1 Haziran 2025 Pazar

İslâm Dünyasında Ölümün ve Hesap Gününün Unutulma Eğilimi-2: HER İNSAN ÖLÜMLÜDÜR VE BU DÜNYADA YAPTIKLARININ HESABINI AHİRET HAYATINDA VERECEKTİR

 Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Haziran 2025-370. Sayı

Allah, Kur’ân’da Hz. Âdem’in cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderilmesinden sonra kıyamete kadar vuku bulabilecek durumlarla ilgili uyarılarda bulunarak insanlara yol göstermektedir. Bu sebeple geçmiş nesillerin yaşadıkları geçmişte kalan, tekrarlanmayacak basit birer kıssa olarak değil, İblis’in yolundan gidenlerin kıyamete kadar uygulayacakları strateji ve taktiklerin bir ifşası şeklinde ele alınıp değerlendirilmelidir.

Kur’ân-ı Kerim’de ümmetten bahseden ayetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde, ilk nesilden günümüze gelinceye kadar her peygamber gelişinde ümmetler içinde ve arasında, genelde bir anlaşmazlığın ortaya çıktığı görülmektedir (11/118). Bu ayetlerde bahsedilen ihtilafların temel sebepleri, gelen tevhidi değerlerle var olan saptırılmış/bozulmuş değerlerin çatışmasıdır. Bu bağlamda geçen yazıda, bütün bu hastalıkların özünde bulunan ölüm gerçeğinin unutulması semantik alanı/kavramsal analizi, Kur’ân ve sünnet düzleminde incelendi. Bu yazıda, ölüm olgusu, bu dünya ve ahiret hayatı denklemi düzleminde, yüce mahkeme ve amel defteri çerçevesinde ele alınıp değerlendirilecektir.

Her Şeyin Eş Olarak Yaratılması ve Bu Dünya-Ahiret Hayatı Denklemi

Yaratılış denkleminde kadın- erkek, pozitif- negatif, elektron- pozitron, müon-antimüon vb. her şey, eş (parite/çift) olarak vardır. Fıtrat/yaratılış yasalarına göre Allah’ın dışında her şey eş olarak yaratılmıştır; tek olan varlık sadece ve sadece Allah’tır (4/1; 6/95-98; 13/3; 16/72; 26/7; 30/20, 21; 35/11; 36/36; 42/11; 43/12; 51/49; 53/45; 55/52; 75/39; 78/8; 22/5; 23/27; 40/67; 89/3). İnsanlığın başlangıcında da Hz. Âdem ile eşi vardır (4/Nisâ, 1). İnsan neslinin devam edebilmesi, bu çift/eş yaratılma ilahi denkleminin bir sonucu olup Allah’ın bir ayetidir. Bundan ders çıkarabilecek olanlar, düşünebilen insanlar, toplumlar olacaktır (30/Rûm, 21). Tüm canlılarda olduğu gibi tüm evrende de her şey eş olarak yaratılmıştır (51/Zâriyât, 49; 43/Zuhrûf, 12; 36/Yâsîn, 36).

Bilimsel araştırmalara göre tüm elemanter tanecikler, eşleri ile birlikte vardır ve bu temel parçacıklar antileri ile karşılaştıklarında birbirini yok etmektedirler.[2] Ölüm-hayat, bu dünya-ahiret hayatı, cennet ve cehennem denklemi, bu çift yaratılmanın bir sonucudur (6/En’âm, 95; 35/Fâtır,11; 43/Zuhrûf, 11; 67/Mülk, 2). Çift yaratılma yasasına göre bu dünya ahiretin tarlasıdır. İnsanlar bu dünyada Allah’ın emrettiği, koyduğu yasalara tâbi olup olmadıklarına göre ahirette yargılanacaklar ve eş yaratılma yasasına göre ya cennete ya da cehenneme gönderileceklerdir. İmam Gazzali’nin bu anlamdaki değerlendirmesi çok mesaj vericidir: “Ey ilahi sırları öğrenmek isteyen! Bir kimse: 1- İşlerin sonu: Ölüm, 2- Son durağı: Kabir, 3- Kendisine gelecekler: Münker, Nekir, 4- Vadesi: Kıyamet, 5- Ebedî kalacağı yer: Cennet veya cehennem olduğunu bilirse, o kişiye ölüm hakikatinden daha önemli bir düşünce gelmez. O kişi akıllı ise ona ölüm tedbirinden üstün tedbir olmaz. Nitekim Resûlüllah (s.) şöyle buyurmuştur: ‘Akıllı şu kişidir ki, nefsini yanıltarak emre uydurur ve ölümünden sonra kalacak işlerde (hazırlıklarda) bulunur.’[3]

Bu dünya-öteki dünya denkleminde hesap gününde yapılacak sorgulama, yargılama, burada yapılacaklara, yapılması gerekenlere şekil veren en önemli unsurlardan biridir. Ölüm olayı, ölüm korkusu, bu denklem içerisinde bütünlüklü şekilde ele alınıp değerlendirilmelidir. Burada ölüm olayı bu bağlamda ele alınacaktır.

Her Şeyin Yaratıcısı ve Yöneticisi Allah, Mutlak Hâkim ve Ölümsüzdür

Allah, yüce yaratıcının özel ismi olup hiçbir dilde tam karşılığı yoktur. Arapça ilah, Türkçe tanrı, Farsça hüda, İngilizce god, Almanca gott kelimeleri, Allah gibi özel isim olmayıp cins isimlerdir.[4] Allah ismi başka hiçbir varlığa verilemez, onun çoğulu ve “onun adaşı” yoktur: “Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerinin Rabbi’dir; şu hâlde O’na ibadet et ve O’na ibadette kararlı ol. Hiç O’nun adaşı olduğunu biliyor musun?” (19/Meryem, 65). Bu konuda müşriklerin Hz. Peygamber’den “Rabbini bize (tanıt)!” şeklinde bir istekte bulunmaları üzerine cevap, bizzat Allah tarafından İhlâs Suresi indirilerek verilmiştir:[5] “De ki: O, Allah’tır, bir tekdir. O Allah’tır, sameddir (hiçbir şeye muhtaç değil, her şey ona muhtaç). Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi (ve benzeri) değildir.” (112/İhlâs, 1-4)

İnsanlar Allah’ın zatını, hakikat ve mahiyetini O’nun kendisini tanıttığı kadar bilebilirler. Allah değişik isim ve sıfatlarla kendisini insanlığa tanıtmıştır. Allah’ın, isim ve sıfatlarını Esmâ-i Hüsnâ diye isimlendirmesi ayet ve hadislerde yer almakta, O’nun nasıl bir varlık olduğunu insanın idrak edebileceği bir düzlemde ifade etmektedir: “El-Esmâü’l-Hüsnâ; Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu, O’nun niteliklerini, özelliklerini ve hangi vasıflara sahip olup olmadığını beyan eden isim ve sıfatlardır.”[6]

Esmâ-i Hüsnâ, “en güzel isimler” anlamında Allah için kullanılmaktadır: “İsimlerin en güzeli Allah’ındır. Öyleyse O’na bunlarla dua edin. O’nun isimlerinde ‘aykırılığa (ve inkâra) sapanları’ bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır.” (7/A’râf, 180; Bk. 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24). A’râf Suresi 180. ayette Allah’a Esmâ-i Hüsnâ ile dua edilmesi ve Allah’ın isimleri konusunda aykırılığa ve inkâra kalkılmaması ve kalkanlarla da ilişki kurulmaması istenmektedir. Tâhâ 8’de ise Allah’tan başka ilahın bulunmadığına dikkat çekilmektedir. Haşr 24’te ise Allah’ın en güzel bir biçimde yaratan, kusursuzca var eden, şekil ve suret veren olduğu ifade edildikten sonra göklerde ve yerdekilerin tümünün Allah’ı “tespih ettiğine” özel bir vurgu yapılmaktadır.

Kur’ân’daki ilhâd kavramı, “Allah’ın isimleri hakkında Allah’a layık olmayan isimler isnat etmek”, “Allah’ın azamet ve kudret ifade eden isimlerini kabul etmemek” veya “Allah’a özgü isimleri Allah’tan başka varlıklara vermek”, “Allah’a cisim, cevher, akıl ve illet gibi isimler vermekle” ilgili kullanılan bir kavram olup “doğru olandan, haktan sapmak” anlamına gelmektedir.[7] Dolayısıyla Allah, böyle bir tehlikenin varlığına dikkat çekerek iman edenleri uyarmak istemektedir.

Hadislerde ihsâ (saymak) ve hıfz (ezberlemek) kavramlarına özel bir önem verilmektedir. Bunlarla iletilen mesaj, Allah’ı güzel isimleri ile tanıyın, o isimlerin gerektirdiği ve Allah’ın istediği şekilde kendisini gördüğü, yaptıklarını bildiği, ameline göre ona ödül veya ceza vereceği şuuru ile O’na ibadet ve itaat edindir. Allah’a atfedilen isim/sıfatların sayısı, Kur’ân ve hadislere göre 99 ile 200 arasında değişmektedir. Biz burada 99’unu isim/sıfat olarak vermek istiyoruz: Allah, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bâri’, el-Musavvir, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alîm, el-Kâbıd, el-Bâsıt, el-Hâfıd, er-Râfi, el-Mu’izz, el-Müzill, el-Basîr, es-Semi’, el-Hakem, el-Adl, el-Lâtîf, el-Habîr, el-Halîm, el-Azîm, el-Ğafûr, eş-Şekûr, el-Aliyy, el-Kebîr, el-Hafîz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm, er-Rakîb, el-Mücîb, el-Vâsi’, el-Hakîm, el-Vedûd, el-Mecîd, el-Bâis, eş-Şehîd, el-Hakk, el-Vekîl, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veliyy, el-Hamîd, el-Muhsî, el-Mübdî, el-Mu’îd, el-Muhyî, el-Mümît, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, es-Samed, el-Kâdir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Vâli, el-Müte’âlî, el-Berr, et-Tevvâb, el-Müntakim, el-Afüvv, er-Raûf, Mâlikü’l-Mülk, Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, el-Muksit, el-Câmi’, el-Ganiyy, el-Muğnî, el-Mânî’, ed-Dârr, en-Nâfi’, en-Nûr, el-Hâdî, el-Bedî’, el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşîd, es-Sabûr.[8]

Bunların anlamı, muhtevası ve Kur’ân’da geçtiği ayetler, verilen kaynaklardan kolayca bulunabilir. Allah isminin Kur’ân’da 2 bin 697 kez geçmesi, taşıdığı anlam ve insan hayatındaki önemindendir. Allah isim ve sıfatlarının ayet ve hadislerde çok yoğun kullanılmasının sebebi, Hz. Şuayb’ın kavmi ile mücadelesinde “Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz…” (11/Hûd, 92) şeklinde dikkat çektiği hataya tüm iman edenlerin düşmemesi bağlamında değerlendirilmelidir. Muhtemeldir ki bu sebeple Allah’ın 99 ismini şuurla ezberleyip sayan ve gereğini yapanların cennete gireceğini belirten hadisler mevcuttur.[9]

Melekü’l-Mevt Vardır

Melekü’l-mevt (ölüm meleği) Azrail, dört büyük melekten biri olup insanların canlarını almakla görevlidir. Azrail kelimesi İbranicedir ve de Kur’ân’da geçmemektedir. Kur’ân’a göre her insanın canını almak için görevlendirilmiş bir ölüm meleği vardır ve Azrail, bu meleklerin başıdır.[10] “De ki: ‘Size tayin edilmiş olan ölüm meleği canınızı alacak, sonra döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz!’” (32/Secde, 11).

Ölüm genelde her canlı için özel olarak da insan için kaçınılmaz bir olgu olup (3/185; 4/78; 62/8) ölüm melekleri aracılığıyla icra edilmektedir: “Sonunda sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun ‘hayatına son verirler’. Onlar (bu işte ne eksik ne fazla) kusur etmezler.” (6/En’âm, 61) Ölüm meleklerinin geçtiği ayetlerde dikkat çeken çok önemli bir husus, şahsın işlediği amellere göre ölüm meleğinin şahsın canını farklı şekillerde almasıdır (79/ Nâzi’ât 1-2). Ölüm melekleri, inkârcıların, zalimlerin, nemelazımcıların ölümü sürecinde kendilerine acı vererek canlarını almaktadırlar: “Sen bu zalimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: ‘Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz.’ (dediklerinde) bir görsen...” (6/En’âm, 93) “Melekler, inkâr edenlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, ‘Yakıcı azabı tadın, bu, kendi ellerinizle yaptığınızın karşılığıdır.’ diyerek canlarını alırken bir görseydin!” (8/Enfâl, 50-51) Dikkat çekici olan bir durum, bu tür insanların ölüm meleklerine “Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!” şeklinde bir konuşma yapmalarıdır (16/Nahl, 28). Melekler, Allah’tan sakınanların canlarını “Selam size” diyerek çok daha güzel bir muamele ile teslim almakta ve onlara cenneti müjdelemektedirler (16/Nahl, 30-32).

Kendilerini mustaz’af şeklinde tanımlayanlar ile ölüm meleği arasında geçen bir konuşma hem dikkat çekici hem düşündürücü hem de ibret vericidir. Zulme karşı hiçbir tavır takınmayanlar, yapabileceklerini yapmayanlar, “kendi kendilerine zulmedenler” diye tanımlanıp canları alınmaktadır: “Melekler kendi kendilerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman, derler ki: ‘Neyde idiniz?’ Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (mustaz’aflar) idik.’ derler. (Melekler de:) ‘Onda hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü yataktır o!” (4/ Nisâ, 97).

Her Nefis Ölümü Tadacak

 Allah’ın eş/çift yaratma kanuniyetinin neticesinde bu dünya-ahiret hayatı denkleminde hayat ve ölüm yaratılmıştır: “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (67/Mülk, 2). Bu dünya-ahiret hayatı denkleminde dünyadaki her şeyin hesabı ahirette görüleceğinden, her nefis ölümü tadacak ve öte dünyada yüce mahkemede yargılanmak üzere yeniden diriltilecektir: “Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (3/Âl-i İmrân, 185; bk. 29/Ankebût, 57; 23/Mü’minûn, 15-16).

