütülebilir.

Yedinci boyut: Herhangi bir kazanç sağlama ve zarardan koruma konusunda bu alt ilahlardan şefaat etmeleri istenir ve şefaatlerinin de üst ilah tarafından kabul edildiğine inanılır.

Sekizinci boyut: Bu alt ilahların önünde “tazim ve tekrim merasimleri tertiplenir” ve onlara adak adanarak onların şefaatleri, yardımları, destekleri istenir.

Dokuzuncu boyut: İlahlar bir şekilde darıltılıp küstürülür, onların inayetinden mahrum kalınırsa, bunu yapanların hastalık, kıtlık, can ve mal kaybına, diğer afetlere uğrayacaklarına ve bir şekilde cezalandırılacağına inanılır.

Onuncu boyut: İnsanın nefsinin veya diğer varlıkların ilahlaştırılmasının sebebi, sadece “fayda veya zarar vermeye kadir oldukları ve himaye gücü taşıdıkları için” değildir. Ana sebep, otorite sayılanların koydukları kanunlara, hükümlere, emir ve yasaklamalara mutlak olarak itaat edilmesi, helal kıldıklarının helal, haram kıldıklarının haram olarak benimsenmesidir.

On birinci boyut: “Ulûhiyetin temel esası egemenliktir. Bu egemenlik, ister kâinat nizamı üzerinde olağanüstü bir nitelik arz eden bir anlamda düşünülsün isterse dünya hayatında, insanın onun hükmü altında olduğu ve yalnızca o hükümlere uymak zorunda bulunduğu manasında alınsın, değişmez.”[6]

On ikinci boyut: Cahiliyenin hâkim olduğu dönemlerde, bu sahte ilahların hüküm ve yasak koyma yetkilerine sahip olduğu ve bunlardan daha üstün, kendisine başvurulacak ya da izin alınacak bir başka otoritenin olmadığı, baskın bir düşünceydi.

Yukarıdaki değerlendirmelerin uzantısında ilah kavramını şöyle tanımlayabiliriz: Kendisine tapınılmaya, ibadet edilmeye, kulluk yapılmaya layık, gözlerden uzak, esrarengiz, olağanüstü özellikleri olan yüksek güç ve otorite sahibi olarak insanları kontrolü/hükmü altına alıp onları koruyan, güvenliklerini sağlayan, ihtiyaçlarını karşılayan, üzüntü ve sıkıntılarını gidererek onlara iç huzuru ve sükûnet veren, dualarını kabul eden, zor ve sıkıntılı zamanlarda onların yardımına/imdadına koşan, emir, hüküm ve sözleri dinlenip uygulamaya sokulan her varlık, kişi ya da güçtür.  Bu varlık, Allah, melek, cin, insan, insan nefsi, put, hayvan, ölmüş bir insan ve herhangi bir nesne olabilir.

Buna göre iki farklı ilah türü vardır: Hak olan ilah Allah, Batıl olan ilah Allah’ın dışında yukarıdaki özelliklerin kendisine atfedildiği her şey, melek, cin, insan, insan nefsi, put, hayvan, ölmüş bir insan ve herhangi bir nesne olabilir. İlah kelimesinin sözlük anlamlarını ve cahiliye dönemindeki kullanılışları ile Kur’ân’da geçtiği ayetleri göz önüne aldığımızda, ulûhiyetin özünde hâkim olmanın bulunduğu kolaylıkla görülebilir. Bu sebeple Kur’ân, Allah’ın mutlak hâkim, yegâne otorite, güç, kuvvet ve egemenlik sahibi olduğu konusunda çok kesin bir tavır almakta; Allah’tan başkasının ilahlığını reddetmekte, mutlak egemenliğin, hâkimiyetin Allah’a ait olduğuna özel bir vurgu yapmaktadır.

Hz. Peygamber’e (s.) gönderilen Kur’ân’da Allah’tan başkasını ilah kabul etmek şirk sayılmış ve bu zihniyete çok açık bir savaş ilan edilmiştir (4/Nisâ, 48). Kur’ân’a göre Allah’ın izni olmadan, Allah’ın koyduğu yasalarla, ilkelerle uyumlu olmayan, onlarla çatışan, marufu münker, münkeri maruf, helali haram, haramı helal yapan, hakla batılı karıştıran her düşünceyi, davranışı, kanunu, yönetmeliği, örf-âdet-gelenek-göreneği meşru görenler, savunanlar, Allah’a ilahlıkta ortak koşanlardır. Bu konuda Kur’ân, Allah’ın ilahlığı konusunda çok açık, net, kesin bir tavır ortaya koymakta ve tavizsiz bir yol haritası çizmektedir. (2/Bakara, 165; 9/Tevbe, 31; 6/En’âm, 46, 101, 102; 16/Nahl, 17-22; 17/İsrâ, 42-43; 21/Enbiyâ 22; 23/Mü’minûn, 91; 25/Furkân, 2, 3, 42-44; 27/Neml, 60-64; 28/Kasas, 70-72; 35/Fâtır, 3; 39/Zümer, 5-6; 42/Şûrâ 21; 43/Zuhruf, 84; 46/Ahkâf 4-5).

  • Kâinatı ve bütün canlıları yaratan Allah’ın egemenliği (kudret ve otorite) /hâkimiyeti, mutlak hak olup asla bölünemez.
  • Kâinattaki her şey fıtrat yasalarına göre Allah tarafından yaratılıp, fıtrat yasalarına göre tek otorite ve yüksek güç Allah tarafından yönetilmektedir.
  • Allah’ın yaratılış yasalarında hiçbir tezat yoktur.
  • Allah’ın mutlak hâkimiyeti ve egemenliği hiçbir varlıkla paylaşılmamaktadır.
  • Allah, kâinatın koruyucusu, yöneticisi ve mutlak hâkimi tek ilahtır, ondan başka da hiçbir ilah yoktur ve ulûhiyette onun hiç ortağı ve yardımcısı da yoktur.
  • Tüm hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır, Allah’ın emrindedir.
  • Bütün canlıların yaşamaları için gerekli her şey Allah tarafından fıtrat yasalarına uygun olarak yaratılıp canlılara sunulmaktadır. Bu sebeple rızıklandırma, hastalık ve sıhhat verme, öldürme ve yaşatma yetkileri Allah’ın elinde olup onun dışında hiçbir varlıkla paylaşılmış değildir.
  • İnsanların ihtiyaçlarını karşılama, sorunlarını çözme, onları koruma ve kollama, yardımlarına koşma, kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi Allah’ın kontrolündedir.
  • İnsanların dualarını duyan, dualarına icabet eden, dualarını kabul veya reddeden, evrenin yaratıcısı Allah’tır.

Kur’ân’da ilah kavramının semantik alanındaki birçok kavramla oluşturduğu çok geniş bir etkileşim ağı mevcuttur. Bunu ayetler düzleminde, ağırlık merkezlerine göre şöyle özetleyebiliriz:

  • Allah’tan başka ilah yoktur: (1/1-7; 2/133, 163, 255; 3/2, 6, 18, 62; 4/87, 171; 5/73; 6/19, 46, 74, 102, 106; 7/59, 65, 73, 85, 118, 138-140,158; 9/31, 129; 10/90; 11/14, 50, 61, 84; 13/30; 14/52; 15/96; 16/2, 22, 51; 17/22, 39, 42, 56, 57; 18/14, 15, 110; 19/65, 81; 20/8, 14, 88, 98; 21/21-25, 29, 43, 87, 99, 108; 22/34; 23/23, 32, 91, 116, 117; 25/3, 68; 26/29, 213; 27/26, 60-64; 28/38, 70-72, 88; 35/3; 36/23, 74; 37/35, 86; 38/5, 65; 39/6; 40/3, 37, 62, 65; 41/6; 43/45, 84; 44/8; 46/19, 28; 47/19; 50/26; 51/51; 52/43; 59/22, 23; 64/13; 73/9; 114/3).
  • Allah kendisine tapılan, ibadet/kulluk edilen tek olan ilahtır: (4/117; 7/59, 65, 73, 85, 194; 10/104; 11/50, 54, 61, 84; 16/20-22, 36; 17/22, 39; 18/81, 110; 20/14; 22/34; 23/23, 47, 117; 36/74; 38/5-6; 39/17; 40/66).
  • Allah dua edilen, yalvarılan bir ilahtır (16/20-22; 17/56; 26/213; 28/88; 40/65; 72/18; 94/8).
  • Allah emrine itaat edilen bir ilahtır (2/133; 4/80; 7/54; 11/59, 97; 13/18; 16/120; 18/69; 22/34; 29/46; 37/7).
  • Allah kendisinden yardım/şefaat istenen bir ilahtır (1/5; 2/107, 150, 160, 250; 4/45; 7/128, 197; 8/9-10; 9/116; 10/18; 12/18; 36/23; 39/43-44).
  • Allah kendisine tekbir getirilen/büyük görülen/hamd edilen bir ilahtır (2/133; 22/34, 37; 28/70; 29/46; 74/3).
  • Allah kendisinden korkulan bir ilahtır (6/80; 11/54; 16/2, 51).
  • Allah sevilen bir ilahtır (2/165; 3/31; 9/24; 29/25).
  • Allah sığınılan bir ilahtır (72/6; 114/1, 3).
  • Allah tevekkül edilen bir ilahtır (9/129; 13/30; 63/13; 73/3).
  • Allah yalnız kendisine kulluk edilmesi gereken bir ilahtır (2/21, 22; 4/36; 17/23; 20/14; 21/92; 36/60, 61; 51/56).
  • Allah yalnızca kendisine yönelinmesi gereken bir ilahtır (2/142; 3/95; 13/27; 16/20; 31/15; 37/17; 38/24, 30, 44; 39/8, 17; 40/13; 41/6; 42/13; 50/8, 32; 60/4; 73/8; 94/8).
  • Allah en çok zikredilmesi gereken bir ilahtır (3/191; 13/28; 20/14; 33/21, 35, 41; 39/45; 43/13, 36; 62/10; 73/8).
  • Allah’tan başka ilah aranmamalıdır (7/140).
  • Allah ile beraber başka ilah edinilmemelidir (6/137; 19/44, 81; 21/98; 36/74; 39/3; 46/27-28).
  • Allah ile beraber başka ilah edinmenin hükmü vardır (17/22, 39; 26/ 213; 28/88).
  • Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de fesada uğrardı (21/22; 23/91).
  • Evrenin tek ilahı Allah’ı aciz ve etkisiz bırakacak hiçbir güç yoktur (6/102; 11/20; 34/22; 43/84; 51/51; 64/13).
  • Allah peygamber gönderen tek ilahtır.
  • Allah’tan başka ilah edinenler, Allah’ın halis kullarını kandıramazlar (37/161-163).
  • Allah’tan başka ilah edinenler ve ilahları cehennemin odunudur (21/29, 98-99); 26/93-94).
  • Peygamberler “Allah’a kulluk edin, Allah’tan başka ilah/rab edinmeyin ve tağuttan sakının” diye gönderilmişlerdir. (3/79, 80; 16/2, 36; 21/25; 41/14); Hz. Nûh (7/59; 11/25, 26; 23/23); Hz. Hûd (7/65, 73; 11/50, 54-56, 61; 27/45; 46/21-22); Salih (7/73; 11/61; 27/45); Hz. İbrahim (14/35, 36; 19/44; 29/16, 17; 43/26, 27; 43/27; 60/4); Hz. Lût (26/161-163); Hz. Şuayb (11/84, 85; 29/36); Hz. Yûsuf  (12/39); Hz. Musa  (7/138-140; 20/97, 98; 26/23-29; 40/35-42; 79/24); Hz. Harun (20/82-92); Hz. İlyas  (37/124-126); Hz. İsa (3/51, 62; 5/72, 73, 116, 117; 19/36); Hz. Muhammed  (6/19, 56, 64, 164; 7/158; 10/3, 104; 11/2; 12/108; 13/30; 15/94; 17/56; 18/110; 37/181; 38/65; 39/11, 64-66; 41/6; 51/51).
  • Peygamberleri ve melekleri ilahlaştırmak küfürdür (3/79-80; 5/116).
  • Allah’tan başka ilah edinenler yanlış yoldadır (12/39; 21/24; 36/23; 52/43).
  • Allah’la beraber/Allah’tan başka ilah edinmenin bedeli vardır (6/19; 15/96; 16/51; 17/22, 39; 18/14-15; 21/22; 23/91, 117; 27/60-64; 28/71-72).
  • Allah’la birlikte başka bir ilaha yalvarmak menedilmiştir (28/88).
  • Allah’tan başka ilahlara tapmanın bir delili yoktur (21/24).
  • Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik edenler vardır (3/18).
  • Allah’tan başka ilahlık iddiası olanlar şunlardır: Firavun (10/83; 26/29; 28/4, 38; 79/20-24). Nemrut (2/258). Samiri (20/88; 7/148, 152). Hıristiyanların Hz. İsa ile ilgili ilahlık iddiaları (3/61, 80; 5/17, 72, 75, 116-117; 9/31; 19/37-39; 43/65). Hevasını ilah edinenler (25/43; 45/23; 91/10). Gök cisimlerini, güneş ve ayı ilah edinenler (41/37; 27/24). Lât, Uzzâ ve Menât (53/19, 20). Ba’l (37/125). Ved, Suvâ, Yeğûs, Ye’ûk, Nesr (71/23). Yontulmuş taşlar/şeyler (37/85). Cinler (6/100; 37/158, 159; 34/40, 41; 72/6). Melekler (3/80; 43/19, 20. Putlar (26/71; 43/20; 7/192).
  • Sahte ilahların hiçbir gücü yoktur (4/153; 11/101; 16/51; 17/56-57; 18/15; 25/3; 36/74, 75; 39/11),
  • Ashâb-ı Kehf “Allah’tan başkasına tapmayız!” diyerek mağaraya sığınmıştır (18/14-15).

Allah yarattığı varlığın zaaflarını çok iyi bildiği için Kur’ân’da, “Allah’tan başka ilah olmadığına” farklı ağırlık merkezleri öne çekilerek ısrarla vurgu yapılmıştır.[7]

  • “La ilahe illallah: Allah’tan başka ilah yoktur (47/Muhammed, 19).
  • La ilahe illa ene: Benden Başka ilah yoktur (16/Nahl, 2).
  • La ilahe illa ente: Senden başka ilah yoktur (21/Enbiya, 87).
  • La ilahe illa hu: Ondan başka ilah yoktur (44/Duhan, 8).
  • Huvallahü’l-vahid: O Allah tektir (39/Zümer, 4).
  • İlahüne ilahün vahid: İlahımız bir tek ilahtır (16/Nahl, 22).
  • İlahüküm ilahün vahid: İlahınız bir tek ilahtır (2/Bakara, 163).
  • İnne ilaheküm levahid: Gerçekten ilahınız bir tek ilahtır (37/Sâffât, 4).
  • Ennema ilahüküm ilahün vahid: İlahınız ancak bir tek ilahtır (41/Fussilet, 6).
  • İnnema hüve ilahün vahid: O, ancak bir tek ilahtır (4/Nisâ, 171; 6/En’âm, 19).
  • İnnemallahü ilahün vahid: Gerçekten Allah, ancak bir tek ilahtır (4/Nisa,171).
  • Mâ min ilahîn illa ilahün vahid: Bir tek ilahtan başka ilah yoktur (5/Mâide, 73).
  • Mâ leküm min ilahin ğayruhu: Sizin için ondan başka ilah yoktur (7/A’râf,73),
  • Mâ min ilahin illallah: Allah’tan başka ilah yoktur (3/Âl-i İmrân, 62),
  • E ilahün ma’Allah: Allah ile birlikte başka ilah mı var? (27/Neml, 63).
  • Allahü la ilahe illa hu: Allah’tan başka ilah yok sadece o vardır (64/Teğâbun, 13).
  • Hüvallahüllezi la ilahe illa hû: O Allah ki ondan başka ilah yoktur (59/Haşr, 23).
  • Hüvellezî fissemâi ilahün ve fi’l ardı ilahün: Gökte tek ilah odur, yerde tek ilah odur (43/Zuhruf, 84).

 

Hamdi Yazır Kur’ân’daki bu ifadeleri göz önüne alarak, “La ilahe illa hu, mukallitlerin tevhidi; La ilahe illa ente, ariflerin tevhidi ve La ilahe illa ene, Allah’ın tevhidi” olduğunu ifade etmiştir.[8] Bu etkileşim ağının değişik boyutları ile analiz edilmesi ayrı bir çalışmanın konusudur. İlah kavramı ile ilgili yapılan bu incelemenin uzantısında, hevasını ilah edinmenin ne denli tehlikeli bir yaklaşım olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Hevasını İlah Edinenler

Kur’ân’ın hevasını ilah edinenlerle ilgili kullandığı kavramlardaki sertlik, konunun öneminin bir göstergesidir. Bu bağlamda Allah’tan başkasını ilah edinenlerin peygamberlere karşı kullandıkları ifadeler de serttir: “Seni gördükleri zaman, seni yalnızca alay konusu edinmektedirler: ‘Allah'ın, peygamber olarak gönderdiği bu mu?’ ‘Eğer biz onlara karşı kararlılık göstermeseydik, neredeyse bizi ilahlarımızdan saptırmış olacaktı.’ Azabı görecekleri zaman, kim yol bakımından daha sapıkmış, onlar öğreneceklerdir. Kendi istek ve tutkularını ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın ve aşağıdırlar.” (25/Furkân, 41-44).

Furkân Suresi 41-44. ayetlerinde nefsini ilah edinenlerin, peygamberlere karşı tavrı ve Kur’ân’ın bunu değerlendirmesi şu şekilde özetlenebilir: Peygamberle alay ederler, yapılan tebliği/sözü işitmezler, aklını kullanmazlar, hayvan gibidirler, hatta yol bakımından daha şaşkın ve aşağıdırlar.

