Prof. Dr. Burhanettin Can – Umran Dergisi/Ağustos 2025-372. Sayı
“Fakat zulmedenler, hiçbir ilimleri olmadan hevalarına uydular. Artık Allah’ın şaşırdığını kim yola getirebilir?”
(30/Rûm Suresi 29. ayet)
Heva, insanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin düşünme ve davranma hâlini ifade eder. Heva, insan nefsinin hayvani şehvetinden doğan bir eğilim olarak, nefsin süslü ve kötü arzulara uymasını sağlayan, insanı her türlü isyana götüren, her türlü belanın, rezilliğin, kötülüğün kaynağı, ilmin ve hidayetin zıddı olan şeytani bir değer sistemi ve bundan gücünü alan bir duygu ve davranış hâlidir. Heva, şeytanın karargâhı, askerî üssüdür.
Kur’ân’da heva kelimesinin semantik alanında, çok önemli bir ağırlığı bulunan ve çok temel bir kavram olan ilah kelimesi yer almaktadır. Kur’ân, “hevasına uyanlarla” “hevasını ilahlaştıranlar” arasında özel bir ayırım yapmakta; her iki insan unsurunun düşünce, tutum ve davranışlarını değerlendirmektedir. Bunlardan her biri, farklı insan unsurlarını içlerinde barındıran ve geniş spektruma sahip birer evrensel kümedir. Geçen yazıda insan yapısındaki kötülük merkezi/şeytanın karargâhı olarak görev icra eden hevanın ilahlaştırılması ele alınıp değerlendirilmişti. Bu yazıda ise kötülük merkezi/şeytanın karargâhı olarak görev icra eden hevanın farklı insan grupları üzerindeki etkisi, “hevasına uyanlar” kapsamında ele alınıp değerlendirilecektir.
Hevasına Uyanlar
Kur’ân’daki ilah, heva, insan ile ilgili ayetleri bir bütün olarak ele alıp değerlendirdiğimizde, konu ile ilgili üç farklı insan kümesinin bulunduğunu görmekteyiz. Birinci grup: Hevasına uymayı reddedip ona karşı mücadele eden, tavır koyan insan unsuru. İkinci grup: Hevasını ilahlaştırmayıp hevasına uyan insan unsuru. Üçüncü grup: Hevasını ilahlaştırıp ona tamamıyla teslim olan insan unsuru.
Kümeler teorisine göre insanı evrensel küme sayarsak, insanlık evrensel kümesinde hevasına uymayanlar ile hevasına uyanları iki ayrı alt küme şeklinde değerlendirebiliriz. Bunlar arasında bir arakesit küme/kesişim kümesi olabilir. Bu kesişim kümesi, hevanın her türlü arzu isteğini reddettiği hâlde farkına varmadan, hata yaparak hevanın isteklerini yerine getiren insan unsurudur. Bu insan unsuru, hata yaptığını gördüğü veya uyarıldığı anda tevbe edip Allah’tan af dileyerek hatasını düzeltmeye çalışanlardır: “Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: ‘Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır, esirgeyendir.’” (6/En’âm, 54).
Hevasını ilah edinenler ise hevasına uyan insan unsuru kümesinin içinde yer alan bir alt küme olarak ortaya çıkmaktadır. Hevasına uyanlar evrensel küme sayıldığında, homojen bir yapı olmadığı, farklı inanç/değer sistemine sahip çok farklı insan unsurlarını, birer alt küme olarak bünyesinde barındırdığı kolayca görülebilir: İnsanların çoğu, kitap ehli/Ehli Kitab, zalimler, fasıklar, müşrikler, mücrimler/suçlu günahkârlar.
İnsanların Çoğu Hevasına Uyar
Bugün ümmetin içinde bulunduğu durum, sadece yönetici kadrolarla ilgili bir durum olmayıp bizzat Müslüman insan unsurunun psikolojisi, zihin yapısı, kalbinde/nefsinde hastalık olup olmaması, daha da önemlisi bir davasının olup olmaması ile ilgilidir. Bu noktada asla unutulmaması gereken en temel nokta, insanın yaratılışındaki sır ve insan yapısında birbiri ile savaşan iki zıt cephenin varlığıdır.[1]
Kur’ân’ın ifadesine göre bu iki zıt yapının biri fıtrat merkezi diğeri de heva merkezidir. Fıtrat olumlu özelliklerin karar merkezi, heva da olumsuz özeliklerin karar merkezidir. Fıtrat insanı hep iyiye, güzele, doğruya yönlendirir; heva ise hep kötülüğe, çirkinliğe ve yanlışlığa yönlendirir (95/Tîn, 4-5; 91/Şems, 7-10). Bu iki merkez (fıtrat, heva), insanın yön ve davranışlarını şekillendirmek için insanda var olan kalp ve nefs gibi bütün merkezler üzerinde etkili olmak için birbiri ile sürekli savaş hâlindedirler. Bu olgunun daha iyi görülebilmesi, anlaşılabilmesi ve gereğinin yapılabilmesi için geçen yazıda verilen ve analizi yapılan hadislerin ve ilgili ayetlerin tekrar okunmasında ve üzerinde tefekkür edilmesinde fayda vardır.
İblis ve onun yolundan gidenler (şeytanlar), insanoğluna sınırsız ve topyekûn bir savaş ilan etmişlerdir. Bu savaşın siyasi, psikolojik, sosyolojik, askerî ve değer eksenli değişik boyutları vardır. Söz konusu hadislere göre İblis değer eksenli psikolojik bir savaşı merkeze alıp insanoğlunu Allah’ın yolundan saptırmak için insanın kalbine ve nefsine sürekli olarak olumsuz bir şekilde etki etmeye çalışmakta ve “kanın damarlarda dolaştığı” gibi insan bünyesinde hareket etmektedir.
İnsan davranışlarını belirleyen genetik bu etkilerin yanında içinde doğup büyüdüğü sosyokültürel ve sosyoekonomik çevrenin ve şahsın bizzat kendi okuyup öğrendiklerinin de ciddi etkileri vardır. Bu üç boyutlu uzayda, her boyuttaki değişim diğer boyutları da olumlu ya da olumsuz olacak şekilde etkilemektedir.