Hiçbir korunak ve tıbbi müdahale ölümü/eceli durdurma güç ve imkânına sahip değildir, ölüm kaçınılmaz bir yasa olarak vardır ve de var olmaya devam edecektir: “Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile.” (4/Nisâ 78). “De ki: ‘Hiç tartışmasız sizin kendisinden kaçmakta bulunduğunuz ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da müşahede edilebileni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz; O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (62/Cum’a, 8). Bu konuyu Hz. Peygamber sahabeye yere şekil çizerek anlatmış ve ölümün kaçınılmaz bir olgu olarak mutlaka gerçekleşeceğine özel bir vurgu yapmıştır: “Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün yere çubukla, kare biçiminde bir şekil çizdi. Sonra, bunun ortasına bir hat çekti, onun dışında da bir hat çizdi. Sonra bu hattın ortasından itibaren bu ortadaki hatta istinat eden bir kısım küçük çizgiler attı. Resûlüllah (s.a.v.) bu çizdiklerini şöyle açıkladı: ‘Şu çizgi insandır. Şu onu saran kare çizgisi de eceldir. Şu dışarı uzanan çizgi de onun emelidir. (Bu emel çizgisini kesen) şu küçük çizgiler de musibetlerdir. Bu musibet oku yolunu şaşırarak insana değmese bile, diğer biri değer. Bu da değmezse ecel oku değer.’”[11]

“Her nefis ölümü tadacak. Ancak insanlar nerede ne zaman ve nasıl öleceklerini bilmemektedir, bilememektedir” (31/Lokman, 34; bk. 3/Âl-i İmrân, 167-168). Bu konuda Hz. Peygamber, “gaybın anahtarının beş” olduğunu ifade etmiş ardından Lokman Suresi’nin 34. ayetini okuyarak hem sahabeleri hem de gelecek nesilleri özel olarak uyarmıştır.[12]

Ahirette Yaptıklarından Dolayı İnsanı Yargılayacak Bir Yüce Mahkeme Kurulacak

Allah Kur’ân-ı Kerim’de öteki âlemde/hesap gününde tüm insanların bu dünyada yaptıklarından dolayı yargılanacaklarını ve hesaba çekileceklerini, gönderdiği peygamberler ve kitaplar aracılığıyla tüm insanlığa bildirmiştir. Allah, kitabın peygamberlere indirilişine, kendisinin ve de meleklerin şahit olduğunu çok açık bir şekilde ifade etmektedir: “Allah, sana indirdiğiyle şahitlik eder ki, O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de şahittirler. Şahit olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 166).

Gönderilen kitaplar ve peygamberler vasıtasıyla insanlara yol gösterilmiş, insanlar uyarılmış, bu dünyada işlerinden dolayı öte dünyada yargılanacakları, ödül ya da ceza alacakları, yargılama sonucuna göre ya cennete ya da cehenneme konacakları insanlara bildirilmiştir.

Kur’ân’a göre kurulacak yüce mahkemede Allah yüce yargıç, melekler savcı, insan sanık olarak yer alacaktır. Sanıkla ilgili iddianame, bu dünyada yapıp ettikleri bir “kitap/amel defteri” şeklinde kendisine, savcı melek tarafından takdim edilecek, kitap sanığın eline verilecektir: “İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir.” (75/Kıyâmet, 13; bk. 34/Sebe’, 40-42; 6/En’âm, 130). O yüce mahkemede avukatlık sistemi yoktur. Dikkat çekici, düşündürücü ve ibret verici olan olgu, şahitlik mekanizmasıdır. Kur’ân’da insanın ellerinin, dillerinin, ayaklarının, işitme ve görme organları ile derilerinin ve yeryüzünün şahitlik edeceği, çok açık bir şekilde belirtilmektedir: “Bugün biz onların ağızlarını mühürleriz; (günahtan ve sevaptan yana) kazanmakta olduklarını da elleri bize söylemekte, ayakları da şahitlik etmektedir.” (36/Yâsîn, 65). “Sonunda oraya geldikleri zaman, onların işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir. Kendi derilerine dediler ki: ‘Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?’ Dediler ki: ‘Her şeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O’na döndürülmektesiniz.’ ‘Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinizde şahitlik eder diye sakınıp-korunmuyordunuz. Aksine, yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” (41/Fussilet, 20-23) “O gün, kendi dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerinde yaptıklarına dair şahitlikte bulunacaklardır.” (24/Nûr, 24). “Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan ‘Ne oluyor buna!’ dediği vakit, işte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (99/Zilzâl, 1-5).

Dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta, Allah insanların bütün yaptıklarını/amellerini ve ne kazandıklarını bilip görmüş olmasına (13/42; 89/14;100/11; 47/30-31) rağmen bir mahkeme kurdurması, mahkeme de savcı ve şahitlerin olması, iddianamenin sanığın eline verilmesidir.  İlahi adaletin gereği bu olduğuna göre ümmet coğrafyasındaki yargı sistemlerinin de buna göre konumlanması, çalışması ve gerçek adaletin inşa edilip tüm dünya insanlığına duyurulması gerekmektedir. Unutmamak gerekir ki adalet yoksa barış da olmayacaktır.

Bu Dünya-Öteki Dünya Denkleminde İnsanoğlunun Yaptıkları Kayıt Altına Alınmaktadır

     Bu dünya-öteki dünya denkleminde ahiret hayatı ebedî âlem olarak var kılınmış, bu dünya bir imtihan dünyası olarak insanoğlunun önüne konmuştur (29/Ankebût, 64). Hz. Âdem ile İblis arasında başlayan mücadele, kıyamete dek sürecek; İblis’in yolundan gidenlerle peygamberlerin yolundan gidenlerin yapıp ettikleri, öteki dünyada yüce mahkeme de önlerine konacaktır. Bu noktada üzerinde durup düşünülmesi gereken ana soru şudur: İnsanın her türlü amellerini kim kayda almakta ve de kitap hâline getirip yazmaktadır?

Sorunun cevabı, insanın yaratılış olgusunda yer almakta, namazın bitirilme sürecinde sağ ve sol omuza doğru verdiğimiz selamın içinde bulunmaktadır. Günde beş vakit kılınan namazların sonlarında bu selamlar kime/kimlere verilmektedir? Bu selamlar, her türlü amelimizi yazan meleklere verilmektedir. İnsanın bütün amellerini yazan melekler, Kur’ân-ı Kerim’de kirâmen kâtibin, hafaza, rusul, rakîb, atîd diye isimlendirilmektedir.[13] Bu meleklerin insanların düşünce, söz, tutum, davranışları ile ilgili yazdıkları metinler, kitap olarak isimlendirilmekte ve insanın zerre miktarınca yaptığı iyilik ve kötülükler, bu kitapta yer almaktadır:

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (50/Kâf, 16). “Onun sağında ve solunda oturan ‘iki tespit edici ve yazıcı’ tespit edip yazarlarken,” (50/Kâf, 17). “Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapt ederler.” (50/Kâf, 17-18). “O ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de (insana) ‘İşte bu, senin yan çizip-kaçmakta olduğun şeydir.’ (denildiği zaman da).” (50/Kâf, 19). “Sur’a üfürülür. İşte bu geleceği söz verilen gündür.” (50/Kâf, 20). “(Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahit ile gelmiştir.” (50/Kâf, 21). “Andolsun, sen bundan bir gaflet içindeydin; işte biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün oldukça keskindir.” (50/Kâf, 22) “Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: ‘İşte bu, yanımda hazır durumda olan şey.’” (50/Kâf, 23). “Yoksa onlar, gerçekten bizim sır tuttuklarını ve aralarındaki fısıldaşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de (her şeyi) yazıyorlar.” (43/Zuhrûf, 80). “Artık kim, bir mümin olarak salih olan amellerde bulunursa, onun çabası için (karşılık olarak nankörlük) küfran yoktur. Şüphesiz biz, onun yazıcılarıyız.” (21/Enbiyâ, 94).

Yüce mahkeme için insanın bu dünyada yaptığı her şey kayıt altına alınmakta, görevli melekler tarafından kaydedilip “kitap” hâline getirilmektedir (6/61-62, 10/61, 11/123, 13/11, 23/62, 36/12, 50/17-18, 54/52-53, 78/29, 82/10-12, 83/7-9): “Hayır hayır. Şüphe yok ki, fâcirlerin yazısı elbette siccîndedir. Siccînin ne olduğunu sana ne şey bildirdi? O, mühürlenmiş bir kitaptır. Yazılı bir kitaptır. Ve şüphe yok ki, sizin üzerinizde bekçiler vardır. Çok mükerrem yazıcılar vardır. Ne yapar olduklarınızı bilirler.” (83/Mutaffifîn, 7-12). “Onların işledikleri her şey kitaplarda yazılıdır. Küçük, büyük her şey satır satır yazılıdır.” (54/Kamer, 52-53). İman edenlerin unutmaması gereken gerçek, bu dünyada yaptığı her şeyin kitaplaştırılıp yüce mahkemede kendisine sunulacağı ve “kendi kitabını okumasının” isteneceği olgusudur: “Biz, her insanın kuşunu (işlediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. ‘Kendi kitabını oku; bugün nefsin hesap sorucu olarak sana yeter.’” (17/İsrâ, 13-15).

İnsanlar bu dünyada icra ettikleri tüm amellerden dolayı öte dünyada yüce mahkemede yargılanacaklar; kitaplarında var olanlara göre ödüllendirilecekler ya da cezalandırılacaklardır: “İşte bugün, hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yapmakta olduklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz.” (36/Yâsîn, 54). “Kim, bir kötülük işlerse; ancak onun benzerleriyle ceza görür. Kadın veya erkek her kim de inanarak salih amel işlerse; işte onlar, cennete girerler ve orada hesapsız şekilde rızıklanırlar.” (40/Mü’min, 40). Dikkat çekici bir husus Kur’ân’ın sapan ve saptıran ilişkisine özellikle değinmesidir. Bu uyarının ana amacı, bu dünyada insanları saptırmak için uğraşanların Allah’ın huzurunda saptırmaya çalıştığı insanlarla ilgili itirafta bulunacakları olgusunu göz önüne alarak kendilerine gelmeleri, saptırmak için uğraşanları iyi tanıyıp onlara karşı açık, kesin bir tavır koymaları içindir: “Onun yakın-dostu (saptırıcı) dedi ki: ‘Rabbimiz, ben onu kışkırtıp-azdırdım. Ancak kendisi (haktan) uzak bir sapıklık içindeydi.’” (50/Kâf, 27-29).

Dikkat çeken bir başka olgu da yüce mahkemede sadece fertlerin değil milletlerin/toplumların/ümmetlerin de kitaplarının önlerine konulup okumaları istenecek ve yargılanacaklardır: “O gün sen, her ümmeti diz üstü çökmüş (veya toplanmış) görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağrılır. ‘Bugün yapmakta olduklarınızla karşılık göreceksiniz.’ ‘Bu bizim kitabımızdır; sizin aleyhinizde hak ile konuşuyor. Gerçekten biz, sizin yapmakta olduklarınızı yazıyorduk.” (45/Câsiye, 28-29).

Yüce Mahkemedeki İddianame “İnsanın Amel Defteridir”

Eş/çift yaratılma yasasının bir gereği olarak bu dünya-öteki dünya denklemi var olmuştur. Fıtrat yasalarına göre eş/çift yaratılmanın sonucu, bu dünya bir imtihan alanı, öte dünya bir ödül ve ceza alanı şeklinde konumlandırılmıştır: “Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye.” (18/Kehf, 7). “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. …” (67/Mülk, 2). İnsanların öte dünyada yüce mahkemede yargılanabilmeleri, yargılanmanın adil olabilmesi için önlerine bir iddianame konması ve şahitlerin dinlenmesi gerekmektedir. Adaletin gerek şartı budur. İşte bu noktada hem Kur’ân’da hem de hadislerde çokça yer alan bir kavram olarak amel, amel defteri, salih amel, amel-i seyyie vb. kavramları karşımıza çıkmaktadır.

Eş/çift yaratılma yasasının bir gereği olarak yargılamanın sonucunda insan ya cennete ya da cehenneme gönderilecektir. Yargılamanın ana merkezi insanın bu dünyada yapıp ettikleri olduğuna göre insanın yapıp ettikleri yüce mahkemede onun önüne konmalı, ona söylenmeli, iddialarla ilgili ne söyleyebileceği dinlenmeli/savunması alınmalı ve de şahitler dinlenmelidir. İnsanın bu dünyada yapıp ettikleri Kur’ân’da “amel” olarak nitelendirilmektedir (2/25, 62, 277; 3/57; 4/57, 122, 173; 5/9, 69, 93; 6/54, 132; 7/42; 10/4, 9; 11/11, 23; 13/29; 14/23; 16/34, 97, 119; 18/30, 49, 88, 107; 19/60, 96; 20/75, 82; 22/14, 23, 50, 56; 24/38, 55, 64; 25/23, 70-71; 26/227; 28/67, 80, 84; 29/7, 9, 58; 30/15, 41, 44, 45; 31/8; 32/19; 34/4, 37; 35/7; 38/24, 28; 39/35; 40/40, 58; 41/8, 33, 46, 50; 42/22-23, 26; 45/15, 21; 46/16, 19; 47/2, 12; 48/29; 53/31; 58/6-7; 65/11; 84/25; 85/11; 95/6; 98/7; 103/3).

Amel kavramının sözlük anlamı, “davranış, iş, çaba, emek, çalışma ve eylem”; ıstılahi anlamı ise, “niyet ve iradeye bağlı olarak yapılan dünya ve ahirette ceza veya mükâfat konusu olan iş, davranış ve bilinçli yapılan fiil” demektir.”[14] Bu tanımlamaya göre iradeli, şuurlu ve amaçlı yapılan her şey, her fiil amel kabul edilmektedir. Fiil evrensel küme, amel fiil evrensel kümesinin bir alt kümesidir. Bu sebeple her amel fiildir fakat her fiil amel değildir. Fiilin amel olabilme şartı, ortak özelliği, ana paydası, eylemin iradeli, şuurlu ve amaçlı yapılmasıdır.  Ameller İslâm’a uygun olup olmama bakımından tâ’at, ma’siyet, mubah olarak tasnif edilmiş ve iki ana gruba ayrılmıştır: 1- Amel-i salih ve amel-i hasene (iyi amel); 2- Amel-i sû’/amel-i seyyie (kötü amel)/amel-i gayrı salih (salih olmayan amel).[15]

“Amel defteri”, “İnsanların dünyada kabul ettikleri inançlarla, yaptıkları işlerin kaydedildiği ve ahirette kendilerine takdim edileceği bildirilen deftere (veya kitaba) verilen addır”. Kur’ân’da “amel defteri” kavramı yerine “kitap, suhûf” kavramları kullanılmaktadır (17/13; 21/47; 45/28; 74/52; 78/29; 81/10; 83/7-9, 18-20; 84/7-15).[16]

Salih Amel/Amel-i Salih

Kur’ân ve sünnette amel kavramı muhtevasına göre iki ana boyutta zikredilmekte ve de sınıflandırılmaktadır: Salih amel/amel-i salih ve amel-i seyyie. Salih amelin sözlük anlamı, “yararlı iş, güzel amel”; ıstılahi anlamı ise, “İmanın gereği olarak ihlâs ve iyi niyetle yapılan, Kur’ân ve sünnete uygun olan her türlü, söz, fiil ve davranışlardır.” Kur’ân’da 72 yerde iman ile birlikte geçmektedir. İslâm âlimleri amel-i salihini, farz, vacip, sünnet, müstehab ve mendub kısımlarına ayırmışlardır.[17]

İman, ibadet, Allah ve peygamberin emir ve yasaklarına uyan her amel, salih ameldir (18/30; 9/120). Salih amel ile sevap elde edebilmek için mutlaka iman edilmiş olunması ve şirkten uzak durulması gerekmektedir (18/Kâf, 110). İman edip salih amel işleyenler yaratıkların en hayırlılarıdır (98/Beyyine, 7). Salih ameller, dünya süsünden daha hayırlıdır (18/46; 19/76).