Elmalılı Hamdi Yazır, hevasını ilah edinen insanların, hayvandan da daha aşağı olmasını şu şekilde yorumlamıştır: “Yoksa sen onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Hayır, ne getirilen bir delili tanır, söz dinlerler ne de akli delili tanır, akıl ile hareket ederler. Gerçekten onlar hayvanlar gibidir. Aklına ve işittiğine göre hareket etmez, soyut isteklerine uyarlar. Hatta gidişçe daha sapkındırlar. Çünkü evcil hayvanlar kendilerine bakanlara bağlanırlar, kendilerine iyilik edenlerle kötülük edenleri seçerler, faydalarına olan şeyleri arar, zarar veren şeylerden kaçarlar, yediği içtiği yeri tanır, öğrendiği yolu şaşırmazlar. Kendilerine verilen güçlerde tembellik etmez, yaratıldıkları yönde sarf ederler. Hak ve hayır inancı olmayanda haksızlık ve kötülük inancı da yoktur. Bu kimseler Rablerini tanımazlar. O’nun nimetlerine karşı nankördürler. Ebedî fayda olan sevabı istemez, en büyük zarar olan azaptan korunmazlar. Yurtlarına bile hainlik ederler. Yaratılışı bozmaya, fitneler çıkarmaya çalışır, haksızlık ve fitne ile yalan dolan ve aldatma ile dünyayı karıştırırlar. Bu şekilde, kendi istek ve arzularına tapan kimselerin sapıklıkları anlatıldıktan sonra yüce Allah'ın Rab oluşuna ait delillerden, ona ait güzelliklerden, onun ezelî ve ebedî kudretinden bazı işlere dikkatler çekilerek buyuruluyor ki.”[9]

Câsiye Suresi’nin 23 ve 24. ayetlerinde de hevasını ilah edinenlerin ahirete inanmadıkları dile getirilmektedir: “Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45/Câsiye, 23). “Dediler ki: ‘Bütün olup biten, bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zaman' dehrin akışından başkası yıkıma (helake) uğratmıyor.’ Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; onlar, yalnızca zannediyorlar.” (45/Câsiye 24; 47/Muhammed, 16). Bu ayetler kapsamında nefsini ilah edinenlerin tutum ve tavırları ile onlara uygulanacak hükümleri şöyle özetleyebiliriz:

Allah’a, bu dünyanın sonu olduğuna ve ahiretin yeni bir hayat olduğuna inanmamaktadırlar. Hevasını ilah edinmiş bu insan unsurunu, Allah özel bir ilimle saptırmıştır. Allah onların “kulakları ve kalpleri üzerine mühür vurmuş”, “gözleri üstüne perde çekmiştir.” Düşünce üretebilmek için gerekli tüm algı mekanizmaları Allah tarafından devre dışı bırakılmıştır. Bu sebeple geri dönüşleri yoktur. Ayetlerde geçen hevasını ilah edinmiş insan unsuruna, daha önceki ayetlerde (45/Câsiye, 16, 17) peygamber ve kitap gönderildiği, ilim verilerek yol gösterildiği ve fakat bağy yüzünden ihtilafa düşüp saptıkları ifade edilmektedir. Bu topluluğun içinde bulunduğu durum anlatıldıktan sonra, özellikle Hz. Peygamber’e bunların hevalarına uymaması noktasında özel bir uyarı yapılmaktadır: “Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerinde kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin heva (istek ve tutku)larına uyma.” (45/Câsiye, 18).

Bu insanlara ilim verilmesine rağmen, heva cephesinin son derece önemli kötü bir özelliği olan bağy yüzünden ihtilafa düşmüşler ve sapmışlardır. Dolayısıyla hevasını ilah edinen bu insan unsuru, bilgisiz bir insan unsuru olmayıp, sahip oldukları ilmi, zan üzerinde geliştirip saptırarak insanları saptıran, şeytanın emir ve direktifleri istikametinde kullananlardır.

Hevasına uyarak tüm işlerinde ifrata varan ve Allah’ı zikretme konusunda âdeta ‘kalpleri mühürlenmiş’ insanlar da hevasını ilah edinmiş insanlar sınıfına dâhil edilebilir. Allah, bu insan unsurunu zalim diye nitelendirip cehennemde çok özel yerleri olduğunu ifade etmekte ve bu zalimlere itaat edilmesini yasaklamaktadır: “Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi 'istek ve tutkularına (hevasına)' uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme. Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar yardım isterlerse, katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan bir su ile yardım edilirler. Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir.” (18/Kehf, 28, 29).

İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi, bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük isteği bir müstağnileşmedir. Kibir, müstağnileşme, bağy, şehvet tutkusu, hevanın ilahlaştırılmasının bir sonucu olup birbirlerini karşılıklı etkilemektedirler. İnsanın kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç hissetmemesi, toplumsal dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kaçınılmaz olarak kirlenme ve çürüme gelmektedir. Bu sebeple Allah, insana her arzu ettiği şeyin (bireysel çıkarlar) verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir (53/Necm, 23, 24).

Hevaya Uymanın Sonuçları

İnsan yapısında biri, her türlü iyiliğin, güzelliğin merkezi olup insanı hep iyiliğe ve güzelliğe sevk etmek isteyen fıtrat merkezi, diğeri de her türlü kötülüğün merkezi olup insanı hep kötülüğe, çirkinliğe sevk etmek isteyen heva merkezi vardır. Bunların etkisine bağlı olarak insanın kalp ve nefsi şekillenmekte ya hep iyi-güzel ya hep kötü-çirkin ya da melez değerlerin etkisi ile şizofren davranışlar icra etmektedir.

Hevaya uyma ile hevasını ilahlaştırma, davranışlar üzerinde etkili olmaktadır. Hevasını ilahlaştırma sonucu, her türlü kötülük ve çirkinlik insan hayatına hâkim olurken; hevasına uyma, melez değer sistemlerinin etkisi ile sosyal şizofreniye sebebiyet vermekte, iyilik ve kötülükler, güzellik ve çirkinlikler iç içe geçmekte, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir insan unsuru ortaya çıkmaktadır. Eğer zamanında tedbir alınmazsa bu insan unsuru, hevasını ilahlaştıran bir insan unsuruna dönüşebilmektedir.  Hevasına uyan/hevasını ilahlaştıran insan unsurunun tutum ve davranışları şöyle özetlenebilir:

  • Hevasına uyanlar, hevasını ilahlaştırabilirler (25/Furkân, 43; 45/Câsiye, 23).
  • Allah’a ortak koşarlar (6/En’âm, 148, 150).
  • Allah’tan başka varlıklara taparlar/ibadet ederler (6/En’âm).
  • Ayetleri tekzip ederler, yalanlarlar (6/En’âm, 148, 150; 54/Kamer, 3).
  • Ahirete inanmazlar (6/En’âm, 150),
  • Allah’ı anmaları kendilerine unutturulmuştur (18/Kehf, 28).
  • Haddi aşarlar (18/Kehf, 28).
  • Kibre saplanırlar (2/Bakara, 87).
  • Peygamberleri yalanlarlar (2/Bakara, 87; 5/Mâide, 70).
  • Peygamberleri öldürmek isterler ve de öldürürler (2/Bakara, 87; 5/Mâide 70).
  • Kur’ân’dan yüz çevirirler (23/Mü’minûn, 71).
  • Sapıktırlar (28/Kasas, 50).
  • Zalimler/mütecavizdirler (2/Bakara, 145; 6/En’âm, 119; 28/Kasas, 50).
  • Doğru yolu bulamazlar, ona ulaşamazlar (28/Kasas, 50).
  • Halkı dalâlete düşürürler (6/En’âm, 119).
  • Haram şeyleri yerler/haram olanları helal kabul ederler (6/En’âm, 119).
  • Allah yolundan saparlar (38/Sâd, 26).
  • Hesap gününü unuturlar/unutturmaya çalışırlar (38/Sâd, 26).
  • Adil değiller, hak hukuka riayet etmezler, Hak’tan yüz çevirirler (4/Nisâ, 135).
  • Kitap ehlinin bir kısmı sapanların hevalarına uyarlar (5/Mâide, 77).
  • İnsanları saptırmak ve doğru yoldan ayırmak için uğraşırlar (5/Mâide, 77).
  • Kötü amelleri kendilerine süslü gösterilmiştir (47/Muhammed, 14).
  • Tüm dünyayı fesada vermek için uğraşırlar (23/Mü’minûn, 71).
  • Kıbleyi önemsizleştirip değiştirmek isterler (2/Bakara, 145).
  • Kulakları ve kalpleri mühürlenir, gözlerine perde çekilir (47/Muhammed, 14; 45/Câsiye, 23).
  • Allah bir ilim üzere onları saptırdığı için doğru yolu bulamazlar (45/Câsiye, 23)
  • Peygamberi ve Kur’ân’ı dinler gibi yaparlar fakat dinlemezler (47/Muhammed, 16).
  • Alçaklığa saplanırlar (7/A’râf, 176)
  • “Üzerine varsan dilini salan soluyan, bıraksan yine dilini salan soluyan köpekler” gibidirler (7/ A’râf, 176).

 Eğer hak, onların hevalarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) bozulmaya uğrardı. Hayır, biz onlara kendi şan ve şereflerini getirmiş bulunmaktayız, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çevirmektedirler.” (23/Mü’minûn, 71).

Hevasına Uyanlara Karşı Mücadele/Psikolojik Savaş

Genelde hevasına uyanlar, özelde de hevasını ilahlaştıranlarla ilgili Kur’ân ayetlerinde, onlara karşı verilecek mücadele ve ortaya konacak tavır çok açık bir şekilde belirtilmektedir. Bu ayetlerde iki farklı boyutun bulunduğu görülmektedir. 1- Allah, doğrudan doğruya onlara hitab etmekte ve uygulayacağı cezayı belirtmektedir. 2- Dolaylı olarak da peygamberler uyarılarak hevasına uyanlara ve hevasını ilahlaştıranlara karşı takınmaları gereken tavır ortaya konmaktadır.

Bu iki boyutun tanımladığı düzlemde, hevasını ilah edinenler, hevasına uyanlar evrensel kümesinin bir alt kümesidir. Bundan sonra her ikisini kapsamasından dolayı hevasına uyanlar tabiri kullanılacaktır. Hevasına uyanlara karşı verilecek mücadele, takınılacak tavır aşağıdaki gibi özetlenmektedir.

Hevasına uyanlara itaat edilmemeli ve de onlara tâbi olunmamalıdır:

Hadlerini aştıkları için hevasına uyanların Allah’ı anmaları, bizzat Allah tarafından kendilerine unutturulmuştur. Bu insan unsuruna, iman edenler itaat etmemelidir (18/Kehf, 28). Bu insan unsurunun fitne, fesadından dolayı iman edenlerin moralleri bozulmamalı, onların hevalarına uymamalı, onlara tâbi olunmamalı. Onları tecrit etmeli, safları ayrıştırmalı, dosdoğru bir istikamet üzere olarak Allah’ın onların da Rabbi olduğu hatırlatılmalı. Haklarında hükmü onun vereceğini, bu dünyada tüm insanların imtihan edildiğini, yaptıkları işlere göre ahirette ihtilaf konularının kendilerine açık bir şekilde hatırlatılarak kendilerinden hesap sorulacağını belirterek iradelerinin çözülmesine çalışmalıdır (42/Şûrâ, 15; 5/Mâide, 48).

İman edenler hevasına uyanlardan uzak durmalı, onlara mesafe koymalıdır. Çünkü Allah onları musibete uğratacaktır:

Allah’ın indirdiği ahkâmla hükmedilmesine karşı çıkan bu insan unsuru, iman edenleri fitneye düşürmek için çalışan ve uğraşan bir insan unsurudur. O sebeple ilişkiler buna göre ayarlanmalı ve araya bir mesafe konmalıdır. İman edenlerin unutmaması gereken şey, bu insan unsuru fasık olup yaptıkları bazı işlerden dolayı kazandıkları günahlar sebebiyle Allah onları musibete uğratacaktır (5/Mâide, 48, 49).

Hıristiyan ve Yahudilerin hevalarına uyanlara Allah'tan ne bir dost ne de bir yardımcı vardır:

Yahudiler ve Hıristiyanlar, İslâm’ı din kabul etmemekte, o sebeple de başta Hz. Muhammed olmak üzere iman edenlerden razı olmamışlar ve de olmayacaklardır. İman edenlerden olup da Yahudi ve Hıristiyanların hevalarına uyanlar, Allah’tan ne bir dost ne de yardımcı bulamayacaklardır (2/Bakara, 120; 5/ Mâide, 77).

Hevalarına uyarak Allah’a şirk koşanlar, şaşkın, cahil, mütecaviz ve mücrim olanlardır:

Hevasına uyanlar şaşırmış, yolunu kaybetmiş insan unsurudur. Hidayetten nasipleri olmayan, ahirete inanmayan, ayetleri yalan sayan, Allah’a rab olarak başka varlıkları denk gören, bunu savunan, ilmi olmayan ve zan ile hareket eden cahil, mütecaviz ve mücrimlerdir. Bunlar ve bunlara uyanlar için Allah'tan ne bir veli ne de bir koruyucu vardır (6/En’âm, 56, 119, 148-150; 13/Ra’d 37; 45/Câsiye 18).

Hevasını ilah edinenler, kulakları ve kalpleri mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş olup yol bakımından hayvandan daha şaşkın ve aşağıdırlar:

Şeytanın karargâhı olan hevadaki yazılıma, değer sistemine, şeytanın iğva ve vesveselerine teslim olanların tüm algı mekanizmaları, şeytanın çağrılarının dışındaki çağrılara, söylemlere, yol göstermelere, ikazlara kapalıdır. Çünkü kulakları ve kalpleri mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiştir. Akıllarını gerçekçi bir şekilde kullanma şansları, imkânları olmadığı için yol bakımından hayvandan daha aşağı mertebededirler. Bundan dolayı bunlara vekil olunamaz (25/Furkân, 43, 44; 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 16).

Hevasına uyanlar, yol bakımından sapık ve zalim olan kimseler olup helak olacaklardır:

Allah Hz. Âdem’den itibaren değişik zaman ve mekânlarda yaşayan ve yoldan çıkmış insan topluluklarını uyarıp korkutarak Allah’ın dosdoğru yoluna ulaştırmak için peygamberler göndermiştir. Bu insanların büyük bir kesimi, gönderilen peygambere tâbi olmamış, hevalarına uyarak onu yalanlamışlar, ona zulmetmişler ve bir kısmını da öldürmüşlerdir. O sebeple bu insanlar, tutturdukları yol bakımından sapık ve zalim kimselerdir. Allah bunları dalâlete düşürecek, hidayete eriştirmeyecek, bu insanlar helak olacaklar, onlara yardım edecek kimseyi bulamayacaklar ve ahiretteki karşılıkları ise cehennem olacaktır (14/İbrahim, 42-44; 20/Tâ-Hâ, 16; 28/Kasas, 47-50; 30/Rûm, 29).

Sonuç: İman Edenler Hevalarına Uyanlara ve Hevalarını İlah Edinenlere Karşı Çok Açık Bir Mücadele Vermelidirler

Hak ve batılın mücadelesi, Hz. Âdem ile İblis arasında başlamış bir mücadele olup kıyamete kadar devam edecektir. Bu mücadele Kur’ân ve Sünnet düzleminde incelendiğinde, sınırsız ve topyekûn bir mücadeledir. Hedef tüm dünyanın İslâmlaşması, İslâm’ın tüm dünyada hâkim bir konuma getirilmesidir. Bunun için yeryüzünden, hevasına uyanların ve hevasını ilah edinenlerin sebep olduğu fitne-fesadın-zulmün kökünün kazınması gerekmektedir: “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.” (2/Bakara, 193). “Fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarını görendir.” (8/Enfâl, 39).

Bu görev ve sorumluluğu üstlenecek müminler topluluğu, öncelikle kendi hevalarına uymamalı, taraf tutmamalı, hak ve adaletin tüm insanlar için uygulanacak Allah’ın bir kanunu olduğunu unutmamalıdırlar. Aksi takdirde hesap gününde ödeyecekleri bedel çok ağır olacaktır: “Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır.  (38/Sâd, 26).

Bu görev ve sorumluluğu üstlenecek olan müminler topluluğu, öncelikle tüm insanların iman edenler sınıfına dâhil olması için tebliğ görevini kesintisiz bir şekilde icra etmeli, Allah’ın emrettiği şekilde dosdoğru bir istikamet tutturmalıdır. Tebliğci insan unsuru, tebliğin muhatabı olan ve kendi hevalarına uyan insan unsurunun hevalarına uymamalıdır. Hak ve adaletin hâkim olması için herkesin Rabbi Allah’ın bir kanunu olduğunu tebliğci insan unsuru asla unutmamalıdır: “Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma. Ve de ki: ‘Allah'ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda karşılıklı delillere dayalı bir tartışma konusu yoktur. Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de onadır.’” (42/Şûrâ, 15).

Bu görev ve sorumluluğu üstlenecek müminler topluluğu, genelde her konuda, özel olarak da “kendisi, anne-babası ve yakınlarıyla ilgili konularda” adaleti ayakta tutacak adil şahitler olarak davranmalıdır. Adalete zarar verecek tarzda kendi hevalarına uymamalı, Allah’ın her şeyi bildiğini ve kaydettirdiğini asla unutmamalıdır: “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (4/Nisâ, 135).