Kur’ân’da “insanların çoğunun”, “haddi aşarak”, “bir ilme/bilgiye dayanmadan” “hevalarına uyup” hem kendilerini hem de diğer insanları saptırdıklarına dikkat çekilmesi, yukarıda belirtilen psikolojik altyapıyı anlayıp, analiz edip ve de gerekli tedbirleri almak için faydalıdır. Heva konusu ile ilgili Kur’ân’daki bir ayetin nüzûlüne sebep olan aşağıda verilen hadisin referans alınması ve üzerinde tefekkür edilmesi gerekmektedir: “İbnu Abbâs (r.a.): ‘Bir grup insan Resûlüllah (s.a.v.)'e gelerek: ‘Ey Allah'ın Resûlü biz kendi öldürdüğümüzü yiyor, fakat Allah'ın öldürdüğünü yemiyoruz, bu nasıl iş?’ dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu ayeti indirdi: ‘Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, o size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah'ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar/sapıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.’” (6/En’âm, 119).[2]
Sorulan soru, hayvanların etinin helal-haram olması ile ilgili bir sorudur. Verilen cevap, iman edenler açısından genel bir çerçeve çizmekte, düşünme, karar verme ve uygulamanın bu çerçeve içerisinde olmasına dikkat çekilmektedir. Bu nedenle öncelikle Allah’ın dosdoğru yolu, Allah’ın ayetlerine uyma, Allah’ın yolundan sapma ve helal-haram olgusu öne çekilmektedir (6/En’âm, 117, 118). Dikkat çekilen çok önemli bir nokta helal-haram olgusunun insan sağlığı açısından önemidir. Allah’ın ismi anılarak kesilen bir hayvan belli kurallara uygun şekilde kesilerek insan tarafından yendiğinde onun sağlığını olumsuz etkilemeyecek bir özelliğe sahip olmaktadır. Oysa kendi başına ölen ya da bir başka hayvan tarafından öldürülen bir hayvanın etinin sağlığa olumsuz etkisi vardır, olmalıdır. Bu, Allah’ın ilminin pratik hayata yansımasının bir göstergesi olduğunda buna uymayanlar için; “Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar/sapıyorlar.” ifadesi kullanılmaktadır. (6/En’âm, 119).
Hevaya uyarak fıtrat yasalarının ifadesi olan Allah’ın ayetlerine uygun davranılmaması, haddi aşmayı, günahkâr olmayı, fasık olmayı, şeytana itaat etmeyi, müşrik olmayı, kâfir olmayı ve karanlıkta kalıp bir çıkış bulamamayı beraberinde getirmektedir. Dikkat çekilen çok önemli bir konu da şeytanların kendi dostlarına, iman edenlerle mücadele etmeleri için özel, gizli çağrılarda bulunduğu/bulunacağı ve kâfirlerin yapmakta olduklarının kendilerine 'süslü ve çekici gösterilmiş’ olmasıdır. (6/En’âm, 120-122).
Hevasına Uyanlar: Kitap Ehli/Ehli Kitab
Kitap ehli/Ehli Kitab, “Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitaplara iman edenlere verilen bir isim olup” “Kur’ân’da, “kendilerine kitap verilenler” (74/Müddessir, 31), “kendilerine kitap verdiklerimiz” (2/Bakara, 121) ve “kendilerine kitaptan bir pay verilenler” (4/Nisâ, 44) şeklinde ifade edilmektedir. Bu bağlamda Ehli Kitab sadece Yahudi ve Hıristiyanlar olmayıp diğer peygamberlere indirilen kitaplara da iman edenlere verilen bir isimdir. (4/Nisâ, 153; 5/Mâide, 15, 19; 6/En’âm, 84-90). Bu sebeple kitap ehli dendiğinde, sadece Yahudi ve Hıristiyanlar akla gelmemeli, İman edenler de dâhil tüm kitap verilenler hatırlanmalıdır.[3]
Dikkat edilmesi gereken, Ehli Kitab tanımlamasıyla bu insan unsurunun, kâfir, müşrik, münafık ve benzeri nitelikteki diğer insan unsurlarından ayrı bir konuma oturtulduğu olgusudur. Bununla beraber bu insan unsurunun evrensel kümesinde çok farklı tutum, davranış ve tavır ortaya koyan, alt küme olarak karşımıza çıkan farklı insan unsurları vardır. Kur’ân’ın dikkat çektiği çok önemli bir nokta, Ehli Kitab’tan olup da kâfir, münafık, müşrik, zalim, fâsık, mücrim gibi insan unsurlarının yaptığı, icra ettiği, düşündüğü bazı fiilleri ve düşünceleri hayata geçirip icra etmeleridir:
- Kitap ehlinden bir grup, şuursuzca iman edenleri şaşırtıp-saptırmak ister. (3/Âl-i İmrân, 69).
- “Allah'ın ayetlerini inkâr ederler.” (3/Âl-i İmrân, 70).
- “Hakkı bâtıl ile örter ve bildikleri hâlde hakkı gizler.” (3/Âl-i İmrân, 71).
- “‘İnananlara indirilene günün başında inanın, sonunda inkâr edin ki, belki dönerler ve dininize uyanlardan başkasına inanmayın.’ derler.” (3/Âl-i İmrân, 72, 73).
- “Kitap Ehli’nden öylesi vardır ki, ona bir kantar emanet bıraksan onu sana öder; onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, sen, onun tepesine dikilip-durmadıkça onu sana ödemez.” (3 Âl-i İmrân, 75).
- “Ümmiler (zayıf ve bilgisizler veya Ehli Kitab olmayanlar) konusunda üzerinizde bir sorumluluk yoktur.” derler. (3/Âl-i İmrân, 75).
- “Onlar, bildikleri hâlde Allah'a karşı yalan söylerler.” (3/Âl-i İmrân, 75, 78).
- “Onlar, Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık satarlar.” (3/Âl-i İmrân, 77).
- “Kıyamet gününde Allah, onlarla konuşmaz, onları gözetlemez ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 77).
- “Onlardan bir grup, iman edenleri kandırmak için ‘dillerini kitaba doğru eğip bükerler’, …Allah katından olmayan şeyleri söylerler.” (3/Âl-i İmrân, 78).
- “Kitap ehli içinde iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.” (3/Âl-i İmrân, 110).
- “Şahitler oldukları hâlde” “iman edenleri Allah yolundan çevirmeye çalışırlar.” (3/Âl-i İmrân, 99).
- “Allah'ın ipine ve insanlar ile yaptıkları antlaşmalara bağlı kalanlar müstesna olmak üzere”, “Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri”, “isyan etmeleri ve haddi aşmaları dolayısıyla” “geri kalanların üzerlerine zillet ve aşağılanma damgası vurulmuştur” (3/Âl-i İmrân, 112).
- “Allah'tan başkasına kulluk ederler”, “Allaha ortak koşarlar ve Allah'ı bırakıp birilerini rabler edinirler.” (3/Âl-i İmrân, 64).
- “Dinleri konusunda taşkınlık ederler.”, ‘Allah üçün üçüncüsüdür.’ derler.” (4/Nisâ, 171).