Amel-i Seyyie

Kur’ân’da salih olmayan amel, amel-i seyyie şeklinde geçmekte olup sözlük anlamı, “kötü, zararlı amel”; ıstılahi anlamı, “Allah ve peygamberin emir ve yasaklarına uygun olmayan, sahibinin günaha girmesine sebep olan söz, fiil ve davranışlar”dır. (9/Tevbe,102; 25/Fatır 10; 40/Mü’min, 58; 4/Nisâ, 123).[18] Amel-i gayr-i salih, Allah rızasına uygun olmayan her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlardır. Salih amelin zıddı olup Kur’ân’da bir ayette, Hz. Nuh’un oğlu ile ilgili geçmektedir (11/Hûd, 46).[19]

İnsanların Amelleri Hesap Gününde “Tartılacaktır”

Amel defterinde insanın zerre miktarınca yapıp ettiği her şey yazılı olarak mevcut olup, insanların önüne konulacaktır: “(Önlerine) kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkârların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: ‘Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp her şeyi sayıp-döküyor?’ Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (18/Kehf, 49; bk. 39/69; 45/29; 81/10-11).

Kitapta “zerre miktarınca” her şeyin yazılı olması, ortada bir ölçünün var olduğu manasına gelmektedir. Bu bağlamda insanların amellerinin ölçüsünü belirlemek için Kur’ân’da mizan kavramı kullanılmaktadır. Kavramın sözlük anlamı, “terazi, ölçü ve tartı aleti” iken ıstılahi anlamı, “mahşerde herkesin amellerini tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür.”[20] Ahiret hayatında insanların amellerini olumlu ve olumsuzluk bağlamında tartmak, çok özel bir durumdur. Mahiyetini bilemediğimiz, bilemeyeceğimiz çok özel bir terazidir. Muhtemelen donanımsal bir teraziden ziyade yazılımsal bir terazi söz konusu olabilir. Bugün devlette ve özel sektörde çalışanların performanslarını ölçmek için geliştirilmiş yazılımlar vardır. Üniversitelerde akademik unvanları elde edebilmek için geliştirilmiş puanlama ve hesaplama sistemini göz önüne alırsak, insanın tüm amellerini göz önüne alarak, onları değerlendiren, yorumlayan, konumlandıran, puanlayan yapay zekâ temelli yazılımsal bir terazinin var olduğu düşünülebilir.

Allah Kur’ân’da yüce mahkemede yargılamanın en adil bir şekilde olabilmesi için insanın bu dünyada yaptıklarının hepsi dikkate alınarak adalet terazilerinde tartılacağını ve elde edilen sonuçların insanın amel defterine/kitabına kaydedileceğini bize bildirmektedir: “O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük fırlayıp-çıkarlar. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu görür; kim de zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, o da onu görür.” (99/Zilzâl, 6-8). “Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz.” (21/Enbiyâ, 47). “Andolsun, (yapıp-etmelerini) onlara bir ilimle mutlaka haber vereceğiz. Ve biz gaibler (onlardan uzakta olan habersizler) de değildik. O gün tartı haktır. Kimin tartıları/mizanları ağır basarsa, işte kurtulanlar onlardır. Kimin de tartıları hafif kalırsa, bunlar da ayetlerimize zulmede geldiklerinden dolayı nefislerini hüsrana uğratanlardır.” (7 A’râf/7-9; bk. 17/13-14; 23/102-103; 45/29, 33; 101/6-9).

İnsanların yapıp ettiği olumlu ve olumsuz her şey terazide tartılacak ve insanların amel defterlerine kaydedilecektir. Bu bağlamda insanların özellikle iman edenlerin şu noktalara dikkat etmesinde çok büyük yarar vardır:

  • Allah ancak Allah’tan korkanların amelini kabul edecek (5/27) ve boşa çıkarmayacak/zayi etmeyecektir (2/143).
  • Amelsiz iman fayda vermez (6/158-159; 2/214).
  • Muhsin olarak yüzünü Allah’a döndürenlerin amellerinin ecri Allah katında değerlendirilecektir (2/112).
  • Allah’a kavuşmak isteyenler, salih ameller yapmalıdır (18/110).
  • Her insanın boynuna kendi amel defteri asılacaktır (17/13).
  • İlmiyle amel etmeyenler, kitap yüklü merkep gibidirler (62/5.)
  • Yapmayacağı şeyi söylemek müminlerin dayanışmasını bozduğu için Allah katında bir gazap konusudur (26/225; 61/1-4).
  • Salih amel yapanlarla kötülük yapanlar bir değillerdir (40/58; 45/21).
  • Allah, salih amellerde bulunanların (iyi işler yapanların) ecrini zayi etmeyecektir (18/30, 31).
  • İnsanlar hesap gününde kötü amellerinden kaçmak isteyeceklerdir (3/30; 18/49; 69/25-27; 75/10-11).

Yüce Mahkemede Şahitlerin Şahitliği ve İddianame Dikkate Alınarak Allah Kararını Verecektir

Yüce mahkemede yargılama sürecinde dikkat çekici bir husus da Kur’ân’ın sapan ve saptıran ilişkisine dikkat çekmesidir. Bu uyarının ana amacı, bu dünyada insanları saptırmak için uğraşanların Allah’ın huzurunda, saptırmaya çalıştığı insanlarla ilgili itirafta bulunacakları olgusunu göz önüne alarak kendilerine gelmeleri, saptırmak için uğraşanları iyi tanıyıp onlara karşı açık, kesin bir tavır koymaları içindir: “Onun yakın dostu (saptırıcı) dedi ki: ‘Rabbimiz, ben onu kışkırtıp-azdırdım. Ancak kendisi (haktan) uzak bir sapıklık içindeydi.’” “(Allah buyurur:) ‘Benim huzurumda çekişip-durmayın. Ben size daha önce ‘kesin bir uyarı’ göndermiştim.’” “Huzurumda söz değişikliğe uğratılmaz ve ben kullara zulmedici değilim.” (50/Kâf, 27-29).

Fıtrat yasalarına göre salih amel sahipleri ile kötü amel sahipleri hak ettikleri ödül ve cezaya, yargılamanın sonucunda kavuşacaklardır: “Kör olanla (basiretle) gören bir olmaz; iman edip salih amellerde bulunanlarla kötülük yapan da. Ne kadar az öğüt alıp-düşünüyorsunuz.” (40/Mü’min, 58). “Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri de bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar.” (45/Câsiye, 21).

Hesap gününde çok dikkat çekici bir durum, bazı kişilerin ve bazı amellerin boşa çıkması, kabul görmemesidir. Bu durumları ana hatları ile aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

  • Ameller çeşitli mertebelere sahip olup her amelin farklı dereceleri vardır (6/132; 46/19; 92/4).
  • Allah’a şirk koşanların amelleri (2/266; 6/88; 9/20-21, 69; 18/103-106; 22/31-31; 39/64-65).
  • Ayetleri ve ahiret hayatını inkâr edenlerin amelleri (3/21-22; 5/5, 53; 47/1, 32-34; 7/147; 18/105; 24/39-40; 14/18; 2/217).
  • Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmayanların, kendi hevasına uyanların, Allah’ın indirdiği hükümleri kabul etmeyenlerin, çağdışı görenlerin, tarihsel olduğunu iddia edenlerin, Allah’ı gazaplandıranların amelleri (47/9-11, 26-28).
  • Allah’a ve peygambere karşı gelip itaat etmeyenlerin, peygamberleri öldüren ve öldürmek isteyenlerin amelleri (4/115; 49/2; 47/33; 3/21-22; 5/5; 47/32-33).
  • Sadece dünyalık isteyenlerin amelleri (11/15-17; 10/7-8).
  • Münafıkların amelleri (33/19; 47/28).
  • Son anda yapılan tevbe faydasızdır (4/17-18; 63/10-11; 47/34; 23/99-116; 32/10-14).
  • “Cehalet sebebiyle kötülük yapanların”, “sonra hemencecik tevbe edenlerin tevbesini” Allah kabul eder.” (4/17-18).

Toplumların ödül ve ceza sisteminde, fertlerde olduğu gibi iki ana durum vardır: “İman edip salih amellerde bulunanlar”, “Allah’ı ve ahiret hayatını inkâr edenler.”  “İman edip salih amellerde bulunanlar” yüce mahkemede ödüllendirilip “büyük kurtuluş ve mutluluğa” kavuşacaklar, cennete yerleştirileceklerdir (45/Câsiye, 30; 18/Kehf, 30-31; 50/Kâf, 31-35). Allah’ı ve ahireti inkâr edenler ise ateş ile cezalandırılacaklardır. Bu dünyada yaptıkları birçok değerlendirme ve söyledikleri birçok söz kendilerine hatırlatılarak verilen cezanın sebebi kendilerine açıklanacak ve cehenneme yerleştirileceklerdir (45/Câsiye, 31-35; 50/Kâf, 28-30).

Allah İblis’e kıyamete kadar yaşama izni verdiğinden, İblis’in de Allah yolunda gitmek isteyenlerin ve de gidenlerin yolunda pusu kurup oturacağını bildiğinden insanlığa hep peygamberler göndererek insanları dosdoğru yola yöneltmek istemiştir. Bu sebeple geçmiş peygamberlerin ve nesillerin İblis ve onun yolunda gidenlerin verdikleri mücadelelere, Allah gönderdiği kitaplarda, Kur’ân’da atıflarda bulunarak nesilleri uyarmak istemiştir. Geçmiş nesillerin başına gelenlerden ders alınmasını ve İblisin yolundan gidenlere karşı mücadele edilmesini istemiştir ve de istemektedir (50/Kâf, 36-43).

Bu konuda Kur’ân’da helak olmuş kavimlerle ilgili değişik surelerde çok sayıda ayet mevcuttur. Ümmet şuurunun yeniden inşa edilmesi açısından ders almak üzere bu ayetlerin okunmasında çok büyük fayda vardır.

Amel Defterlerinin İnsanlara Takdim Şekline Bağlı Olarak İnsanların Sınıflandırılması

Dikkat çekici bir başka olgu da insanların amel defterlerinin, muhtevalarına bağlı olarak insanlara iki farklı şekilde takdim edileceğidir. Amel defterleri cennetliklere sağdan, cehennemliklere soldan verilecektir. Amel defterleri sağdan verilenler, ashâbu’l-yemîn; soldan veya arkadan verilenler ise ashâbu’ş-şimâl şeklinde isimlendirilmektedir (69/Hâkka, 18-29; 84/İnşikâk, 7-13). Amel defterlerinin sağdan verilmesi olumluluğun, iyi oluşun ve müjdenin göstergesi; soldan veya arkadan verilmesi ise olumsuzluğun, korku ve azabın göstergesi olmaktadır: “Siz o gün arz olunursunuz; sizden yana hiçbir gizli (şey), gizli kalmaz.” (69/Hâkka, 18). “Kitabı sağından verilen ‘Alın, kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı umuyordum.’ der. Artık o, hoşnut bir yaşam içindedir. Yüksek bir cennette. Devşirilecek meyve ve eşsiz ürünleri pek yakındır. ‘Geride kalan günlerde, ‘peşin olarak sunduklarınıza karşılık olmak üzere,’ afiyetle yiyin ve için.’” (69/Hâkka,18-24). “Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: ‘Kitabım keşke bana verilmeseydi, keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, bu iş keşke son bulmuş olsaydı, malım bana fayda vermedi, gücüm de kalmadı.’ der.” (69/Hâkka, 25-29).

 İyi insanların yazısı/amelleri illiyyûn (83/18-21), sapanların (kâfirlerin) yazısı/amelleri siccîn (83/7-9) olarak Kur’ân’da isimlendirilmektedir. Yüce mahkemede iman edip salih amel yapanlarla, kötülük yapanlar/bozguncular/yoldan çıkanların akıbetleri adaletin gereği farklı olacaktır (38/28; 40/58; 45/21). İman edip salih amel işleyenler cennetle mükâfatlandırılacak (2/25, 82, 277; 3/57; 4/57, 122-124, 173; 5/9; 7/42; 10/9, 26; 11/11, 23; 13/29; 17/19; 18/30-31, 107-110; 19/60-63; 21/94; 22/23; 24/55; 28/84; 29/7, 9, 58; 31/8; 32/19; 35/7, 10; 36/12; 41/8; 42/22-23; 47/12; 59/18; 65/11; 73/20; 84/25; 85/11; 95/6; 98/7), inkâr edip kötü amel işleyenler cehennemle cezalandırılacaklardır (35/8, 10; 41/46; 45/15). Salih amel yapanlar faydasını göreceklerdir (30/44-45; 41/46; 45/15). Salih amel sahibinin derecesini yükseltir (35/10) ve onu hüsrandan kurtarır (103/1-3). Allah, salih amel işleyenlerin günahlarını affeder, ecirlerini zayi etmez (18/30; 29/7; 53/32). İman ettiğini söyleyenlerden Allah’ın davası için başlarına gelenlere sabretmeyenlerin, gerekli tedbirleri alıp mücadele etmeyenlerin/münafıkların ecirleri kabul edilmeyecektir (2/214; 29/2-3,10; 62/5).

Sonuç: Ümmetin Ana Sorunu, “Hesap Gününü” ve “Allah’ı Arkada Unutulmuş Önemsiz Bir Olgu Olarak Görmektir”

Allah İblis’e kıyamete kadar yaşama izni verdiğinden, İblis’in de Allah yolunda gitmek isteyenlerin ve de gidenlerin yolunda pusu kurup oturacağını bildiğinden insanlığa hep peygamberler göndererek onları dosdoğru yola yöneltmek istemiştir. Bu sebeple geçmiş peygamberlerin ve nesillerin İblis ve İblis’in yolunda gidenlerin verdikleri mücadelelere Allah gönderdiği kitaplarda, Kur’ân’da atıflarda bulunarak nesilleri ders alma konusunda uyarmak istemiştir (50/Kâf, 36-43).

Bu konuda, Kur’ân’da helak edilmiş kavimlerle ilgili değişik surelerde çok sayıda ayet mevcuttur. Ümmet şuurunun yeniden inşa edilmesi açısından ders almak üzere bu ayetlerin okunmasında çok büyük fayda vardır. Ümmetin yaşadığı bunalımın ana sebebi, Allah’a imanın zihinlerde oluşturduğu ağırlıkta meydana gelen kaymalar, kırılmalar, önemsizleşmelerdir. Allah inkâr edilmemektedir. Allah’a imanın günlük hayata zayıf yansıması, Allah’ın peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla emrettiği hayat tarzının inşa edilmemesi, bunun için gereğince mücadele edilmemesi, hesap gününde kurulacak yüce mahkemenin günlük hayat içerisinde etkisinin bulunmaması, ümmetin bunalımının ana kaynağıdır.