Tüm dünyadan fitne ve fesadın kökünü kazıyıp hakkı hâkim kılma, davanın nirengi noktasıdır. Davanın temeli olan Hak değer sistemi, Allah tarafından gönderilen peygamberler ve onlara verdiği kitaplar aracılığıyla tüm insanlara bildirilmiştir. Başta bilgin-yöneticiler (Rabbâniyyûn), yüksek bilginler (Ahbâr) olmak üzere tüm iman edenler, Allah’ın indirdiği, gönderdiği bu hak değerlerin hayata hâkim kılınarak adaletle tüm insanlar arasında uygulanmasından sorumludurlar. Allah'ın kitabını korumakla görevlidirler. Bu görev ve sorumluluğu yerine getirmeyenler, getirmek için cihat etmeyenler ya “kâfir” ya “fasık” ya da “zalim”dirler: “Gerçek şu ki, biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler ve yüksek bilginler de Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahitler olduklarından (onunla hükmederlerdi). Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır. Biz onda, onların üzerine yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir kefarettir. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır. İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır.” (5/Mâide 44, 45, 47)

Bugün tüm iman edenler, İslâm dünyasındaki uygulamalara bu açıdan bakmalı ve adil bir değerlendirme yapmalıdır. İki milyarı aşan bir İslam dünyasının içinde bulunduğu durum hak, hukuk, adalet açısından özel olarak analiz edilmeli ve Allah’ın indirdiklerini hâkim kılacak uzun vadeli bir strateji ve bu stratejiyi uygulayabilecek çok özel bir insan unsuru yetiştirilmelidir. Bunun olabilmesi için hiç kimsenin heva ve hevesine uyulmamalı, hatır ve gönül için iş yapılmamalı; en güzel hükmün Allah’a ait olduğu asla unutulmamalıdır: “Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahit-gözetleyici' olarak Kitab'ı (Kur’ân'ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku) larına uyma! Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları sebebiyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır. Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?” (5/Mâide, 48, 49, 50)

Eğer gereği yapılmaz, hevasına uyanlara tâbi olunursa, onların memnun olmaları önemsenir ve Allah’ın indirdiği ahkâmdan kopulur, uzaklaşılır, onun hâkim olması için yapılması gerekenler yapılmazsa ilahi sünnetin tecellisi, helak olmak şeklinde vuku bulabilir: “Şüphesiz, kıyamet-saati yaklaşarak-gelmektedir. Herkesin harcadığı çabanın karşılığını alması için, onun (koşup haberini) neredeyse gizleyeceğim. Öyleyse, ona inanmayıp kendi hevasına uyan, sakın seni ondan alıkoymasın; sonra helak olursun.” (20/Tâ-Hâ, 15-16).

Kim hevasına uyup azar, dünyevileşir, sekülerleşirse, onun barınma yeri cehennemdir. Buna karşılık kim Rabbinin makamından korkar ve nefsini de hevadan sakındırır, arındırırsa onun da barınma yeri cennettir: “Artık kim taşkınlık edip-azarsa ve dünya hayatını seçerse, hiç şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir. Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsi de hevadan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir.” (79/Nâzi’ât, 37-41). 

 

[1] Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul.  Fikret Karaman, İsmail Karagöz, İbrahim Paçacı, Mehmet Canbulat, Ahmet Gelişgen, İbrahim Ural, Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 308-309, 400.

[2] Fikret Karaman vd. age., s. 308-309.

[3] Seyyid Ebu’l-Alâ el-Mevdûdî, Kur’ân’ın Dört Temel Terimi, İlâh-Rab-Din-İbadet, Özgün Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 21-42.

[4] Seyyid Ebu’l-Alâ el-Mevdûdî, age., s. 21-42.

[5] Seyyid Ebu’l-Alâ el-Mevdûdî, age., s. 21-42.

[6] Seyyid Ebu’l-Alâ el-Mevdûdî, age., s. 21-42.

[7] Fikret Karaman vd. age., s.  308-309, 400.

[8] Fikret Karaman vd. age., s. 308-309.

[9] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, cilt: 6, s. 71.

 

https://profdrburhanettincan.blogspot.com/

1 Ağustos 2025 Cuma

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-9: Ümmetin İttifakını Yıkan Bir Hastalık-2: HEVASINA UYANLARIN ZARARLI TUTUM VE DAVRANIŞLARI

 Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Ağustos 2025-372. Sayı

 

“Fakat zulmedenler, hiçbir ilimleri olmadan hevalarına uydular. Artık Allah’ın şaşırdığını kim yola getirebilir?”

                                                                                              (30/Rûm Suresi 29. ayet)

 

Heva, insanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin düşünme ve davranma hâlini ifade eder. Heva, insan nefsinin hayvani şehvetinden doğan bir eğilim olarak, nefsin süslü ve kötü arzulara uymasını sağlayan, insanı her türlü isyana götüren, her türlü belanın, rezilliğin, kötülüğün kaynağı, ilmin ve hidayetin zıddı olan şeytani bir değer sistemi ve bundan gücünü alan bir duygu ve davranış hâlidir. Heva, şeytanın karargâhı, askerî üssüdür.

Kur’ân’da heva kelimesinin semantik alanında, çok önemli bir ağırlığı bulunan ve çok temel bir kavram olan ilah kelimesi yer almaktadır. Kur’ân, “hevasına uyanlarla” “hevasını ilahlaştıranlar” arasında özel bir ayırım yapmakta; her iki insan unsurunun düşünce, tutum ve davranışlarını değerlendirmektedir. Bunlardan her biri, farklı insan unsurlarını içlerinde barındıran ve geniş spektruma sahip birer evrensel kümedir. Geçen yazıda insan yapısındaki kötülük merkezi/şeytanın karargâhı olarak görev icra eden hevanın ilahlaştırılması ele alınıp değerlendirilmişti. Bu yazıda ise kötülük merkezi/şeytanın karargâhı olarak görev icra eden hevanın farklı insan grupları üzerindeki etkisi, “hevasına uyanlar” kapsamında ele alınıp değerlendirilecektir.

Hevasına Uyanlar

Kur’ân’daki ilah, heva, insan ile ilgili ayetleri bir bütün olarak ele alıp değerlendirdiğimizde, konu ile ilgili üç farklı insan kümesinin bulunduğunu görmekteyiz. Birinci grup: Hevasına uymayı reddedip ona karşı mücadele eden, tavır koyan insan unsuru. İkinci grup: Hevasını ilahlaştırmayıp hevasına uyan insan unsuru. Üçüncü grup: Hevasını ilahlaştırıp ona tamamıyla teslim olan insan unsuru.

Kümeler teorisine göre insanı evrensel küme sayarsak, insanlık evrensel kümesinde hevasına uymayanlar ile hevasına uyanları iki ayrı alt küme şeklinde değerlendirebiliriz. Bunlar arasında bir arakesit küme/kesişim kümesi olabilir. Bu kesişim kümesi, hevanın her türlü arzu isteğini reddettiği hâlde farkına varmadan, hata yaparak hevanın isteklerini yerine getiren insan unsurudur. Bu insan unsuru, hata yaptığını gördüğü veya uyarıldığı anda tevbe edip Allah’tan af dileyerek hatasını düzeltmeye çalışanlardır: “Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: ‘Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır, esirgeyendir.’” (6/En’âm, 54).

Hevasını ilah edinenler ise hevasına uyan insan unsuru kümesinin içinde yer alan bir alt küme olarak ortaya çıkmaktadır. Hevasına uyanlar evrensel küme sayıldığında, homojen bir yapı olmadığı, farklı inanç/değer sistemine sahip çok farklı insan unsurlarını, birer alt küme olarak bünyesinde barındırdığı kolayca görülebilir: İnsanların çoğu, kitap ehli/Ehli Kitab, zalimler, fasıklar, müşrikler, mücrimler/suçlu günahkârlar.

İnsanların Çoğu Hevasına Uyar

Bugün ümmetin içinde bulunduğu durum, sadece yönetici kadrolarla ilgili bir durum olmayıp bizzat Müslüman insan unsurunun psikolojisi, zihin yapısı, kalbinde/nefsinde hastalık olup olmaması, daha da önemlisi bir davasının olup olmaması ile ilgilidir. Bu noktada asla unutulmaması gereken en temel nokta, insanın yaratılışındaki sır ve insan yapısında birbiri ile savaşan iki zıt cephenin varlığıdır.[1]

Kur’ân’ın ifadesine göre bu iki zıt yapının biri fıtrat merkezi diğeri de heva merkezidir. Fıtrat olumlu özelliklerin karar merkezi, heva da olumsuz özeliklerin karar merkezidir. Fıtrat insanı hep iyiye, güzele, doğruya yönlendirir; heva ise hep kötülüğe, çirkinliğe ve yanlışlığa yönlendirir (95/Tîn, 4-5; 91/Şems, 7-10). Bu iki merkez (fıtrat, heva), insanın yön ve davranışlarını şekillendirmek için insanda var olan kalp ve nefs gibi bütün merkezler üzerinde etkili olmak için birbiri ile sürekli savaş hâlindedirler. Bu olgunun daha iyi görülebilmesi, anlaşılabilmesi ve gereğinin yapılabilmesi için geçen yazıda verilen ve analizi yapılan hadislerin ve ilgili ayetlerin tekrar okunmasında ve üzerinde tefekkür edilmesinde fayda vardır

İblis ve onun yolundan gidenler (şeytanlar), insanoğluna sınırsız ve topyekûn bir savaş ilan etmişlerdir. Bu savaşın siyasi, psikolojik, sosyolojik, askerî ve değer eksenli değişik boyutları vardır. Söz konusu hadislere göre İblis değer eksenli psikolojik bir savaşı merkeze alıp insanoğlunu Allah’ın yolundan saptırmak için insanın kalbine ve nefsine sürekli olarak olumsuz bir şekilde etki etmeye çalışmakta ve “kanın damarlarda dolaştığı” gibi insan bünyesinde hareket etmektedir.

İnsan davranışlarını belirleyen genetik bu etkilerin yanında içinde doğup büyüdüğü sosyokültürel ve sosyoekonomik çevrenin ve şahsın bizzat kendi okuyup öğrendiklerinin de ciddi etkileri vardır. Bu üç boyutlu uzayda, her boyuttaki değişim diğer boyutları da olumlu ya da olumsuz olacak şekilde etkilemektedir.

Kur’ân’da “insanların çoğunun”, “haddi aşarak”, “bir ilme/bilgiye dayanmadan” “hevalarına uyup” hem kendilerini hem de diğer insanları saptırdıklarına dikkat çekilmesi, yukarıda belirtilen psikolojik altyapıyı anlayıp, analiz edip ve de gerekli tedbirleri almak için faydalıdır. Heva konusu ile ilgili Kur’ân’daki bir ayetin nüzûlüne sebep olan aşağıda verilen hadisin referans alınması ve üzerinde tefekkür edilmesi gerekmektedir: “İbnu Abbâs (r.a.): ‘Bir grup insan Resûlüllah (s.a.v.)'e gelerek: ‘Ey Allah'ın Resûlü biz kendi öldürdüğümüzü yiyor, fakat Allah'ın öldürdüğünü yemiyoruz, bu nasıl iş?’ dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu ayeti indirdi: ‘Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, o size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah'ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar/sapıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.’” (6/En’âm, 119).[2]

Sorulan soru, hayvanların etinin helal-haram olması ile ilgili bir sorudur. Verilen cevap, iman edenler açısından genel bir çerçeve çizmekte, düşünme, karar verme ve uygulamanın bu çerçeve içerisinde olmasına dikkat çekilmektedir. Bu nedenle öncelikle Allah’ın dosdoğru yolu, Allah’ın ayetlerine uyma, Allah’ın yolundan sapma ve helal-haram olgusu öne çekilmektedir (6/En’âm, 117, 118). Dikkat çekilen çok önemli bir nokta helal-haram olgusunun insan sağlığı açısından önemidir. Allah’ın ismi anılarak kesilen bir hayvan belli kurallara uygun şekilde kesilerek insan tarafından yendiğinde onun sağlığını olumsuz etkilemeyecek bir özelliğe sahip olmaktadır. Oysa kendi başına ölen ya da bir başka hayvan tarafından öldürülen bir hayvanın etinin sağlığa olumsuz etkisi vardır, olmalıdır. Bu, Allah’ın ilminin pratik hayata yansımasının bir göstergesi olduğunda buna uymayanlar için; “Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar/sapıyorlar.” ifadesi kullanılmaktadır. (6/En’âm, 119). 

Hevaya uyarak fıtrat yasalarının ifadesi olan Allah’ın ayetlerine uygun davranılmaması, haddi aşmayı, günahkâr olmayı, fasık olmayı, şeytana itaat etmeyi, müşrik olmayı, kâfir olmayı ve karanlıkta kalıp bir çıkış bulamamayı beraberinde getirmektedir. Dikkat çekilen çok önemli bir konu da şeytanların kendi dostlarına, iman edenlerle mücadele etmeleri için özel, gizli çağrılarda bulunduğu/bulunacağı ve kâfirlerin yapmakta olduklarının kendilerine 'süslü ve çekici gösterilmiş’ olmasıdır. (6/En’âm, 120-122).

Hevasına Uyanlar: Kitap Ehli/Ehli Kitab

Kitap ehli/Ehli Kitab, “Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitaplara iman edenlere verilen bir isim olup” “Kur’ân’da, “kendilerine kitap verilenler” (74/Müddessir, 31), “kendilerine kitap verdiklerimiz” (2/Bakara, 121) ve “kendilerine kitaptan bir pay verilenler” (4/Nisâ, 44) şeklinde ifade edilmektedir. Bu bağlamda Ehli Kitab sadece Yahudi ve Hıristiyanlar olmayıp diğer peygamberlere indirilen kitaplara da iman edenlere verilen bir isimdir. (4/Nisâ, 153; 5/Mâide, 15, 19; 6/En’âm, 84-90). Bu sebeple kitap ehli dendiğinde, sadece Yahudi ve Hıristiyanlar akla gelmemeli, İman edenler de dâhil tüm kitap verilenler hatırlanmalıdır.[3]

Dikkat edilmesi gereken, Ehli Kitab tanımlamasıyla bu insan unsurunun, kâfir, müşrik, münafık ve benzeri nitelikteki diğer insan unsurlarından ayrı bir konuma oturtulduğu olgusudur. Bununla beraber bu insan unsurunun evrensel kümesinde çok farklı tutum, davranış ve tavır ortaya koyan, alt küme olarak karşımıza çıkan farklı insan unsurları vardır. Kur’ân’ın dikkat çektiği çok önemli bir nokta, Ehli Kitab’tan olup da kâfir, münafık, müşrik, zalim, fâsık, mücrim gibi insan unsurlarının yaptığı, icra ettiği, düşündüğü bazı fiilleri ve düşünceleri hayata geçirip icra etmeleridir:

  • Kitap ehlinden bir grup, şuursuzca iman edenleri şaşırtıp-saptırmak ister. (3/Âl-i İmrân, 69).
  • “Allah'ın ayetlerini inkâr ederler.” (3/Âl-i İmrân, 70).
  • “Hakkı bâtıl ile örter ve bildikleri hâlde hakkı gizler.” (3/Âl-i İmrân, 71).
  • “‘İnananlara indirilene günün başında inanın, sonunda inkâr edin ki, belki dönerler ve dininize uyanlardan başkasına inanmayın.’ derler.” (3/Âl-i İmrân, 72, 73).
  • “Kitap Ehli’nden öylesi vardır ki, ona bir kantar emanet bıraksan onu sana öder; onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, sen, onun tepesine dikilip-durmadıkça onu sana ödemez.” (3 Âl-i İmrân, 75).
  • “Ümmiler (zayıf ve bilgisizler veya Ehli Kitab olmayanlar) konusunda üzerinizde bir sorumluluk yoktur.” derler. (3/Âl-i İmrân, 75).
  • “Onlar, bildikleri hâlde Allah'a karşı yalan söylerler.” (3/Âl-i İmrân, 75, 78).
  • “Onlar, Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık satarlar.” (3/Âl-i İmrân, 77).
  • “Kıyamet gününde Allah, onlarla konuşmaz, onları gözetlemez ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 77).
  • “Onlardan bir grup, iman edenleri kandırmak için ‘dillerini kitaba doğru eğip bükerler’, …Allah katından olmayan şeyleri söylerler.” (3/Âl-i İmrân, 78).
  • “Kitap ehli içinde iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.” (3/Âl-i İmrân, 110).
  • “Şahitler oldukları hâlde” “iman edenleri Allah yolundan çevirmeye çalışırlar.” (3/Âl-i İmrân, 99).
  • “Allah'ın ipine ve insanlar ile yaptıkları antlaşmalara bağlı kalanlar müstesna olmak üzere”, “Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri”, “isyan etmeleri ve haddi aşmaları dolayısıyla” “geri kalanların üzerlerine zillet ve aşağılanma damgası vurulmuştur” (3/Âl-i İmrân, 112).
  • “Allah'tan başkasına kulluk ederler”, “Allaha ortak koşarlar ve Allah'ı bırakıp birilerini rabler edinirler.” (3/Âl-i İmrân, 64).
  • “Dinleri konusunda taşkınlık ederler.”, ‘Allah üçün üçüncüsüdür.’ derler.” (4/Nisâ, 171).

Görülebileceği gibi kitap ehli Yahudiler/İsrailoğulları ve Hıristiyanlar, Hz. Peygamber (s.)’e, Kur’ân’a ve İslâm’a karşı çıkarak eleştiri yapmışlar, değişik tepkiler sergilemişlerdir. Allah, kitap ehlinin Hz. Muhammed’in peygamberliği için getireceği delilleri/ayetleri kabul etmeyeceklerini, onun kıblesine uymayacaklarını, Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolu kabul etmeyeceklerini, kendisinden hoşnut olmayacaklarını, hatta onlardan bir kısmının da diğer bir kısmının kıblesine uymadığı/uymayacağını, dolayısıyla hevalarına uyduklarını çok açık bir şekilde hatırlatmaktadır. (2/Bakara, 120, 145). Bütün bu olumsuz düşünce, tutum ve davranışlardan dolayı “Yahudi ve Hıristiyanların hevalarına uymaması” gerektiği konusunda Hz. Peygamber’e, özel bir uyarı yapılmaktadır: “Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost vardır ne de bir yardımcı.” (2/Bakara, 120). “Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, kuşkusuz, o zaman zalimlerden olursun.” (2/Bakara, 145).

Hz. Muhammed’e indirilenlerin ehli kitabın çoğunun tuğyanlarını, küfürlerini artıracağı (5/Mâide, 68) belirtilmektedir. İsrailoğulları Allah’a söz vermiş olmalarına rağmen “nefislerinin hoşuna gitmeyen bir şeyle peygamberler geldiyse, bir bölümünü yalanlamışlar, bir bölümünü de öldürmüşlerdir.” “Çoğunluğu körleşmiş” ve “sağırlaşmıştır” (5/Mâide, 70-71). Kitap ehlinden “Meryemoğlu Mesih’tir diyenler”, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler, “Allah'tan başka şeylere tapanlar”, şirk koşarak, küfre sapmışlar, isyan etmişler, haddi aşmışlar, zalim olmuşlar, “Davud ve Meryemoğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir.” (5/Mâide, 72-78).