Görülebileceği gibi kitap ehli Yahudiler/İsrailoğulları ve Hıristiyanlar, Hz. Peygamber (s.)’e, Kur’ân’a ve İslâm’a karşı çıkarak eleştiri yapmışlar, değişik tepkiler sergilemişlerdir. Allah, kitap ehlinin Hz. Muhammed’in peygamberliği için getireceği delilleri/ayetleri kabul etmeyeceklerini, onun kıblesine uymayacaklarını, Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolu kabul etmeyeceklerini, kendisinden hoşnut olmayacaklarını, hatta onlardan bir kısmının da diğer bir kısmının kıblesine uymadığı/uymayacağını, dolayısıyla hevalarına uyduklarını çok açık bir şekilde hatırlatmaktadır. (2/Bakara, 120, 145). Bütün bu olumsuz düşünce, tutum ve davranışlardan dolayı “Yahudi ve Hıristiyanların hevalarına uymaması” gerektiği konusunda Hz. Peygamber’e, özel bir uyarı yapılmaktadır: “Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost vardır ne de bir yardımcı.” (2/Bakara, 120). “Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, kuşkusuz, o zaman zalimlerden olursun.” (2/Bakara, 145).
Hz. Muhammed’e indirilenlerin ehli kitabın çoğunun tuğyanlarını, küfürlerini artıracağı (5/Mâide, 68) belirtilmektedir. İsrailoğulları Allah’a söz vermiş olmalarına rağmen “nefislerinin hoşuna gitmeyen bir şeyle peygamberler geldiyse, bir bölümünü yalanlamışlar, bir bölümünü de öldürmüşlerdir.” “Çoğunluğu körleşmiş” ve “sağırlaşmıştır” (5/Mâide, 70-71). Kitap ehlinden “Meryemoğlu Mesih’tir diyenler”, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler, “Allah'tan başka şeylere tapanlar”, şirk koşarak, küfre sapmışlar, isyan etmişler, haddi aşmışlar, zalim olmuşlar, “Davud ve Meryemoğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir.” (5/Mâide, 72-78).
Bu uyarılar yapıldıktan sonra da kitap ehline aşırı gitmemeleri, “sapmış, saptırmış ve düz yoldan kaymış olanların” “hevalarına uymamaları” gerektiği konusunda özel bir uyarı da Allah tarafından yapılmaktadır: “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun hevalarına uymayın.’” (5/Mâide, 77).
Kitap ehlinden Yahudi ve Hıristiyanlar yaptıklarından dolayı onlara bir musibet isabet edince, Allah’tan kendilerine peygamber gönderilmesini istemişlerdir. (28/Kasas, 47). Fakat onlara bir peygamber geldiğinde onu eleştirmişler, Hz. Musa ile mukayese ederek her ikisini de inkâr etmişlerdir. (28/Kasas, 48). Bunların bu tavrına karşı Allah Hz. Peygamber’den onlara çok özel bir çağrıda bulunmasını istemiştir: “De ki: ‘Eğer doğruysanız, bu durumda Allah katından bu ikisinden (Musa'ya indirilen Tevrat ve bana indirilen Kur’ân'dan) daha doğru olan bir kitap getirin de ben de ona uymuş olayım.’” (28/Kasas, 49).
Bu çağrıya olumlu cevap vermedikleri takdirde onların, “hevalarına uyan” “sapıklar” ve “zalimler” olduğu çok açık bir şekilde ifade edilmektedir: “Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi hevalarına uymaktadırlar. Oysa Allah'tan doğru yolu gösterici bir kılavuz olmaksızın, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyandan daha sapık kimdir? Hiç şüphe yok Allah, zulmetmekte olan bir kavime hidayet vermez.” (28/Kasas, 50).
Allah “Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” diye Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve İsa'ya vasiyet edilenleri, Hz. Peygamber’e de vasiyet etmiştir. Hz. Muhammed bu zincirin devamıdır. Ancak onun daveti, kitap ehline ve müşriklere ağır gelmiştir. (42/Şûrâ, 12, 13). Kitap ehline gönderilen ilimden sonra kitaba mirasçı olanlar ise, “bağy yüzünden ayrılığa düşmüşler” ve kitaplarına karşı “kuşku verici bir tereddüt içinde” olmuşlardır (42/Şûrâ, 14). Bu nedenle Allah, onların hevalarına uymaması gerektiği konusunda Hz. Peygamber’i uyarmıştır: “Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma.’” (42/Şûrâ, 15).
Hevasına Uyanlar: Müşrikler
Hevasına uyan diğer bir insan unsuru, şirk fiilini hayata geçiren insan unsuru olan müşriklerdir. Şirkin sözlük anlamı, “bir şeyi ortak yapmak, birden fazla kişiye tahsis etmek, ortak kabul etmek ve ortak saymak”tır. Istılahı anlamı ise, “yüce Allah’ın ilahlığında, sıfat ve fiillerinde ve rab oluşunda ortağı, benzeri ve eşinin olduğunu kabul etmektir.”[4] Allah’ın özelliklerinden birini veya birkaçını, özellikle ulûhiyet özelliklerinden birini yaratılmış bir başka varlığa verme yaklaşımıdır. Kur’ân’da şirk kavramı türevleri ile yaklaşık 150 yerde geçmektedir.
Şirkin anlam alanına göre şirk iki farklı şekilde gruplandırılmaktadır. Birinci gruplandırma “açık ve gizli şirk” olarak; ikinci gruplandırma “büyük ve küçük şirk” olarak yapılmaktadır. 1- Açık şirk (eş-şirk el-celî): Açık ve şuurlu olarak yapılan şirk. 2- Gizli şirk (eş-şirk el-hafî): Örtülü ve şuursuzca yapılan şirk.[5] Büyük şirk, küçük şirk ayırımı, Râğıb el-İsfahânî tarafından yapılmıştır: “Büyük şirk, Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki, bu inkârın ve küfrün en büyüğüdür… Küçük şirk ise bazı iş ve fiilleri icra ederken Allah’ın dışında kişilerin rızasını da hesaba katmaktır. Riyakârlık ve münafıklık bu cümledendir.”[6]
Kur’ân’a göre Allah’a şirk koşmak, Allah tarafından bağışlanmayan en büyük günah/günahların en büyüğü, en büyük zulüm ve en büyük haksızlıktır (4/Nisâ, 48). Şirk, âlimler tarafından beş kısma ayrılmıştır: “1- Şirk-i istiklâl: Birden fazla ilahin varlığını kabul etmek; Mecusiler 2- Şirk-i teb’îz: Allah’ın bir olduğunu söylemekle birlikte, onun ilahlardan meydana geldiğine inanmak; Hıristiyanların teslis inancı. 3- Şirk-i takrîb: Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmekle birlikte, ona yaklaştırır veya şefaatçi olur ümidiyle başka varlıklara tapmak; Mekke müşriklerinin putlara tapmaları. 4- Şirk-i taklîd: Başka birini taklit ederek, Allah’tan başkasına, putlara ibadet etmek ve onları ilah olarak tanımak. 5- Şirk-i esbâb: Eşyanın ve tabiatın hakiki müessir olduğuna inanmak, tabiatı yaratıcı kabul etmek.”[7]
Müşrik, şirk kökünden türeyen bir kelimedir. Müşrikin sözlük anlamı, “ortak koşan, ortak yapan” demektir, ıstılahi anlamı ise “Allah’a, ilah, rab, mabud oluşunda, sıfat ve fiillerinde eşi ve ortağı bulunduğunu kabul eden”dir.[8] Müşrik tanımdan da anlaşılabileceği gibi Allah’a ait ulûhiyet özelliklerinden birini veya bir kısmını bir başkasına verendir. Bu bağlamda her müşrik kâfirdir ancak her kâfir müşrik değildir. “Ahiret gününe inanmamak şirk olmayıp küfür olarak kabul edilmektedir.”[9] Kur’ân’da müşriklerle Ehli Kitab, kâfirlerin iki ayrı grubu olarak ifade edilmektedir: “Kitap ehlinden ve müşriklerden küfre sapanlar kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar, (bulundukları durumdan) kopup-ayrılacak değillerdi.” (98/Beyyine, 1).