Bu olgunun en canlı örneği, Hz. Şuayb’ın kavmi ile ilişkisinde ve mücadelesinde görülebilir (7/A’râf, 85-92; 11/Hûd, 84-95; 26/Şu’arâ,177-190; 29/Ankebût, 36-37).[21] Bu ayetlerde Hz. Şuayb’ın Medyen halkına tebliğ ettiği konular özet şekilde aşağıda verilmektedir:

  • Ben Allah’ın güvenilir bir elçisiyim.
  • Allah’tan başka ilah yoktur. Sadece Allah’a kulluk edin, ibadet edin.
  • Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
  • Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun.
  • Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi’ne aittir.
  • Ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp eksiltmeyin.
  • Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkını azaltmayın.
  • Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.
  • Gerçekten sizi bir ‘bolluk ve refah’ içinde görüyorum.
  • Eğer müminseniz, Allah’ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır.
  • Allah’ın yolundan alıkoymak için "Allah’a iman edenleri tehdit etmeyin ve vahyedilenlerde çarpıklık aramayın.
  • Her yolun (başını) kesip oturmayın.
  • Siz azınlık ve güçsüz iken Allah’ın sizi çoğalttığını unutmayın.
  • Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın.
  • Allah iman edenlerle etmeyenler arasında hükmünü verecektir.
  • Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında Sen hak ile hüküm ver, Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın.
  • Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum.
  • Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.
  • Allah bizi kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah’a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur.
  • Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir.
  • Allah’a tevekkül ettim ve O’na içten yönelip dönerim.
  • Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nûh kavminin ya da Hûd kavminin veya Salih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isabet ettirmesin.
  • Rabbinizden bağışlanma dileyin, tevbe edin.

Hz. Şuayb’ın bu çağrılarına “Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanların (müstekbirler) verdiği karşılıklar, özet şekilde aşağıda verilmektedir:

  • Sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında reşit bir adamsın.
  • Atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?
  • Seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.

Hz. Şuayb ile kavminin önde gelen müstekbirleri arasında geçen bir konuşma, konumuz açısından önemli olduğu için buna ilişkin ayetleri okumakta fayda var: “‘Ey Şuayb’ dediler. ‘Senin söylediklerinin çoğunu biz ‘kavrayıp anlamıyoruz’. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.’” (11/Hûd, 91). “(Şuayb) dedi ki: ‘Ey kavmim, sizce benim yakın çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim yapmakta olduklarınızı sarıp kuşatandır.’” (11/Hûd, 92).  “Ey kavmim, bütün yapabileceğinizi yapın; şüphesiz, ben de yapacağım. Kime aşağılatıcı azap gelecek ve yalancı kimdir, yakında bileceksiniz. Siz gözetleyip durun, ben de sizinle birlikte gözetleyeceğim.” (11/Hûd, 93). “Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtardık; zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar.” (11/Hûd, 94). “Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi…” (11/Hûd, 95).

Ayetlerden anlaşıldığı kadarı ile Hz. Şuayb kavminin müstekbirleri, ekonomik olarak her türlü hile ve hurdaya cevaz vermekte; ölçüyü, tartıyı ve mizanı bozma noktasında hiçbir ölçü, kural tanımamaktadırlar. Müstekbirler topluluğu, Hz. Şuayb’ın bu duruma karşı çıkması ile kıldığı namaz arasında bir bağlantı olduğu kanaatindeler ve bunu Hz. Şuayb’a soruyorlar.  Kılınan namazın özü, insanı Allah’a yaklaştıran ve sürekli nefis muhasebesi yapmasını sağlayan bir unsurdur, unsur olmalıdır. Ümmet için buradan çıkarılabilecek ders, bugün namaz, bu derinlikli bir şuur içerisinde mi yoksa gelenekselleşmiş bir olgu içerisinde mi kılınmaktadır? Hz. Şuayb’ın içselleştirdiği bir şuur içerisinde namazlar eda edilmiyorsa, söylenen ile yapılanlar arasında bir tezat var demektir. Çünkü Hz. Şuayb’ın kavminin tekliflerine karşı, “Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum.” şeklinde verdiği cevap, bu olgunun bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Bu durum Mâ’ûn Suresi’nde çok açık bir şekilde ifade edilmektedir. Surede, namaz kılma ile icra edilen işler arasında/yaşam tarzı arasında var olan bir tezat, çok ciddi bir tehlike olarak ortaya konarak iman edenler uyarılmaktadır: “Dini yalanlayanı gördün mü?  İşte o, öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez. İşte (şu) namaz kılanların vay hâline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar. Onlar gösteriş yapmaktadırlar ve ‘ufacık bir yardımı (veya zekâtı) da’ engellemektedirler.” (107/Mâ’ûn, 1-7)

Hz. Şuayb’ın kavminin önde gelen mütekebbirlerinin tutum ve davranışları ile ilgili dikkat çektiği bir başka tehlike, “Allah’ın yolundan alıkoymak için vahyedilenlerde çarpıklık/tezat/tutarsızlık aramaktır.” Bugün İslâm dünyasında benzer çalışmalar yapılmaktadır. Hadisler üzerinden tekrarlanan tartışmaların son yıllarda Kur’ân-ı Kerim’in bizzat kendisine yöneltilmesi, Kur’ân-ı Kerim’in “tarihselcilik düzlemine” oturtularak devre dışı bırakılmaya çalışılması, bunun en canlı göstergeleridir.

Bütün bu yanlış yaklaşımların sebebi, Hz. Şuayb’ın kavminin önde gelen müstekbirlerine karşı “Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz…” (11/Hûd, 92) şeklinde verdiği cevapta bildirilmektedir. “Allah’ın ve hesap gününün”, etkisi olmayan bir olgu diye düşünülmesi, bugün İslâm dünyasının en ciddi sorunlarından biridir. Günlük hayatta etkili olmayan ya da etkisi çok az olan bir Allah ve ahiret anlayışı, İslâm dünyasında gittikçe yaygınlaşmakta, sekülarizme, laisizme, deizme, ateizme ve agnostikliğe yönelimler artmaktadır.

Bugün ümmet şuurunun yeniden inşa edilebilmesi için “Rabbimiz Allah’tır” diyenlerin Kur’ân ve sünnetin tanımladığı sırât-ı müstakîm üzere olmaları, olmazsa olmazdır (41/Fussilet, 30).[22] Allah’ın huzuruna mümin olarak gidebilmek ve hayatını mümin olarak bitirebilmek için Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakınmak gerekmektedir (2/132; 3/102). Namazımız, ibadetlerimiz, dirimimiz ve ölümümüz âlemlerin Rabbi Allah’a ait olmalıdır (6/162). Mümin olarak ölümümüzde de hayatımızda da nasihatkâr olmalıyız (36/ Yâsîn, 20-27).

Bugün ümmet şuurunun yeniden inşasının önündeki en büyük engel, Müslümanların dünyevileşmesi, sekülerleşmesi ve laikleşmesidir. Hz. Peygamber asırlar önce Müslümanlar için bunu en ciddi tehlike görmüş ve ümmetini hususen uyarmıştır: “Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümit edin. Allah’a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helak oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum.”[23]   

“Ölümü görüp bildiği hâlde gamsız kedersiz yaşayana şaşarım. Cehenneme kesinlikle inandığı hâlde gülene şaşarım. İçinde yaşayanlarla birlikte dünyanın devamlı değiştiğini görüp de ondan tatmin bulana şaşarım. Kadere inanıp da (haram-helal ayırımı yapmadan hırsla mal peşinde) yorulana şaşarım. Ahiret hesabına inanıp da o maksatla çalışmayana şaşarım.”[24]

“Size, insanların en hayırlısı ve en şerlisini haber vermeyeyim mi! İnsanların en hayırlısı o kimsedir ki, kendi veya başkasının atı sırtında ya da yaya olarak, ölünceye kadar Allah yolunda çalışır. İnsanların en şerlisine gelince o da Allah’ın kitabını okuyup (emir ve yasaklarına) riayet etmeyen kimsedir.”[25]

 

 

[1]  Buhâri, Da’avât 38, 40, 42, Cihâd 25; Müslim, Zikr 52, (2706); Tirmizî, Da’avât 71, (3480, 3481); Ebû Dâvud, Salât 367, (1540, 1541); Hurûf 1, (3972); Nesâî, İsti’âze 6, (8, 257, 258).

[2] John R. Taylor & Chris Zafaritos, Modern Fizik, Güven Yayınları, İstanbul, 1996, s. 297-298.

[3] İmam Gazzali, Ölüm ve Ötesi, Sağlam Yayınevi, İstanbul, 2021, s. 5.

[4] Fikret Karaman, vd. Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 23.

[5] Tirmizî, Tefsir, İhlâs, (3361, 3362).

[6] Fikret Karaman, vd. age., s. 151.

[7] Fikret Karaman, vd. age., s. 151.

        [8] Fikret Karaman, vd. age., s. 151-162. Recep Aykan, Kur’ân Fihristi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2008, s. 176-212. Mustafa İslamoğlu, Kur’ân’a Göre Esmâ-i Hüsnâ, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2014, cilt: 1-3, s. 82-87.

[9] Buharî, De’avât, 68, VII, 169; Müslim, Zikr, 6, III, 2062 Akt. Fikret Karaman, vd. age., s. 151.

        [10] Fikret Karaman, vd. age., s. 150.

[11] Buhârî, Rikâk 3; Tirmizî, Kıyamet 23, (2456); İbnu Mace, Zühd 27, (4231).

[12] Buhârî, Tefsir, Lokman 2, En’âm 1, İstiskâ 29; Tirmizî, Tefsir, Necm (3274); Buharî, Tefsir, Mâide 7, Bed’ül-Halk 6, Tevhid 4; Müslim, İman 287, (177).

[13] Fikret Karaman, vd. age., s. 25.

[14] Fikret Karaman, vd. age., s. 24.

[15] Fikret Karaman, vd. age., s. 24.

[16] Fikret Karaman, vd. age., s. 24-25.

[17] Fikret Karaman, vd. age., s. 24-25.

[18] Fikret Karaman, vd. age., s. 26.

[19] Fikret Karaman, vd. age., s. 26.

[20] Fikret Karaman, vd. age., s. 450.

[21] Abdullah Yıldız, Hz. Şuayb: Namaz-Ticaret-Adalet, Pınar Yayınları, İstanbul, 2009.

[22] Tirmizî, Tefsir, Hâ-Mîm, Secde (Fussilet) (3247).

        [23] Buharî, Rikâk 7, Cizye 1, Meğâzî 11; Müslim, Zühd 6, (2961); Tirmizî, Kıyâmet 29, (2464).

[24] Rezîn, ed-Dürrü’l-Mensûr’da (6, 341).

[25] Nesâî, Cihad 8, (6, 11-12).

1 Mayıs 2025 Perşembe

İSLÂM DÜNYASINDA ÖLÜMÜN VE HESAP GÜNÜNÜN UNUTULMA EĞİLİMİ-1: ÖLÜM KAVRAMININ SEMANTİK ANALİZİ

 Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Mayıs 2025-369. Sayı

Allah Kur’ân’da, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderilmesinden sonra kıyamete kadar vuku bulabilecek durumlarla ilgili insanlığı uyararak onlara yol göstermektedir. Bu sebeple geçmiş nesillerin başına gelenler geçmişte kalan, tekrarlanmayacak basit birer kıssa şeklinde değerlendirilmemelidir. Bu kıssalar, İblis’in yolundan gidenlerin kıyamete kadar uygulayacakları strateji ve taktiklerin birer göstergesi, birer ifşası açısından ele alınıp değerlendirilmelidir.

Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kavramının geçtiği ayetler, dikkatli bir şekilde incelendiğinde, ilk nesilden günümüze gelinceye kadar her peygamber gelişinde ümmetler içinde ve arasında, genelde bir anlaşmazlığın ortaya çıktığı görülmektedir (11/118). Bu ayetlerde ifade edilen anlaşmazlığın, ihtilafların temel sebepleri, gelen tevhidi değerlerle var olan saptırılmış/bozulmuş değerlerin çatışmasıdır. Bu çatışmayı sağlayan ana unsurlar şu şekilde sınıflandırılabilir: 1.  İblis/şeytan faktörü, 2. Mele-mütref takımının fitne ve fesadı/refahtan şımarıp azan önde gelenlerin fitne ve fesadı, 3. Hevasını ilahlaştıranların fitne ve fesadı, 4. Bağy’e tabi olanlar/bağy edenlerin fitne ve fesadı, 5. Kalplerin katılaşması, 6. Allah tarafından kalplerin ve kulakların mühürlenmesi, 7. Allah tarafından gözlere perde indirilmesi, 8. Öğüt alıp düşünülmemesi, 9. Küfür ve münafıklık batağına saplanılması, 10. Ölümün ve hesap gününün önemsizleşmesi, 11. Kavmiyetçilik hastalığına yakalanılması.

Bu ana etkenlerden “Şeytan” ve “mele-mütrefler”, fert açısından birer dış etkenken diğerleri ise birer iç etkendir ve ferdin iç dünyasından gelir. İman edenler, İslâm dünyasına aydınlığın gelmesini, adaletin hâkim olmasını, birlik ve dayanışma ruhunun yeniden inşa edilmesini istiyorlar ve zulüm altında ezilip yok olmayı istemiyorlarsa hep birlikte şunları yapmalıdırlar:  İblis’in yolundan gidenlerle, kavmiyetçilik hastalığına yakalananlarla, ölümü ve hesap gününü unutup hevalarını ilahlaştıranlarla ve bağy hastalığına yakalananlarla haysiyetlice mücadele etmek (Kehf 18/28, Şûrâ 42/13-16, Hucurât 49/9-10 ve Şûrâ 42/39). Önceki yazımızda ümmet şuurunun yeniden inşası bağlamında kavmiyetçilik hastalığı ele alınıp değerlendirilmişti. Burada ise, bütün hastalıkların temelindeki ölüm hakikatinin ümmette gittikçe önemsizleşmesi ve unutulması üzerinde durulacaktır. Bunun için de genel hatlarıyla ölüm olgusu Kur’ân ve sünnet çerçevesinde ele alınıp değerlendirilecektir.

Ölüm Kavramının Semantik Alanı

Ölüm kavramı; ecel, vefat, ölü, mevta, varoluş, hayat, bu dünya, öteki dünya, Allah, peygamber, ölüm meleği, aile, akraba, toplum kavramları ile iç içe geçmiş, birbirini karşılıklı etkileyen bir semantik alan inşa etmiştir. Bu yüzden hem din hem felsefe hem de bilim dünyasında, özellikle psikoloji, psikiyatri, sosyoloji ve teknolojide özel ağırlığı olan bir boyut kazanmıştır. Tüm canlıların er ya da geç yüzleşeceği bir olgu olarak ölüm ve öteki dünya boyutu, Kur’ân ve hadislerde çok geniş bir yer kaplamaktadır.