Bu uyarılar yapıldıktan sonra da kitap ehline aşırı gitmemeleri, “sapmış, saptırmış ve düz yoldan kaymış olanların” “hevalarına uymamaları” gerektiği konusunda özel bir uyarı da Allah tarafından yapılmaktadır: “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun hevalarına uymayın.’” (5/Mâide, 77).

Kitap ehlinden Yahudi ve Hıristiyanlar yaptıklarından dolayı onlara bir musibet isabet edince, Allah’tan kendilerine peygamber gönderilmesini istemişlerdir. (28/Kasas, 47). Fakat onlara bir peygamber geldiğinde onu eleştirmişler, Hz. Musa ile mukayese ederek her ikisini de inkâr etmişlerdir. (28/Kasas, 48). Bunların bu tavrına karşı Allah Hz. Peygamber’den onlara çok özel bir çağrıda bulunmasını istemiştir: “De ki: ‘Eğer doğruysanız, bu durumda Allah katından bu ikisinden (Musa'ya indirilen Tevrat ve bana indirilen Kur’ân'dan) daha doğru olan bir kitap getirin de ben de ona uymuş olayım.’” (28/Kasas, 49).

Bu çağrıya olumlu cevap vermedikleri takdirde onların, “hevalarına uyan” “sapıklar” ve “zalimler” olduğu çok açık bir şekilde ifade edilmektedir: “Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi hevalarına uymaktadırlar. Oysa Allah'tan doğru yolu gösterici bir kılavuz olmaksızın, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyandan daha sapık kimdir? Hiç şüphe yok Allah, zulmetmekte olan bir kavime hidayet vermez.” (28/Kasas, 50).

Allah “Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” diye Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve İsa'ya vasiyet edilenleri, Hz. Peygamber’e de vasiyet etmiştir. Hz. Muhammed bu zincirin devamıdır. Ancak onun daveti, kitap ehline ve müşriklere ağır gelmiştir. (42/Şûrâ, 12, 13). Kitap ehline gönderilen ilimden sonra kitaba mirasçı olanlar ise, “bağy yüzünden ayrılığa düşmüşler” ve kitaplarına karşı “kuşku verici bir tereddüt içinde” olmuşlardır (42/Şûrâ, 14). Bu nedenle Allah, onların hevalarına uymaması gerektiği konusunda Hz. Peygamber’i uyarmıştır: “Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma.’” (42/Şûrâ, 15).

Hevasına Uyanlar: Müşrikler

Hevasına uyan diğer bir insan unsuru, şirk fiilini hayata geçiren insan unsuru olan müşriklerdir. Şirkin sözlük anlamı, “bir şeyi ortak yapmak, birden fazla kişiye tahsis etmek, ortak kabul etmek ve ortak saymak”tır. Istılahı anlamı ise, “yüce Allah’ın ilahlığında, sıfat ve fiillerinde ve rab oluşunda ortağı, benzeri ve eşinin olduğunu kabul etmektir.”[4] Allah’ın özelliklerinden birini veya birkaçını, özellikle ulûhiyet özelliklerinden birini yaratılmış bir başka varlığa verme yaklaşımıdır. Kur’ân’da şirk kavramı türevleri ile yaklaşık 150 yerde geçmektedir.

Şirkin anlam alanına göre şirk iki farklı şekilde gruplandırılmaktadır. Birinci gruplandırma “açık ve gizli şirk” olarak; ikinci gruplandırma “büyük ve küçük şirk” olarak yapılmaktadır. 1- Açık şirk (eş-şirk el-celî): Açık ve şuurlu olarak yapılan şirk. 2- Gizli şirk (eş-şirk el-hafî): Örtülü ve şuursuzca yapılan şirk.[5] Büyük şirk, küçük şirk ayırımı, Râğıb el-İsfahânî tarafından yapılmıştır: “Büyük şirk, Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki, bu inkârın ve küfrün en büyüğüdür… Küçük şirk ise bazı iş ve fiilleri icra ederken Allah’ın dışında kişilerin rızasını da hesaba katmaktır. Riyakârlık ve münafıklık bu cümledendir.”[6]

Kur’ân’a göre Allah’a şirk koşmak, Allah tarafından bağışlanmayan en büyük günah/günahların en büyüğü, en büyük zulüm ve en büyük haksızlıktır (4/Nisâ, 48). Şirk, âlimler tarafından beş kısma ayrılmıştır: “1- Şirk-i istiklâl: Birden fazla ilahin varlığını kabul etmek; Mecusiler 2- Şirk-i teb’îz: Allah’ın bir olduğunu söylemekle birlikte, onun ilahlardan meydana geldiğine inanmak; Hıristiyanların teslis inancı. 3- Şirk-i takrîb: Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmekle birlikte, ona yaklaştırır veya şefaatçi olur ümidiyle başka varlıklara tapmak; Mekke müşriklerinin putlara tapmaları. 4- Şirk-i taklîd: Başka birini taklit ederek, Allah’tan başkasına, putlara ibadet etmek ve onları ilah olarak tanımak. 5- Şirk-i esbâb: Eşyanın ve tabiatın hakiki müessir olduğuna inanmak, tabiatı yaratıcı kabul etmek.”[7]

Müşrik, şirk kökünden türeyen bir kelimedir. Müşrikin sözlük anlamı, “ortak koşan, ortak yapan” demektir, ıstılahi anlamı ise “Allah’a, ilah, rab, mabud oluşunda, sıfat ve fiillerinde eşi ve ortağı bulunduğunu kabul eden”dir.[8] Müşrik tanımdan da anlaşılabileceği gibi Allah’a ait ulûhiyet özelliklerinden birini veya bir kısmını bir başkasına verendir. Bu bağlamda her müşrik kâfirdir ancak her kâfir müşrik değildir. “Ahiret gününe inanmamak şirk olmayıp küfür olarak kabul edilmektedir.”[9] Kur’ân’da müşriklerle Ehli Kitab, kâfirlerin iki ayrı grubu olarak ifade edilmektedir: Kitap ehlinden ve müşriklerden küfre sapanlar kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar, (bulundukları durumdan) kopup-ayrılacak değillerdi.” (98/Beyyine, 1).

Müşriklerin düşünce tarzı, tutum ve davranışları değişik vesilelerle Kur’ân’ın değişik ayetlerinde dile getirilmekte, bazı konulara ise özel vurgu yapılarak iman edenler uyarılmaktadırlar. Bu bağlamda Zümer Suresi’nin 19-23. ayetleri değerlendirilmesi gerekmektedir. Müşriklerin ilah kabul ettikleri putların isimleri zikredilerek; erkek evlatların kendilerine ve putlarına, kız çocuklarının da Allah’a ait olduğu şeklindeki müşrik yaklaşım, “adil olmayan”, “hiçbir dayanağı olmayan”, “cahiliye düşüncesinin bir ürünü olan” yaklaşım çerçevesinde tenkit edilmektedir. Cahiliye insanlarının kadınlarla ilgili olumsuz düşünceleri, Allah tarafından eleştirilip insanlığa duyurulmaktadır. (53/Zümer, 19-22). Ayetlerin devamında müşriklerin bu tutum, tavır, davranış ve düşünce şekillerinin ellerinde hiçbir delil belge bulunmadan zanna dayalı olarak tamamen İblis’in karargâhı olan heva tarafından üretildiği belirtilerek iman edenler uyarılmakta ve de onlara yol gösterilmektedir: “Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) heva (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar.” (53/Necm, 23).

Müşrikler, kendilerini aklamak ve haklı çıkarmak için, “kendilerinin ve atalarının” “şirk koşmasını”, “bazı şeyleri haram kılmalarını”, “Allah’ın dilediğini” söyleyerek hiçbir ilme dayanmadan, zan ve tahminle, şahitleri de olmadan yalan söylemektedirler (6/En’âm, 148). Allah’ın ayetlerini yalan sayan, ahirete inanmayan, “bazı güçleri rablerine denk tutan” bu müşriklerin hevalarına uyulmaması gerektiği noktasından Hz. Peygamber üzerinden tüm müminlere özel bir uyarı yapılmaktadır: “De ki: ‘Gerçekten Allah'ın bunu haram kıldığına şehadet edecek şahitlerinizi getirin.’ Şayet onlar, şehadet edecek olurlarsa sen onlarla birlikte şehadet etme. Ayetlerimizi yalan sayanların ve ahirete inanmayanların hevalarına uyma; onlar (birtakım güçleri ve varlıkları) Rablerine denk tutmaktadırlar.” (6/En’âm, 150). 

Hevasına Uyanlar: Zalimler

Zulüm kavramı çok geniş ve etkin bir anlam alanına sahiptir. Zulüm kavramının sözlük anlamı, “bir şeyi kendine mahsus yerinden başka bir yere koymak, noksan yapmak, sınırı aşmak, doğru yoldan sapmak, meyletmek, hakkını eksiltmek, hakkını vermemek, menetmek ve yapılmaması gereken bir davranışta bulunmaktır.” Kur’ân’daki ıstılahi anlamı ise, “Allah’a karşı görevlerde inkâr ve isyan olan”, “ilahi iradeye ters düşen her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlardır.”[10] Kur’ân’da zulüm, “58 surede, 266 ayette 289 kez geçmekte, tamamen olumsuz anlamda” kullanılmaktadır.[11] Bu ayetlerde zulüm kavramı, şu anlamlara gelmektedir. Şirk koşmak (6/En’âm, 82), şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13), küfür (2/Bakara, 254), nifak (4/Nisâ, 64), günah (2/Bakara, 231), insanlara yapılan haksız muamele (4/Nisâ, 10), noksan yapmak (18 Kehf, 33), azap, işkence (16/Nûh, 41), insan öldürmek (2/Bakara, 35), hırsızlık (5/Mâide, 39), zarar vermek (42/Şûrâ, 40-42), haksızlık etmek (3/Âl-i İmrân, 182), nefse zarar vermek (2/Bakara, 57), insanlara eziyet etmek (42/Şûrâ, 41), işlenen günahlardan tevbe etmemek (49/Hucurât, 11).

İnsan merkezli üç tür zulüm vardır: 1- İnsan ile Allah arasında meydana gelen zulüm (şirk, küfür, nifak ve isyan). 2- Kişi ile insanlar arasındaki zulüm (haksızlık, hırsızlık, öldürme, iftira vb.); 3- Kişi ile nefsi arasındaki zulüm, ilk iki zulmün sonuçlarının insana yansıması, nefsine zulmetmesi demektir.

Dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta, Kur’ân’da 23 ayette Allah’ın dünya ve ahirette insanlara, toplumlara ve âlemlere zulmetmediği ve etmeyeceğinin belirtilmesidir. (3/Âl-i İmrân, 108, 117, 182; 4/Nisâ, 40).[12] Zalim, zulüm olarak tanımlanan inanç, söz, fiil ve davranışları icra eden kimsedir. Kur’ân’da zalim kelimesi tekil ve çoğul şekliyle (zâlimîn, zâlimûn) 135 defa, zulmeden kimseler (ellezîne zâlemû) şekliyle 33 defa kullanılmaktadır. Kur’ân’da bir ayette Allah’ın zalim olmadığı ifade edilmektedir (26/Şûrâ, 209). Zalûm, çok zalim demek olup Kur’ân’da iki ayette geçmektedir (14/İbrahim, 34; 33/Ahzâb, 72).[13]

Kur’ân’da zalim olarak nitelendirilen insan kümesinin oldukça geniş bir insan unsurunu kapsadığı görülmektedir. Zalimler evrensel kümesinin birer alt kümesi olan bu insanlar şu şekilde özetlenebilir: Kâfirler (2/Bakara, 254), ahireti inkâr edenler (7/A’râf, 44), cehennem ateşini yalanlayanlar (34/Sebe’, 42), ayetleri inkâr edenler (6/En’âm, 33), ayetleri yalanlayanlar (3/Âl-i İmrân, 94), ilahi kitaplara inanmayanlar (34/Sebe’, 31), ilahlık iddia edenler (21/Enbiyâ, 29), insanları Allah’ın yolundan/dininden men edenler (4/Nisâ, 168-169), Allah’a ortak koşanlar (25/Furkân, 8), Allah’tan başkasına yalvaranlar (10/Yunus, 106), “Allah üçün üçüncüsüdür.” diyenler (5/Mâide, 72), şeytan ve zürriyetini dost edinip onlara tapanlar (18/Kehf, 50), heva ve hevesini ilah edinenler (30/Rûm, 29), münafıklar (24/Nûr, 50), Allah’ın sınırlarına tecavüz edenler (2/Bakara, 229), hırsızlar (5/Mâide, 39), fuhuş yapanlar (12/Yûsuf, 24), hainler, kötülük edenler (12/Yûsuf, 24), katiller (5/Mâide, 27-29), fakirin hakkını vermeyenler (2/Bakara, 270), malını haram yolda harcayanlar (2/Bakara, 270), adağını yerine getirmeyenler (2/Bakara, 270), yalan yere yemin edenler (5/Mâide, 106-107), hakka tecavüz edenler (5/Mâide, 106-107), başkalarına zarar verenler (5/Mâide, 106-107), yalancı şahitlik yapanlar (5/Mâide, 106-107), insanlara eza cefa ve kötülük edenler (42/Şûrâ, 40), suçsuz insanı cezalandıranlar (12/Yûsuf, 79), fakirleri kovanlar (6/En’âm, 52 ), kâfirleri, Hıristiyanları ve Yahudileri dost edinenler; bunların arzu ve isteklerine uyanlar (9/Tevbe, 23), Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmeyenler (5/Mâide, 45), insanlarla alay edenler, insanları çekiştirenler, insanlara kötü lakap takanlar ve günahlarına tevbe etmeyenler (49/Hucurât, 11).

Kur’ân’da zalimlerle ilgili olarak üzerine dikkat çekilen ve vurgu yapılan bir konu da “daha zalim” (men ezlemü) kavramı olup “daha zalim olanların” kimler olduğu açık bir şekilde belirtilmektedir: Allah’a yalan uyduranlar (6/En’âm, 21), ayetleri yalanlayanlar (6/En’âm, 157), ayetlerden yüz çevirenler (32/Secde, 22), ilahlık ve yalancı peygamberlik iddiasında bulunanlar (6/En’âm, 93), isyanlarını unutanlar (18/Kehf, 57), şahitliği gizleyenler (2/Bakara, 140), camilerde Allah’ın adının anılmasını engelleyen ve camilerin harap olmasına çalışanlar (2/Bakara, 114).

Kur’ân’ın zalimler konusunda dikkat çektiği bir başka konu, geçmişte zalim oldukları için helak olan/edilen toplumlardır: Nemrut kavmi (2/Bakara, 258), Mekke müşrik toplumu (6/En’âm, 144), Medine münafıkları (9/Tevbe, 109), Medine Yahudileri (7/A’râf, 150), Firavun’un kavmi (10/Yûnus, 80), Nûh’un kavmi (11/Hûd, 114), Hûd’un kavmi (11/Hûd, 101), Salih’in kavmi (16/Nahl, 113), Şuayb’ın kavmi (22/Hac 45; 29/Ankebût, 31).

Kur’ân’a göre hevasına uyan diğer bir insan unsuru, zalimler/mütecavizlerdir. Zalimler, hak, hukuk tanımadıkları, adalete karşı oldukları, hiçbir bilgiye dayanmadan kendi nefislerinin istediklerini hayatın merkezi hâline getirip gerçekleştirmek istedikleri için peygamberlerin davetine uymayıp, hevalarına uyarak sapan kişiler, kavimlerdir. Onlar zanna uyarlar, zan ve tahminle yalan söylerler, Allah’ın yolundan saptırmak için uğraşırlar, helal ve haram sınırı tanımazlar, haramı helal gören günahkârlardırlar (6/ En’âm, 116-118, 120), cahillerdir (30/Rûm, 30). Hz. Peygamber’in memleketinden hicret etmesini sağlayanlar, amelleri kendilerine süslü, çekici gösterilmiş kimseler (47/Muhammed, 13, 14) olup hevalarına uymuş olanlardır: “Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi hevalarına uymaktadırlar. Oysa Allah'tan bir kılavuz (doğru yolu gösterici) olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık kimdir? Hiç şüphe yok Allah, zulmetmekte olan bir kavime hidayet vermez.” (28/Kasas, 50). “Hayır, zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevalarına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur.” (30/Rûm, 29). “Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla (kimilerini) saptırıyorlar/sapıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.” (6/En’âm, 119). “Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine 'süslü ve çekici gösterilmiş' ve kendi hevalarına uyan kimseler gibi midir?” (47/Muhammed, 14). “İşte onlar; Allah, onların kalplerini damgalamıştır ve onlar kendi hevalarına uymuşlardır.” (47/Muhammed, 16).

Hevasına Uyanlar: Fasıklar

Fısk ve fasık, f-s-k (feseka) kökünden türemiştir. Fıskın Arapça sözlük anlamı, “bir şeyden çıkmaktır.” Kazandığı ıstılahi anlam ise, “yoldan çıkmak”, “doğru yoldan sapmak”, “isyan etmek”, “Allah’ın emir ve yasaklarına uymamak”, “iyilik ve güzellikten çıkmak”, “günah ve suç işlemek”, “günaha batmak”, “kötülüğe iyice batmak”tır.[14] Fısk ile ilgili ayetler analiz edildiğinde fıskın ıstılahı anlamında insanı dinden çıkarıp küfre götüren ve insanı dinden çıkarmayan olmak üzere iki eksen bulunduğu görülecektir.