Müşriklerin düşünce tarzı, tutum ve davranışları değişik vesilelerle Kur’ân’ın değişik ayetlerinde dile getirilmekte, bazı konulara ise özel vurgu yapılarak iman edenler uyarılmaktadırlar. Bu bağlamda Zümer Suresi’nin 19-23. ayetleri değerlendirilmesi gerekmektedir. Müşriklerin ilah kabul ettikleri putların isimleri zikredilerek; erkek evlatların kendilerine ve putlarına, kız çocuklarının da Allah’a ait olduğu şeklindeki müşrik yaklaşım, “adil olmayan”, “hiçbir dayanağı olmayan”, “cahiliye düşüncesinin bir ürünü olan” yaklaşım çerçevesinde tenkit edilmektedir. Cahiliye insanlarının kadınlarla ilgili olumsuz düşünceleri, Allah tarafından eleştirilip insanlığa duyurulmaktadır. (53/Zümer, 19-22). Ayetlerin devamında müşriklerin bu tutum, tavır, davranış ve düşünce şekillerinin ellerinde hiçbir delil belge bulunmadan zanna dayalı olarak tamamen İblis’in karargâhı olan heva tarafından üretildiği belirtilerek iman edenler uyarılmakta ve de onlara yol gösterilmektedir: “Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) heva (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar.” (53/Necm, 23).
Müşrikler, kendilerini aklamak ve haklı çıkarmak için, “kendilerinin ve atalarının” “şirk koşmasını”, “bazı şeyleri haram kılmalarını”, “Allah’ın dilediğini” söyleyerek hiçbir ilme dayanmadan, zan ve tahminle, şahitleri de olmadan yalan söylemektedirler (6/En’âm, 148). Allah’ın ayetlerini yalan sayan, ahirete inanmayan, “bazı güçleri rablerine denk tutan” bu müşriklerin hevalarına uyulmaması gerektiği noktasından Hz. Peygamber üzerinden tüm müminlere özel bir uyarı yapılmaktadır: “De ki: ‘Gerçekten Allah'ın bunu haram kıldığına şehadet edecek şahitlerinizi getirin.’ Şayet onlar, şehadet edecek olurlarsa sen onlarla birlikte şehadet etme. Ayetlerimizi yalan sayanların ve ahirete inanmayanların hevalarına uyma; onlar (birtakım güçleri ve varlıkları) Rablerine denk tutmaktadırlar.” (6/En’âm, 150).
Hevasına Uyanlar: Zalimler
Zulüm kavramı çok geniş ve etkin bir anlam alanına sahiptir. Zulüm kavramının sözlük anlamı, “bir şeyi kendine mahsus yerinden başka bir yere koymak, noksan yapmak, sınırı aşmak, doğru yoldan sapmak, meyletmek, hakkını eksiltmek, hakkını vermemek, menetmek ve yapılmaması gereken bir davranışta bulunmaktır.” Kur’ân’daki ıstılahi anlamı ise, “Allah’a karşı görevlerde inkâr ve isyan olan”, “ilahi iradeye ters düşen her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlardır.”[10] Kur’ân’da zulüm, “58 surede, 266 ayette 289 kez geçmekte, tamamen olumsuz anlamda” kullanılmaktadır.[11] Bu ayetlerde zulüm kavramı, şu anlamlara gelmektedir. Şirk koşmak (6/En’âm, 82), şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13), küfür (2/Bakara, 254), nifak (4/Nisâ, 64), günah (2/Bakara, 231), insanlara yapılan haksız muamele (4/Nisâ, 10), noksan yapmak (18 Kehf, 33), azap, işkence (16/Nûh, 41), insan öldürmek (2/Bakara, 35), hırsızlık (5/Mâide, 39), zarar vermek (42/Şûrâ, 40-42), haksızlık etmek (3/Âl-i İmrân, 182), nefse zarar vermek (2/Bakara, 57), insanlara eziyet etmek (42/Şûrâ, 41), işlenen günahlardan tevbe etmemek (49/Hucurât, 11).
İnsan merkezli üç tür zulüm vardır: 1- İnsan ile Allah arasında meydana gelen zulüm (şirk, küfür, nifak ve isyan). 2- Kişi ile insanlar arasındaki zulüm (haksızlık, hırsızlık, öldürme, iftira vb.); 3- Kişi ile nefsi arasındaki zulüm, ilk iki zulmün sonuçlarının insana yansıması, nefsine zulmetmesi demektir.
Dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta, Kur’ân’da 23 ayette Allah’ın dünya ve ahirette insanlara, toplumlara ve âlemlere zulmetmediği ve etmeyeceğinin belirtilmesidir. (3/Âl-i İmrân, 108, 117, 182; 4/Nisâ, 40).[12] Zalim, zulüm olarak tanımlanan inanç, söz, fiil ve davranışları icra eden kimsedir. Kur’ân’da zalim kelimesi tekil ve çoğul şekliyle (zâlimîn, zâlimûn) 135 defa, zulmeden kimseler (ellezîne zâlemû) şekliyle 33 defa kullanılmaktadır. Kur’ân’da bir ayette Allah’ın zalim olmadığı ifade edilmektedir (26/Şûrâ, 209). Zalûm, çok zalim demek olup Kur’ân’da iki ayette geçmektedir (14/İbrahim, 34; 33/Ahzâb, 72).[13]
Kur’ân’da zalim olarak nitelendirilen insan kümesinin oldukça geniş bir insan unsurunu kapsadığı görülmektedir. Zalimler evrensel kümesinin birer alt kümesi olan bu insanlar şu şekilde özetlenebilir: Kâfirler (2/Bakara, 254), ahireti inkâr edenler (7/A’râf, 44), cehennem ateşini yalanlayanlar (34/Sebe’, 42), ayetleri inkâr edenler (6/En’âm, 33), ayetleri yalanlayanlar (3/Âl-i İmrân, 94), ilahi kitaplara inanmayanlar (34/Sebe’, 31), ilahlık iddia edenler (21/Enbiyâ, 29), insanları Allah’ın yolundan/dininden men edenler (4/Nisâ, 168-169), Allah’a ortak koşanlar (25/Furkân, 8), Allah’tan başkasına yalvaranlar (10/Yunus, 106), “Allah üçün üçüncüsüdür.” diyenler (5/Mâide, 72), şeytan ve zürriyetini dost edinip onlara tapanlar (18/Kehf, 50), heva ve hevesini ilah edinenler (30/Rûm, 29), münafıklar (24/Nûr, 50), Allah’ın sınırlarına tecavüz edenler (2/Bakara, 229), hırsızlar (5/Mâide, 39), fuhuş yapanlar (12/Yûsuf, 24), hainler, kötülük edenler (12/Yûsuf, 24), katiller (5/Mâide, 27-29), fakirin hakkını vermeyenler (2/Bakara, 270), malını haram yolda harcayanlar (2/Bakara, 270), adağını yerine getirmeyenler (2/Bakara, 270), yalan yere yemin edenler (5/Mâide, 106-107), hakka tecavüz edenler (5/Mâide, 106-107), başkalarına zarar verenler (5/Mâide, 106-107), yalancı şahitlik yapanlar (5/Mâide, 106-107), insanlara eza cefa ve kötülük edenler (42/Şûrâ, 40), suçsuz insanı cezalandıranlar (12/Yûsuf, 79), fakirleri kovanlar (6/En’âm, 52 ), kâfirleri, Hıristiyanları ve Yahudileri dost edinenler; bunların arzu ve isteklerine uyanlar (9/Tevbe, 23), Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmeyenler (5/Mâide, 45), insanlarla alay edenler, insanları çekiştirenler, insanlara kötü lakap takanlar ve günahlarına tevbe etmeyenler (49/Hucurât, 11).
Kur’ân’da zalimlerle ilgili olarak üzerine dikkat çekilen ve vurgu yapılan bir konu da “daha zalim” (men ezlemü) kavramı olup “daha zalim olanların” kimler olduğu açık bir şekilde belirtilmektedir: Allah’a yalan uyduranlar (6/En’âm, 21), ayetleri yalanlayanlar (6/En’âm, 157), ayetlerden yüz çevirenler (32/Secde, 22), ilahlık ve yalancı peygamberlik iddiasında bulunanlar (6/En’âm, 93), isyanlarını unutanlar (18/Kehf, 57), şahitliği gizleyenler (2/Bakara, 140), camilerde Allah’ın adının anılmasını engelleyen ve camilerin harap olmasına çalışanlar (2/Bakara, 114).
Kur’ân’ın zalimler konusunda dikkat çektiği bir başka konu, geçmişte zalim oldukları için helak olan/edilen toplumlardır: Nemrut kavmi (2/Bakara, 258), Mekke müşrik toplumu (6/En’âm, 144), Medine münafıkları (9/Tevbe, 109), Medine Yahudileri (7/A’râf, 150), Firavun’un kavmi (10/Yûnus, 80), Nûh’un kavmi (11/Hûd, 114), Hûd’un kavmi (11/Hûd, 101), Salih’in kavmi (16/Nahl, 113), Şuayb’ın kavmi (22/Hac 45; 29/Ankebût, 31).
Kur’ân’a göre hevasına uyan diğer bir insan unsuru, zalimler/mütecavizlerdir. Zalimler, hak, hukuk tanımadıkları, adalete karşı oldukları, hiçbir bilgiye dayanmadan kendi nefislerinin istediklerini hayatın merkezi hâline getirip gerçekleştirmek istedikleri için peygamberlerin davetine uymayıp, hevalarına uyarak sapan kişiler, kavimlerdir. Onlar zanna uyarlar, zan ve tahminle yalan söylerler, Allah’ın yolundan saptırmak için uğraşırlar, helal ve haram sınırı tanımazlar, haramı helal gören günahkârlardırlar (6/ En’âm, 116-118, 120), cahillerdir (30/Rûm, 30). Hz. Peygamber’in memleketinden hicret etmesini sağlayanlar, amelleri kendilerine süslü, çekici gösterilmiş kimseler (47/Muhammed, 13, 14) olup hevalarına uymuş olanlardır: “Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi hevalarına uymaktadırlar. Oysa Allah'tan bir kılavuz (doğru yolu gösterici) olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık kimdir? Hiç şüphe yok Allah, zulmetmekte olan bir kavime hidayet vermez.” (28/Kasas, 50). “Hayır, zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevalarına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur.” (30/Rûm, 29). “Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla (kimilerini) saptırıyorlar/sapıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.” (6/En’âm, 119). “Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine 'süslü ve çekici gösterilmiş' ve kendi hevalarına uyan kimseler gibi midir?” (47/Muhammed, 14). “İşte onlar; Allah, onların kalplerini damgalamıştır ve onlar kendi hevalarına uymuşlardır.” (47/Muhammed, 16).
Hevasına Uyanlar: Fasıklar
Fısk ve fasık, f-s-k (feseka) kökünden türemiştir. Fıskın Arapça sözlük anlamı, “bir şeyden çıkmaktır.” Kazandığı ıstılahi anlam ise, “yoldan çıkmak”, “doğru yoldan sapmak”, “isyan etmek”, “Allah’ın emir ve yasaklarına uymamak”, “iyilik ve güzellikten çıkmak”, “günah ve suç işlemek”, “günaha batmak”, “kötülüğe iyice batmak”tır.[14] Fısk ile ilgili ayetler analiz edildiğinde fıskın ıstılahı anlamında insanı dinden çıkarıp küfre götüren ve insanı dinden çıkarmayan olmak üzere iki eksen bulunduğu görülecektir.
- İnsanı dinden çıkarıp küfre götüren fısk alanları: Allah ve peygamberlik ile ilgili fısk alanları olup şu şekilde sınıflandırılabilir: Allah’a inançsızlık/küfür (9/Tevbe, 80, 84; 10/Yûnus, 33; 57/Hadîd, 26, 27; 2/Bakara, 98-99; 24/Nûr, 55-56; 32/Secde, 18-20; 3/Âl-i İmrân, 110; 49/Hucurât, 7, 8), Allah’ı unutma (9/Tevbe, 67; 59/Haşr, 19), Allah’ın ayetlerini yalanlama (6/En’âm, 49), Allah’ı, peygamberi ve Allah yolunda cihadı ikinci dereceye koyma (9/Tevbe, 24), şirk (9/Tevbe, 7, 8), nifak/inançta ikiyüzlülük (9/Tevbe, 53, 54, 67, 80, 96; 59/Haşr, 16, 17; 63/Münâfikûn, 1-6), ayetleri yalanlama (6/En’âm, 49), Allah’ın indirdikleri ile hükmetmemek (5/Mâide, 47, 49), şeytanın Allah’ın emrinden çıkışı (18/Kehf, 50).