Türkçe sözlüklerde ölüm ve ölümle ilgili kavramların geniş bir anlam boyutunun bulunduğu kolayca görülebilir: “Ölüm: [i.] 1. Ölmek fiili, dünya hayatının sona ermesi, ahiret hayatının başlaması hâli, vefat, mevt, memat, irtihal, ecel. 2. Bitki ve hayvanlarda hayatiyetin sona ermesi. 3. Ölme tarzı. 4. İdam cezası. 5. [mec.] Sona erme, yok olma, mahvolma: Buğday ziraatının ölümü. 6. Çok büyük sıkıntı: Onunla yaşamak ölüm. 7. [ün.] Lanetleme sözü: Komünizme ölüm!”[1]

“Ölü ise. [s.] 1. Vefat etmiş, hayatı sona ermiş, ölmüş (insan). 2. Hayatiyeti sona ermiş, cansız. 3. Hayvan cesedi, leş. 4. [mec.] Durgun, sakin: Ölü bir şehir.  5. Tembel, miskin, ruhsuz. 6. Soluk, sölpük. 7. [ar.] Cıvalı zar; hileli iskambil kâğıdı.” “Ölmek.-ür [g.siz f.] 1. Hayatı sona ermek, can vermek, yaşamaz olmak, vefat etmek. 2. [mec.] Mahvolmak. 3. Yok olmak. 4. Gücünü kaybetmek, takatsiz kalmak.  5. Bitmek, tükenmek. 6. Solmak, pörsümek. 7. Hükmü kalmamak, geçersiz olmak.”  “Öldürmek.-ür [g.li f.] 1. Canlı bir şeyin hayatının sona ermesine sebep olmak, helâk etmek. 2. Bir kimsenin hayatını silâh kullanarak veya kullanmadan sona erdirmek, katletmek. 3. İdam etmek. 4. Yok etmek, ifna etmek. 5. [mec.] Sertlik, katılık, şiddet gibi vasıflarını yumuşatmak, kırmak. 6. Çok eziyet etmek, çok yormak.  7. Ortadan kalkmasına sebep olmak. 8. (Zamanı) Boşa geçirmek.”

Türkçe sözlüklerde ölüm ve ölüden türetilmiş pek çok kelime grubu daha vardır. Ölümle ilgili eş anlamlı kavramlardan biri mevt/tâ olup anlamları şunlardır: “Ölüm, vefat; ruhun bedenden ayrılması, ruhun beden üzerinde tasarrufunun kalmaması”. “Mevtâ. (.-) [A.i.] Ölmüş şahıs, ölü.”[2]

Râğıb el-İsfahani ise mevt kavramını değişik boyutları ile daha geniş bir düzlemde ele alıp değerlendirmektedir. Ona göre “Mevtin, ölümün türleri, hayatın türlerine göre çeşit çeşittir:”[3]

“(Mevtin) Birincisi: İnsanda, hayvanlarda ve bitkilerde bulunan büyüme kuvvesinin mukabilidir (Kâf 50/11, Rûm 30/19). İkincisi: Algılayan kuvvenin ortadan kalkmasıdır (Meryem 19/66, 23). Üçüncüsü: Akleden kuvvenin (akıl kuvvesinin) ortadan kalkmasıdır ki bu ‘cehalettir’ (En’âm 6/122, Neml 27/80). Dördüncüsü: Hayatı altüst eden hüzün/keder/tasa (İbrahim 14/17). Beşincisi: Uyku, zira uykunun ‘hafif ölüm’, ölümünse ‘ağır ölüm’ olduğu söylenmiştir (Zümer 39/42, En’âm 6/60).

İsfahani’ye göre mevtin geçtiği bazı ayetlerde kelimeye verilen anlamlar arasında farklı görüşler vardır. “Allah yolunda öldürülenlere sakın ‘ölüler’ saymayın. Hayır, onlar, Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.” (Âl-i İmrân 3/169) ayetindeki mevt kelimesi ile ilgili iki farklı değerlendirme yapılmaktadır: “Bir görüşe göre, burada ‘onların ruhlarının ölümü nefyedilmekte, olumsuzlanmaktadır. Çünkü Allah burada dikkatleri, onların nimetler içinde olduklarına çekmiştir.’” “Bir görüşe göre ise, yüce Allah burada onlardan, şu sözünde zikrettiği hüznü, kederi veya tasayı nefyetmiş, olumsuzlaştırmıştır.” (Bk. İbrahim 14/17)

İsfahani’ye göre Zümer Suresi 30. ayetinin anlamlandırılmasında iki farklı görüş mevcuttur:

Bir görüşe göre burada herkesin ölmesinin zorunlu olduğuna dikkat çekilerek, “Herkes gibi sen de öleceksin!” denmektedir. Diğer görüşe göre ise, “Bilakis buradaki (meyyit)  kelimesi ruhun bedenden ayrılışına değil aksine bütün hâllerde (yanı anbean) insanın başına gelen, maruz kaldığı (fiziksel) çözülmeye ve eksilmeye işaret eder. Çünkü beşer, dünyada bulunduğu sürece, parça parça (azar azar) ölür.” Ona göre Âl-i İmrân 185. ayette mevt (ölümle) “canlılık kuvvesinin ortadan kalkışı ve ruhun bedenden ayrılışı” anlamındadır.  Fâtır Suresi 35 ve Zuhrûf Suresi 11. ayetlerde mevt ölü belde anlamındadır.  Mâide 3 ve En’âm 145. ayette, hayvanlarla ilgili kullanılan meytetün kelimesi, “Ruhu herhangi bir tezkiye olmadan çıkmış, (yani şeri usullere uygun şekilde boğazlanmamış) hayvan” anlamında kullanılmaktadır.

Ölümle semantik düzlemde ilişkisi olan bir başka önemli kavram eceldir. Türkçe sözlüklerde “Ecel. [A.i.] 1. Belli müddet, insan ömrünün belli müddeti, alınyazısı ile belirtilmiş sonu, ölüm vakti, ölüm. 2. Borç vadesi.  3. Geciktirme” anlamlarında kullanılmaktadır.

Râğıb el-İsfahani, “ecel” kavramının farklı anlam boyutlarının bulunduğunu Kur’ân’da geçen ayetleri göz önüne alarak belirtmekte, ecel kavramını, daha geniş bir düzlemde incelemektedir: “Ecelün kelimesi, genel anlamda, bir nesne için ayrılmış ya da tayin edilmiş süre” demektir (Mü’min 40/67, Kasas, 28/28). Ecel, “İnsan hayatı için ayrılmış ya da tayin edilmiş süreye” denmektedir. “Ölümün yaklaştığını” ifade etmek için “eceli yaklaştı” denmektedir. En’âm 6/128’de “Hayat süresinin tamamlanması”, “Ölüm sınırı” = “Yaşlılık sınırı” anlamında kullanılmıştır. “O, Hâlik-i Azîm’dir ki, sizi bir çamurdan yarattı, sonra bir ecel takdir etti ve O’nun nezdinde malum bir ecel de vardır.” En’âm 6/2’nci ayetinde iki kez geçen ecel kelimesine verilmiş değişik anlamlar şunlardır: a. Birincisi dünyada kalış, ikincisi ile ahirette kalış. b. Bir görüşe göre, birincisi “dünyadaki kalış”, ikincisi ise “ölümden yeniden dirilişe kadarki süre.” c. Bir görüşe göre, birincisi “uykuyu”, ikincisi de “ölümü” ifade eder (Bk. Zümer 39/42). d. Bir görüşe göre ayette geçen her iki ecelün kelimesi ile “ölüm” kastedilmiştir. Çünkü kimi insan vardır ki, eceli kılıç, yangın, boğulma ve uygun olmayan bir şeyin yenmesi gibi hayatın sonlanmasına sebep olan arızi bir nedenle sona erer; kimisi de (son nefesine kadar) korunur, sağlık içinde himaye edilir ve en nihayetinde ölüm kendisine normal yollarla gelir. “Musibet okunun vuramadığını, ölüm oku kaçırmaz.” e. Bir başka görüşe göre ise insanların iki eceli vardır. Kimisi genç ve sağlıklı ölür. Kimisi de Allah’ın bu dünya kimseye daha fazlasını nasip etmediği bir sınıra kadar ulaşır. Hac 22/5’te ecel kelimesi bu anlamda, bu boyutları ile kullanılmıştır.”[4]

İsfahani’ye göre Mâide 3/32’deki ecel kelimesi “Öldürme merkezli kullanılmakta, hangi suçtan dolayı öldürüldüğüne” ağırlık verilmekte; Bakara 2/231, 232’de ise ecel, “Boşama anı ile iddetin bitimi arasındaki belirlenmiş süre” için kullanılmaktadır. Özetle ecel, “mutlak vakit, belirlenmiş zaman/süre veya muayyen bir müddetin sonu” bağlamında, insanlar, toplumlar, diğer canlılar, güneş ve ay (tüm evren) için kullanılmaktadır. Yol boyu kazandığı ıstılahi anlam ise “Allah tarafından her canlı için önceden takdir edilen hayat süresi ve bu sürenin sonu olan ölüm vakti”dir. Ecel, Kur’ân’da ölüm (7/34), muayyen vakit (28/28), helak etme (7/185), iddet bekleme (2/231) ve ceza (71/4) anlamlarında 34 ayrı yerde geçmektedir.[5]  Ecel, öncelikle “Yok olması ya da ortadan kalkması mukadder olan bir şey için belirlenmiş süre” demektir.[6]

Ecelle ilgili iki konuda mezhepler arasında ihtilaf vardır: 1. İki ecelin olup olmadığı,  2. Ecelin uzayıp uzamayacağı. Mutezile ve Şia’ya göre “İnsanların iki eceli vardır. Ömürleri uzayıp kısalabilir”. Ehl-i Sünnet’e göre ise “İnsanların bir tek eceli vardır. Ölümle gerçekleşen vakittir. Ecel kaza ve kader ile ilgili olup bu da Allah’ın ilim ve irade sıfatını ilgilendirir.”[7]

Ölüm kavramının semantik alanında, hayat ve ömür yer almaktadır. Bunların sözlük anlamları, aşağıda verilmektedir:

“Hayat. 1 -tı (.-) [A.i.] 1. Canlı olma, sağ olma hâli; dirilik, dirim, canlılık, zindegî.  2. Doğumla ölüm arasındaki yaşanılan süre, ömür. 3. Bulunulan andan ölüme kadar geçecek zaman. 4. İçinde yaşanılan şartlar, yaşayış, yaşama şekil ve tarzı, yaşantı.  5. İyi yaşama. 6. Canlılığı ifade eden hareket. 7. Faaliyet, hareketlilik, canlılık. 8. Yaşayış, yaşama tarzı. 9. Geçim, geçim şartları: Hayat pahalılığı var. 10. Hâl, iş, meslek. 11. Kader, mukadderat. 12. Canlıların var olma, yaşama şartlarının tamamı. 13. Hâl tercümesi, hayat hikâyesi, biyografi.”

“Hayat. 2 -tı [A.i.mi.] 1. Eski evlerimizde üstü kapalı, önü veya yanları açık sofa. 2. Avlu, taşlık. Hayatbahş. (.-.)[A.F.s.] Hayat veren, ferahlatan. hayatçılık. [A.T.i.] Biyolojizm, dirimbilim. Hayatî. (.--) [A.s.] 1. Hayatla ilgili, hayata ait. 2. Yaşamak için elzem olan. 3. [mec.] Çok önem taşıyan.”  “Ömür.-mrü [A.i.] 1. Hayat müddeti, yaşama süresi. 2. Hayat, dirilik. 3. [mec.] Tuhaf, gülünç, hoş şey.”[8]

Din, Felsefe, Tıp ve Psikolojide Ölüm Kavramı

Tanımlamalarda ölüm kavramı hem ölme olayını hem de bu olayın sonucunu ihtiva etmektedir. Bu olguyu, yukarıda ölümün sözlük anlamları olarak verilen, “Bir şeyden kuvvetin gitmesi”, “hayatın zıddı”, “aşmak”, “çözmek”, “bitmek, tükenmek”, “hissiz kalmak”, “deruni uyku”, “hayvani kuvvetlerin zevali” şeklindeki tanımlamalarda görebilmekteyiz. Dinî, felsefi, kültürel, sosyolojik, psikolojik, tasavvufî ve tıbbî alanlarda kelimenin özü aynı kalmak şartıyla ölümün farklı boyutlarına özel vurgu yapılarak değişik tanımlar yapılmaktadır: “Ölüm, canlı varlıklardaki yaşamsal görevlerin bir daha yinelenmemek üzere sona ermesidir. İnsan bedenindeki yaşamsal faaliyetlerin sonlanması, canlı bedendeki organların artık çalışmıyor, organizmanın kendini artık yenileyemiyor olmasıdır. Ölüm, bedenin ve ruhun, evrenin beden ve ruhuna dönüp intikal etmesidir. Ölüm, ruhun insan koordinatlarından ayrılmasıdır. Ölüm, insan için çaresi bulunamayan ve önü alınamayan bir son, yaşama arzusunun önüne dikilmiş bir engel, korku ve dehşet uyandıran bir şeydir.”[9]

Tıp, biyoloji ve psikoloji alanlarındaki tanımlarda öz saklı kalmak şartıyla “klinik ölüm” ve “biyolojik ölüm” tarifleri yapılmaktadır. Bunlarla ilgili evrensel düzlemde bir mutabakat söz konusu değildir. Yol boyu bu durum dikkate alınmalıdır: “Maddi yönden, canlı organizmaların yeni molekül ve hücreler üreterek kendilerini yenileme kabiliyetlerinin ortadan kalkması veya hayati merkezlerden birinin (kalp, beyin gibi), birkaçının veya hepsinin tahrip olması sonucu hayatiyetin sona ermesidir.” “Manevi, dinî açıdan ise ölüm, ruhun bedenden ayrılması olarak kabul edilmektedir.” “Klinik ölüm, yaşamsal belirtilerin tamamen ortadan kalkması olgusudur. Ancak yaşamsal belirtilerin ortadan kalkmasından sonra da bazı biyolojik yapılar işlevlerini sürdürmektedir. Ölüm, beyin-kalp-akciğer düzeyinde tam ve kesin, yani geri dönülmez olmak üzere hayati fonksiyonlardaki durmayı ifade etmektedir.” “Klinik ölümde, kalbin faaliyeti ve nefes, çeşitli refleksler, bilinç ve ona bağlı hayat sekteye uğramakta, yine de dokuların metabolik tepkileri bazı şartlarda devam etmekte ve beynin su almama süresi, 5 ila 8 dakikayı geçmediği sürece yeniden hayata dönüş mümkün olmaktadır.”  “Biyolojik yaklaşıma göre insan organizması canlı hücrelerin bir bütünüdür. Her hücre tabii olarak ölümlüdür. Fakat yeni hücreler doğmakta, diğerlerinin yerini almaktadır. Belli bir zaman sonra hücre yenilenmesi yavaşlamakta, sonunda tamamen durmaktadır. Biyolojik ölüm, aniden oluşan bir olay değil, yavaş yavaş gerçekleşen bir süreçtir. Bireyin ölümü, bedeni oluşturan milyonlarca hücrenin ölmesi ile meydana gelmektedir. Hiçbir canlı hücre kalmadığında bütünsel ölüme ulaşılır.”[10]

İslâm Konferansı Teşkilatı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi, 3 Temmuz 1986 tarihli kararında, aşağıdaki iki husustan birinin gerçekleşmesiyle kişinin öldüğünü kabul etmiştir: 1. Kalbin ve solunumun tamamen durması ve doktorların bu durumdan geriye dönüşün imkânsızlığına karar vermesi. 2. Beynin bütün fonksiyonlarının tamamen durması ve doktorların bu durumdan geriye dönüşün mümkün olmadığına karar vermesi.[11] Dünya İslâm Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi ise, 17-21 Ekim 1987 tarihli toplantısında aldığı kararda, hastanın “beyin ölümünün” gerçekleşmesi, “kalp atışının ve solunumun durması”nı “ölüm hâli” kabul etmiştir.[12] Ölümün özü aynı kalmak kaydıyla yapılan açıklamalarda, biyolojik ve tıbbi yaklaşım öne çıkmakta; gerçek ölüm hâli, tüm hücrelerin ölmesi şeklinde ifade edilmektedir.