  • İnsanı dinden çıkarıp küfre götüren fısk alanları: Allah ve peygamberlik ile ilgili fısk alanları olup şu şekilde sınıflandırılabilir: Allah’a inançsızlık/küfür (9/Tevbe, 80, 84; 10/Yûnus, 33; 57/Hadîd, 26, 27; 2/Bakara, 98-99; 24/Nûr, 55-56; 32/Secde, 18-20; 3/Âl-i İmrân, 110; 49/Hucurât, 7, 8), Allah’ı unutma (9/Tevbe, 67; 59/Haşr, 19), Allah’ın ayetlerini yalanlama (6/En’âm, 49), Allah’ı, peygamberi ve Allah yolunda cihadı ikinci dereceye koyma (9/Tevbe, 24), şirk (9/Tevbe, 7, 8), nifak/inançta ikiyüzlülük (9/Tevbe, 53, 54, 67, 80, 96; 59/Haşr, 16, 17; 63/Münâfikûn, 1-6), ayetleri yalanlama (6/En’âm, 49), Allah’ın indirdikleri ile hükmetmemek (5/Mâide, 47, 49), şeytanın Allah’ın emrinden çıkışı (18/Kehf, 50).
  • Dinden çıkarmayan fısk: Bunun kapsam alanı daha geniş olup müminlerin Allah’ın ve peygamberin emir ve yasaklarına uymamaları, itaatsizlik etmeleri, Allah’ın iradesine ters davranışta bulunmaları ile ilgili durumlardır. Zulmetmek (2/Bakara 58, 59; 7/A’râf, 165), fesat çıkarmak (2/Bakara, 26, 27), Allah adı anılmadan kesilen ve ölmüş hayvan etini yemek (6/En’âm, 121, 145; 5/Mâide, 3), insanlara kötü lakap takmak (49/Hucurât, 11), yalan söylemek, yalan haber yapmak/yaymak, yalancı şahitlik yapmak (24/Nûr 4, 5; 49/Hucurât, 6), ahde vefasızlık (5/Mâide, 106-108; 7/A’râf, 101, 102; 9/Tevbe, 8-11), kötü/çirkin söz söylemek/sebb (2/Bakara, 197; 49/Hucurât, 11), çirkin işler yapmak (21/Enbiyâ, 74), serveti ile şımarmak (teref), azgınlık yapmak, suç işlemek (17/İsrâ, 16), kibir sahibi olmak, kibirlenmek (46/Ahkaf, 20), kumar oynamak (5/Mâide, 3), Allah’ı unutmak (59/Haşr, 9), borçlanma işleminde kâtibe ve şahide zarar vermek (2/Bakara, 282), günah işlemek (2/Bakara, 282), isyan etmek (6/En’âm, 21), itaatsizlik (7/A’râf, 163), eşcinsellik (21/Enbiyâ, 74; 29/Ankebût, 33-34).

Kur’ân’da Yahudilerin savaştan kaçması (5/Mâide, 24-26), cumartesi yasağını çiğnemesi (7/A’râf, 163-165) ve müminlerden hoşnut olmamaları (5/Mâide, 59) fısk olarak ifade edilmektedir. Bu konuda diğer önemli bir anahtar kavram ise fasıktır. Bunun ıstılahi anlamı, “inkâr eden” ve “iman ettiği hâlde Allah ve peygambere itaat etmeyen”, “dini görevlerini terk eden ve günah işleyen”; “fısk olan tutum ve davranışları gerçekleştiren” insandır.[15] Tanımdan görülebileceği gibi fasık kelimesinin ıstılahi anlamında iki ana boyut mevcuttur: 1- İnkâr edenler/iman etmeyenler, 2- İman ettiği hâlde Kur’ân ve sünnetin gerektirdiğini yapmayanlar. Bu durumda her kâfir, fasıktır fakat her fasık, kâfir olmayabilir. Bu olgunun unutulmaması gerekmektedir.

Kur’ân’da eylem ve düşüncelerine göre fasık diye nitelenen değişik insan unsurları mevcuttur. Bu sınıflandırma icra edilen fısk eyleminin muhtevasına, anlam alanına bağlı olarak yapılabilmektedir. Bunun için fısk kavramının etkileşimde bulunduğu kavramsal düzlemi göz önüne almak gerekmektedir: 1. Fısk-küfür ilişkisi, 2. Fısk-dalâlet/hidayet ilişkisi, 3. Fısk-şirk ilişkisi, 4. Fısk-hıyanet/ahde vefasızlık ilişkisi, 5. Fısk-istikbar ilişkisi. Fıskın bu ilişki ağından görülebileceği gibi fasıklar kümesi çok geniş bir insan unsuru içeren bir küme olarak karşımıza çıkmaktadır.

İman-Küfür Düzleminde Fısk ve Fasıklar

 Fasıklar evrensel kümesini iman-küfür düzleminde analiz ettiğimizde farklı alt kümelerin bulunduğunu görebilmekteyiz:

  • İblis/şeytan, fısk eylemlerinin kaynağı ve tüm fasıkların lideridir. (18/Kehf, 50).
  • İnsanların pek çoğu fasıktır. (5/Mâide, 49).
  • Kitap ehlinin büyük çoğunluğu fasıktır (3/Âl-i İmrân, 110; 5/Mâide, 59, 81; 57/Hadîd, 16, 27). Yahudiler (2/Bakara, 59; 7/A’râf, 102, 163; 5/Mâide, 49, 59, 80, 81). Hıristiyanlar (3/Âl-i İmrân, 110; 57/Hadîd, 16, 27).
  • İmandan sonra küfre sapanlar fasıktır. (24/Nûr, 55).
  • İman edenler için küfür, fısk ve isyan çirkin bir yaklaşımdır. (49/Hucurât, 7).
  • Allah, iman edenleri öteki dünyada cennete koyarak ödüllendirirken, fasık olanları mücrim de oldukları için cehenneme yerleştirerek cezalandıracaktır. (32/Secde, 18-22).
  • Münafıklar, Allah’ın kendilerinden razı olmadığı, Allah’ı unutan, kötülüğü emredip iyilikten alıkoyan, Allah’ın lanetlediği fasıklar gürûhudur. (63/Münâfikûn, 1-6; 9/Tevbe, 62-68, 96).
  • İman edenlerden olup da “imana karşı küfrü sevip-tercih eden babaları ve kardeşlerini veliler edinenler” İman edenlerden “babalarını”, “çocuklarını”, “kardeşlerini”, “eşlerini”, “aşiretini”, “kazandığı malları”, “az kâr getireceğinden korktuğu ticareti” ve “hoşuna giden evleri”, “Allah'tan, onun resûlünden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli” görenler, fasıktır. (9/ Tevbe, 23, 24).
  • Kur’ân’a göre alışveriş yapıldığında, mutlaka şahit tutulması ve alışveriş şartlarının yazılması gerekmektedir. “Yazana” da “şahide” de zarar verilmemesi Allah’ın bir hükmüdür. Yazana ve şahide zarar verilmesi hem zulüm hem de fısktır. Bunu yapan hem zalim hem de fasıktır. (2/Bakara, 282). Bu bağlamda ölümle ilgili vasiyeti yazana ve şahitlik edene zarar verilmemesi gerekmektedir. Şahitlerin de şahitliklerini adil bir şekilde yapmaları zorunludur. Şahitliklerinde adil olmayanlar, hakkı gizleyenler hem zalim hem de fasıktır. “Allah fasıklar topluluğuna hidayet vermez.” (5/Mâide, 106-108).
  • Müşriklerin çoğunluğu, fasıklardır. (9/Tevbe, 8).
  • Kâfir olanlar, zalim, fasid ve fasıktırlar. (2/Bakara, 26, 27, 98-100; 3/Âl-i İmrân, 82; 7/A’râf, 102; 38/Sâd, 20; 32/Secde, 18).
  • Fıska sapanlar gerçekten iman etmezler. (10/Yûnus, 33).
  • Tümüyle hak dinden çıkmış olan fasıklar, imansız, inatçı, aşırı olan müşrik ve kâfirlerdir. (10/Yûnus, 33-37; 46/Ahkaf, 20, 34, 35).
  • Allah’ı unutanlar fasıktır. (59/Haşr, 19).
  • Allah’ın ayetlerini inkâr edenler, yalanlayanlar fasıktır. (2/Bakara, 99; 6/En’âm, 49).
  • Allah’ın indirdiği ahkâmla hükmetmeyenler fasıktır. (5/Mâide, 47).
  • İffetli kadınlara suç isnat edenler fasıktır. (24/Nûr, 4).
  • Yalan haber yayanlar fasıktır. (49/Hucurât, 6).
  • Firavun ve ona tabi olanların, Hz. Musa’ya gelen ayetlerle alay etmeleri, büyücü olarak niteleyip kendileri için Allah’a dua etmelerini isteyerek alay etmeleri, Hz. Musa’ya verdikleri sözü tutmamaları, Firavun’a tâbi olmaları, onun mülkün sahibinin kendisi olduğunu söylemesi ve hem Hz. Musa’yı hem de kendi kavmini küçümsemesi sebebiyle fasık olmuşlardır. (27/Neml 12; 28/Kasas, 32; 43/Zuhruf, 54-56).
  • Nuh ve İbrahim soyundan gelenlerin pek çoğu fasıktır. (51/Zâriyât, 46; 57/Hadîd, 26).
  • Lut kavmi fasıktır. (21/Enbiyâ, 74, 75; 29/Ankebût, 33-35).
  • Genelde eski medeniyet merkezleri mensuplarının pek çoğu fasıktır. (7/A’râf, 101, 102).

Küfrün nihayetinin fısk olduğunu belirten ayeti göz önüne alan Beydavi, “Fasık, kâfirin çok inatçı bir türü”dür der.[16]

Hidayet-Dalâlet Düzleminde Fısk ve Fasıklar

Hidayet-dalâlet düzleminde fısk olan fiilleri ve bunu icra eden fasıkları, farklı alt kümeler olarak sınıflandırabiliriz:

  • Allah verdiği örneklerle dalâlet içerisinde olan fasıkları saptırır. (2/Bakara, 26).
  • Allah fasıkları hidayete eriştirmez. (5/Mâide, 108; 9/Tevbe, 24, 80; 63/Münâfikûn, 6; 61/Saf, 5).
  • Allah fasıklardan razı olmaz. (9/Tevbe, 96).
  • İman edenlerden olup da “babalarını”, “çocuklarını”, “kardeşlerini”, “eşlerini”, “aşiretini”, “kazandığı malları”, “az kâr getireceğinden korktuğu ticareti” ve “hoşuna giden evleri”, “Allah'tan, onun resûlünden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli” görenler fasık olup Allah bu fasıklar topluluğuna hidayet vermemektedir. (9/Tevbe, 24).
  • Kâfirler ve münafıklar (9/Tevbe, 73), Allah’a ve resûlüne (karşı) nankörlük ettikleri için Allah’ın hidayet vermediği fasıklar topluluğudur. (9/Tevbe, 80).
  • Münafıklar, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmedikleri hâlde yalan söyleyerek kabul ettiklerini söylemeleri, “yeminlerini bir kalkan edinip de Allah yolundan yan çizmeleri”, “önce iman etmeleri sonra küfretmeleri” dolayısıyla “kalplerinin üzerine damga vurulduğundan”, “her çağrıyı aleyhlerine sanmalarından”, “düşman olmalarından”, “davete karşı başlarını çevirmelerinden”, “büyüklük taslayıp yüz çevirmelerinden” dolayı onlar vefasız fasıklardır. Bu nedenle “Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmez” ve “hidayet de vermez.” (63/Münâfikûn, 1-6).
  • Allah, Hz. Musa’nın kavminin Hz. Musa’ya eziyet etmesi, “kalplerinin eğrilip-sapmış olmaları nedeniyle fasık bir topluluk olduklarından Allah, fasık olan bu kavmi hidayete erdirmemiştir. (61/Saf, 5).
  • Nuh'un ve İbrahim'in kavimleri içinde “hidayeti kabul edenler vardı.” Fakat onlardan birçoğu fasık olanlardı. (57/Hadîd, 26).

Görülebileceği gibi fasık kavramının evrensel kümesinde çok farklı insan unsurları alt küme olarak yer almaktadır. Bununla beraber Kur’ân’da “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen üç insan unsurunun” mevcut olduğu bildirilmektedir: Kâfirler (5/Mâide, 44), zalimler (5/Mâide, 45), fasıklar (5/Mâide, 47).

Mâide Suresi 48, 49’da Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen bu üç insan unsurunun hevalarına uydukları, cahiliye hükmünü aradıkları (5/Mâide, 50) belirtilmektedir. Bu nedenle Hz. Peygamber’den “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmesi” ve bu üç insan unsurunun “hevalarına uymaması” istenmektedir: Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahit-gözetleyici' olarak Kur’ân'ı indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların hevalarına uyma.” (5/Mâide, 48). “Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır.” (5/Mâide, 49).

Fasıkların Akıbeti

Kur’ân’da fısk ve fasık kavramlarına bu denli ayrıntılı yer verilmesi hem fertlere hem de toplumlara yapılan özel bir uyarı şeklinde anlaşılmalıdır. Uyarılar, bu davranışı yapan insan unsurlarının başına geçmişte gelenlerle, gelecekte gelebilecek olanlarla ilgilidir. Bunları şöyle gruplandırabiliriz:

  • Fasıklar için dünyevi azap vardır. (5/Mâide, 25; 2/Bakara, 59; 29/Ankebût, 33-35; 6/En’âm, 49; 7/ A’râf, 165; 59/Haşr, 3-5).
  • Fasıklar nihayetinde helak edileceklerdir. (46/Ahkaf, 35; 17/İsra, 16; 5/Mâide, 20-26; 43/Zuhruf, 54-56; 2/Bakara, 27),
  • Fasıklar için uhrevi azap var ve cehennemde kalacaklardır. (32/Secde, 18-30; 46/Ahkaf, 20).

Hevasına Uyanlar: Mücrimler/Suçlu Günahkârlar

Hevasına uyan bir başka insan unsuru, mücrimlerdir. Mücrim kelimesi, cürümden türemiş bir isimdir. Mücrimin Türkçe sözlük anlamı, “1- Cürüm yapmış olan, kabahatli, cürümlü. 2- Suçlu” olarak verilmektedir. Tanımda geçen cürüm ise, “1- Suç, ceza icap ettiren suç, 2- Hukukta ağır suç” şeklinde tanımlanmaktadır.[17] Arapçada cürm kelimesinin asıl anlamı, “ağaçtan meyveyi olgunlaşmadan önce kesmek, koparmak”tır. Cürümden türeyen mücrim ise, “suç, cinayet, yalan vb. her türlü çirkin zulüm ve günah olan söz, fiil ve davranışları işleyen kimse” demektir.[18]

Kur’ân’da 55 defa geçmekte olup değişik fiilleri icra eden insanlar için kullanılmıştır: Suç, günah, zulüm ve şer fiilleri sevk edenler (5/Mâide, 2, 8; 11/Hûd, 89), suç işleyenler (34/Sebe’, 25), ayetlere inanmayanlar (6/En’âm, 124), peygamberleri yalanlayanlar (6/En’âm, 147), hakkı yalanlayanlar (77/Mürselât, 45), ahireti yalanlayanlar (7/A’râf, 40, 44, 45), cehennemi yalanlayanlar (55/Rahmân, 43), ayetlere karşı büyüklenenler (7/A’râf, 40; 10/Yûnus, 75), imana karşı büyüklenenler (45/Câsiye, 31), peygamberle alay edenler (15/Hicr, 11, 12), peygamberlere düşmanlık edenler (25/Furkân,  31), Allah’tan yüz çevirenler (11/Hûd, 52), Kur’ân’dan yüz çevirenler (32/Secde, 22), müminlerle alay edenler (83/Mutaffifîn, 29, 30), kâfirler (8/Enfâl, 7, 8), müşrikler (6/En’âm, 55), münafıklar (9/Tevbe, 66), zalimler (7/A’râf, 40, 41), firavun ve taifesi (10/Yûnus, 75, 82), helak edilen toplumlar (10/Yûnus, 13; 11/Hûd, 116).

Bu insan unsurunun ahiretteki cezaları; yüzükoyun ateşe atılmak (54/Kamer, 47, 48), cehennemde kalmak (20/Tâ-Hâ, 74), şiddetli bir azap içinde olmak (6/En’âm, 12) ve yüzlerinin kapkara olması (20/Tâ-Hâ, 102) şeklinde bildirilmektedir.

Yukarıdaki insanlardan görülebileceği gibi, mücrim evrensel kümesinde, alt küme olarak yer alan çok farklı insan unsuru bulunmaktadır. Kur’ân tarafından belirlenen düşünce, tutum ve tavırları ortaya koyan ve mücrim diye isimlendirilen bu insan unsuru hevalarına uymaktadırlar. Bu konuda Hz. Peygamber uyarılmış ve mücrimlere tavır koyması istenmiştir: “Mücrimlerin/suçlu-günahkârların yolu apaçık ortaya çıksın diye, ayetlerimizi işte böyle birer birer açıklamaktayız.” (6/En’âm, 55). “De ki: ‘Ben sizin hevalarınıza uymam; yoksa bu durumda ben şaşırıp sapmış ve doğru yolu bulmamışlardan olurum.’” (6/En’âm, 56).

Sonuç

İbn Haldun’a göre mağlup toplumlar, galip gelen toplumları hem davranış hem de düşünce olarak taklit ederler:  “Nefs ve kalp, daima kavimlerine galebe çalmış ve kendi kavmine boyun eğdirmiş olanların olgunluk ve üstünlüklerine inanır. Yenilen kimse buna inandıktan sonra, bütün iş ve hareketlerinde kendisini yeneni örnek edinir ve ona benzemeye çalışır. Yahut kendisine üstün gelen kimsenin galebesinin, âdet, mezhep ve mesleğinden ileri geldiği vehmine kapılır, bunu galebenin sebepleri ile karıştırır. İşte bu yanılgılardan dolayı yenilgiye uğrayan kimse giyim ve kuşam, hayvana binmek, silahlanmak ve bütün diğer hâl ve işlerinde kendisini yeneni örnek edinir... O kavmin hâli ve âdeti bu yolla onlara sirayet eder.”[19]

Osmanlı’nın son yüzyıllık döneminde başlayıp Türkiye Cumhuriyeti ile zirveye ulaşan Batılılaşma hareketi, İslâm kültür ve medeniyetinin birçok değerini yok edecek uygulamalar yapmış ve de yapmaya devam etmektedir. Bugün hâkim olan sosyokültürel, sosyoekonomik yapı, kültür ve medeniyet değerleri genelde insanları olumsuz etkilemektedir. Var olan kültür-medeniyet değerlerinin mahiyetine, Allah’a, peygambere, ahirete ve kitaba iman düzleminden bakmadan, onu içselleştirmeye, benimsemeye, yaşamaya çalışmak ve onu savunma eğilimi içine girmek içine düşülen en büyük yanılgılardan biridir.

Günümüzde İslâm dünyasında yaşanan sosyokültürel, sosyoekonomik değişim, İbn Haldun’un yukarıda ifade ettiği aşağılık psikolojisinin bir ürünü olup hevasına uyanların ve hevasını ilah edinenlerin eseridir. O sebeple; “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. Onlar ister zengin olsun ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (4/Nisâ, 135).

        [1]Bu konu geçen yazıda ana ilkeler çerçevesinde ele alınıp değerlendirilmiştir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için geçen yazının tekrar okunmasında fayda vardır.  

        [2] Tirmizî, Tefsir, En'âm, (3071); Ebu Dâvud, Edâhî, 13, (2817, 2818, 2819); Nesâî, Edâhî 40, (7, 237).

[3] Fikret Karaman vd., Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 138-139.

[4] Fikret Karaman vd., age., s.  621

[5] Yaşar Nûri Öztürk, Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991, s. 591-596.

        [6] Râğıb el-İsfahânî, Müfredât Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2016.

        [7] Fikret Karaman vd., age., s.  506.

[8] Fikret Karaman vd., age., s.  506.

[9] Fikret Karaman vd., age., s.  506.

[10] Fikret Karaman vd., age., s. 719.

[11] Fikret Karaman vd., age., s. 719.

[12] Fikret Karaman vd., age., s. 704-719.

[13] Fikret Karaman vd., age., s. 705.

[14] Fikret Karaman vd., age., s. 185-186. Vecdi Akyüz, Kur’ân’da Siyası Kavramlar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 367-397.

[15] Fikret Karaman vd.  age., s. 172. Vecdi Akyüz, age., s. 367-397.

[16] Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Dinî ve Ahlaki Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991, s. 211-212.

[17]D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.

[18] Fikret Karaman vd. age., s. 671-672.

[19] İbn Haldun Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, MEB Yayınları, Ankara, 1998, cilt:1, s. 374.

 

https://profdrburhanettincan.blogspot.com/

1 Temmuz 2025 Salı

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-8: ÜMMETİN İTTİFAKINI YIKAN BİR HASTALIK: HEVANIN İLAHLAŞTIRILMASI-1

  Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Temmuz 2025-371. Sayı

 

“Bir, vahye dayalı düzen vardır, bir de heva. Üçüncüsü yok…”

                                                                                            Şâtıbi

 

Şer İttifakı’nın tüm dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyerek, “tek dünya devleti, tek dünya hükûmeti, tek hukuk ve tek para sistemi” kurma stratejisini bozabilecek tek güç, 2 milyarı aşkın Müslümanın, ümmet kimliği etrafında birleşmesi ve bütünleşmesi olgusudur. Siyonist İsrail’in ve 21’inci asrın Firavun’u Trump’ın İran’a karşı başlattığı savaşa bu açıdan bakılmalı ve tüm İslâm dünyası yaşananlardan ders çıkarmalıdır. Bu sebeple İslâm dünyasının yekvücut olarak Şer İttifakı’na karşı uzun vadeli bir strateji belirleyip bir yol haritası hazırlaması İslâmî ve tarihî bir zorunluluktur.

Kur’ân-ı Kerim’de kıyamete kadar vuku bulacak durumlarla ilgili bize özel birer mesaj verilmekte ve de yol gösterilmektedir. Geçmişte sırât-ı müstakîmden ayrılanların başına gelenler, mazide kalan, tekrarlanmayacak basit birer kıssa şeklinde görülmemelidir. Bu kıssalar, İblis’in yolundan gidenlerin kıyamete kadar uygulayacakları strateji ve taktiklerin göstergesi ve ifşası olarak ele alınıp değerlendirilmelidir.

Geçen yazıda, ümmetin birlik ve bütünlüğünü engelleyen ana unsurlar/temel unsurlardan ölümün ve Allah’ın unutulur gibi olması, günlük hayatta bir etkisinin olduğunun düşünülmemesi olgusu üzerinde durulmuştu. Bu yazıda ise insan bünyesindeki kötülük merkezi/şeytanın karargâhı hevanın ilahlaştırılması ele alınacaktır.

İnsan Yapısında Birbiriyle Savaşan İki Zıt Merkez

Ümmetin içinde bulunduğu içler acısı durum, sadece yönetici kadrolarla ilgili bir durum olmayıp bizzat Müslümanın psikolojisi, zihin yapısı, kalbinde hastalığın bulunup bulunmaması, daha da önemlisi bir davasının şuuruna sahip olup olmamasıyla ilgilidir. Bunun için öncelikle insanın yapısı ilkeler çerçevesinde ele alınıp değerlendirilmelidir.

Allah insanın yaratılışını ve onun bünyesine yerleştirdiği iki ana zıt yapıyı, Kur’ân’da temel özellikleri itibarıyla insanlara sunmaktadır. Kur’ân’ın ifadesine göre bu iki zıt yapının biri fıtrat, diğeri de heva merkezidir. Fıtrat müspet, heva da menfi özeliklerin karar merkezidir. Fıtrat insanı hep iyiye, güzele, doğruya yönlendirir, heva ise hep kötülüğe, çirkinliğe ve yanlışlığa yönlendirir: “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra da aşağıların aşağısına çevirdik.” (95/Tîn 4-5). “Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.” (91/Şems 7-10).

Öncelikle iman edenlerin unutmaması gereken ana gerçek, insanda birbiriyle sürekli savaşan ve çatışan bu iki zıt merkezin varlığıdır. Bu noktada Hz. Peygamber (s.)’in dikkat çektiği çok ciddi bir tehlike, bu iki merkezin (heva, fıtrat) insanda var olan kalp ve nefs denilen merkezler üzerinde etkili olmak için sürekli girişimde bulunmalarıdır. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi ve gereğinin yapılabilmesi için konu ile ilgili aşağıda verilen bazı hadislerin analiz edilmesinde fayda vardır: Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hâsıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hâsıl olur.  Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünya durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp ne iyiyi iyi bilir ne de kötüyü kötü.  O, hevadan kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl) bilir.”[1] 

“Şeytan da melek de insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allah Teâlâ’ya hamd etsin. Kim de içinde şer ve inkâra çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” Resûlüllah (s.) bu sözlerine şu mealdeki ayeti ekledi: “Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size cimriliği emreder.” (2/Bakara 268).[2]

 “Resûlüllah (s.a.v.) eşlerinden biriyle beraberdi. Yanından bir adam geçti. Aleyhissalâtu vesselam adamı çağırarak: ‘Bu benim zevcemdir!’ dedi. Adam: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Ben herkesten şüphe etsem de sizden şüphe etmem!’ deyince, aleyhissalâtu vesselam: ‘Şeytan insana kanın nüfuz ettiği gibi nüfuz eder!’ buyurdular.”[3]  Resûlüllah(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Şeytan insanoğlunda, kanın cereyanı gibi cereyan eder.”[4]

 Safiyye (radıyallâhu anhâ) “Hz. Peygamber (s.a.v.) itikâfta iken ziyaret maksadıyla geceleyin yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de o kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki, Ensar’dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber’i görünce hızlandılar. Resûlüllah (s.a.v.): ‘Ağır olun dedi, şu yanımdaki Huyey’in kızı Safiyye’dir.’ Onlar: ‘Subhânallah, dediler bu da ne demek ey Allah’ın Resûlü?’ Hz. Peygamber (s.a.v.): ‘Şeytan, insana, damarlardaki kan gibi nüfuz eder. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.’ buyurdu.”[5]  Resülüllah(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Rabbim, bugün bana öğrettiği şeylerden bilmediklerinizi size öğretmemi emretti. (Ve buyurdu ki): ‘Benim bir kula verdiğim her mal helaldir.  Ben bütün kullarımı hanif olarak yarattım. Ancak şeytanlar onlara gelip (fıtri) dinlerinden alıp götürdüler, kendilerine helal kıldığım şeyleri haram kıldılar. Kendisine bir güç vermediğim şeyi bana şirk koşmalarını emrettiler.’”[6]     

Yukarıda verilen hadislerde konumuzla ilgili bazı ana mesajları şöyle özetleyebiliriz: Allah bütün kullarını hanif olarak yarattı. Şeytan ve melek insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar. Şer ve inkâra çağıran fısıltı şeytandandır. Şeytan kalplere kötülük atmaya çalışır. Onun işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmak, Allah’a şirk koşmalarını sağlamak, Allah’ın insanlara helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helal kılmak. Şeytan fakirlikle korkutur, cimriliği emreder. Şeytan insana kanın nüfuz ettiği gibi nüfuz eder. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Hakka, hayra, iyiliğe çağıran ses, Allah’tandır. Bu iki farklı çağrı, etkilerine bağlı olarak iki ayrı kalbin ortaya çıkmasını sağlar. Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Fitnenin nüfuz ettiği kalpte siyah bir leke meydana gelir. Bu kalp alaca siyah/tepetaklak duran testi gibidir. Bu kalp iyiyi iyi, kötüyü de kötü bilemez; hevaya teslim olur. Fitneyi reddeden kalpte beyaz bir benek meydana gelir. Bu kalp cilalı taş gibi bembeyazdır. Bu kalbe hiçbir fitne zarar veremez.

Allah, Hz. Âdem’i yarattığında Allah’a ibadet eden melekler ve cinler vardı. Bu iki topluluk yapı bakımından farklı, davranış açısından aynı olup hepsi melekler statüsünde idi. Ancak Allah’ın melekler topluluğuna Âdem’e secde etmesini istemesinin ardından cinler topluluğundan İblis, Allah’ın emrine başkaldırarak secde etmemiştir (2/34; 7/12-18; 15/29-34; 18/50; 20/116; 38/72-77). Allah tarafından kovulan, lanetlenen İblis, yaratandan kıyamete kadar yaşama izni istemiş ve Allah bu izni kendisine vermiştir (7/14, 15; 15/36-38; 17/62; 38/79-81). İblis bu izni alır almaz insanoğluna çok açık bir şekilde savaş ilan etmiştir (7/ A’râf 16, 17; 15/Hicr 39-41; 17/İsrâ 62; 38/Sâd 82-84). Allah, İblis’in bu savaş ilanının ana stratejisini, kapsam alanını, mücadele şekil ve vasıtalarını Kur’ân’ın değişik ayetlerinde açıklayarak insanları uyarmış ve onlara yol göstermiştir (17/İsrâ 63-64).

Ayetlere baktığımızda, İblis’in insanoğluna sınırsız ve topyekûn bir savaş ilan ettiği görülmektedir. Bunu bugünkü terminolojide hibrit savaş diye isimlendirebilir ve bu savaşın siyasi, psikolojik, sosyolojik, askerî ve değer boyutlu olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıdaki hadislerde, İblis’in değer eksenli psikolojik bir savaşı merkeze alıp insanoğlunu Allah’ın yolundan saptırmak için insanın kalbine ve nefsine ara vermeden olumsuz bir şekilde etki etmeye çalıştığı, “kanın damarlarda dolaştığı” gibi insan bünyesinde hareket ettiği görülmektedir. İnsanda bütün bilgi akışının ve davranışın belirleyicisi beyin olup vücudun tüm organları ile sinir sistemi üzerinden iletişimi, bağlantısı mevcuttur. Öyleyse İblis’in yukarıdaki yemini ve kalbe/nefse fısıldamasını göz önüne alarak şeytanın insan bünyesindeki ana karargâhının neresi olabileceğini ortaya çıkarmamız gerekmektedir. Bunun için hevanın semantik alanını ve bunun etkileşim ağını incelememiz gerekmektedir.

Heva Kavramının Semantik Alanı

Heva kavramı Kur’ân ve sünnette, Allah, peygamber/elçi, İblis, şeytan, ahiret, dünya, ölüm, cennet, cehennem, ödül ve ceza, insan, zan, şehvet, fitne, fesad, bağy ve heves gibi pek çok kavramla etkileşim içerisindedir. Bunun oluşturduğu bir kavramsal alan söz konusudur. Bu alan, heva kelimesinin ıstılahi manasını oluşturmakta dahası şekillendirmektedir. Bu şekillendirme ayetlerin anlaşılmasında ve de anlamlandırılmasında önemlidir. Bunlardan zan, şehvet, fitne, fesad ve heves kavramlarını öncelikle ele alacağız. Çok önemli bir olgu olan bağy bir başka çalışmanın konusu olacaktır.

Zan

Zan kelimesinin sözlük anlamı, “1- Sanma, farz ve tahmin etme, sezme, ihtimale göre hükmetme, kesin olmayan bilgi, 2- Şüphe, tereddüt, şek.” şeklinde belirtilmektedir.[7] İzmirli İsmail Hakkı zan kavramının anlamlarını doğru olma ihtimali üzerinden yüzde olarak tasnif etmiştir. “1- Yüzde 1 ihtimali olan şeye vehim, 2- Yüzde 50 olan şeye şüphe, 3- Yüzde 50’den sonraki ihtimale zan, 4- Yüzde 90 ihtimali olan şeye zann-ı galib/sahih, 5- Yüzde100 olan şeye hakk-kesin bilgi.”[8]  demiştir. Râğıb el-İsfehânî ise zan kavramını, değişik edatlarla birlikte kullanımını göz önüne alarak açıklamaktadır: “Zannün, ‘bir emareden hareketle ulaşılan (bilginin), düşüncenin, tahminin, sanının ya da varsayımın adıdır.’ Bu emare güçlü olduğunda, bir bilgiye götürür, çok zayıf olduğunda ise(zan)/vehmün sınırını aşmaz. Zan güçlü olduğunda ya da güçlü olduğu düşünüldüğünde beraberinde ‘enne’ edatı ya da bu edatın tahfifli hâli olan ‘eni’ edatı kullanılır. Zayıf olduğunda ise onunla beraber, sadece herhangi bir mevcudiyeti olmayan söz ve fiillere mahsus olan ‘en’ kullanılır.”[9]  Mukâtil b. Süleyman’a göre ez-zann kelimesi, Kur’ân’da 3 farklı şekilde tefsir edilmektedir: 1. Yaqîn (kesin itikat-kesin bilgi) manasında (38/Sâd 24; 69/Hâkka 20; 2/Bakara, 46, 249). 2. Şekk/şüphe manasında (45/Câsiye 32). 3. Töhmet manasında (81/Tekvîr 24; 33/Ahzâb 10).[10]

Yukarıdaki tanım ve tasnifleri göz önüne aldığımızda zan, açık olmayan ve hakkında nas bulunmayan bir meselenin, doğru ya da yanlış, müspet veya menfi olduğunu tahmin ederek kendi nefsine göre bir görüşe varıp, hüküm vermesi, bir yargıda bulunması, onu kendisi için doğru ya da yanlış kabul etmesidir. Eldeki verileri değerlendirerek sonuca varmada, hüsnü zan ve suizan olmak üzere iki farklı tavır ortaya çıkmaktadır.

Hüsnü zan, iyi niyetle meseleyi ele alıp düşünerek, gerçekçi analiz yaparak sonuca ulaşma hâli iken, suizan bunun tam tersi bir tutumla olumsuz bir tavır sergilemedir. Hüsnü zan, muhataplar arasında iyiliğe, güzelliğe yol açarak toplumu fitne ve fesaddan korurken, suizan bunun tam tersine sebebiyet vererek düşman kamplar inşa eder, güven ve dayanışmayı yıkar. İslâm âlimleri zannı, taşıdığı değer itibarıyla sınıflandırmışlardır.[11]

Toplumda vuku bulan kötü olaylar, insanların birbirleri hakkında beslediği zannın hakikatinin araştırılmadan kullanılması sonucu, gerçek dışı ve peşin hükümlü hareket edilmesinden meydana gelmektedir. İblis ve onun yolundan gidenlerin ana amacı, insanları Allah’ın yolundan saptırmak için suizan üzerine bir düşünce sistemi inşa edip günlük hayatta etkin olması için çalışmaktır. Bu bağlamda üzerinde düşünülmesi gereken en önemli örneklerden biri İfk hadisesidir. Hz. Peygamber (s.) hayattayken, Medine’de ilk sahabe neslinin ve İslâm devletinin var olduğu bir dönemde münafıklar, Hz. Ayşe (r.a.)’ya zina iftirasında bulunup büyük bir psikolojik savaş başlatmışlardır. Bu harbi münafıklar başlatmasına karşılık alıp yaygınlaştıranlar Müslümanlar olmuşlardır. İnşa edilen psikolojik ortamda çözüm araması gereken, hüsnü zan ile hareket etmesi gereken Evs ve Hazreç kabileleri bunu yapmayıp birbiri ile savaşma noktasına gelmişlerdir (24/Nûr 10-19).

Allah Kur’ân’da zan konusunda iman edenleri özellikle uyarmaktadır. Yeryüzündekilerin çoğunluğu zanna uymakta, zan ile yalan söylemektedir. Müminlerin bu gerçeği unutmaması önemlidir: “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle yalan söylerler.’” (6/En’âm 116)

Kur’ân’a göre zan ile heva kavramı arasında ciddi bir ilişki vardır (53/Necm 23). Bu sebeple olsa gerek, Hz. Peygamber de zan konusunda müminleri uyarmıştır: “Sizleri zandan sakındırırım. Çünkü zan, (hatıra gelen) sözlerin en yalanıdır.” “Zandan sakının: Çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır.”[12] Kur’ân’da değişik ayetlerde zan kavramı yukarıdaki anlam boyutlarında kullanılmıştır (2/78, 80-81, 214, 216, 259, 273; 3/142, 195; 6/116, 148; 7/30; 9/78; 10/36, 45, 66; 11/10; 14/22; 17/36; 22/15; 23/115; 28/62-67; 29/2; 31/34; 35/14; 36/52; 41/23, 50; 43/37, 80; 45/24; 48/6; 49/6, 12; 53/28; 75/3, 4, 36; 79/46; 84/14-15; 90/7).

Şehvet

Heva kavramı ile yakın ilişkisi bulunan diğer önemli bir kavram da şehvet kelimesidir. Şehvetin sözlük anlamı şunlardır: “1. Bir şeye karşı hissedilen şiddetli arzu, ihtiras. 2. Cinsî arzu. 3. Nefis. 4. Nefis azgınlığı”.[13]

Râğıb el-İsfehânî’ye göre şehvetin biri olumlu, diğeri olumsuz iki boyutu vardır: “Şehvetün, kelimesi temelde ‘nefsin, istediği bir şeye karşı arzu, özlem duyması veya gönlün onu çekmesi’ anlamına gelir. Dünyada bu iki kısımdır, gerçek ve/veya yalancı (arzu, özlem duyma veya gönül çekmesi). Gerçek olanı: ‘Olmaması hâlinde bedenin bozulup dengesini yitireceği, zayıf düşeceği arzu, özlem duyma veya gönül çekmesidir.’ Örneğin acıkıldığında yeme arzusu çekmek gibi. Yalancı olanı ise, olmaması hâlinde bedenin bozulup dengesini yitirmeyeceği, zayıf düşmeyeceği arzu, özlem duyma veya gönül çekmesidir. Âl-i İmrân 14’te “İnsanlara… şehevât sevgisi bezendi.” geçen şehevât kelimesi hem gerçek hem de yalancı anlamına gelmesi muhtemeldir. Meryem 59’da “…şehvetleri ardına düştüler” geçen şehevât kavramı yalancı şehvet anlamındadır. Kendilerine ihtiyacın olmadığı ama arzu, özlem duyulan veya gönlün çektiği şeylerdir.”[14]  

       İsfehânî’ye göre şehvet olgusu, insan yapısına yerleştirilmiş önemli duygulardan biri olup normal ve anormal olmak üzere iki farklı şekilde tezahür etmektedir. Şehvet normal bir hâl iken şehvet tutkusu anormal, dolayısıyla hastalıklı bir hâldir. İnsanların, “kadınlara, oğullara, altına, gümüşe, hayvanlara, ekinlere” karşı tutum ve tavırlarında şehvet tutkusunun var olması, yaratılıştaki imtihan olgusuyla ilişkili bir durumdur (3/Âl-i İmrân 14). Ayette zikredilenlerin meta diye nitelendirilmesi, şehvet kavramının iki boyutuna dikkat çekmek amaçlı olup, şehvet tutkusundan insanların uzaklaştırılması bağlamında bir uyarıdır.

İnsandaki şehvet duygusu yaratılışın bir gereğidir. İnsan neslinin devam edebilmesi için “çift/eş yaratılma yasasının” doğal sonucu olan şehvet olgusunun insandaki varlığı olmazsa olmazdır. Ancak şehvet duygusunun tatmini, gereğinin yerine getirilmesi, nikâh akdi ile kurulan, inşa edilen aile hayatıyla meşru zeminde hayata geçirilmelidir. Meşru olmayan tatmin şekli zina olup toplumun ve neslin ifsad edilmesini sağlamaktadır (4/15, 16, 25, 34, 156, 157; 17/32; 19/27-34; 23/5-7; 24/2-6, 23-26, 30-33; 25/68, 69; 60/12; 66/12; 70/29-31). Bu konuda Kur’ân’ın dikkat çektiği tehlikeli olgulardan biri zina/fuhuş iken diğeri de Lut kavminin hayat tarzına dönüştürdüğü eşcinsel ilişkidir (7/80-82; 27/54-56; 29/28; 54/37).

Şehvetin tutkuya dönüşüp insanı kör, sağır ve basiretsiz ve ferasetsiz yapmaması gerekir. İnsan yapısındaki şehvet olgusu, tutkuya dönüşürse ve insan bu noktada kontrolü kaybederse, şeytanın heva karargâhı insanda hâkim hâle gelerek insanı sevk ve idare eder ve insanı şeytanın kulu ve kölesi yapar. Bu duruma gelenler başka bir ifadeyle şehvetlerini ilahlaştırıp onun ardından gidenler, insanların sapması için mücadele ederler (4/Nisâ 27; 19/Meryem 59). 

Hased, Heves

Hased ve heves kavramları toplumların helak edilmesine yol açan ve heva kavramı ile bağlantısı bulunan önemli kavramlardır. Hasedin sözlük anlamı, “kıskanma, kıskançlık, çekememezlik”tir.[15] Râğıb el-İsfehânî’ye göre hased; “Bir nimetin hak sahibinden yok olmasını temenni etmek, arzulamak ya da dilemektir. Bazen bunun yanında o nimeti ortadan kaldırmaya yönelik bir çaba veya gayret de bulunur.”[16] “Bir nimetin, bir faziletin, bir olgunluğun sahibinden yok olmasını arzu etmektir.”[17]

Hased, insanın yapısında bulunan ve kontrol edilmesi gereken tehlikeli bir özelliktir. Bu boyutundan dolayı toplumda psikolojik ve sosyolojik zararlara sebebiyet vermesi hasebiyle ahlaki boyutu bulunan bir kavram şeklinde değerlendirilmektedir. Genelde akrabalık, komşuluk, arkadaşlık ve mesleki ilişkilerde ortaya çıkan hased, psikolojik ve sosyolojik zararlara sebebiyet vermektedir. Başkalarının başarılarının ve ellerindeki imkânların kıskanılması, kontrol edilmeyen haset duygusunun bir sonucudur. Bu zararlarından dolayı hased etmek haram kabul edilmiştir.[18] Kur’ân’da Ehl-i Kitabın kitaptan kendilerine bir pay verilenlerin, iman edenlere hased ettikleri ve küfre döndürmek için mücadele ettikleri ve de edecekleri özellikle belirtilmektedir (2/Bakara 109; 4/Nisâ 51-54).

Hz. Peygamber de hasedin zararları, tehlikeleri konusunda müminleri uyarmıştır: “Bir kulun kalbinde imanla haset bir arada bulunmaz.”[19] “Dedikodunun peşine düşmeyin, başkalarının kusurlarını araştırmayın, Birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, kin gütmeyin. Birbirinize arka döndürüp yüz çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Birbirinize kardeşler olunuz.”[20] “Ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi haset de iyilikleri yok eder.”[21]

Bu konuda Felak Suresi dua olarak sürekli okunulup hasedçilerin şerrinden Allah’a sığınılmalıdır: “De ki: ‘Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, haset ettiği zaman hasetçilerin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım.’” (113/Felak 1-5) Hasetçilerin şerrinden korunmak, zararlarını en aza indirmek için Kur’ân’ın “kötülükleri iyilikle uzaklaştırma” ve “en güzel tarzda mücadele etme” ilkelerine uyulmalıdır (28/Kasas 54; 41/Fussilet 34-36).

Heva kelimesinin sözlük anlamında ağırlıklı bir kavram olan heves kelimesinin sözlük anlamları, 1- Bir şeye karşı duyulan istek, arzu, şevk, eğilim, 2-Geçici istek-gelip geçici istek, geçici arzu, geçici ilgi, 3- Akıl dışı istek, 4- Zevk, eğlence şeklinde tanımlanmaktadır.[22]

Fitne

Fitne kavramı, Kur’ân-ı Kerim’in kelime hazinesi içerisinde ele alınan sisteme göre hem bir anahtar hem de bir odak kelime özelliği kazanan, karmaşık ilişki ağı bulunan, çok anlamlı, çok boyutlu hem psikolojik hem sosyolojik hem de stratejik boyutlu bir kavramdır. Fitne, Arapça ftn kökünden türemiş bir isimdir. Bu kök, fiil olarak fetene yeftinü, mastar olarak da fetn, fütûn, fitne ve meftun kalıplarıyla kullanılmaktadır. “Yakmak, bir şeyi ateşle yak­mak” anlamına gelen ftn kökü, başlangıçta, özellikle altın, gümüş gibi “ma­denlerin hâlisini sahtesinden ayırmak için ateşte eritilmesini” ifade etmek için kullanılırken daha sonra, bu kök anlamından hareketle “bir şeyi sınama ve özellikle de zor şeylerle deneme” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonra da fitne ve türevlerinin anlam alanı genişleyerek, “hâlisini sahtesinden ayırmak için altını potaya atıp eritmek, bir şeyi arıtmak, madeni ateşte eritmek, bir şeyi ateşte eritmek, yanmak, yakmak, bir kimseye dininden ve görüşünden dönmesi için işkence etmek, bir şeyi denemek, sınayarak öğrenmek, sınamak için güç, zor ve sıkıntılı işlere maruz bırakmak, bir kimseyi sıkıntıya uğ­ratmak, birini ayartmak, azdırmak, baştan çıkarmak, kandırmak, saptırmak, kişiyi üzerinde olduğu durumdan uzaklaştırmak, bir şeyi ortadan kaldırmak, kişiyi hedefinden uzaklaştırmak, düşünce ve inançlarından vazgeçirmek, delalete düş­mek, bir şeyden çok hoşlanmak, bir şeye aşırı düşkün ve tutkun olmak, âşık olmak, birini büyülemek, birinin aklını başından almak, gönlünü çal­mak, aklını çelmek, insanı ne yapacağını bilemeyecek derece­de şaşkına çevirmek, döndürmek, deneme ve tecrübe etme, imtihan, belâ, kötülük yönünden ayartma, mihnet, azap, iğvâ, kışkırtma, azdırma, baştan çıkarma, zulüm, baskı, ayrılık, nifak, karışıklık, kargaşa, iç savaş, kanlı çarpışma, ihtilaf, çekişme, birbirine düşme, kardeş kavgası” anlamlarını ihtiva eden bir boyut kazanmıştır.[23]

Arapçadaki fitne ve türevleri, dilimize anlam alanı daraltılmış olarak geçmiştir: “Bela, musibet, sıkıntı, geçimsizlik, ihtilal, dinsizlik, canilik, ceza, delilik, güzel yüz, güzel göz, güzel kadın, imtihan, deneme, ayartma, azdırma, baştan çıkarma, karışıklık, kargaşa, ara bozma, boz­gunculuk, fesad, küfür, azgınlık, sapıklık, arabozan, karıştıran, fesat çıkaran, fitneye sebep olacak kadar güzel kadın.”[24]

Fitne ve türevleri, çok anlamlı olup çok farklı kelimelerle etkileşmekte ve bunun sonucu bir semantik alan meydana getirmektedirler. Bu alanda kelime, yalnızca sözlük anlamını ifade etmemekte, onu da merkeze alan daha geniş, biraz da farklılaşmış bir anlama bürünmektedir. Fitne ve türevlerinin, genelde hadislerin etkisiyle zamanla kazandığı ıstılahi anlam vardır. Ancak bu noktada ulemâ ittifak hâlinde değildir.[25] Fitnenin tek bir tanımının yapılamamasının sebebi, kelimenin çok geniş bir anlam kümesine sahip olması ve nispet edilen varlık alanının Allah, insan ve şeytanla alakalı olmasındandır.

Fitne kavramının Kur’ân’daki anlamlarını, aşağıdaki gibi sınıflandırmak mümkündür:

  • İmtihan, deneme, sınama (2/102; 6/53; 7/155; 8/28; 9/126; 17/60; 20/40, 85, 90, 131; 21/35, 111; 22/53; 25/20; 27/47; 29/2, 3; 38/24, 34; 39/49; 44/17; 54/27; 64/15; 72/17; 74/31). Fitne kelimesi, Kur’ân’da en çok bu an­lamlarda kullanılmaktadır.
  • Baskı, zulüm, işkence (2/93, 191, 217; 4/101; 8/39; 10/83, 85; 14/110; 29/10; 60/5; 85/10)
  • Sapma, saptırma ve ayartma (3/7; 5/41, 49; 6/23; 7/27; 9/48; 17/73; 27/47; 37/162; 57/14; 68/6)
  • Fesat, kargaşa, karışıklık çıkarma (4/91; 8/73; 9/47, 48; 33/14)
  • Bela ve musibet (5/71; 8/25; 22/11; 24/63)
  • Azap (37/63; 51/13, 14)

7- Delilik (68/1-7; 15/6-7)

Kur’ân’da fitne kelimesi; Allah, insan ve şeytan olmak üzere üç varlık alanı ile ilgili kullanılmaktadır. Üç varlıkla ilgili kullanıldığında fitnenin çok geniş anlam kümesi, kullanıldığı varlıkla ilgili genel anlam kümesinin bir alt anlam kümesi şeklinde sınırlandırılmaktadır. Bu durumda fitne kelimesi, Allah’a nispet edildiği zaman “lehlerine ya da aleyhlerine olmak üzere, kulların iyi ya da kötü şeylerle denenmeleri”, “imtihan edilmeleri”, beşerden kaynaklandığı zaman, “her türlü kötülük”, “ayartma”, “manevi çöküntüye uğramaları”, “baskı”, “dinî-siyasi, sosyal kargaşa ve kaos” ve şeytandan kaynaklandığı zaman da “saptırma” anlamına gel­mektedir.[26]

Fitne kelimesinin gerek sözlük gerek Kur’ân’da geçen anlamları ve gerekse ıstılahi anlamı göz önüne alındığında kelime, Allah, insan, şeytan ve değişik imtihan konularının yer aldığı dört boyutlu bir uzayda, her boyutu birbiriyle bağlantılı bir anlam alanı oluşturmaktadır. Bu durumda fitne sistemini şöyle formüle edebiliriz: İmtihan eden: Allah, imtihan edilen: insan, imtihan konuları/araçları: nimetler ve külfetler, imtihanda saptırıcı, kafa karıştırıcı unsurlar: iblis, cin ve “insan şeytanları”, imtihan sonucu: ödül ve ceza, fitnenin son bulması: tüm dünyanın İslâmlaştırılması (2/Bakara 193; 8/Enfâl 39, 72-73).

Heva Kelimesinin Sözlük ve Istılahi Anlamları

Heva, günlük hayatta insan yapısı ve davranışlarının gerçek anlamda anlaşılamamasından kaynaklanan en temel meselelerden biridir. İnsan düşünce ve davranışlarını, tıpkı bilgisayar virüsleri gibi sürekli tahrip eden, insanın kötülük cephesinin en baskın unsurudur. Heva sorununu daha iyi anlayabilmek için Kur’ân’ın “heva” diye isimlendirdiği ve insandaki karar merkezlerini daima olumsuz etkilemeye çalışan yapıyı ve hevanın semantik alanına giren yukarıda özetlediğimiz kavramsal yapıyı bir bütün olarak ele almamız gerekir.

Heva, Kur’ân-ı Kerim’deki anahtar kavramlardan biri olup 10 ayette tekil, 18 ayette çoğul (ehvâ) olarak geçmektedir.[27] İnsandaki karar merkezlerinden nefsin, genelde ana çalışma frekansıdır, denebilir. Bireysel ve toplumsal çürümenin motoru da görülebilir. Bunun için heva kelimesinin hem sözlük anlamlarını hem ıstılahi anlamını ve hem de semantik alanını göz önüne alıp değerlendirmek zorunludur. Sözlük anlamları ile yetinmek eksik bir yaklaşımdır. Istılahi anlamı da semantik alan dikkate alınarak analiz edilmelidir. Heva kelimesi çok anlamlı kelimeler grubundandır. Sözlük anlamları yanı sıra kazandığı terim anlamı vardır. Heva kelimesinin sözlük anlamları şunlardır: “1- Heves, arzu, nefse ait şeylere olan düşkünlük, 2- Alaka, ilgi, meyil, aşk, 3- Nefsi zevkler, düşkünlükler, 4- Övünme, iftihar etme”.[28]

Heva: ‘H-v-y’ fiil kökünden (he-vâ) gelmektedir. Mastar şekilleri, hüviyyen, hevyânen, heven’dir. Mastar olarak heven “nefsin şehvetlere meyli, arzularına karşı düşkünlük sevdası” anlamındadır. Arapça da sözlük anlamları ise, “Şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, düşmek, yukarı fırlamak, yıldızların doğuşu ve batışı, mahvolmak, rüzgâr esmek, kabın boş olması, gökle yer arasındaki şey”dir.[29] Heva ile aynı kökten gelen hüviyy, “yüksek bir yerden alçak bir yere/aşağıya düşmek, yukarıdan aşağıya düşmek demektir.”  Heva, “istek, tutku, nefsin arzu ve hevesi”, “nefsin bir şehvete ve arzuya şiddetli eğilimi”, “insanın bozulmasına yol açan bütün olumsuz içsel etkenler”, “keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve ilim sahibi olmadan sahibine hükmeden nefs”.[30] “Kaçınılması ve peşinden gidilmemesi gereken” ve “ithama konu olan basit arzu”. “Bu arzu, kendininki ve/veya başkalarınınki olabilir” (45/Câsiye 23; 28/Kasas 50; 18/Kehf 28; 2/Bakara 145).[31]

Heva kelimesi, Kur’ân’da geçtiği yerlere göre 5 şekilde anlamlandırılarak tefsir edilmektedir: “1-Nezele/inmek (53/Necm 1, 53), 2- Helak olmak (20/Tâhâ 81), 3-

Canların çektiği, arzu ettiği şeyler (79/Nâzi’ât 40; 53/Necm 23; 20/Tâhâ 16; 25/Furkân 43; 45/Câsiye 23), 4- Bir şeyin herhangi bir şeye dayanmaksızın iki şey arasında durması (havada olması) (14/İbrahim 43), 5- Rüzgâr onu alıp gider, sürükler, savurur” (22/Hacc 31).[32]  “Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (25/Furkân 43) ayetinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır, hevanın kazandığı ıstılahi boyutu çok güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Heva: Nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzusu, soyut isteğidir. Kötü duygularını tanrı edinen denilmeyip de ikinci mefûlün öne alınması, kısaltma içindir ki, canının istediğinden başkasını tanrı tanımayan, demektir. Böyle kimselerde hiç hakseverlik yok, sadece bir bencillik vardır. İsteği de gerçek bir fayda değil, sadece canının istediği kuruntudan ibarettir. Bunlar, delil, tanık, hak-hukuk tanımaz, yalnız kendi istek ve arzularına, zevklerine taparlar. Zevkleri kendilerinin felaketlerine sebep olduğunu bilseler de yine hakkı zevklerine kurban ederler. Dini de insanın soyut duygularından, yani sadece istek, arzu ve zevklerinden ibaret sayarlar, gönülleri neyi çekerse ona taparlar, gerçeğin zevkini aramaz, hakkın hoşnutluğunu düşünmez, düşünmek istemezler, bilseler bile yine tanımazlar.

Taberânî ve Hılye isimli eserinde Ebû Nuaym, Ebû Ümâme (r.a.)’dan şöylece rivayet etmişlerdir: O demiş ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘Yüce Allah’ın yanında, sema gölgesi altında Allah’tan başka tapılan tanrılar içinde, uyulan heva (nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzu)dan daha büyüğü yoktur.’ Artık sen mi ona vekil olacaksın? Önceki soru takriri, bu soru ise inkaridir. Yani gördün ya, ona vekil olamazsın, üzerine vekil olup da kurtaramazsın.”[33] 

“Fakat zulmedenler, hiçbir ilimleri olmadan hevalarına uydular. Artık Allah’ın şaşırttığını kim yola getirebilir?” (30/Rûm 29) ayetinde geçen “ilme vâkıf olmama” kavramı ile heva kavramı arasında özel bir ilişkinin var olduğunu göstermektedir. Yukarıda şehvet kavramının heva kavramının semantik alanı içerisinde önem taşıdığını, olumlu ve olumsuzluk anlamında iki boyuta sahip olduğunu ifade etmiştik. Rûm Suresi 29’uncu ayetini ve şehvet kavramının iki zıt boyutunu (olumluluk, olumsuzluk) göz önüne aldığımızda heva kavramının da olumlu ve olumsuzluğu içeren iki zıt boyut taşıdığı söylenebilir.

Heva, başlangıçta hem iyi hem de kötü arzular için kullanılmıştır. Hevanın birinci boyutu olumlu ikinci boyutu ise olumsuzdur. Cahiliye döneminde genellikle “nefsin tutkusu”, özelde ise “aşk” anlamı taşımaktaydı. Dolayısıyla heva, iyi yahut kötü her türlü istek ve arzuyu ifade eden bir kavramdı. Bu olgu cahiliye dönemi şairlerinin şiirlerinde kolayca görülebilmektedir: “O başına gelen felaketten pek şikâyetçi olmaz, hevası da çoktur.” (Teebbeta Şerran). “Sözleşmede yer alanları hevalar nasıl bozar?”  (Hâris b. Hillize).  “Onlar şereflerini kirletmezler, işleri de lekeli olmaz; çünkü akılları hevalarıyla birlik olup sapmaz.” (Lebîd b. Rebîa).[34]

İslâmî dönemde heva kavramı olumsuzluk boyutuyla kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de heva, “hepsi de olumsuz anlamda olmak üzere on ayette tekil, on sekiz ayette çoğul (ehvâ) olarak geçmektedir.” Benzer bir durum hadislerde de vardır.[35] Bu sebeple heva, sözlük anlamında yer alan olumsuz boyut ile ilgili ıstılahi bir anlam kazanmış ve hep o boyutuyla kullanılmıştır ve de kullanılmalıdır. Heva, “Benliğin/nefsin, şehvete meyli ve keyfiliği tercih etmesidir.” “Heva boş ve zararlı arzular olup benliğin üzerinde şehvetin tam bir hâkimiyet kurması olgusudur.”[36], [37] “Nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimidir.”[38] “Doğruluk, hak ve faziletten saparak haz ve menfaatlere yönelen nefis.”[39]

İnsanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin, düşünme ve davranma hâlini ifade eder. İnsan bencilliğinin, ihtirasının, bağy’in etkin unsur olarak dışavurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Heva, insan nefsinin hayvani şehvetinden doğan bir eğilim olarak, nefsin süslü ve kötü arzulara uymasını sağlayan, insanı her türlü isyana götüren, her türlü belanın, rezilliğin, kötülüğün kaynağı olan, ilmin ve hidayetin zıddı şeytani bir değer sistemi ve bundan gücünü alan bir duygu ve davranış hâlidir. Heva şeytanın karargâhıdır.

Heva, insan nefsinin cehalet ve/veya kibre dayalı olarak oluşturduğu, insanın kalbinde/nefsinde hâkimiyet kurarak insan fıtratını bozmaya çalışan ve ilahi bilgiye dayalı değerler sisteminin karşısında olan bir değerler topluluğunu ifade eder.

Heva, Vahye, Hakka ve Sırât-ı Müstakîme Savaş Açan Bir Mekanizmadır

İnsanda birbiri ile çatışan iki ana mekanizmadan biri olan heva, öncelikle Allah’tan peygamberlere gelen vahye, hiçbir ilme dayanmadan savaş ilan etmiştir. O sebeple peygamberlerin heva ile konuşmadıkları ve hiçbir iş yapmadıkları konusunda Kur’ân’da özel bir uyarı yapılmaktadır: “O (Peygamber), hevadan konuşmaz.” (53/Necm 3). Peygamberlerin bu özelliklerinin çok iyi hatırlanması, yapıp ettiklerine ve söylediklerine bu açıdan yaklaşılması iman edenler için olmazsa olmazdır. Eğer vahye ve peygamberlere açılan bu savaşı idrak edilemez ve hevalarına tâbi olanlara tâbi olunursa, onların yolundan yürünürse, Allah’ın dostluğu kaybedilmiş olacak, Allah’ın yardımı kesilecektir: “Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: ‘Kuşkusuz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) dosdoğru yoldur.’ Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır ne de bir yardımcı.” (2/Bakara 120).

Heva, Delalete, Sapıklığa, Zulme ve Kaosa Götürür

Kur’ân’da heva kavramının, zan, tahmin, cehalet, istikbar, bağy, şehvet, fitne-fesad ve heves ile iç içe olduğu çok açık bir şekilde görülebilmektedir (2/Bakara 19, 90, 120, 145, 213; 5/Mâide 48; 6/En’âm 119; 30/Rûm 29; 13/Ra’d 37; 45/Câsiye 17, 18; 53/Necm 23; 38/Sâd 20-25; 49/Hucurât 9; 42/Şûrâ 14). Bu sebeple bu kavramların anlam alanlarını heva kavramından önce açıklamak durumunda olduk.

Hevaya uymak genelde tüm insanları, özelde de yöneticileri, Allah’ın yolundan saptırır, zulüm yapmalarına neden olur ve fakat farkına varamazlar, varmazlar (4/Nisâ 135). Allah, bu konuda Hz. Davud üzerinden tüm iman edenlere çok daha önemli bir ders vermekte ve de uyarmaktadır: “Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, hevaya uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır.” (38/Sâd 26)

Şeytana tâbi olanların hevalarına uyulması durumunda Allah’ın insanlığa gösterdiği sırât-ı müstakîmden ayrılınmış, uzaklaşılmış olunacaktır (6/En’âm 56). Kendi hevasına uyanlar hem kendilerine hem de çevrelerine zulmeden sapık insanlardı (28/Kasas 50). Hevanın etkisindeki bir insanın şeytanla irtibatı artar ve zamanla şeytanın oyuncağı olur (6/En’âm 71). Bu durumdaki insanlar, gerçekleri göremez ve duyamazlar. Hoşlarına gitmeyen, çıkarlarına engel olan her şeyi ret ve inkâr ederler (53/Necm 23). İnsanların çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarına uyarak insanları saptırmak için çalışırlar (6/En’âm119). Cehalete gururun refakat etmesi, hevayı, insan ve toplum hayatında daha tahripkâr yapar. Heva, hayatı birey nefsine indirger ve bireyi ilahlaştırır. Hayatın tümüyle kişiye indirgenmesi ve yalnızca kişinin ihtiyaçlarının ya da çıkarlarının aşırı bir şekilde öne çekilmesi, insan nefsinin doymazlığını azdırıp insanı sapıklığa sürükler: “Allah’tan bir kılavuz olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık kimdir?” (28/Kasas 50)

Toplumsal sermayenin hevaya dayalı olarak inşa edilmesi, kişiyi sapıklığa sürüklerken, kaçınılmaz bir şekilde toplumun, çevrenin, kısaca her şeyin bozulmasına ve nihayetinde yıkılıp yok olmasına sebebiyet verir: “Eğer hak, onların hevalarına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı.” (23/Mü’minûn 71)

Hevanın bu tahripkâr gücünden dolayı bütün peygamberler uyarılmış, dikkatleri çekilmiştir (20/Tâhâ 16). Bu noktada çok daha önemli olan bir husus da hevaya uyan insanın görünür kimliği ne olursa olsun, sonucun değişmemesidir. Bu noktada, hevasını ilahlaştıran bir ateist ile hevasını ilahlaştıran bir Müslüman arasında ayırım yapılmamaktadır. Bu tür insanların tümü gerçeği ters yüz eden zalimler olarak hevalarına uyarlar ve hevalarını hayatın merkezi yapmaya gayret ederler (30/Rûm 29).

Heva İnsanı Kör Eder, Şeytanın Kölesi Yapar, Kalbin/Kulağın Mühürlenmesine, Göze Perde Çekilmesine Sebep Olur

Şeytanın karargâh olarak kullandığı insandaki heva merkezinin insan üzerindeki etkinliğine bağlı olarak insanın düşünce ve davranışları olumsuz istikamette değişmeye başlar. Şeytanın verdiği vesveselere bağlı olarak azgınlaşır ve bunda ifrata varır. Bu düzeye ulaşmış olup ayetlerini yalanlayan toplulukları Allah, “dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğe” benzetmektedir: “Onlara kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat.  O, bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan da onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan oluvermişti. Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti (veya yere saplandı), hevasına uydu. Onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek olan haberi onlara aktar. Umulur ki düşünürler.” (7/Ar’âf 175-176)

İhtilâfların tefrikaya, onun da fırkalaşmaya dönüşmesinin ana sebebi, hevanın insan üzerindeki karmaşık etkileridir. Hevanın vücut verdiği çekim alanına giren ve kendi iradi kontrolünü kaybeden insanlar, bilgisi ne olursa olsun, zanları, tahminleri ve kibirlerinin neden olduğu bir körlük ve sağırlıkla gerçekleri görememekte ve duyamamaktadır. Allah bu düzeyde hevasını ilahlaştıranların kulaklarını, kalplerini mühürler, gözlerinin üstüne perde çekerek bütün algı mekanizmalarını felç eder. Böylece hiçbir şeyi doğru olarak algılayamaz ve de değerlendiremezler: “Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?” (45/Câsiye 23) “İşte onlar; Allah, onların kalplerini damgalamıştır ve onlar kendi hevalarına uymuşlardır.” (47/Muhammed 16)

Allah hevasını ilah edinen insanlara vekil olunmamasını, onların desteklenmemesini istemektedir (25/ Furkân 43). Hevasını ilahlaştıranlar, zan ile hareket ederler, kulakları ve kalpleri mühürlenmiş olduğundan basiret ve ferasetleri yoktur. Hevanın hâkim olduğu toplumlarda fitne ve fesat yaygınlaşır, toplumsal dayanışma yıkılır, insanlar bireyselleşir, yalnızlaşırlar (53/Necm 23, 24).

Heva Bireysel Çıkarlarda Sınır Tanımaz

İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi, bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük bir müstağnileşmedir. Kibir, müstağnileşme, bağy, şehvet tutkusu, hevanın ilahlaştırılmasının bir sonucudur. İnsanın kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç duymaması, toplumsal dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kirlenme ve çürümenin gelmesi kaçınılmazdır. Bu sebeple Allah, insana her arzu ettiği şeyin verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir (53/Necm 23, 24).

Hevasını ilâh edinmiş Müslüman bir düşünür veya bir bilim insanı, kendi düşüncesini en doğru ve diğer düşünceleri de en yanlış görme eğilimindedir. Kibir, müstağnileşme ve bağy, başkalarının fikrine ve düşüncesine karşı her türlü saygısızlığın, kabalığın, karalamanın ve suçlamanın yapılmasını kişinin kafasında meşrulaştırır.

Sonuç: Hevasına Uyanlar, Hevasını İlah Edinenler

Bu aşamada sormamız gereken ana soru, hevasını hayatın merkezi hâline getirip hevasına uyanlar ve hevasını ilahlaştıranlar kimlerdir? Kur’ân’ın değişik ayetlerinde bu sorunun cevabını çok rahat bir şekilde bulabilmekteyiz. Kur’ân’da insanların çoğunun, “haddi aşarak” “bir ilim olmadan”/“bir bilgiye dayanmadan” hevalarına uyup diğer insanları saptırmak için uğraştıkları ifade edilmektedir (6/En’âm 119). Kur’ân’da hevasını ilah edinip hayatının merkezine koyan insan unsurları çok açık bir şekilde belirtilmektedir: Zulmedenler/zalimler (28/Kasas 50; 30/Rûm 29), müşrikler (53/Necm 23; 6/En’âm 56),  Yahudiler/İsrailoğulları ve Hıristiyanlar (2/Bakara 120, 145; 5/Mâide 77), mütecaviz olanlar (6/En’âm 119), ateş ehli (47/Muhammed 16), amelleri kendilerine süslü gösterilmiş olanlar (47/Muhammed 14), kitaba karşı kuşku içinde olanlar-bağy yüzünden bölünenler (42/Şûrâ 15), refahtan şımarıp azan önde gelenler-ayetlere karşı büyüklük taslayanlar (23/Mü’minûn 71), fasıklar (5/Mâide 48, 49), kitab ehli (2/Bakara 145), suçlu günahkârlar (6/En’âm 150), ahireti yalanlayanlar (6/En’âm 150), ayetleri tekzip edenler (6/En’âm 150; 7/A’râf 176), İsrailoğulları (5/Mâide 70; 2/Bakara 87).[40]

    

[1] Buhari, 4733.  

[2] Tirmizî, Tefsir, 2991.

[3] Müslim, Selam 23, (2174).

[4] Ebu Dâvud, Sünnet 18, (4719).

[5] Buhârî, İ'tikâf 8, 11, 18, Farzu'l-Humus 4, Bed'u'l-Halk 11, Edeb 121, Ahkâm 21; Müslim, Selam 23-25 (2174, 2175); Ebu Dâvud, Sıyâm 79, (2470).

[6] Müslim, Cennet 63, (2865).

[7] D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.

[8] Fikret Karaman vd. Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 706.

[9] Râğıb el-İsfehânî, Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2016, s. 945-946.

[10] Mukâtil b. Süleyman, Kur’ân Terimleri Sözlüğü, çev. M. Beşir Eryarsoy, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016, s. 396-397.

[11] Fikret Karaman, age., s. 706.

[12] Buhari, Edeb, 57, Vesâyâ, 8, Nikâh, 45; Müslim, Birr, 24, 28, 30, 32.

[13] D. Mehmet Doğan, age.

[14] Râğıb el-İsfehânî, age., s. 819-820.

[15]  D. Mehmet Doğan, age.

[16] Râğıb el- İsfehânî, age., 399.

[17] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, c. 10, s. 173.

[18] Fikret Karaman, vd. age., s. 188.

[19] Nesâi, Cihad 8.

[20] Buhari, Edeb, 57, Vesâyâ, 8, Nikâh, 45; Müslim, Birr, 24, 28, 30,32.

[21] İbn Mace, Zühd, 22, Ebu Davud, Edeb, 44.

[22] Mehmet Doğan, age.

[23] Hakkı Keskin, Kur’ân’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003, s. 19-36, 198. Vecdi Akyüz, Kur’ân’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi, İstanbul, 1998, s. 311-339. Fikret Karaman, vd. age., s. 188. Râğıb el-İsfehânî, age.

[24] D. Mehmet Doğan, age. Türkçe Sözlük, TDK, Ankara, 1986.

[25] Hakkı Keskin, age., s. 19-36, 198. H. M. Kemâlî, “İslâm’da İfade Hürriyeti: Fitne Kavramının Tahli­li”, İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, İstanbul, 1993, sayı: 2, s. 41.

[26]  Hakkı Keskin, age. s. 19-36, 198. Vecdi Akyüz, age., s. 311-339, 122-132.

[27] Fikret Karaman, vd. age., s. 253.

[28] Mehmet Doğan, age. Fikret Karaman, vd. age., s. 253.

[29] Ali Ünal, Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990, s. 303-306.

[30] Râğıb el- İsfehânî, age., s. 1513-1514. Ali Ünal, age., s. 303-306.

[31] Cevdet Said, Kerem Sahibi Rabb’inin Adıyla Oku, çev. Abdullah Kahraman, Pınar Yayınları, İstanbul, 2002, s. 140.

[32] Mukâtil b. Süleyman, age., s. 393-395.

[33] Elmalılı Hamdi Yazır, age., cilt 6, s. 70-71.

[34] “Hayal-Hilâfiyat”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara, TDV, 1998, cilt: 17, s. 274-276; cilt: 16, s. 553.

[35] “Hayal-Hilâfiyat”, age.

[36] Yusuf Kardâvî, İhtilâf ve Tefrikalar Karşısında İslâmî Tavır, çev. Ersan Urcan, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 15-25.

[37] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991, s. 172-174.

[38] Fikret Karaman, vd. age., s. 253.

[39] “Hayal-Hilâfiyat”, age.

[40] Hevasını ilahlaştıranların tutum ve tavırları ile bunlara karşı verilecek mücadele ve bu mücadelenin kanuniyetleri gelecek sayıda ele alınacaktır.

 

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-10: ÜMMETİN İTTİFAKINI YIKAN BİR HASTALIK-3: HEVASINI İLAH EDİNENLERİN YIKICI TUTUM VE DAVRANIŞLARINA KARŞI VERİLMESİ GEREKEN MÜCADELE

  Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Eylül 2025-373. Sayı      “Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü?       ...