- Dinden çıkarmayan fısk: Bunun kapsam alanı daha geniş olup müminlerin Allah’ın ve peygamberin emir ve yasaklarına uymamaları, itaatsizlik etmeleri, Allah’ın iradesine ters davranışta bulunmaları ile ilgili durumlardır. Zulmetmek (2/Bakara 58, 59; 7/A’râf, 165), fesat çıkarmak (2/Bakara, 26, 27), Allah adı anılmadan kesilen ve ölmüş hayvan etini yemek (6/En’âm, 121, 145; 5/Mâide, 3), insanlara kötü lakap takmak (49/Hucurât, 11), yalan söylemek, yalan haber yapmak/yaymak, yalancı şahitlik yapmak (24/Nûr 4, 5; 49/Hucurât, 6), ahde vefasızlık (5/Mâide, 106-108; 7/A’râf, 101, 102; 9/Tevbe, 8-11), kötü/çirkin söz söylemek/sebb (2/Bakara, 197; 49/Hucurât, 11), çirkin işler yapmak (21/Enbiyâ, 74), serveti ile şımarmak (teref), azgınlık yapmak, suç işlemek (17/İsrâ, 16), kibir sahibi olmak, kibirlenmek (46/Ahkaf, 20), kumar oynamak (5/Mâide, 3), Allah’ı unutmak (59/Haşr, 9), borçlanma işleminde kâtibe ve şahide zarar vermek (2/Bakara, 282), günah işlemek (2/Bakara, 282), isyan etmek (6/En’âm, 21), itaatsizlik (7/A’râf, 163), eşcinsellik (21/Enbiyâ, 74; 29/Ankebût, 33-34).
Kur’ân’da Yahudilerin savaştan kaçması (5/Mâide, 24-26), cumartesi yasağını çiğnemesi (7/A’râf, 163-165) ve müminlerden hoşnut olmamaları (5/Mâide, 59) fısk olarak ifade edilmektedir. Bu konuda diğer önemli bir anahtar kavram ise fasıktır. Bunun ıstılahi anlamı, “inkâr eden” ve “iman ettiği hâlde Allah ve peygambere itaat etmeyen”, “dini görevlerini terk eden ve günah işleyen”; “fısk olan tutum ve davranışları gerçekleştiren” insandır.[15] Tanımdan görülebileceği gibi fasık kelimesinin ıstılahi anlamında iki ana boyut mevcuttur: 1- İnkâr edenler/iman etmeyenler, 2- İman ettiği hâlde Kur’ân ve sünnetin gerektirdiğini yapmayanlar. Bu durumda her kâfir, fasıktır fakat her fasık, kâfir olmayabilir. Bu olgunun unutulmaması gerekmektedir.
Kur’ân’da eylem ve düşüncelerine göre fasık diye nitelenen değişik insan unsurları mevcuttur. Bu sınıflandırma icra edilen fısk eyleminin muhtevasına, anlam alanına bağlı olarak yapılabilmektedir. Bunun için fısk kavramının etkileşimde bulunduğu kavramsal düzlemi göz önüne almak gerekmektedir: 1. Fısk-küfür ilişkisi, 2. Fısk-dalâlet/hidayet ilişkisi, 3. Fısk-şirk ilişkisi, 4. Fısk-hıyanet/ahde vefasızlık ilişkisi, 5. Fısk-istikbar ilişkisi. Fıskın bu ilişki ağından görülebileceği gibi fasıklar kümesi çok geniş bir insan unsuru içeren bir küme olarak karşımıza çıkmaktadır.
İman-Küfür Düzleminde Fısk ve Fasıklar
Fasıklar evrensel kümesini iman-küfür düzleminde analiz ettiğimizde farklı alt kümelerin bulunduğunu görebilmekteyiz:
- İblis/şeytan, fısk eylemlerinin kaynağı ve tüm fasıkların lideridir. (18/Kehf, 50).
- İnsanların pek çoğu fasıktır. (5/Mâide, 49).
- Kitap ehlinin büyük çoğunluğu fasıktır (3/Âl-i İmrân, 110; 5/Mâide, 59, 81; 57/Hadîd, 16, 27). Yahudiler (2/Bakara, 59; 7/A’râf, 102, 163; 5/Mâide, 49, 59, 80, 81). Hıristiyanlar (3/Âl-i İmrân, 110; 57/Hadîd, 16, 27).
- İmandan sonra küfre sapanlar fasıktır. (24/Nûr, 55).
- İman edenler için küfür, fısk ve isyan çirkin bir yaklaşımdır. (49/Hucurât, 7).
- Allah, iman edenleri öteki dünyada cennete koyarak ödüllendirirken, fasık olanları mücrim de oldukları için cehenneme yerleştirerek cezalandıracaktır. (32/Secde, 18-22).
- Münafıklar, Allah’ın kendilerinden razı olmadığı, Allah’ı unutan, kötülüğü emredip iyilikten alıkoyan, Allah’ın lanetlediği fasıklar gürûhudur. (63/Münâfikûn, 1-6; 9/Tevbe, 62-68, 96).
- İman edenlerden olup da “imana karşı küfrü sevip-tercih eden babaları ve kardeşlerini veliler edinenler” İman edenlerden “babalarını”, “çocuklarını”, “kardeşlerini”, “eşlerini”, “aşiretini”, “kazandığı malları”, “az kâr getireceğinden korktuğu ticareti” ve “hoşuna giden evleri”, “Allah'tan, onun resûlünden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli” görenler, fasıktır. (9/ Tevbe, 23, 24).
- Kur’ân’a göre alışveriş yapıldığında, mutlaka şahit tutulması ve alışveriş şartlarının yazılması gerekmektedir. “Yazana” da “şahide” de zarar verilmemesi Allah’ın bir hükmüdür. Yazana ve şahide zarar verilmesi hem zulüm hem de fısktır. Bunu yapan hem zalim hem de fasıktır. (2/Bakara, 282). Bu bağlamda ölümle ilgili vasiyeti yazana ve şahitlik edene zarar verilmemesi gerekmektedir. Şahitlerin de şahitliklerini adil bir şekilde yapmaları zorunludur. Şahitliklerinde adil olmayanlar, hakkı gizleyenler hem zalim hem de fasıktır. “Allah fasıklar topluluğuna hidayet vermez.” (5/Mâide, 106-108).
- Müşriklerin çoğunluğu, fasıklardır. (9/Tevbe, 8).
- Kâfir olanlar, zalim, fasid ve fasıktırlar. (2/Bakara, 26, 27, 98-100; 3/Âl-i İmrân, 82; 7/A’râf, 102; 38/Sâd, 20; 32/Secde, 18).
- Fıska sapanlar gerçekten iman etmezler. (10/Yûnus, 33).
- Tümüyle hak dinden çıkmış olan fasıklar, imansız, inatçı, aşırı olan müşrik ve kâfirlerdir. (10/Yûnus, 33-37; 46/Ahkaf, 20, 34, 35).
- Allah’ı unutanlar fasıktır. (59/Haşr, 19).
- Allah’ın ayetlerini inkâr edenler, yalanlayanlar fasıktır. (2/Bakara, 99; 6/En’âm, 49).
- Allah’ın indirdiği ahkâmla hükmetmeyenler fasıktır. (5/Mâide, 47).
- İffetli kadınlara suç isnat edenler fasıktır. (24/Nûr, 4).
- Yalan haber yayanlar fasıktır. (49/Hucurât, 6).
- Firavun ve ona tabi olanların, Hz. Musa’ya gelen ayetlerle alay etmeleri, büyücü olarak niteleyip kendileri için Allah’a dua etmelerini isteyerek alay etmeleri, Hz. Musa’ya verdikleri sözü tutmamaları, Firavun’a tâbi olmaları, onun mülkün sahibinin kendisi olduğunu söylemesi ve hem Hz. Musa’yı hem de kendi kavmini küçümsemesi sebebiyle fasık olmuşlardır. (27/Neml 12; 28/Kasas, 32; 43/Zuhruf, 54-56).
- Nuh ve İbrahim soyundan gelenlerin pek çoğu fasıktır. (51/Zâriyât, 46; 57/Hadîd, 26).
- Lut kavmi fasıktır. (21/Enbiyâ, 74, 75; 29/Ankebût, 33-35).
- Genelde eski medeniyet merkezleri mensuplarının pek çoğu fasıktır. (7/A’râf, 101, 102).
Küfrün nihayetinin fısk olduğunu belirten ayeti göz önüne alan Beydavi, “Fasık, kâfirin çok inatçı bir türü”dür der.[16]
Hidayet-Dalâlet Düzleminde Fısk ve Fasıklar
Hidayet-dalâlet düzleminde fısk olan fiilleri ve bunu icra eden fasıkları, farklı alt kümeler olarak sınıflandırabiliriz:
- Allah verdiği örneklerle dalâlet içerisinde olan fasıkları saptırır. (2/Bakara, 26).
- Allah fasıkları hidayete eriştirmez. (5/Mâide, 108; 9/Tevbe, 24, 80; 63/Münâfikûn, 6; 61/Saf, 5).
- Allah fasıklardan razı olmaz. (9/Tevbe, 96).
- İman edenlerden olup da “babalarını”, “çocuklarını”, “kardeşlerini”, “eşlerini”, “aşiretini”, “kazandığı malları”, “az kâr getireceğinden korktuğu ticareti” ve “hoşuna giden evleri”, “Allah'tan, onun resûlünden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli” görenler fasık olup Allah bu fasıklar topluluğuna hidayet vermemektedir. (9/Tevbe, 24).
- Kâfirler ve münafıklar (9/Tevbe, 73), Allah’a ve resûlüne (karşı) nankörlük ettikleri için Allah’ın hidayet vermediği fasıklar topluluğudur. (9/Tevbe, 80).
- Münafıklar, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmedikleri hâlde yalan söyleyerek kabul ettiklerini söylemeleri, “yeminlerini bir kalkan edinip de Allah yolundan yan çizmeleri”, “önce iman etmeleri sonra küfretmeleri” dolayısıyla “kalplerinin üzerine damga vurulduğundan”, “her çağrıyı aleyhlerine sanmalarından”, “düşman olmalarından”, “davete karşı başlarını çevirmelerinden”, “büyüklük taslayıp yüz çevirmelerinden” dolayı onlar vefasız fasıklardır. Bu nedenle “Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmez” ve “hidayet de vermez.” (63/Münâfikûn, 1-6).
- Allah, Hz. Musa’nın kavminin Hz. Musa’ya eziyet etmesi, “kalplerinin eğrilip-sapmış olmaları nedeniyle fasık bir topluluk olduklarından Allah, fasık olan bu kavmi hidayete erdirmemiştir. (61/Saf, 5).
- Nuh'un ve İbrahim'in kavimleri içinde “hidayeti kabul edenler vardı.” Fakat onlardan birçoğu fasık olanlardı. (57/Hadîd, 26).
Görülebileceği gibi fasık kavramının evrensel kümesinde çok farklı insan unsurları alt küme olarak yer almaktadır. Bununla beraber Kur’ân’da “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen üç insan unsurunun” mevcut olduğu bildirilmektedir: Kâfirler (5/Mâide, 44), zalimler (5/Mâide, 45), fasıklar (5/Mâide, 47).
Mâide Suresi 48, 49’da Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen bu üç insan unsurunun hevalarına uydukları, cahiliye hükmünü aradıkları (5/Mâide, 50) belirtilmektedir. Bu nedenle Hz. Peygamber’den “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmesi” ve bu üç insan unsurunun “hevalarına uymaması” istenmektedir: “Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahit-gözetleyici' olarak Kur’ân'ı indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların hevalarına uyma.” (5/Mâide, 48). “Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır.” (5/Mâide, 49).
Fasıkların Akıbeti
Kur’ân’da fısk ve fasık kavramlarına bu denli ayrıntılı yer verilmesi hem fertlere hem de toplumlara yapılan özel bir uyarı şeklinde anlaşılmalıdır. Uyarılar, bu davranışı yapan insan unsurlarının başına geçmişte gelenlerle, gelecekte gelebilecek olanlarla ilgilidir. Bunları şöyle gruplandırabiliriz:
- Fasıklar için dünyevi azap vardır. (5/Mâide, 25; 2/Bakara, 59; 29/Ankebût, 33-35; 6/En’âm, 49; 7/ A’râf, 165; 59/Haşr, 3-5).
- Fasıklar nihayetinde helak edileceklerdir. (46/Ahkaf, 35; 17/İsra, 16; 5/Mâide, 20-26; 43/Zuhruf, 54-56; 2/Bakara, 27),
- Fasıklar için uhrevi azap var ve cehennemde kalacaklardır. (32/Secde, 18-30; 46/Ahkaf, 20).
Hevasına Uyanlar: Mücrimler/Suçlu Günahkârlar
Hevasına uyan bir başka insan unsuru, mücrimlerdir. Mücrim kelimesi, cürümden türemiş bir isimdir. Mücrimin Türkçe sözlük anlamı, “1- Cürüm yapmış olan, kabahatli, cürümlü. 2- Suçlu” olarak verilmektedir. Tanımda geçen cürüm ise, “1- Suç, ceza icap ettiren suç, 2- Hukukta ağır suç” şeklinde tanımlanmaktadır.[17] Arapçada cürm kelimesinin asıl anlamı, “ağaçtan meyveyi olgunlaşmadan önce kesmek, koparmak”tır. Cürümden türeyen mücrim ise, “suç, cinayet, yalan vb. her türlü çirkin zulüm ve günah olan söz, fiil ve davranışları işleyen kimse” demektir.[18]
Kur’ân’da 55 defa geçmekte olup değişik fiilleri icra eden insanlar için kullanılmıştır: Suç, günah, zulüm ve şer fiilleri sevk edenler (5/Mâide, 2, 8; 11/Hûd, 89), suç işleyenler (34/Sebe’, 25), ayetlere inanmayanlar (6/En’âm, 124), peygamberleri yalanlayanlar (6/En’âm, 147), hakkı yalanlayanlar (77/Mürselât, 45), ahireti yalanlayanlar (7/A’râf, 40, 44, 45), cehennemi yalanlayanlar (55/Rahmân, 43), ayetlere karşı büyüklenenler (7/A’râf, 40; 10/Yûnus, 75), imana karşı büyüklenenler (45/Câsiye, 31), peygamberle alay edenler (15/Hicr, 11, 12), peygamberlere düşmanlık edenler (25/Furkân, 31), Allah’tan yüz çevirenler (11/Hûd, 52), Kur’ân’dan yüz çevirenler (32/Secde, 22), müminlerle alay edenler (83/Mutaffifîn, 29, 30), kâfirler (8/Enfâl, 7, 8), müşrikler (6/En’âm, 55), münafıklar (9/Tevbe, 66), zalimler (7/A’râf, 40, 41), firavun ve taifesi (10/Yûnus, 75, 82), helak edilen toplumlar (10/Yûnus, 13; 11/Hûd, 116).
Bu insan unsurunun ahiretteki cezaları; yüzükoyun ateşe atılmak (54/Kamer, 47, 48), cehennemde kalmak (20/Tâ-Hâ, 74), şiddetli bir azap içinde olmak (6/En’âm, 12) ve yüzlerinin kapkara olması (20/Tâ-Hâ, 102) şeklinde bildirilmektedir.
Yukarıdaki insanlardan görülebileceği gibi, mücrim evrensel kümesinde, alt küme olarak yer alan çok farklı insan unsuru bulunmaktadır. Kur’ân tarafından belirlenen düşünce, tutum ve tavırları ortaya koyan ve mücrim diye isimlendirilen bu insan unsuru hevalarına uymaktadırlar. Bu konuda Hz. Peygamber uyarılmış ve mücrimlere tavır koyması istenmiştir: “Mücrimlerin/suçlu-günahkârların yolu apaçık ortaya çıksın diye, ayetlerimizi işte böyle birer birer açıklamaktayız.” (6/En’âm, 55). “De ki: ‘Ben sizin hevalarınıza uymam; yoksa bu durumda ben şaşırıp sapmış ve doğru yolu bulmamışlardan olurum.’” (6/En’âm, 56).
Sonuç
İbn Haldun’a göre mağlup toplumlar, galip gelen toplumları hem davranış hem de düşünce olarak taklit ederler: “Nefs ve kalp, daima kavimlerine galebe çalmış ve kendi kavmine boyun eğdirmiş olanların olgunluk ve üstünlüklerine inanır. Yenilen kimse buna inandıktan sonra, bütün iş ve hareketlerinde kendisini yeneni örnek edinir ve ona benzemeye çalışır. Yahut kendisine üstün gelen kimsenin galebesinin, âdet, mezhep ve mesleğinden ileri geldiği vehmine kapılır, bunu galebenin sebepleri ile karıştırır. İşte bu yanılgılardan dolayı yenilgiye uğrayan kimse giyim ve kuşam, hayvana binmek, silahlanmak ve bütün diğer hâl ve işlerinde kendisini yeneni örnek edinir... O kavmin hâli ve âdeti bu yolla onlara sirayet eder.”[19]
Osmanlı’nın son yüzyıllık döneminde başlayıp Türkiye Cumhuriyeti ile zirveye ulaşan Batılılaşma hareketi, İslâm kültür ve medeniyetinin birçok değerini yok edecek uygulamalar yapmış ve de yapmaya devam etmektedir. Bugün hâkim olan sosyokültürel, sosyoekonomik yapı, kültür ve medeniyet değerleri genelde insanları olumsuz etkilemektedir. Var olan kültür-medeniyet değerlerinin mahiyetine, Allah’a, peygambere, ahirete ve kitaba iman düzleminden bakmadan, onu içselleştirmeye, benimsemeye, yaşamaya çalışmak ve onu savunma eğilimi içine girmek içine düşülen en büyük yanılgılardan biridir.
Günümüzde İslâm dünyasında yaşanan sosyokültürel, sosyoekonomik değişim, İbn Haldun’un yukarıda ifade ettiği aşağılık psikolojisinin bir ürünü olup hevasına uyanların ve hevasını ilah edinenlerin eseridir. O sebeple; “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. Onlar ister zengin olsun ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (4/Nisâ, 135).
[1]Bu konu geçen yazıda ana ilkeler çerçevesinde ele alınıp değerlendirilmiştir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için geçen yazının tekrar okunmasında fayda vardır.
[2] Tirmizî, Tefsir, En'âm, (3071); Ebu Dâvud, Edâhî, 13, (2817, 2818, 2819); Nesâî, Edâhî 40, (7, 237).
[3] Fikret Karaman vd., Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 138-139.
[4] Fikret Karaman vd., age., s. 621
[5] Yaşar Nûri Öztürk, Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991, s. 591-596.
[6] Râğıb el-İsfahânî, Müfredât Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2016.
[7] Fikret Karaman vd., age., s. 506.
[8] Fikret Karaman vd., age., s. 506.
[9] Fikret Karaman vd., age., s. 506.
[10] Fikret Karaman vd., age., s. 719.
[11] Fikret Karaman vd., age., s. 719.
[12] Fikret Karaman vd., age., s. 704-719.
[13] Fikret Karaman vd., age., s. 705.
[14] Fikret Karaman vd., age., s. 185-186. Vecdi Akyüz, Kur’ân’da Siyası Kavramlar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 367-397.
[15] Fikret Karaman vd. age., s. 172. Vecdi Akyüz, age., s. 367-397.
[16] Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Dinî ve Ahlaki Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991, s. 211-212.
[17]D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.
[18] Fikret Karaman vd. age., s. 671-672.
[19] İbn Haldun Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, MEB Yayınları, Ankara, 1998, cilt:1, s. 374.