Ölüm Sürecinde Beş Psikolojik Evre

Ölüm bilinmezliklerle dolu bir süreçtir. Kimin, ne zaman, nerede ve nasıl öleceği belli değildir. Hayatın pratiğinde ani gerçekleşen ölümlerin yanı sıra yavaş yavaş gerçekleşen ölümler söz konusudur. Bu konuda herhangi bir formül geçerli değildir, yoktur da. Ani ölümler hariç diğer ölümlerle ilgili gözlemlenen bazı önemli belirtiler söz konusudur.[13] İmam Gazali bu süreci çok daha anlamlı ve etkin bir şekilde açıklamış ve biyolojik ölümün değişik boyutlarına dikkat çekmiştir: “Kişi ister ki, inlemek, bağırmak ve imdat istemekle biraz kendisini rahata kavuştursun. Fakat buna gücü yetmez. Eğer kendisinde bir kuvvet kalırsa, ruhun çekildiği anda bir horlama, gırtlağından ve göğsünden bir homurtu işitilir. Hâlbuki rengi bozulmuş, dudakları köpük tutmuştur. Sanki yaratılışının esası olan toprak onda belirmiştir! Hâlbuki onun beher damarı kendi istikametine çekilmiştir. Binaenaleyh elem, onun iç ve dışına yaygındır. Öyle ki, iki göz bebeği, göz çanaklarının yukarılarına fırlamış, dudaklar büzülmüş, lisan köküne doğru ve husyeler merkezine çekilmiştir. Parmak uçları sararmıştır. Binaenaleyh her damarı kendisinden çekilmiş bir bedenin hâlini sorma. Eğer çekilen tek damar olsaydı yine de elemi büyük olacaktı. Hâlbuki çekilen, elem duyan ruhun ta kendisidir. O da bir damardan değil, belki bütün damarlardan çekiliyor. Öyleyse nasıl elem duymayacaktır. Sonra tedrici olarak azaların beheri ölür. Evvela ayaklar soğur, sonra baldırlar, sonra uyluklar… Her aza için, üzüntüden sonra üzüntü, sekerattan sekerat vardır. Ta bu sekerat gelip hulkuma dayanıncaya kadar… İşte o anda kişinin dünyadan ve aile efradından nazarı kesiliyor. Önündeki tevbe kapısı kapanıyor. Hasret ve pişmanlık onu kapsıyor. Nitekim Allah’ın Resûlü (s.) buyurmuştur: “Ruh gelip boğaza dayanmadıkça kulun tevbesi kabul olunur.” (Tirmizi)[14]

Genelde ölüm süreçlerinde ferdin psikolojisinde çok farklı değişiklikler meydana gelebilmektedir. Bilimsel çalışmalarda ölüm öncesinde şahıslarda gözlemlenen psikolojik süreçler beş ana evrede sınıflandırılmıştır: “Ölümü inkâr/yadsıma ve yalıtma/izolasyon”, “öfke”, “pazarlık etme/ertelenmesini isteme”, “depresyon”, “kabullenme.”[15]

Ölümü İnkâr/Yadsıma ve Yalıtma/İzolasyon Süreci: Ölüm olgusunu ferdin kendisine yakıştıramaması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Fert ölümü, kendisi için zamansız ve erken öngördüğünden ölümü kabullenmemekte, inkâr etme ve yalıtma eğilimi içerisine girmektedir. Hastalığı ile ilgili bütün tıbbi gözlemlerin, elde edilen sonuçların, yapılan değerlendirmelerin ve konulan teşhisin yanlışlığını varsayarak başka doktor ve hastahanelere gidilmesini istemektedir. Hasta bazen tıbbi tahlil sonuçlarının kendisine değil başkalarına ait olduğunu iddia edebilmektedir. Yapılan çalışmalara göre böyle bir sürecin yaşanmasındaki esas sebep, “ferdin bilinçaltında ölümsüzlüğe olan bir inancın var olmuş olmasıdır.”[16]

Öfke, Küskünlük Aşaması: Bilimsel çalışmalara göre genellikle “inkâr dönemi” fazla uzun sürmemektedir. Fert, birinci aşamadan sonra bünyesindeki değişimlerin gittikçe etkin olmaya başlaması ile farklı bir gerçekle karşı karşıya kaldığını düşünerek ölümü farklı açılardan sorgulamaya başlamaktadır. Kendisi ile hasta olmayan başka insanları mukayese etmekte; öfke, kıskançlık ve küskünlük duyguları baskın olmaya başlamaktadır. Bu aşamada ferdin kafasındaki ana sorular farklılaşmaktadır: “Neden ben ölüyorum da benden çok daha kötü olan insanlar yaşıyor?” “Neden benim yerime bu kötüler ölmüyorlar?” Bu sorgulamanın doğurduğu öfke bulutu, aile bireylerinden sağlık personeline, oradan da Allah’a kadar uzanmakta, bir sitem hâli baskınlık kazanmaktadır.

Pazarlık Etme Aşaması: Bu aşamaya kadar hiçbir şeyin değişmediğini gören şahıs, ölüm gerçeğini kabullenmektedir. Fakat ölümün ertelenmesini Allah’tan talep etmektedir: “Şayet Allah bizi almaya karar vermiş ve bundan dolayı O’na olan öfkeme bir cevap vermemiş ise (bu öfkenin bir faydası olmamışsa) daha güzel bir şekilde ondan hayatta kalmamı istersem belki daha uygun olur.”[17]

Depresyon Aşaması (Hazırlayıcı ve Reaktif): Hastalığın ilerlemesine bağlı olarak pazarlığın etkin ve geçerli olmadığını gören “ölümcül hasta”, hastalıkta ulaştığı durumu, daha fazla inkâr edememektedir. Hastalığın ilerlemesine bağlı olarak yapılan daha fazla tıbbi, cerrahi müdahale, hastada “değişik semptomların etkin hâle gelmesini” sağlamaktadır. Bunun neticesinde hasta gittikçe daha fazla zayıf ve güçsüz hâle düşmekte, yüzünü çevirmekte, gözlerini kapatmakta, gülümsememekte/gülümseyememektedir. Bu durumda hastada önceki aşamalarda tezahür eden “öfke ve hiddet”, “derin bir yokluk hissine dönüşmekte” ve “uyku eğilimi baskın hâle gelmektedir.” Artık hasta bu aşamada, “sevdiği her şeyi ve herkesi bırakma sürecine girmiştir.”[18]

Kabullenme Aşaması: Hastalığın daha ileri bir aşamasında hasta, çoğu kez aşırı yorgun ve güçsüzdür, dermansızdır, kimseyi görmek ve konuşmak istememektedir. Sık sık uyumak istemekte ve organlarına hâkim olamamaktadır: “Ölümü yaklaşan insanların organlarına hâkim olamamaya başladıkları, bu insanların kanaatlerinde birtakım değişmelerin olmaya başladığı, seslerinin az çıktığı ve bundan dolayı etrafındakilerin kendilerini duymadıklarını zannettikleri gözlenmiştir. Bu durumda ruh ve beden gevşemesi dolayısıyla bedenden gelen acı ve ıstıraplar, yavaş yavaş hafiflemeye başlar ve ölen şahısta bir zevk ve mest olma hâli tecelli eder.”

“Ölüm esnasında ıstırap çekiliyormuş gibi görünen hâller ve çırpınışların, bedenle ruh arasındaki bağların çözülmesi ile ilgili hareketler olduğu ve bunların ölen şahıs için bilakis ferahlık verici bir fonksiyon icra ettiği de ifade edilmektedir. …Ölmekte olan insanın yüzünde, ölüm hâlinde gördükleri sebebiyle korkunç ya da gülüyormuş gibi bir suret husule gelebilmektedir.”[19]

İslâmî terminolojide ölüm sürecinde, ölüm meleği hastaya farklı şekillerde görünmekte ve hastaya öldükten sonra varacağı yer gösterilmektedir: “Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: ‘Selam size’ derler. Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin.” (Nahl 16/32) “…O zalimler, ölümün boğucu dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış, onlara ‘Haydi, canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü bugün zillet azabıyla cezalandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” (En’âm 6/93)

Kur’ân’da “Her nefis ölümü tadacak” (Âl-i İmrân 3/185) ayetinde açıkça belirtildiğine göre ölüm sürecindeki ferdin ortaya koyduğu tavırların, bu “tatma olgusu” ile bir ilişkisi olması gerekmektedir. Hastada son anda meydana gelen farklı değişikliklerin, tepkilerin, ölüm meleği ve gideceği yerle ilgili görüntülerden kaynaklanan “bir tatma” olgusu ile alakalı olma ihtimali yüksektir.[20]

Ölüm Düşüncesi

İnsanlığın başlangıcı olan Hz. Âdem’in yaratılmasından bugüne insan, kaç yıl yaşarsa yaşasın sonunda hep ölüm gerçeği ile karşı karşıya kalmış, ölümsüzlüğü savunan nice zalim ve diktatörler, sonunda “ölümü tatmak” durumunda kalmışlardır. İnsan açısından, genelde ölüm olgusunda en korkutucu ve rahatsız edici nokta bünyesinde taşıdığı belirsizliktir. Belirsizlik, dine, felsefeye, değerlere, kültür ve medeniyet kodlarına, inanç sistemine bağlı olarak insan davranışlarını etkileyip şekillendirmektedir. İki dünya olgusu arasında ilişki kuranlarla kurmayanların ölüme karşı tutum ve davranışları, hayat tarzları etkilenmektedir. İnsanda bu dünya-öteki dünya ilişkisi, ölüm merkezli kurulduğu andan itibaren bu dünyadaki hayat tarzı, ilişki zinciri, tutum ve tavrı ona göre şekillenmektedir.

Ölüm Düşüncesini Kuvvetlendiren Faktörler

Ölüm düşüncesini oluşturup şekillendiren değişik etkenler vardır. Bunları aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür:

  • Ölümcül hastalıklar,
  • Çevrede görülen çocuk, ergen, yetişkin ve yaşlıların ölümü,
  • Cenazeleri duymak, görmek ve cenazelere katılmak,
  • Ölüm konulu haberler, sohbetler, vaazlar dinlemek,
  • Mezar taşları, kabristanlar, aile kabristanlarının var olması ve onlarla karşılaşmak,
  • Vücudun fizyolojik yapısında meydana gelen değişimler: saçların ağarması, derilerin büzüşmesi, kamburlaşma, yürümede, oturma ve kalkmada zorlanma,
  • Tabii afetler, felaketler, depremler, savaşlar, kazalar,
  • “Ölümü önceden hissedip haber veren hayvanların davranışı, ulumalar, kişnemeler, böğürmeler, uçuş yönleri, alışılmışın dışındaki davranış ve hareketler: Evcil olanlardan köpek, kedi, at, koyun, keçi, inek, öküz, horoz, tavuk, kaz, yabanıl olanlardan, tavşan, tilki, kurt, çakal, yarasa, yılan, baykuş, karga, leylek vb.”,
  • “Ev ve ev eşyalarındaki gıcırdamalar, çatırdama, kütleme, kırılma, çatlama, beklenmedik bir anda kapı ve pencere çalınması.”,
  • “Ay ve güneş tutulması, yıldız kayması, şimşek çakması, gök gürlemesi.”,
  • “Bazı simgesel şeylerle düş görülmesi.”[21]

Ölüm Düşüncesini Zayıflatan Faktörler

Bütün bunlara rağmen ölümü konuşmamak ve onunla karşılaşmamak ve onu unutmak için insanoğlu özel bir çaba sarf etmekte, ölümü kendisine yakıştıramamakta ve ölümü hep başkaları için düşünmektedir. Bu ve buna benzer tutum ve tavırlarla ölüm düşüncesi insan kafasında zayıflamaktadır. Ölüm düşüncesini zayıflatan değişik faktörler vardır; bunlar aşağıdaki gibi özetlenebilir:

  • İnsan heva cephesindeki özelliklerin baskın hâle gelmesi ile dünyevileşme, sekülerleşme ve laikleşme (Âl-i İmrân, 3/14; Hadisler 105):

“Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır.” (Âl-i İmrân 3/14)

“Gerçek şu ki, insan, ‘bencil ve haris’ yaratıldı.” (Me’âric 70/19)

Hz. Muhammed (s.) şöyle buyuruyor: “Benden sonra, size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılıp onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum.”[22]

  • Sağlıklı, sıhhatli oluşun ölümü unutturması,
  • Genç olmanın verdiği güven, ölümü gençliğine yakıştıramama olgusu,
  • Hayat, ölüm, ecel, ömür ve toplumların helaki konusundaki cehalet olgusu (Fâtır 35/28),
  • Deprem, sel, yanardağ patlaması gibi doğa olaylarından ders almama, üzerinde tefekkür etmeme,
  • Ölüme karşı bağışıklık kazanılması (film sektörü, videolar, haberlerin etkisi),
  • Sağlık ve teknoloji alanındaki gelişmelerin ölüme çare olacağı olgusu,
  • Ölümün ürkütücü, sıkıntı verici, moral bozucu, insanı altüst eden soğuk bir niteliğe sahip bir şey olarak algılanması,
  • Kişinin ailesinin kendisine ihtiyacı olduğunu düşünmesi,
  • Allah’a ve öteki dünyaya inanmamak,
  • Ölümün Allah’ın yetkisinde bir şey olarak düşünülmesinden dolayı ölümle ilgilenmeyi gereksiz görmek,
  • İnsanın tespit ettiği hedeflere ulaşamaması,
  • Ölümün yaşlılık zamanında düşünülmesi gereken bir konu olduğuna inanılması,
  • Cenazelerden, mezarlıklardan ibret alınmaması,
  • Ölümün kurumlara, hastahanelere taşınması ile aile efradında ölüm sürecinde olan bir insan üzerinden tefekkür edilememiş olması.[23]

İnsanın Gelişim Dönemlerine Göre Ölüm Düşüncesi

Ölüm düşüncesi, yaşa, değerlere, kültür ve medeniyet kodlarına, dine, felsefeye, sosyokültürel, sosyoekonomik değişkenlere bağlı olarak oluşmakta ve şekillenmektedir. Gerek Kur’ân ve sünnet düzleminde gerekse felsefe-tıp-psikoloji düzlemindeki bütün çalışmalarda bu olgu görülebilmektedir. Burada ölüm düşüncesi çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerine bağlı olarak ele alınıp değerlendirilecektir.

Çocukluk Dönemi ve Ölüm

Genelde yakın çevresindeki insanların ölmesi, çocuğun zihin dünyasında, belli bir yaştan sonra etkili olmaktadır. Çocuğun zihin dünyasında ölüm kavramının oluşumunda üç bileşenin var olduğu gözlenmiştir:

  • “Uyku ve yolculuk olarak ölüm,
  • Dışarıdan benimsetilmiş köklü kişisel değişme olarak ölüm,
  • Hayatın kaybedilmesi olarak ölüm.”[24]

Bilimsel çalışmalara göre genel olarak çocukların, yaşa bağlı olarak ölüm olgusunu idrak etmesinde üç temel gelişimsel evre vardır: “5 yaşına kadar ölümü kesin değiştirilemez bir şekilde algılayamazlar. 5-9 yaş grubu çoğunlukla ölümü bir ihtimal, beklenmedik bir olay olarak düşünür. 9 yaş ve üstü çocuklar ölümü belli kanunlara göre başımıza gelen bir süreç olarak görmeye başlarlar.”[25]

Genelde çocukların dünyasında ölüm, çok karmaşık olup içerisinde belirsizlikler barındırmaktadır. Çocukların psikolojisi, yaşa bağlı olarak ölüm olayını anlamaya elverişli olmaktadır. Ölümün ne olduğunu idrak etmesi, yaşa bağlı şekilde değişmektedir. Çocuğun en çok öğrenmek istediği ve etkilendiği şey, ölenler ne olmaktadır ve niçin ölmektedirler. Sevdiklerinin ölmesi onda bir tepkiye yol açmakta, ölüme karşı direnmekte ve hayatının sürekli olmasını istemektedir. Özellikle sevdiklerinin onu terk edip gitmesini anlamlandıramamakta, kendi içinde karmaşık duygularla hesaplaşmakta, duygusal tepkiler vermekte, ölümü, en büyük problemlerden biri kabul etmektedir. Bu noktada kendisine gerekli ilgi gösterilmez, makul açıklamalar yapılmazsa, ruhsal yapısı/psikolojik yapısı ciddi bir şekilde olumsuz etkilenebilmektedir. O sebeple büyüklerinin, sevdiklerinin ölümlerine, son anlarına şahit olduklarında üzerlerinde olumsuz bir psikolojik etkinin doğmaması için kendileri bu sürece daha önceden hazır hâle getirilmeli ve kendilerine ölümle ilgili makul açıklamalar yapılmalıdır.

Bu konuda dinî yaklaşımlar yerinde ve zamanında yapıldığında çocuk ölümü bir son görmemekte, ölümden sonra yeni bir hayatın varlığına inanarak ölümü insan hayatının geçici bir parçası görüp içselleştirmektedir. Ölümle ilgili çocuklar üzerinde yapılan çalışmalarda dikkat çekici bazı durumların olduğu tespit edilmiştir:

  • “On yaş dolaylarında çocuk, yalnızca ölümün bir son olduğunu anlamakla kalmaz, kendisi de içinde olmak üzere her canlı yaratığın değişmez kaderi olduğunu kavrar.”
  • “Çocuklar çoğunlukla ölmelerinden kendilerini sorumlu tutmaktadır.”
  • “Çocuklar büyüklerinin boşanmalarından kendini sorumlu tutabilir.”
  • “Kendilerine yakın gördükleri canlıların (insan-hayvan) ölümlerinden kendilerini sorumlu tutarlar.”
  • “Çocuklar Allah’ın kendilerini koruyacaklarına, işledikleri suçları affedeceklerine inanırlar.”
  • “Çocuk oyunlarında ölümü, sonsuz ve sürekli bir durum olarak kabul etmedikleri görülmektedir.”
  • “Yaptığı iş engellendiğinde ölüm arzusu duyarlar.”[26]

Gençlik Dönemi ve Ölüm

Ergenlik dönemi, her şeyin sorgulandığı ve hayatın merkezine kendisinin konulduğu bir dönem olarak genç üzerinde, çocukluk dönemi ile yetişkinlik dönemi arasında etkili bir geçiş dönemidir. Genelde bu geçiş döneminde, genç günübirlik yaşamaktadır, gününü gün etmeye çalıştığından onun için önem taşıyan yaşadığı andır. Olmak istediği ile var olanın sorgulandığı bir dönem olarak genç, bir taraftan kendisini sorgularken diğer taraftan ailesini, sosyal çevresini, toplumunu, değer sistemlerini, kültür ve medeniyet kodlarını, hayatı ve geleceği, özetle her şeyi sorgular. Bu sorgulama sürecinde, gencin tezat içeren, anlamsız görülen, kendisine yakıştırılamayan değişik davranışları görülebilir. Bu dönemde, genelde geçmiş ve gelecekle çok fazla ilgilenmemektedir.  

Ergenlik döneminde, çocukluk dönemine nazaran ölüm olayı ve ölüm korkusu, ergenliğe adım atan bir genci daha çok etkileyen bir unsur olarak tespit edilmiştir. Bir genç olarak ölümü kendisine yakıştıramama ve engel görme duygusu baskındır. Yapılan çalışmalara göre ergenlik dönemindeki bir genç ölmekten ziyade ihtiyarlamaktan daha çok korkmaktadır. Favez- Boutonier şöyle der: “Ergenlik çağında ölüm düşüncesi çok sık görülür. Ancak ergen ölümü bir çeşit kayıtsızlıkla görür. Ölüme duyulan ilgi ile ölüme meydan okuma birlikte ortaya çıkar. Ergen için korkunç görülen şey, ölmek değil ihtiyarlamaktır.”[27]

Çocukluk dönemindeki gibi ergenlikte de ölüm olgusuna bakış, içinde yaşanılan sosyokültürel çevre tarafından etkilenmektedir. Yapılan saha çalışmalarında ölüm olgusunu anlamlandırmada dinin önemli bir etken olduğu görülmüştür: “Aralarında fazla bir fark olmamakla birlikte, yine de dindar gençler, ergenliğin son yıllarında kendi ölümlerini daha sık düşünmekte, kişisel ölümle bilinçli olarak daha fazla ilgilenmekte ve hastalandıkları zaman dindar olmayanlara nazaran ölümü daha çok düşünmektedirler.”[28]

Başlangıçta ergen, ölümü, kimlik ve kişilik oluşumunu engelleyecek bir olgu olarak düşünürken, yetişkinlik dönemine doğru yaklaştıkça ve çevresinde vuku bulan hastalıklar, kazalar ve ölümler onun daha çok düşünmesini sağlayarak duygu, düşünceleri değişmekte, ölümle ilgili kaygıları azalmaya başlamakta ve ölüm gerçeğini daha içten kabullenmektedir.

Yetişkinlik Dönemi ve Ölüm

Gelgitlerin yaşandığı ergenlik dönemi tamamlanınca yetişkinlik döneminde (22-33 yaş aralığı) gencin duygu, düşünce ve davranışlarında yol boyu ciddi değişimler görülmektedir. Bir bakıma “Yetişkinlik dönemi ferdin kendisi ile hesaplaşma dönemidir.” Yetişkin genç evlenmek, çocuk sahibi, meslek sahibi, iş güç sahibi olmak, alanında daha etkin ve daha ileri düzeylere yükselmek istemektedir. Bu amaçla enerjisini seferber etmektedir. Bu sebeple hayata, daha ciddi bir şekilde değişik açılardan bakmakta, kendisi ile çevresi ile âdeta hesaplaşmakta, değişik açılardan değişik parametreleri göz önüne alarak muhasebe yapmaktadır. Öngördüğü hedeflere ulaşıp ulaşamadığını sorgulamaktadır. Onun için gelecek önemli olduğundan ölümle pek fazla ilgilenmemektedir. Âdeta ölümsüzlük psikolojisi ile hareket etmektedir. Ancak yaş ilerledikçe, orta yaşlardan itibaren ölümlü olduğunu hissetmekte; 40 yaş civarında “bilinçli bir şekilde ölüm hissedilmeye başlanmaktadır.”

“Erkek dış görünüşünün, yakışıklılığının, cinsel gücünün azalıp kaybolacağından, kadın çekiciliğinin, güzelliğinin, cinsel etkinliğinin solup gideceğinden korkar. Bu korkuların altında esas olarak karşı cins ve başkaları tarafından beğenilmemenin, toplumsal etkinliği ve saygınlığı kaybetmenin yattığı kabul edilmektedir.” “Batı literatüründe orta yaşta olanların daha yüksek ölüm kaygısına sahip olduğunu ortaya koyan çalışmalar bulunmaktadır. Öleceğini bilen orta yaşlıların, günlük işlerini ve yakın çevresindekilere karşı olan sorumluluklarını tamamlayamama sıkıntısı vardır.”[29]

“Geniş katılımlı bir araştırmada, ilk ergenlerle genç yetişkinlerin ve çok yaşlıların diğer yaş gruplarından daha fazla ölümden korktukları ortaya çıkmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, ölüm kaygısı önce ergenlik ve ilk yetişkinlik yıllarında zirveye çıkıyor daha sonra azalıyor, orta yaşlarda tekrar yükseliyor ve kişiler 70’ine vardıklarında tekrar düşüyor.”[30]

Yaşlılık Dönemi ve Ölüm

“Yaşlılık, bedensel, ruhsal ve toplumsal yönden pek çok olumsuzluğun yaşandığı”, “fizik ve zekâ gücünün eski hızını kaybettiği ve yaşama şartlarının bir dengeye kavuştuğu”, “geçim endişesinin kısmen azaldığı”, “Dinî pratiklerle uğraşmaya vakit ve imkân bulunan” bir dönemdir.[31]

Yaşlılık dönemi psikolojik, fiziksel değişimlerle birlikte ölüme adım adım yaklaşma dönemi kabul edilmektedir. Yaşlılık döneminde yaşlılarda fiziksel olarak (derinin buruşması, saçların ağarması, hücre yenilenme hızının ağırlaşması, organizmanın dış uyaranlara karşı verdiği cevaplarda yavaşlama, zayıflama vb.) ve ruhsal olarak (unutkanlık, alınganlık, çocuklaşma vb.) değişiklikler meydana gelmektedir. Bu tezahürler, genelde yaşlıların daha çok ölümü düşünmelerine ve içselleştirmelerine imkân vermektedir. Bu durumda olanlar ölümden çok fazla korkmamaktadırlar: “Bazı araştırmalar, yaş grupları içerisinde ölümden en az korkanların ileri yaştakiler (65-74), en çok korkanların ise orta yaştakiler (45-54) olduğunu ortaya koymuştur. Hatta ölüm zamanı yaklaşsa bile yaşlı kişilerde ölüm korkusunda herhangi bir artışın olmadığı belirtilmiştir.” “Yaşlı insanların neden ölümden daha az korktuklarına dair üç sebep öne sürülmüştür. Bunlardan birincisi, yaşlı insanlar hayata daha az yer verirler ve geleceklerinin sınırlı olduğunu kabul ederler. İkincisi, uzun süre yaşadıktan sonra birçok yaşlı insan yaşayabilecekleri kadar yaşadıklarını düşünür. Dolayısıyla ondan sonraki ömürlerini, bir “ikramiye ve bahşiş” kabul eder. Son olarak da insanlar yaşlandıkça hep diğerlerinin ölümleriyle ilgilenmek durumunda kalırlar. Bu da onların artık ölüm sırasının kendilerine geleceğini ya da kendilerinin ölümlerinin doğallığını kabul etmeye sevk eder.”[32]

Yaşlılar çok büyük bir tecrübeye sahip olduklarından muhakeme kabiliyetleri oldukça yüksektir. Hayatı değerlendirmeleri daha gerçekçidir. “Bir ayağım çukurda” ifadesi, ölüme yaklaşmanın bir tezahürü olarak ortaya çıkmış bir kavramdır. Hayati organların yıpranması, fonksiyon bozukluklarının meydana gelmesi vb. tezahürlerle birlikte ölüm ile daha iç içe bir hayat yaşlıların gündeminde var olmaktadır. Çevrelerinde meydana gelen eş, dost, akraba, arkadaş cenazelerine katılma, hastaları ziyaret etme, onlarla ilgili anılar yaşlılarda “ölüme yaklaşma” olgusunu daha canlı tutmaktadır. “Yetimi akran” (arkadaş yetimi) olgusu, her geçen gün üzerlerinde psikolojik bir baskı uygulamakta, yalnızlaştıklarının farkına varmaktadırlar.

Bu süreç, bulunduğu ortama ve sahip olduğu hayat felsefesine bağlı olarak yaşlıları, dine daha çok yönlendirmekte, dinî alanlarda hizmet yapmayı tetiklemektedir. Ancak böylesi eğilimleri zayıf hatta din ile irtibatı olmayanlarda ölüm, yokluk olarak algılandığı için ölüm onlarda bir “takıntı”, hatta hastalık hâline dönüşmektedir.

  1. asırda bireyleşmenin oluşturduğu psikoloji, yaşlılarda yalnızlık duygusunu çok baskın hâle getirerek ölümü kabullenemeyen yaşlıların sayısında ciddi artışlara yol açmakta ve bu durum her geçen gün de artmaktadır. Yaşlılıkla beraber oluşmaya başlayan önemsizleşme olgusu ve duygusu, süreci daha da menfi yönde etkilemekte, hatta intiharların yaygınlaşmasına sebebiyet vermektedir: “Eskiden yaşlılara verilen değere paralel olarak onların ölümüne de değer veriliyordu. Günümüzde ise toplumdan soyutlanan ve yapayalnız kalan yaşlı insan hiçlik, değersizlik duygusu hissetmekte ve bu duygular da ölümle simgeleşerek ölüm korkusunu beraberinde getirmektedir. Günümüz şartlarında anlam yokluğunu en ağır biçimde hissedenler yaşlılar olmaktadır.”[33] “Yaşlıların topluma göre azalan kıymetleri ve kişisel değer duyarlılıklarının azalması, onlar için acımasız bir tehdit oluşturmaktadır.”[34] Yaş ilerledikçe belli bir aşamadan sonra, ilahi yasa kapsamında, “çocuklaşma” tutum ve davranışları artmaya ve daha görünür hâle gelmeye başlamaktadır: “Kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz. Yine de akıllarını kullanmayacaklar mı?” (Yâsîn 36/68)

Saha çalışmalarında yapılan tespitlerden biri de yaşlılık psikolojisinde etkin olan diğer bir özellik, cimrilik, mal ve para düşkünlüğünün artması olgusudur. Ölüme yaklaşma ve ölüm korkusunu yaşama, yaşlıların geçmiş dönemlerinin muhasebesini yapmasına sebep olmakta, sahip olduğu inanç sistemine bağlı olarak geçmişte işlediği/yaptığı günahlar için Allah’tan af dilemekte, günahlarının bağışlanmasını talep etmektedir. İbadetlerine daha çok ağırlık vermektedir. Tüm çevresi ile hep helalleşmektedir. Dindarlaşmaktadır: “Hayatın sınırlı ve ölümün kaçınılmaz olduğunu idrak eden yaşlılar, dinî inançlara daha fazla önem vermeye başlamaktadır. Bu önem, yaşlı insanların varoluş ve ölümü anlama ihtiyacından kaynaklanmakta, onları dine yöneltmektedir. Dindar olan yaşlıların daha düzenli ve mutlu oldukları gözlenmiştir.[35]

Belli bir inanç sistemine sahip olmayanlarda, öte dünyaya inanmayanlarda ise duygusal bozukluklar, psikiyatrik sorunlar gittikçe derinleşmekte ve hatta intihar etmelerine sebebiyet vermektedir. Batıda intiharların gittikçe yaygınlaşmasında bu olgunun çok ciddi bir etkisi vardır.[36]

Ölüm Düşüncesinin İnsan Hayatına Etkisi 

Hz. Âdem ile eşinin yeryüzü seyahati ile birlikte başlayan hayatın doğal döngüsü içerisinde ölüm olayı, “çift/eş yaratılma” olgusunun bir yansımasından ibarettir. Ölümsüz olan bir tek Allah’tır. Geri kalan tüm canlılar, ölüm şekilleri farklı olmakla beraber, sonuç hep aynıdır. Ölüm gerçeği, hayatın pratiği içerisinde her an yaşanan, görünen ve içinde belirsizlikler taşıyan, olmazsa olmaz bir olgudur. Ölümün kabul edilmesi veya reddedilmesi, hayatın bu gerçeğini değiştirmemektedir/değiştirememektedir. Ölüm gerçeğini ret ya da kabul etme, var olan, gerçekleşen ölüm olgusunu değiştirmemekte, gerçekleşmesine mâni olamamaktadır.

Ölümün er ya da geç bir gün mutlaka gerçekleşeceği olgusu, insanların şuuraltında farklı anlam ve boyutlarda her zaman var olmuştur. İnsan, ölüm üzerinde, gönüllü ya da gönülsüz, istekli ya da isteksiz mutlaka düşünmüş, bazı tutum, davranış ve düşünceleri az ya da çok bu olgudan etkilenmiştir. İnsanın yaşına, değer sistemine, kültür ve medeniyet kodlarına, inanç sistemine, sosyokültürel ve sosyoekonomik durumuna bağlı olarak insan ölüm düşüncesinden olumlu ya da olumsuz şekilde etkilenmiştir ve etkilenecektir.

Bilimsel çalışmalarda, özellikle saha araştırmaları “ölümün ölçüsüz, yanlış bir tarzda düşünülmesi”, “inkâr edilmesi”, “yokmuş gibi davranılması”, insanın şahsiyetini, düşüncesini, psikolojisini, hayata bakışını, çalışma tarzını, tutum ve tavrını değişik şekillerde etkilemektedir. Bu etkileşimi göz önüne alan araştırmacılar ölümün hayattan koparılmasının yanlışlığı kanaatine varmışlardır: “Ölüm üzerine araştırma yapan batılı araştırmacıların çoğunun ortak kanaati, ölümün hayattan uzaklaştırılmasının yanlış olacağı istikametindedir. Onlara göre onu daha çok hayata katmak, üzerinde düşünmek ve günün birinde er ya da geç geleceğini düşünerek ölümden kopmamak daha doğru bir tutumdur.”[37]

Sahadaki çalışmalarda da görülebileceği gibi ölüm olgusu, insanın nefis muhasebesi yapmasını sağlayarak hem düşüncesini hem de hayatla ve diğer insanlarla ilişkisini olumlu yönde etkilemektedir. Ölümü bünyesinde taşıyan varlık olarak insanda dünya hayatının geçiciliği fikrinin teşekkülü bütün beşerî ilişkilerine yansımakta, olumlu düşünce ve ilişkilerin oluşmasına imkân vermekte, hayatı ona göre şekillenmektedir. Ölüm üzerinden kurulan bu dünya, öteki dünya, hesap günü denklemi insanda çok ciddi bir zihinsel zenginliğin teşekkülüne sebebiyet vererek gafletten, duyarsızlıktan, adaletsizlik yapmaktan alıkoymakta, olumsuz eğilimlerini baskılamakta ve zamanın daha iyi değerlendirilebilmesi için bir şuur inşa etmektedir. İnsanı hak, hukuk ve adalet arayışında etkin hâle getirmekte, ölümü düşünme ve ölümlerden ders alma olgusu çok önemli bir görev üstlenmektedir. Dolayısıyla ölüme hazır olmak ya da hazırlanmak hayata, yaşama, yeni ve farklı bir renk katmaktadır. Bu dünya-öteki dünya denklemi, hesap günü olgusu hem bu dünyanın hem de öteki dünyanın en iyi bir şekilde değerlendirilmesini sağlayan çok temel bir unsurdur. Dolayısıyla ölüme hazırlanmak demek, bu dünya yaşamını en güzel, en adil, en olumlu bir şekilde değerlendirerek öteki dünyayı kazanmak demektir. Dünyadan el etek çekmek, inzivaya çekilmek demek değildir. Tam tersine her türlü haksızlığa, adaletsizliğe ve zulme karşı tavır alıp gerekeni yaparak yerin şahitliğine sığınmak demektir. (Zilzâl 99/4-8) Ölüm düşüncesi (hesap günü ve ölüm üzerinde tefekkür), zengin ve fakiri eşit kılmakta, sınıfsal bir ayrışımı ortadan kaldırmaktadır. Hz. Muhammed (s.) şöyle buyuruyor: “Ölümü çokça hatırlayın. Bu hatırlama günahlarınızı giderir ve sizi dünyada zahit yapar. Zenginken hatırlarsanız bu sizin hırsınızı yıkar. Fakirken onu anarsanız yaşayışınızdan hoşnut kılar. Fakirlik ızdırabından kurtarır.”[38]

Sonuç: Her Şeyin Eş Olarak Yaratılması ve Bu Dünya-Öteki Dünya Denklemi

Kadın-erkek, pozitif-negatif, elektron-pozitron, müon-antimüon vb. her şey eş olarak vardır. Tek olan Allah’tır, O’nun dışındaki her şeyin varlığı eş olarak mevcuttur (4/1; 6/95-98; 13/3; 16/72; 26/7; 30/20, 21; 35/11; 36/36; 42/11; 43/12; 51/49; 53/45; 55/52; 75/39; 78/8; 22/5; 23/27; 40/67; 89/3). İnsanlığın başlangıcında da Hz. Âdem ve eşi vardır (Nisâ 4/1). İnsan neslinin devam edebilmesi, bu çift/eş olarak yaratılma yasasının bir sonucudur: “Onda ‘sükûn bulup-durulmanız’ için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” (Rûm 30/21) Tüm canlılardaki gibi tüm evrende de her şey eş olarak yaratılmıştır. “Ve biz, her şeyi iki çift yarattık. Umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.” (Zâriyât 51/49) “Ki O, bütün çiftleri yarattı.” (Zuhrûf 43/12) “Yerin bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) yücedir.” (Yâsîn 36/36)

Fıtrat/yaratılış yasalarına göre her şey eş/çift yaratılmıştır. Bugünkü bilimsel araştırmalara göre tüm “elementer tanecikler” eşleri ile birlikte vardır ve bu temel parçacıklar antileri ile karşılaştıklarında birbirini yok etmektedirler: “Her temel parçacığın, onunla aynı kütle ve spine sahip fakat zıt yüklü bir parçacığı vardır.” “Bir parçacık kendi anti parçacığıyla karşılaştığında birbirlerini yok eder ve tüm enerjileri foton şeklinde elektromagnetik ışımaya dönüşür.”[39] Bu dünya-öteki dünya, cennet-cehennem denklemi, bu çift/eş/parite olarak yaratılmanın bir sonucudur: “O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur.” (En’âm 6/95) “Allah, sizi topraktan yarattı, sonra bir damla sudan. Sonra da sizi çift çift kıldı. O'nun bilgisi olmaksızın, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitaptadır (yazılı). Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır.” (Fâtır 35/11) Gökten ölçülü olarak su indiren de O’dur. Onunla ölü bir beldeye yeniden hayat veririz. İşte siz de böyle diriltilip çıkarılacaksınız.” (Zuhrûf 43/11) Eş olarak yaratılma yasasına göre bu dünya, öteki dünyanın tarlasıdır. İnsanlar bu dünyada Allah’ın emrettiği, koyduğu yasalara tabi olup olmadıklarına göre öteki dünyada yargılanacaklar ve eş yaratılma yasasına göre ya cennete ya da cehenneme gönderileceklerdir. İmam Gazali’nin bu anlamda yaptığı değerlendirme çok mesaj vericidir: “Ey ilahi sırları öğrenmek isteyen! Bir kimse, işlerin sonunun ölüm, son durağının kabir, kendisine geleceklerin Münker-Nekir, vadesinin kıyamet, ebedî kalacağı yerin cennet veya cehennem olduğunu bilirse o kişiye ölüm düşüncesinden daha önemli bir düşünce gelmez. O kişi akıllı ise ona ölüm tedbirinden üstün tedbir olmaz. Nitekim Resûlüllah (s.) şöyle buyurmuştur: ‘Akıllı olan şu kişidir ki, nefsini yanıltarak emre uydurur ve ölümünden sonra kalacak işlerde (hazırlıklarda) bulunur.’[40]

Bu dünya-öteki dünya denkleminde hesap günü sorgulaması, yargılaması, bu dünyada yapılacaklara, yapılması gerekenlere şekil veren en önemli unsurlardan biridir. Ölüm olayı, ölüm korkusu, bu denklem içerisinde bir bütün olarak ele alınıp değerlendirilmelidir.

       [1] D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 18. Baskı.

       [2] D. Mehmet Doğan, age.

[3] Râğıb el-İsfahani, Müfredât, Pınar Yayınları, İstanbul, 2016, s. 1387-1390.

[4] Râğıb el-İsfahani, age., s. 1387-1390.

       [5] Fikret Karaman, İsmail Karagöz, İbrahim Paçacı, Mehmet Canbulat, Ahmet Gelişgen, İbrahim Ural, Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 131, 132.

       [6] Muhammed Esed, Kur’ân Kavramları, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016, s. 73.

[7] Fikret Karaman, İsmail Karagöz, İbrahim Paçacı, Mehmet Canbulat, Ahmet Gelişgen, İbrahim Ural, age., s. 131, 132.

       [8] D. Mehmet Doğan, age.

       [9] Faruk Karaca, Ölüm Psikolojisi, Beyan Yayınları, 2000, s. 85-195; Necip Taylan, İslâm Felsefesi, Ensar Neşriyat, 2. Baskı, İstanbul, 1985, s. 104; Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, TDV Yayınları, Ankara, 1993, s. 97; Hayati Hökelekli, Ölüm, Ölüm Ötesi Psikoloji ve Din, Dem Yayınları, İstanbul, 2017, s. 24, 25.

      [10] Faruk Karaca, age., s. 86-89.

[11] Salime Leyla Gürkan, “Ölüm”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 2007, cilt: 34, s. 38-40.

[12] Salime Leyla Gürkan, age.

[13] Faruk Karaca, age., s. 90. Salime Leyla Gürkan, age., s. 38-40. Dr. Kathy Kortes Miller, Ölüm Psikolojisi, Sola Unitas, İstanbul, 2019, s. 143-146.

      [14] İmam-ı Gazali, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, çev. Ali Arslan, Yaylacık Matbaası, İstanbul, 1974, cilt: 10; s. 316.

      [15] Faruk Karaca, age., s.  91-98. Hayati Hökelekli, Ölüm, Ölüm Ötesi Psikoloji ve Din, s. 42-52.

[16] Faruk Karaca, age., s. 91-98.

[17] Faruk Karaca, age., s. 92.

[18] Faruk Karaca, age., s. 92.

[19] Faruk Karaca, age., s. 92.

[20] İmam-ı Gazali, Ölüm ve Ötesi, çev. Mevlüt Zorlu, Sufi Kitap, İstanbul, 2025, s. 16.

      [21] Faruk Karaca, age., s. 98-104. Hayati Hökelekli, Ölüm, Ölüm Ötesi Psikoloji ve Din, s. 59-77.

[22] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Daru Sadır.

        [23] Faruk Karaca, age., s. 104-110. Hayati Hökelekli, Ölüm, Ölüm Ötesi Psikoloji ve Din, s. 59-77. İmam-ı Gazali, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, s. 273- 339.

       [24] Hayati Hökelekli, Ölüm, Ölüm Ötesi Psikoloji ve Din, s. 26-28.

       [25] Faruk Karaca, age., s. 205.

      [26] Faruk Karaca, age., s.197-204. Hayati Hökelekli, Ölüm, Ölüm Ötesi Psikoloji ve Din, s. 26-30.

      [27] Faruk Karaca, age., s. 209.

       [28] Faruk Karaca, age., s. 209.

[29] Faruk Karaca, age., s. 217, 218.

[30] Hayatı Hökelekli, Ölüm, Ölüm Ötesi Psikoloji ve Din, s. 28-31.

[31] Hayatı Hökelekli, age., s. 28-31.

       [32] Hayatı Hökelekli, Ölüm, Ölüm Ötesi Psikoloji ve Din, s. 28-31.

[33] Hayati Hökelekli, Ölüm, Ölüm Ötesi Psikoloji ve Din, s. 31-33.

[34] Faruk Karaca, age., s. 221.

[35] Faruk Karaca, age., s. 111-115.

[36] Hayati Hökelekli, age., s. 31-33. Faruk Karaca, age., s. 221.

[37] Faruk Karaca, age., s. 111-115.

[38] Seyyid Ahmed Haşimi, Muhtâru’l-Ehâdîs, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, 1989, s. 26-27. Aktaran, Faruk Karaca, age., s. 113.

        [39]John R. Taylor, Chris Zafaritos, Modern Fizik, Güven Yayınları, İstanbul, 1996, s. 297, 298.

[40] İmam-ı Gazzali, Ölüm ve Ötesi, s. 5.

 

Burhanettin Can/Umran Dergisi Mayıs 2025    

İslâm Dünyasında Ölümün ve Hesap Gününün Unutulma Eğilimi-2: HER İNSAN ÖLÜMLÜDÜR VE BU DÜNYADA YAPTIKLARININ HESABINI AHİRET HAYATINDA VERECEKTİR

  Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Haziran 2025-370. Sayı Allah, Kur’ân’da Hz. Âdem’in cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderilmesin...