1 Mart 2025 Cumartesi

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-4: ÜMMET KAVRAMININ DEĞER BOYUTLU ANALİZİ

 Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Mart 2025-367. Sayı

 

      “Biz sizi, insanlara şahit ve örnek olmanız için mutedil, adil ve seçkin bir ümmet kıldık.” (Bakara 2/143)

Şer İttifakı’nın insanlığı Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyerek; “tek dünya devleti, tek dünya hükûmeti, tek hukuk ve tek para sistemi” kurma stratejisini bozabilecek tek güç, iki milyara yakın Müslümanın, ümmet kimliği etrafında birleşip bütünleşmesidir. Bunun için uzun vadeli bir strateji belirleyip bir yol haritası ortaya koymak zorunluluğu vardır. Okuduğunuz yazı serisinde yol haritasının kilometre taşlarına değinilecek, ümmetin yekvücut hareket edebilmesi için bir strateji ortaya konmaya çalışılacaktır.

Geçen yazıda öngörülen yol haritası ve stratejinin altyapısını oluşturma bağlamında ümmet kavramının semantik alanı değişik boyutlarıyla ele alınmıştır. Ümmetin sahip olduğu evrensel küme kavramı ile ilgili kavramsal boyutlu bir analiz yapılmış; ümmet kavramının semantik alanında yer alan -değer eksenli kısım hariç- kavramlar değişik boyutları ile analiz edilmiştir.  Bu kadar farklı bir kavram kümesinin Kur’ân’da bu denli yer almasının sebebi hikmeti nedir? Allah, bu kavramsal uzay üzerinden kıyamete kadar vuku bulacak durumlarla ilgili bize özel birer mesaj vermekte ve yol göstermektedir. Geçmiş nesillerin başına gelenler, geçmişte kalan tekrarlanmayacak basit birer kıssa şeklinde görülmemelidir. Ayrıca kıssalar, İblis’in yolundan gidenlerin kıyamete kadar uygulayacakları strateji ve taktiklerin bir göstergesi, bir ifşası kabul edilmelidir. Vuku bulan/bulacak/bulabilecek olan olayları, klasik/Aristo mantığının “0-1” düzleminde (ya “0” ya “1”) düzleminde değil; fuzzy lojiğin/saçaklı mantığın, “0” ile “1” arasındaki sonsuz değer düzleminde değerlendirmek gerekmektedir. Bu yazıda, “ümmet” kavramının değer merkezli olarak kazandığı boyut üzerinde durulacaktır.[1]

Ümmet Kavramında Genetik ve Değer Boyutları

Ümmetin gerek sözlük ve gerekse ıstılahi anlamına kümeler teorisi (fuzzy/saçaklı küme) açısından baktığımızda, kavramın evrensel uzayında farklı özellikleri merkeze alan, farklı insan topluluklarının bulunduğunu görmekteyiz. Bu bağlamda iki ana boyutun varlığını göz önüne almak gerekmektedir: 1. Genetik merkezli oluşumlar, 2. Değer merkezli oluşumlar. Önceki yazıda genetik merkezli oluşumlar incelenmişti. Burada ise değer merkezli oluşumlar göz önüne alınarak ümmet kavramının evrensel kümesi üzerinde durulacaktır. Önceki yazıda ele alınan genetik merkezli oluşumlar, kümeler teorisi bağlamında belli boyutları ile yeniden değerlendirilecektir.

Genetik Düzlemde Ümmet Kavramı ve Kümeler Teorisi

Ümmet kelimesinin anlam alanını ve etkileşim ağını daha iyi anlayabilmek için, matematikteki küme teorisini göz önüne almakta fayda vardır. Kümeler teorisinde, aralarında ortak bir özellik veya özellikler olan elemanlar topluluğuna küme denmektedir. Burada önem taşıyan, dikkate alınarak gruplandırılan elemanların tümünün en az bir ortak özelliğinin bulunmasıdır. Bir küme olarak gruplandırılan elemanların bütün özelliklerinin aynı olması gerekmemektedir. Bir kümede bulunan elemanlar (ana kümenin elemanları), kendi aralarında daha başka özellikler göz önüne alınarak daha alt gruplara ayrılabilir. Bu şekilde meydana gelen kümelere ana kümenin alt kümesi denmektedir.

İlgilenilen elemanların tümünü içeren kümeye evrensel küme/ana küme adı verilmektedir. Evrensel küme/ana küme elemanlarında belli özellikler göz önüne alınarak yapılan kümelendirmeye alt küme denmektedir. Evrensel kümede hiçbir ortak özelliği bulunmayan elemanlar topluluğu boş küme şeklinde isimlendirilmektedir. Kümelerle ilgili üç ana işlem söz konusudur: 1. Kümelerin birleşimi, 2. Kümelerin kesişimi, 3. Kümelerin tümleyeni (Şekil 1).

Farklı özellikler göz önüne alınarak oluşturulan kümelerin birleşimi, her iki kümedeki elemanların tümünün bir araya getirilmesi ile oluşan yeni kümedir. Kümelerin kesişimi ise her iki kümedeki ortak elemanlar topluluğudur. Bir kümenin tümleyeni, kümedeki elemanların dışındaki evrensel kümedeki tüm elemanlar topluluğudur.

                 Şekil 1: Kümeler teorisinde kümelerin gösterimi ve birleşme-kesişme özelliği

Ümmet kavramı da belli bir özellik etrafında canlı varlıkların gruplandırılması olan bir küme şeklinde tanımlanabilir. Tüm canlılar, canlı olma ortak özelliğine göre bir küme, canlılar kümesi/canlılar topluluğu/canlılar ümmeti olarak değerlendirebilir. Ana küme konumundaki canlılar ümmeti tüm canlıları ihtiva ettiğinden evrensel kümedir. Canlı olma özelliğine sahip bu elemanlar topluluğu/evrensel küme/canlılar ümmeti kendi içinde daha farklı özelliklere göre yeniden gruplandırılarak canlılar kümesinin değişik alt kümeleri elde edilebilir. Kümeler teorisindeki alt kümeler için geçerli birleşme, kesişme ve tümleme özellikleri, ümmet evrensel kümesindeki alt kümeler için de geçerlidir. Alt kümelerde ortak bazı özellikler varsa bu alt kümelerde ara kesitler oluşmaktadır. Bu ara kesitler, kesişim kümelerinin oluşmasına imkân vermektedir.

Canlı olma özelliğine sahip varlıkları evrensel küme/ümmet diye isimlendirdiğimizde, bu evrensel kümede/ümmette canlı özelliğini taşıyan, fakat başka özelliğe sahip elemanları da alt küme/alt ümmet şeklinde gruplandırabiliriz. Canlılar ümmeti/kümesinin bir alt kümesi, hayvanlar kümesi olup Kur’ân’da hayvanlar ümmeti diye nitelendirilmiştir. Bu noktada hayvanlar kümesini/ümmetini evrensel küme şeklinde ele aldığımızda, Kur’ân’da hayvanlar kümesindeki “yerde yürüyebilenler” ile “gökte uçabilenler”, yerde yürüyebilme, gökte uçabilme özelliklerine göre bir alt gruplandırmaya tabi tutulmuş ve her biri hayvanlar ümmetinin birer alt kümesi olan ümmetler şeklinde nitelendirilmişlerdir:

“Yerde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” (En’âm 6/38) Hz. Peygamber (s.) tarafından karıncaların da “ümmetlerden biri” olarak zikredilmesi karıncaların hayvanlar kümesinin bir alt kümesi/bir alt ümmeti oldukları anlamına gelmektedir (Şekil 2):

“Karınca, ümmetlerden biridir.”[2]

Şekil 2: Canlılar dünyasında farklı kümeler/ümmetler ve arakesitleri

Küme elemanlarının canlı hele insan olması durumunda klasik küme teorisi isteneni tam anlamıyla temsil edememektedir. O sebeple saçaklı mantık teorisini kullanmak daha anlamlıdır. Kur’ân-ı Kerim’de bizzat ümmet ile ilgili ayetleri ve ümmet semantik alanında yer alan/etkileşimde bulunan ayetleri kümeler teorisi açısından değerlendirmekte fayda vardır. İnsanlığın başlangıcında Hz. Âdem ve eşi iki kişilik bir aile iken daha sonra çocukları ve torunları olmuştur. İki kişilik aile önce geniş aileye, daha sonra da geniş bir akraba topluluğuna dönüşmüştür. Hz. Âdem’in çocukları çoğalıp değişik coğrafyalara yayılmışlardır. Renk, dil, genetik farklılaşma, çoğalma ve yayılma ile ayrı soy, oymak, kabile, kavim, millet ve ümmet gibi değişik gruplar meydana gelmiştir. Yapı, basitten karmaşığa doğru giderken ortak payda olan özellikler azalmakta, farklılıklar ve çeşitlilikler artmaktadır. Dil, renk, soy, etnisite, tarih, coğrafya, din, örf-âdet, değerler, vatandaşlık ve kader birliği, kimlik belirleyici parametreler olarak tezahür etmiştir.

Farklı renk, dil ve genetiğin nasıl meydana çıktığını ya da ilk renk, dil ve genetik farklılaşmanın nasıl olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Aynı ana babanın çocuklarının bu denli farklılaşmalarının sebebi, bugünkü ilmî araştırmalarla (antropoloji, etnoloji, sosyoloji…) tatminkâr bir şekilde izah edilebilmiş değildir. Bu konuda söylenen her şey, öngörü, tahmin ve zandan öteye geçmemektedir. Ancak Kur’ân-ı Kerim, renk ve dil farklılaşmasının, üzerinde düşünülmesi gereken Allah’ın ayetlerinden olduğunu bize haber vermektedir (Rûm Suresi 30/22). Renk ve dil farklılaşmasının büyüklüğü ve esrarının önemini daha iyi anlayabilmek için okuyucunun Rûm Suresi 19-26. ayetlerini birlikte değerlendirmesinde fayda vardır. Burada sadece Rûm Suresi 22. ayete yer verilecektir: “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı (farklı ve değişik) olması O’nun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok ki bunda, ilim sahibi olanlar için gerçekten ayetler vardır.”

Rûm Suresi 19-26’da Allah’ın ayetleri sayılan konular; kendi nefislerinizden eşler yaratma ve arada bir sevgi ve merhamet kılma, göklerin ve yerin yaratılması, dillerin ve renklerin ayrı ayrı (farklı ve değişik) olması, gece ve gündüzün uyuma, geçimi temin için rızık arama, korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği gösterme, gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltme, göğün ve yerin O’nun emriyle durmasıdır.

Bunlardan göklerin ve yerin yaratılması ile dillerin ve renklerin ayrı ayrı (farklı ve değişik) olması âlimler için ayet olurken; diğerleri ise düşünebilmekte olan bir kavim, aklını kullanabilecek bir kavim, işitebilen bir kavim için ayetler olmaktadır. Bu konumlandırma, renklerin ve dillerin farklı olmasındaki hikmet ve esrarın büyüklüğünü ortaya koymaktadır.

Hz. Âdem’in çocuklarının çoğalması ve dünyaya yayılmaları ile birlikte âl, ehl, benûn/benîn, aşiret/soy/oymak, kabile ve şa’b, kavim, millet, ümmet gibi farklı insan topluluklarının meydana gelmiş olduğu tarihî bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır.[3]

Aynı anne babanın çocuklarının farklı renk ve dile sahip olması nasıl Allah’ın yaradılış kanununun bir sonucu ise, Âdem’in çocuklarının çoğalmaları ile farklı soy, oymak, kabile ve şa’ba ayrılması da sünnetullahın bir sonucudur. Hucurât Suresi’nin 13. ayetinde bunu görebilmekteyiz: “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi şaab şaab (halklar/kavimler/milletler) ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileri olanınızdır.” Şaabdan ümmete varan insan topluluklarının oluşumunu, kümeler teorisi bağlamında ortak payda belirlemektedir (Şekil 3).

                     Şekil 3: Kavim, millet/ulus ve ümmet kimliklerinin kümelerle gösterimi

Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kelimesi tekil olarak 51, çoğul olarak 13 olmak üzere toplam 64 yerde geçmektedir. Önceki yazımızda Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kavramının geçtiği ayetlerde bazı özellikler merkeze alınarak bir sınıflandırma yapılmıştı. Sınıflandırmada, ilgili ayetlerde (2/213; 10/19; 21/92; 23/52; 6/38) ümmet kavramı, insan topluluğu anlamında yer almakta ve başlangıçta “insanların tek bir ümmet olduğu” ifade edilmektedir. Aşağıda bu konu üzerinde durulmaktadır.

İnsanlar Tek Bir Ümmetti

Allah Hz. Âdem ile eşini yaratmış ve onları cennete yerleştirmiştir. Allah, Hz. Âdem ile eşine cennette yaşayabilmeleri için “yasak ağaçtan yememe” kapsamında bir hukuk tayin etmiş, şartları, tehlikeleri ve İblis’in düşmanları olduğunu kendilerine açık bir şekilde belirtmiştir. Hz. Âdem’le eşi, Allah’ın kendilerine yaptığı uyarıları unutmuşlar, İblis’in kendilerine yaptığı olağanüstü vaatleri gerçek kabul edip yasak ağaçtan yiyerek cennette kendilerine tayin edilen hukuku ihlal etmişlerdir. Bunun üzerine Allah kendilerine daha önce bildirdiği cezanın gereği olarak cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderileceklerini söylemiştir. Hz. Âdem ile eşi yaptıkları hatayı kabul ederek Allah’tan af dilemişler ve Allah da onların günahlarını affetmiş, kendilerine yeryüzünde yaşayabilmeleri için gerekli bilgileri vermiş ve nesillerine peygamberler/hidayetçiler/nebiler göndereceğini belirtmiştir (2/30-39; 7/11-35; 15/26-48; 17/61-65; 18/50; 20/115-127; 23/12; 32/7; 35/11; 37/11; 38/71-85; 40/67; 53/32; 55/14-15; 71/19).

Hz. Âdem ile eşinin yeryüzüne indirilmesi ile yeryüzünde başlayan insan yaşamı, yeni bir neslin, insan topluluğunun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu ilk nesil insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş tek bir ümmettiler: “İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi.” (2/213; 10/19; 21/92; 23/52). “İnsanlar, tek bir ümmetten başka değillerdi; sonra anlaşmazlığa düştüler. Eğer Rabbinden geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu.” (10/19). “Gerçek şu ki, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz.” (21/92). “İşte sizin ümmetiniz bir tek olan ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim, öyleyse benden korkup-sakının.” (23/52)

Tek Ümmetin Bölünmesi

Allah, Hz. Âdem ile eşine cennette yaşamaları ile ilgili nasıl bir hukuk tayin etmiş ise benzer şekilde dünyadaki yaşamaları ile ilgili de aynısını yapmıştır. Allah’ın vazettiği hukuka bağlı olarak öte dünyada bir yargılama yapılacak, yargılamanın sonucuna göre insan ya cennete ya da cehenneme gönderilecektir. O sebeple Allah yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış, yol boyu değişik zaman ve mekânlarda insanlığa doğru yolu gösterecek peygamberler/nebiler/hidayetçiler göndermiştir:

“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu.” (26/36; 10/47; 23/44; 35/24-25; 13/30; 16/63)

İlgili ayetlerde her ümmete, yol gösterici, aydınlatıcı birer peygamber gönderildiğini, onun ümmetini uyarıp kokuttuğunu (35/24), onlara helal ve haramı bildirdiğini, aralarında adalet ile hükmettiğini (10/47) görmekteyiz. Bu peygamberler, tarih boyu birbirini destekleyecek şekilde görevlerini ifa etmişlerdir (23/44; 16/63). İblis’i rehber edinip peygamberlerin davetine karşı çıkanlar, tepki koyanlar, düşmanlık gösterenler yeryüzündeki ilk yaşamdan itibaren tek olan ümmetin bölünmesine sebep olmuşlardır.

Dikkat çekici ilk bölünme, Hz. Âdem’in ailesinde olmuş; oğullarından biri kıskançlık/değer farklılaşması yüzünden kendi öz kardeşini öldürmesi ile ortaya çıkmıştır: “Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen demişti ki: ‘Seni mutlaka öldüreceğim.’ (Öbürü de:) ‘Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabul eder.’” (5/27)

“Eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım.” (5/28) “Şüphesiz, senin kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası budur.” (5/29) “Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu.” (5/30) “Derken, Allah, ona, yeri eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. ‘Bana yazıklar olsun!’ dedi. ‘Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?’ Artık o, pişmanlık duyanlardan olmuştu.” (5/31)

Hz. Âdem’in iki oğlu aynı kan bağına, aynı aileye sahip olmalarına rağmen bu, birliklerini korumaya yeterli olmamıştır. Değer bağı, kan bağına baskın gelmiştir. Allah’ın vazettiği değerlere ve yaşam sistemine olan bağlılıkla, şeytanın vesvesesi, tahriki sonucu insanın nefsinin, heva cephesinin insan bünyesinde etkin olması sonucu iki farklı değer sistemi karşı karşıya gelmiş ve Allah tarafından “kurbanı kabul edilmeyen kardeş”, “kurbanı kabul edilen kardeşi öldürmüştür.” Hz. Âdem’in iki oğlu arasında başlayan bu çatışma değişik vesilelerle bugün bile hayatiyetini sürdürmektedir.

İlginç örneklerden biri de Hz. Yusuf’un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması ile ölüme terk edilmesidir (12/1-111).  Kur’ân’da bir başka olumsuz örnek, Hz. Davud’a gelen mal paylaşımında ihtilafı bulunan iki kardeş örneğidir. 99 koyunu olan kardeş, tek koyunu olan kardeşin koyununu alıp kendi koyunlarına katmak için kardeşine psikolojik baskı uygulamakta ve onu kandırmaya çalışmaktadır (38/17-29).

Kardeşler düzleminde çok olumlu bir örnek, Hz. Musa’nın kardeşi Hz. Harun’un tutum ve tavrıdır. Hz. Musa’ya olağanüstü bir destek vermiştir. Hz. Musa ve Hz. Harun hadisesinde kan bağı ile değer bağı birleşerek çok yüksek bir dayanışmanın ve enerjinin ortaya çıkmasını sağlamıştır ve Hz. Musa’nın ümmetinin bölünüp dağılmasını engellemiştir (28/33-36; 20/42-48; 79/17-21; 25/35-36; 10/84-89).

Peygamberlerin ümmetlere getirdiği değerlerden sapma, İblis’in yoluna tabi olma, tek ümmetin bölünmesini sağlamıştır. Toplumlarda bunalımın, zulmün zirveye tırmanması, Allah tarafından yeni peygamberlerin gönderilmesine sebebiyet vermiştir. Gönderilen peygamberler beraberlerinde yeni değerler sistemi getirmiştir. Getirilen tevhidi değerler, ümmetin tüm yaşam, davranış ve düşünce biçimini yeniden şekillendiren değerlerdir. Şeytani değerler ile tevhidi değerlerin mücadelesi, genellikle ümmetin birliğini, beraberliğini yeniden sağlamış, parçalanmış ümmet tekrar tevhidi değerler etrafında bir ve bütün olmuştur. Bu mücadele, hidayetçilerin yolundan gidenlerle İblis’in yolundan gidenler arasında tarih boyu sürüp gitmiştir ve gidecektir (42/13-14):

“O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğmizi; İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırmakta olduğun şey müşrikler üzerine ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete eriştirir.” (42/13)

“Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki ‘tecavüz ve haksızlık’ dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer senin Rabbinden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmişti (iş bitirilmişti). Şüphesiz onların ardından Kitab’a mirasçı olanlar ise, herhâlde ona karşı kuşku verici bir tereddüt içindedirler.” (42/14)

Her ümmete, tarih boyu birbirini destekleyecek şekilde yol gösterici, aydınlatıcı peygamberler gönderilmiştir. Bunlar uyarıp kokutarak, helal ile haramı, hakla batılı, maruf ile münkeri, doğru ile yanlışı öğreterek, aralarında adaletle hükmederek ümmetlerine yol göstermişlerdir. Ancak peygamberlerin getirdiği yeni değerler sistemine karşı var olan ümmetin cevabı aynı olmamış, farklı tavırlar takınmışlardır. Allah’tan gelen değerlere karşı takındıkları tavra bağlı olarak tek ümmetten (evrensel ümmet kümesi) başlayan bölünme tarih boyu devam etmiştir:

“İşte sizin ümmetiniz bir tek olan ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim öyleyse benden korkup-sakının.” (23/52; 21/92)

“Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar hâlinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.” (23/53; 21/93).

Bu bölünme ile bir kısmı hidayet yolunu (alt ümmet kümesi), bir kısmı da dalalet yolunu (alt ümmet kümesi) tercih ederek yollarını ayırmışlardır. (16/93; 11/118). Tek olan ümmet evrensel kümesi içerisinde farklı alt ümmet kümeleri meydana gelmiştir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin tebliğine muhatap olanların tebliğ karşısında aldıkları tavra göre yeni bir ümmet veya ümmetler ortaya çıktığını bize haber vermektedir. Kur’ân’daki isimlendirmelerde bazı özellikler, iman-inkâr düzlemi esas alınarak ortak payda yapıldığını görmekteyiz. İnsanlık kimliğinin altında iman edenler ve inkâr edenler diye iki ana alt kimlik ortaya çıkarak iki farklı ümmet teşekkül etmiştir. Bu iki farklı ümmet müntesipleri, kendi içlerinde yeni bir aidiyet, konumlanma, güven duygusu oluşturmuşlardır.

Tek ümmetin bölünmesi, peygamberlere/nebilere/resûllere/hidayetçilere tâbi olanlar ile İblis’e/şeytana/tağuta tâbi olanlar şeklinde iki ana eksen etrafında gerçekleşmiştir:

  • Peygamberlerin/nebilerin/resûllerin/hidayetçilerin yolunu izleyen, onlara tâbi ümmetler

   İman edenler ümmeti (2/128; 3/104, 110; 5/ 66, 67; 7/159-160; 11/ 48)

o    Tebliğ edenler ümmeti (3/104, 114; 7/159, 163, 164, 181; 9/122)

  • Tek başına bir ümmet (16/120)
  • Mutedil vasat ümmet (2/143; 5/66; 3/114)
  • Namaz kılanlar ümmeti (3/113-114)
  • İblis’in/şeytan’ın/tağutun yolunu izleyen, onlara tâbi ümmetler
    • Kâfirler ümmeti (43/24)
    • Yalanlayanlar ümmeti (16/36; 35/25; 29/28)
    • Rahmân’ı tanımayanlar ümmeti (13/30)
    • Ateşe girmeyi hak edenler ümmeti (7/38)
    • Atalarının izinde körü körüne yürüyenler ümmeti (43/23)

Bu ana ayırıma karşılık Kur’ân-ı Kerim’de bazı ayetlerde “insanlardan öylesi vardır ki” ifadesi kullanılarak melez değerlerin (Hak ve batıl değerlerin harmanlanması) sahibi bir insan kümesinden/ümmetinden/topluluğundan da bahsedilmektedir (Şekil 4):

“İnsanlardan öyleleri vardır ki: ‘Biz Allah’a ve ahiret gününe iman ettik.’ derler; oysa onlar inanmış değildirler.” (2/8). “Güya Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatmaktadırlar da şuurunda değildirler.” (2/9). “Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acıklı bir azap vardır.” (2/10). “İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahit getirir; oysa o azılı bir düşmandır.” (2/204). “O, iş başına geçti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, harsı ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez.” (2/205). “Ona: ‘Allah’tan kork!’ denildiği zaman, onu büyüklük gururu günaha sürükleyerek alıp-kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o.” (2/206).

Şekil 4: İnsanlar evrensel kümesi içerisinde iman edenler, inkâr edenler ve                                    insanlardan öylesi var olanlar kümeleri

Tek Ümmet Niçin Bölünmüştür?

Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kavramının geçtiği ayetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde, ilk nesilden günümüze gelinceye kadar her peygamber gelişinde ümmetler içinde ve arasında genel olarak bir anlaşmazlığın ortaya çıktığı görülmektedir (11/118). Bu ayetlerde ifade edilen anlaşmazlığın, ihtilafların temel sebepleri gelen tevhidi değerlerle saptırılmış/bozulmuş değerlerin çatışmasıdır. Bu çatışmayı sağlayan ana unsurlar şu şekilde sınıflandırılabilir: 1. İblis/şeytan faktörü, 2. Mele-mütref takımının fitne ve fesadı/refahtan şımarıp azan önde gelenlerin fitne ve fesadı, 3. Hevasını ilahlaştıranların fitne ve fesadı, 4. Bağy’e tâbi olanlar/bağy edenlerin fitne ve fesadı, 5. Kalplerin katılaşması, 6. Allah tarafından kalplerin ve kulakların mühürlenmesi, 7. Allah tarafından gözlere perde indirilmesi, 8. Öğüt alıp düşünülmemesi, 9. Küfür ve münafıklık batağına saplanılması.

Bunların içinde İblis/şeytan ana etken olup çok önemli bir dış faktördür. İblis, Allah’ın “Hz. Âdem’e secde edin!” emrine itaat etmeyip isyan etmesinden ve yine Allah’tan, kıyamete kadar yaşama izni almasından sonra insanoğluna savaş açmıştır. İnsana sürekli vesvese vermekte ve insanın yaptığı kötü işleri ona süslü göstererek saptırmaya çalışmaktadır (16/63; 6/43). Allah’ın dosdoğru yolu üzerinde pusu kurup oturarak hidayet üzere olan bir ümmeti bölmeye çalışmaktadır. Bu konuda ettiği yemin ve Hz. Âdem’le eşini kandırmak için kurduğu tuzak asla unutulmamalıdır:

“Dedi ki: Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları) saptırmak için mutlaka senin dosdoğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonra da onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (A’râf, 7/16, 17) İblis’in insanoğluna açtığı sınırsız ve topyekûn bir savaşın kapsamını Allah, Kur’ân’da değişik vesilelerle açıklayarak insanlara yol göstermektedir:

“Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaatlerde bulun. Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez.” (İsrâ 17/64)

Mele-mütref takımı(refahtan şımarıp azan yönetici-patronlar) fert açısından bir dış faktör olup tarih boyu mevcut sistemde, yol gösterici hidayet rehberlerine karşı daima mücadele başlatmışlardır (22/67-69). Refahtan şımarıp azdıkları için müstağnileşmişlerdir. Her şeyi kendileri için meşru, başkaları için gayrimeşru gördüklerinden adaleti çarpıtıp zulme sapmışlardır. Bunlar, adil bir düzenin ilk ve baş düşmanlarıdırlar. Bu sebeple de ümmetlerin bölünmesinde, şeytandan sonra ikinci derecede rol oynarlar. Zaten bunlar şeytanın başyardımcılarıdır:

“İşte böyle; senden önce de (herhangi) bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun ‘refah içinde şımarıp azan önde gelenleri’ (şöyle) demişlerdir: ‘Gerçek şu ki, biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuşlarız. (O peygamberlerden her biri de şöyle) demiştir: ‘Ben size, atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?’ Onlar da demişlerdir ki: ‘Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız.’” (43/23-24)

Refahtan şımarıp azan önde gelenler, peygamberleri yalanlamışlar (23/44; 35/25), onları susturmak istemişler (40/5) ve Hakk’ı ortadan kaldırabilmek için batıla dayanarak mücadele etmişlerdir (40/5). Kendilerine yapılan tebliğ nefretlerini artırmış, büyüklük taslayıp her türlü hile ve desiseye başvurmuşlardır (35/43).

İnsanın kendi heva-hevesini ilahlaştırarak Allah’tan gelen temel değerlerin yerine şeytanın nefsine üflediği batıl değerleri yerleştirmek için mücadele etmesi ve bundaki ısrarı, ümmetin bölünmesinde etkin bir başka unsur olarak ortaya çıkmaktadır (5/48).

İnsana tercih etme hak ve hürriyeti verilmiştir. Kendi serbest iradesi ile yapacağı tercih, insan için bir imtihandır, bir denemedir. Dolayısıyla insan, kendisine tanınan bu hürriyetten dolayı da hesap verme sorumluluğunu yüklenmiştir. Nitekim yukarıdaki ayette bu durum çok açık bir şekilde ifade edilerek hidayet yolcularının dimdik durması istenmektedir.

Tarihî süreçte insanlığın en büyük düşmanlarından birisi de insanın içindeki “bağy” duygusudur (azgınlık içeren haset, kıskançlık). Bu duygu, göz ardı edilip önemsenmediğinde insanın içindeki bu olumsuz özellik ümmetin, milletin, cemaatin bölünmesinde etkin rol oynar. Hz. Âdem’in oğulları arasındaki ihtilafın kökeninde, “kurbanı kabul edilmeyen” kardeşin bağy’in etkisinde hareket etmesi vardır. Akraba ilişkilerinden toplumun değişik kesimleri arasındaki ilişkilerde, fesadın ortaya çıkmasında, ümmetin bölünmesinde bağy etkili ve tahrip edici bir unsurdur (2/213). Bu sebeple Hz. Muhammed, bağy duygusunu tahrik edecek mal, mülk, makam ve ırk ile övünmeyi, ümmetin birlik ve beraberliği için tehlikeli görerek cahiliye davranışı saymıştır: “Ümmetimde dört şey vardır ki, cahiliye işlerindendir, bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara taan (küçük görüp hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin ardından) matem!”[4]

Gerek birey gerekse toplum, kötülüklerle iç içe olmaya başladıklarında tepki vermeyip nemelazımcılık yaptıklarında, bir müddet sonra kötülükleri meşru görmeye başlarlar. Böyle bir değişim, onların kalplerinde siyah bir nokta olarak başlar, kalplerini kirletir, katılaştırır, paslatır.  Duyarsızlıklarının devamında, Allah’ın tayin ettiği eşik seviye aşıldığında kalpleri Allah tarafından mühürlenir ve kalpleri kaskatı kesilerek taşlaşır. Kalplerin taşlaşmış olması sonucu, kalbi olumlu yönde etkileyecek tüm uyarıcı sinyaller reddedilir. Bunun sonucu duygu, düşünce ve davranışları itibari ile kendine yabancılaşmış bir insan unsuru ortaya çıkar. “Andolsun, senden önceki ümmetlere (peygamberler) gönderdik de onları dayanılmaz zorluk (yoksulluk) ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye!” “Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi.” (6/42-43).

Hevanın ilahlaştırılmasında ve bağy’in çok baskın hâle gelmesinde eşik seviye aşılmış ise bir başka ilahi yasa devreye girerek bu tür insanların kalpleri ile kulakları mühürlenmekte ve gözlerine perde çekilmektedir: “Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45/23). “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde de perdeler vardır. Ve büyük azap onlarındır.” (2/7). “Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık.  Onlar, hangi ‘apaçık belgeyi’ görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o küfretmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: ‘Bu, öncekilerin uydurma-masallarından başka bir şey değildir’ derler.” (6/25) “Hayır; onların kazandıkları, kalplerini paslandırıp köreltmiştir.” (83/14). “Ümmetler yol boyu gerçeği görebilmeleri, müstağnileşmemeleri için aciz olduklarının kendilerine hatırlatılması amacıyla zorluklarla, sıkıntılarla ve bollukla imtihan edilip uyarılmışlardır.” (6/42-44).

Sonuç:  “Ey İman Edenler, İslâm’a Girin!”,  “Ey İman Edenler, İman Edin!”

İnsan yapısında fıtrat ve heva olmak üzere birbirinin zıddı olan ve insanı tamamen zıt istikametlere götürmeye/sevk etmeye çalışan iki ana yapı vardır: “Nefse hem fücûru (kötülük duygusunun tohumlarını) hem de takvayı (onu bunlardan koruyacak istidadı) ilham edene yemin olsun ki, nefsini temizleyen iflah olmuş, kirletip örten ise ziyana uğramıştır.” (Şems 91/8-10)

Bu şekilde bir yapıya sahip insan doğduğunda hâkim unsur fıtrat yapısı iken içinde doğup büyüdüğü toplumun değer sistemi, yaşam tarzı doğan çocuk üzerinde etkili olmaya başlar. “Doğan her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyni onu ya Yahudi yapar ya Hıristiyan ya da Mecusi… Eğer ebeveyn Müslüman ise çocuk da Müslüman olur.”[5] “Rabbim buyuruyor ki, ben bütün insanları salim fıtrat üzere dünyaya gönderdim, sonra şeytanlar onları dinlerinden sap­tırdılar.”[6]

Eğer çocuk tevhidi değerlerin hâkim olup yaşanmadığı bir toplumda doğmuşsa -cahiliye dönemi/cahiliye aşaması (Şekil 5)- ve o toplumun hayat tarzını ve değerlerini benimserse ona göre yaşar ve ona göre düşünür. Fakat genelde yaratılış yasalarının gereği gerçeği aramak ve bulmak gibi bir eğilim söz konusudur. İnsan üzerinde etkili diğer bir unsur okuyup öğrendikleri bilgilerdir. Fıtratın etkisi, içinde yaşanan sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik çevre ile ferdin okuyup öğrendikleri, onun hem düşünce hem de hayat tarzını şekillendirir. Onu ya cahili sistemde yaşamaya veya Hakk’a yöneltebilir, tevhidi değerleri arayıp bulma ve ona göre bir hayat kurma aşamasına götürebilir: “O hâlde sen yüzünü/özünü hanif olarak dine yönelt; Allah’ın, insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratına sarıl. Allah’ın yaratmasında değişiklik olmaz.” (Rûm 30/30)

İslâm dönemi, genel hatlarıyla cahiliye döneminden iman dönemine bir ara geçiş dönemidir. İman etmeye karar vermiş olmak, o istikamette gayret sarf etmek, insan bünyesindeki heva cephesi ile fıtrat cephesinin savaşını kızıştırır: “Şüphesiz Âdemoğlu’nun kalbinde şeytanın bir lümmesi/iğvası, meleğin de bir lümmesi/yönlendirmesi vardır. Şeytanın iğvası/vesvesesi şerre yönelt­mek ve Hakk’ı tekziptir. Meleğin lümmesi ise hayra yöneltmek ve Hakk’ı tasdiktir. Kim bu ikincisini kendisinde hissederse bilsin ki o Allah’tandır. O zaman Allah’a hamd etsin. Kim de diğerini fark ederse tart edilmiş Şeytandan Allah’a sığınsın.”[7] “Şeytan, insanoğlunun damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır. Onun sizin kalbinize bir şey atmasından korktum.”[8]

Şekil 5

Bu noktanın daha iyi anlaşılabilmesi için Şah Veliyyullah Dihlevi’nin, Huccetullâhi’l-Bâliğa eserindeki değerlendirmesinin dikkate alınmasında fayda vardır: “İnsan iyi bir amel işlediği zaman bu, onun emrine tahsis edilmiş meleklerden sürur veren manevi şuaların çıkmasına sebep olur; kötü bir fiil işlemesi hâlinde ise onlardan nefret şualarının yayılmasına sebep olur. Meleklere has bu şualar, söz konusu kişinin iç dünyasını sararak o kişide neşe ya da nedamet şeklinde ortaya çıkar.”[9]

İslâm dönemi, tam bir arınmanın olmadığı, fakat arınıp iman dairesine geçmeye karar verilen bir dönemdir. Kalpteki siyah noktalar tamamen beyazlaşmamış, siyah ve beyaz noktalar iç içe geçmiş vaziyettedir. Bedeviler Hz. Peygamber’e “iman ettik” dedikleri zaman Kur’ân’da onlara verilen cevap konunun daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır: “Bedeviler, dedi ki: ‘İman ettik!’ De ki: ‘Siz iman etmediniz; ancak ‘İslâm (Müslüman veya teslim) olduk’ deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.’” (49/14). Mümin olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar Allah’a ve Resûlü’ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.” (49/15). “De ki: ‘Siz Allah’a dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her şeyi bilendir.’” (49/16). Müslümanlar oldular, diye, sana minnet etmektedirler. De ki: ‘Müslümanlığınızı bana karşı minnet (konusu) etmeyin. Tam tersine, sizi imana yöneltip ilettiği için Allah size minnet etmektedir. Eğer doğru sözlüler iseniz (bunu böyle kabullenmeniz gerekir.)” (49/17). “Hiç şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah, yapmakta olduklarınızı görmekte olandır.” (49/18).

Yukarıdaki ayet ve hadisleri, İblis’in yeminini ve insanoğluna açtığı savaşı göz önüne aldığımızda, iman edenlerin, insan hayatındaki üç evre (cahiliye, İslâm ve iman) arasında gidip gelme ihtimallerinin var olduğunu göz önüne alması ve sürekli teyakkuz hâlinde bulunması gerekmektedir. Nitekim bu bağlamda Allah iman edenleri uyarmakta, dikkatli davranmalarını istemektedir. “Ey iman edenler, iman edin!” ve “Ey iman edenler, İslâm’a girin!” ayetlerini bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir: “Ey iman edenler, Allah’a, Resûlü’ne, Resûlü’ne indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.” (Nisâ 4/136). “Gerçek şu, iman edip sonra küfre sapanlar, sonra yine iman edip sonra küfre sapanlar, sonra da küfürleri artanlar... Allah onları bağışlayacak değildir, onları doğru yola iletecek de değildir.” (Nisâ 4/137).

Bu ayetler iman edenlerin düşünce ve hayat tarzlarında meydana gelen değişikliklerin onları İslâm evresine doğru geri çevirdiği bağlamında çok ciddi bir uyarıdır. Bu değişim, İslâm dönemine yönelmekle bitmeyebilir. İslâm evresinden de cahiliye evresine bir geçiş olabilir. Bu kapsamda da Kur’ân iman edenleri uyarmaktadır: “Ey iman edenler, hepiniz topluca İslâm’a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2/208). “Ey iman edenler, Allah’a ve Resûlü’ne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.” (Enfâl 8/27). “İman etmekte olanların, Allah’ın ve Hakk’tan inmiş olanın zikri için kalplerinin saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu da fasık olanlardı.” (Hadîd 57/16).

Bütün bu ayet ve hadisleri göz önüne aldığımızda günümüz dünyasındaki Mümin ve Müslimlerin kendi durumlarını göz önüne alarak dosdoğru yol üzerinde olabilmek için yeniden iman etmesi ve iman etmiş olmanın gereği olan Allah uğrunda gereği gibi cihad etmesi olmazsa olmaz bir durumdur. Bugün, basiret ve feraset sahibi olma zamanıdır. Bugün, birr ve takva konusunda yardımlaşma, konuşma, bu yolda dayanışma zamanıdır (Mâide 5/2; Mücâdele 58/9). Bugün, adalet ekseninde bir barış ortamının sağlanması için duruş ortaya koyma, nemelazımcılığı terk etme zamanıdır (Hucurât 49/9-10). Başkalarının hatalarını görmekten kendi hatalarını göremeyen, başkalarının haksızlıklarını görüp de kendi haksızlıklarını göremeyen, başkalarının zulmünü görüp de kendi yaptığı zulmü göremeyen toplumların zaman içerisinde nasıl çürüyüp yok olduğunu tarih bize bildirmektedir.

O sebeple ey iman edenler; “Siz, insanlara iyiliği emrediyorken, kendinizi mi unutuyorsunuz? Oysa siz Kitab’ı okumaktasınız. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (2/44) Ey iman edenler, unutmayın! “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.” (Âl-i İmrân 3/103)

Ya Rabbi, bu ümmete şuur ver, basiret ve feraset sahibi kıl! Ya Rabbi, bizi nefsimizin, heva ve hevesimizin kölesi yapma! Ya Rabbi, bizi bağy hastalığı ile imtihan etme! Ya Rabbi, bizi sırât-ı müstakîmden ayırma!

 

[1] Bu yazının kapsam alanının daha iyi anlaşılabilmesi için aşağıda kaynak olarak verdiğimiz iki yazının okunmasında fayda vardır.  Burhanettin Can, “21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-1: Genel Bir Değerlendirme”, Umran. 2024, sayı: 344, s. 4-17. “21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-3: Kavramsal Bir Analiz”, Umran. 2025, sayı: 366, s. 4-17.

[2] Müslim, Selâm 148.

[3] Bu nedenle konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu kavramların ana özellikleri, bir önceki yazımızdan tekrar okunmalıdır.

[4] Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.

[5] Buhârî, Cenâiz 80, Müslim, Kadev 23-25.

[6] Müslim, Cennet 63; Müsned, IV, 162.

[7] Tirmizi, Tefsîr-u Sûre (2), 35.

[8] Buhârî, Bedu’l-Halk 2; Ebû Dâvûd, Edeb 81, Savm 78.

[9] Şah Veliyyullah Dihlevi, Huccetullâhi'l-Bâliğa, çev. Mehmet Erdoğan, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994, cilt: 1, s. 49.

 

https://profdrburhanettincan.blogspot.com/

1 Şubat 2025 Cumartesi

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-3: KAVRAMSAL BİR ANALİZ

Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Şubat 2025-366. Sayı

“Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla ve

kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma.” (Zümer, 59/10)


Şer İttifakı’nın tüm dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyerek, “tek dünya devleti-tek dünya hükûmeti-tek hukuk ve tek para sistemi” kurma stratejisini bozabilecek tek güç, iki milyara yakın Müslümanın, ümmet kimliği etrafında birleşmesi ve bütünleşmesi olgusudur. Bunun için uzun vadeli bir strateji belirleyip bir yol haritası ortaya koymak zorunluluğu vardır. Okuduğunuz yazı serisinde yol haritasının kilometre taşları ele alınıp değerlendirilecek, ümmetin yekvücut hareket edebilmesi için bir strateji oluşturulmaya çalışılacaktır. Bu yazıda öngörülen yol haritası ve stratejinin alt yapısını oluşturma bağlamında “ümmet” kavramının semantik alanı değişik boyutları ile ele alınıp değerlendirilecektir.[1] 

Ümmet Kavramının Sözlük ve Istılahi Anlamları

Ümmet kelimesi Arapça olduğundan kelimenin Arap dilinde ne anlama geldiği, hangi kökten türediği ve başka hangi kelimelerle anlam ilişkisinin bulunduğu göz önüne alınmalıdır. Ümmet, “bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir” anlamına gelen ümm/emm kelimesinden türemiştir. “Bir şeye yönelmek (kastetmek)” manasındadır. “Toprağa yönelmek” anlamındaki teyemmüm kelimesi bu kökten gelmektedir (sonradan “toprakla abdest alma” anlamı kazanmıştır).[2]

Emm kökünden türemiş veya buna yakın anlam ifade eden birçok kelime mevcuttur. Bu değişik ve fakat birbirine yakın kavramların anlam evreni geniştir.[3] “Hastayı ziyarete gitmek”, “namaza yönelmek”,  “doğruya iletmek”, “yönelmek”, “kastetmek”, “tarikat” [tutulan yol], “nimet, bolluk, geçim hoşluğu ve mülk”; “topluluk, takip edilen yol, insanlardan bir nesil, önder...”; “ölçülü-dengeli bir yönelme”, “yakınlaşma”, “bir şeyin aslı, dayanağı”, “nesnelerin temelinde yer alan her şey” , “önderlik eden”, “önder”, “imamlık eden” , “binaların, üzerine bina edildikleri kalas ve kirişler”, “yeryüzünün bir bölgesi”, “yol”,  “örnek, numune”, “okuma yazma bilmeyen, annesinden doğduğu hâl üzere bulunan kişi”, “dil bilmeyen, konuşma özürlü yahut az konuşan kimse”. 

Kur’ân’da kelime “hem anne hem de asıl, temel, ana, uygun karşılık anlamlarında” geçmektedir (43/1-4, 42/7). Türevleri ile birlikte toplam 119 yerde bulunmaktadır. Emm kökünden türetilen ve bizi özel olarak ilgilendiren “ümmet” kelimesidir. Özü itibarıyla “topluluk” anlamına gelen ümmet çok anlamlıdır. Ümmetin sözlük anlamları şöyle özetlenebilir: Zahir, şan, hâlet; “kişinin durumu”, “hâli”, “dış görünüşü”, “boyu-posu”, “servi boylu, güzel görünüşlü”, “dirlik hoşluğu”, “kişinin üslup özellikleri”. “Eşsiz insan”, “eğitici”, “öğretici”, “önder”; “imam”, “hayrı öğreten insan”, “tek başına (diğerlerine muhalif) bir dine inanan kimse”, “günahında tek kimse”, “hayrı kendinde toplayan kişi,” “eşi-benzeri olmayan adam”. “Taife”, “fırka”, “cemaat”, “kavim”, “topluluk”, “her kabileden bir taife”, “bir kişinin kavmi, kabilesi”, “Allah’ın yarattıkları”, “bir araya gelmiş insanlar topluluğu”. “Tarikat”, “şeriat”, “din”, “taat”. “Muayyen bir zaman dilimi”. “Muayyen bir zamanda yaşayan her tür ve nesil”. Ümmet-i da’ve (ilahî davete muhatap toplum), Ümmet-i icâbe (davete olumlu cevap veren topluluk), Ümmet-i Müslime (Hz. Muhammed (s)’e tabi Müslümanların tümü).[4]

Ümmet, ıstılahi açıdan “bir sebebe mebni olarak bir arada bulunan topluluk” anlam çerçevesinde kullanılmaktadır. İbn Fâris’e göre “ümmet, bir şeye mensup, ona izafe edilen, bağlanan her topluluğa” verilen bir isimdir.[5] Dil bilimci Râgıb el-İsfehânî ümmeti şöyle tanımlamıştır: “Ümmet, kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde -insanlardan başka canlılarda olduğu gibi- aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine tabi olma neticesinde bir arada yaşayan insanlar topluluğudur. Âlimlerin çoğu, kelimeyi “aynı dine tabi olanlar, yani Müslümanlar” için kullanmışlardır.”[6] Zemahşerî de ümmeti el-İsfehânî’ye benzer bir şekilde tanımlamıştır: “Bir din, zaman, mekan yahut bunlardan başka bir şey etrafında toplanan topluluk.”[7] Her ikisinin tanımlamasında öne çıkan, topluluğun oluşmasına sebebiyet veren üç temel unsur, yer, zaman ve dindir. Zemahşerî bu üç unsurun dışında topluluğun oluşmasını sağlayan “başka bir unsurdan/şeyden” ya da “unsurlardan/şeylerden” bahsetmektedir. El-İsfehânî ise İslâm âlimlerinin ümmet kavramını “aynı dine tabi olanlar, yani Müslümanlar” diye tanımlamasına vurgu yaparak süreç içerisinde ümmet kavramının kazandığı ıstılahi anlamı açık bir şekilde ifade etmiştir. Şu var ki ümmet, İslâm gelmeden önce Araplarca bilinen ve kullanılan bir kelimedir. Ümmet İslâm dininin gelişi ile Arapların literatürüne girmiş bir kelime değildir. Dikkat çeken husus, cahiliye dönemi Araplarında “ümmet”in dinî bir anlam boyutunun bulunmasıdır. Lügat âlimlerine göre İslâm öncesi dönemde ümmet, birinci derecede “inanç anlamında”, ikinci derecede de “kişinin dış görünüşü, boyunun uzun oluşu” ve “bazen de nimet anlamında” kullanılmıştır. Cahiliye dönemi Arap şiirinde bu olgu kolayca görülebilmektedir.[8]

Kur’ân üzerine antropolojik araştırmalar yapan müsteşrik R. B. Serjeant, Hz. Peygamber’den önce ümmet kavramının, “dinî bir çekirdek etrafında tesis edilmiş bir konfederasyon” anlamında kullanıldığını ifade etmektedir.[9] Ümmetin İslâm öncesi dönemde kullanılması üzerinden, İslâm’ın eleştirilmesi doğru bir mantık ve yaklaşım değildir. Bu yaklaşım tarzı, Kur’ân ve sünnetin ona yüklediği anlamın boyutlarının görmemezlikten gelinmesi için özel bir çabadır. Ümmetin İslâm öncesi dönemde kullanılması olgusu, Hz. Âdem ile başlayan peygamberler zincirinin zamanla tevhid/din merkezli bir toplumun inşa edildiğinin bir göstergesi şeklinde değerlendirilmelidir.

Ali Şeriati, ümmet kavramının kazandığı ıstılahi anlamı bu boyutu ile ele alıp şu şekilde yorumlamaktadır: “Ümmet, İslâm’ın dinamik ve hareketli toplumunu tanımlamak ve adlandırmak için seçip deyimleştirdiği bir kavramdır.”[10] “Ümmet terimi, Arapçadaki İslâmî formuyla muhafaza edilmeli ve tercüme edilmemelidir. Çoğunlukla ırk, coğrafya, dil, tarih gibi özelliklerle belirlenen halk, ulus ya da devlet gibi ifadelerle eş anlamlı değildir. Ve hatta dünya ile bile sınırlı değildir. Benzer olarak herhangi bir ırk veya devlet de onun sınırı değildir. Zira İslâm bütün insanlara bir çağrıdır ve bir dünya nizamına yöneliktir.”[11]

Pek çok özellik arasında din, inanç ve tevhid unsurunun merkeze oturtulması ile “ümmet” kavramının kazandığı boyut, tamamen inanç merkezli bir insan topluluğu olmuştur. Bugün iki milyara yakın Müslüman ümmetin nicel gücünün bir ifadesi değerlendirilmeli ve yorumlanmalıdır. Ümmet kelimesinin kökeninde “imam” (önder) anlamı da vardır. Bu göz önüne alındığında ümmet özelliği kazanmış bir insan topluluğu, diğer insanlara önderlik hakkını elde etmiş bir topluluk şeklinde değerlendirilmelidir. Er-Râzî, Bakara Suresi 143. ayette geçen “ümmeten vasaten” ifadesini referans alarak ümmet kavramında önderlik yapma boyutunun olduğunu belirtmektedir.[12] “Ümmet, bir cihetle önder bir topluluğa ad olmuştur. Her asrın önder halkı böyledir.” “Böylece biz sizi, insanlara şahit (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık…” (2 Bakara 143)

Ümmetin kökenindeki özelliklerden birinin imamlık/önderlik olması, kavram kapsamında bir araya gelen etkin ve baskın insan topluluğunun, benimsediği inanç sistemine uygun bir önderlik yapacağı gerçeğidir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, söz konusu insan topluluğunun tevhid veya küfür üzerinde olabileceğidir. Dolayısıyla genel bağlamda ümmet, güçlü bir önderlik kurumunun yönetimi altında bir araya gelen insanlardır. Bu topluluğun fertlerini birbirine bağlayan, kader birliğini sağlayan ortak bir payda mutlaka vardır.

Elmalılı, ümmet kavramındaki önderlik yapma olgusuna, Bakara Suresi 134. ayetinin tefsirinde dikkat çekmektedir: “Ümmet: İmam kökünden alınmış bir çoğul isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder ve kendisine uyulan bir cemaat demektir. Yani bir imamın çevresinde sağlam bir birlik oluşturup, düzenli bir şekilde faaliyet gösteren ve bu şekilde çeşitli insan grupları üzerine hâkim bir topluluktur. Diğer bir tabirle ümmet, imamet-i kübra sahibi cemaattir. Cemaatlere göre ümmet, fertlere göre imam gibidir. Demek ki ümmet, hâkim bir milletin fertlerinden meydana gelmiş bir sosyal toplumdur.”[13]

Ali Şeriati de ümmet kelimesinin bünyesinde “rehberlik etme, rehber edilme, ileriye doğru yürüme” anlamlarının var olduğunu belirtmektedir: “Ümmet, hedefleri bir tek fertlerden oluşan insani bir toplumdur. Ümmetin bünyesinde, seçme insanlardan oluşan bir topluluk ve bunların bir rehberlik (önderlik) altında ileriye doğru hareket etmeleri, devamlı ilerleme üzere olmaları ve ideallerini gerçekleştirmek için devamlı çabalama hâlinde olmaları, anlamları vardır.”[14]

Ümmet kavramının tarihî süreçte kazandığı ıstılah, anlam, Müslüman ümmeti/Muhammed ümmeti (ümmet-i Müslime, ümmet-i Muhammed) olmuştur. Zamanla Müslümanlar arasında bir şuur, kültürel bir altyapı meydana gelmiştir. Bu bağlamda ümmet, dünyadaki bütün Müslümanların benimsediği, kabullendiği, gönüllü bir şekilde tabi olduğu bir topluluğu ifade etmektedir. Bu topluluk, Hz. Muhammed’i (s.) önder, Kur’ân-ı Kerim’i kitap, İslâm’ı din seçmiş ve ana hedef olarak da tüm dünyada fitne ve fesadın hâkimiyetini yıkarak hakkın hâkimiyetini inşa etmeyi (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39), hakkın şahitleri vasfıyla (2/Bakara, 143) ana görev olarak benimsemişlerdir ve bundan sonra da benimseyeceklerdir.

Seküler yaklaşım, İslâm dininin 2/Bakara, 193 ve 8/Enfâl, 39’uncu ayetlerinde ortaya koyduğu küresel hedefi itibarsızlaştırmak amacıyla, “din ve dünya işleri ayırımı” yaparak İslâm dininin sistem boyutunu tamamen ortadan kaldırmaya dönük bir politika ve strateji uygulamış ve uygulamaya devam etmektedir. Sekülerler bu bağlamda değişik kaynaklar üzerinden bu kanaatlerini yaygınlaştırmak için uğraşmaktadırlar.[15] Zamanla ümmet, dünyanın neresinde olursa olsun İslâm dinine mensup insanların birliğini ifade eder duruma gelmiştir.

Ümmet Kavramı ve Kümeler Teorisi

Ümmet, matematikteki kümeye benzer. Kümeler teorisinde aralarında ortak bir özellik bulunan elemanlar topluluğuna küme denmektedir. Burada önemli olan, küme içerisindeki elemanların tümünün ortak bir özelliğinin bulunmasıdır. Bu elemanların bütün özelliklerinin aynı olması gerekmemektedir. Tüm elemanların ortak bir özelliği ya da özellikleri baz alınarak oluşturulan bir kümenin elemanları, kendi aralarında daha başka özellikler göz önüne alınarak da gruplandırılabilir. Bu şekilde meydana gelen kümelere ana kümenin alt kümesi denir. Ümmet de belli bir özellik etrafında canlı varlıkların gruplandırılması/sınıflandırılması şeklinde tanımlanabilir.

Tüm canlılar, canlı olma ortak özelliğine göre bir küme şeklinde değerlendirilebilir. Bu ana kümeye kümeler teorisinde evrensel küme denmektedir. Bu evrensel kümenin karşılığı, konumuz bağlamında ümmettir. Ancak canlı olma özelliğine sahip bu elemanlar topluluğu/evrensel küme kendi içinde daha farklı özelliklere göre yeniden gruplandırılabilir. Evrensel küme içinde yapılan bu alt gruplandırma ile oluşan kümelere alt kümeler denmektedir. Dolayısıyla evrensel ümmet kümesinin içinde değişik özellikler merkezli yapılan bir gruplandırma ile alt ümmetler oluşturulabilir. Ümmet evrensel kümesinde oluşan alt ümmet kümeleri. Kümeler teorisinde alt kümeler için geçerli olan birleşme, kesişme ve tümleme özellikleri ümmet evrensel kümesindeki alt kümeler için de geçerlidir. Alt kümelerin içinde ortak bazı özellikler varsa bu alt kümelerde ara kesitler oluşmaktadır. Bu ara kesitler, kesişim kümelerinin oluşmasına imkân vermektedir.

Küme elemanlarının canlı, hele insan olması durumunda klasik küme teorisi isteneni tam anlamıyla temsil edememektedir. O nedenle “saçaklı mantık” (fuzzy logic) teorisini kullanmak daha anlamlıdır.  Kur’ân-ı Kerim’de bizzat ümmet ile ilgili ayetleri ve ümmet semantik alanında yer alan/etkileşimde bulunan ayetleri kümeler teorisi açısından ele alıp değerlendirmekte fayda vardır. Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kelimesi 51 defa tekil 13 defa da çoğul olmak üzere toplam 64 yerde geçmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de ümmet, bazı özellikler merkeze alınarak kullanılmıştır. İnsan topluluğu (2/213; 10/19; 21/92; 6/38), bir dine bağlananlar topluluğu (2/ 143; 22/34, 67), iman edenler topluluğu (2/128; 3/104, 110; 5/ 66, 67; 7/ 159-160; 11/ 48), tebliğ edenler topluluğu (3/104, 114; 9/122; 7/159,181.), hayvanlar topluluğu (6/38; 7/ 38-39), millet (2/134, 213; 10/ 19), zaman (11/ 8; 12/ 45), tek başına bir topluluk (16/120), din (21/ 92; 43/ 22).

Canlı olma özelliğine sahip varlıkları evrensel küme/ümmet şeklinde isimlendirdiğimizde, bu evrensel küme/ümmet içerisinde canlı özelliğini taşıyan ve fakat başka özelliğe sahip elemanları da alt küme/alt ümmet olarak gruplandırabiliriz. Yukarıdaki ayetlerdeki tasnife bu açıdan bakılmasında fayda vardır. Canlılar ümmeti/kümesinin bir alt kümesi, hayvanlar kümesi olup İlahi Kelam’da hayvanlar ümmeti şeklinde nitelendirilmiştir. Bu noktada hayvanlar kümesini/ümmetini evrensel küme aldığımızda, Kur’ân’da hayvanlar kümesindeki “yerde yürüyebilenler” ile “gökte uçabilenler”, yerde yürüyebilme, gökte uçabilme özelliklerine göre bir alt gruplandırmaya tabi tutulmuş ve her biri, hayvanlar ümmetinin birer alt kümesi olan ümmetler şeklinde nitelendirilmişlerdir: “Yerde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” (6/38) Hz. Peygamber tarafından karıncaların da “ümmetlerden biri” olarak zikredilmesi, karıncaların hayvanlar kümesinin bir alt kümesi/bir alt ümmeti oldukları anlamına gelmektedir: “Karınca, ümmetlerden biridir.”[16]

İnsanlar kümesi bağlamında ümmetin geçtiği ayetler incelendiğinde kavramı belirleyen üç ana özelliğin varlığı dikkat çekmektedir. Bunlar yer, zaman ve dindir. Belli bir zamanda, belli bir yerde, belli bir inanç sistemine dayalı yaşayan insan topluluğu ümmettir. Arap dil âlimi İbn Manzur, Lisânü’l-Arab adlı eserinde ümmet kelimesini dil yönünden incelerken yaptığı değerlendirme ümmet kelimesinin genel çerçevesini belirlemektedir: “Ümmet insan nesli demektir. Her nebinin ümmeti, kâfir veya mümin ayırımı olmaksızın, tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır. Muhammed ümmeti denince de Hz. Peygamber’e inanan ve inanmayan bütün insanlar kastedilir...”[17] Onun bu görüşü “Ümmetim içinden Yahudi veya Hristiyan her kim beni dinler, duyar da bana inanmazsa cennete giremez”[18] hadisi ile uyumludur. Bu durumda inansın veya inanmasın peygamberin tebliğinin muhatabı herkes, peygamberin ümmeti olmaktadır. Buradaki tasnifte rol oynayan temel özellik, ümmet kümesinin ortak özelliği/ortak paydası, tebliğe muhatap olma olup; kabul veya reddetme değildir. Onun için her peygamberin tebliğine muhatap olanlar o peygamberin ümmeti şeklinde isimlendirilmiştir. Bu, ümmetin en genel çerçevesidir. Buna ümmetin evrensel kümesi de diyebiliriz.

Ümmet Kavramının Sosyolojik Boyutu

Sosyoloji, toplumun oluşumunu inceler ki toplumla ilgili tarihî süreçte değişik yönleri öne çekerek yapılmış pek çok tanımlama mevcuttur. Amacımız sosyolojik analizlere girmek ve farklı yaklaşımları tartışmak değildir. Maksadımız ümmetin sosyolojik teoriler kapsamında konumunu belirlemek, bünyesinde barındırdığı veya barındırmak zorunda olduğu değişik toplumsal birimlerle ortak paydasını tespit etmek ve de değerlendirmektir. Bu sebeple toplumu, kurumsal bir sistem biçiminde ele alan teoriler ilgi alanımızdır. Bunlara göre toplum, “insan davranışlarını düzenleyen sosyal kurumların meydana getirdiği bir sistemdir.”[19] Ziya Gökalp, ümmeti dini merkeze alarak, “bir dinle mütedeyyin milletlerin umumunu cami büyük bir zümredir.” diye tanımlamaktadır.[20] Ziya Gökalp ümmeti, dini merkeze alan bir insan topluluğu görmektedir. Hilmi Ziya Ülken ise ümmeti, Hıristiyanlıktaki “umumi cemaat” (eglise catholiqu) yani “kavim ayrılıkları hesaba katılmadan, bütün Müslümanları içine alan dini cemaat” şeklinde tanımlamıştır.[21] Zamanla ümmetin kazandığı ıstılahi mana, “Müslüman ümmeti”, “Muhammed ümmeti” olarak öne çıkmıştır. İslâm Arap Yarımadası’nın dışına çıkmaya başlayınca farklı dine, kültüre ve etnik yapıya sahip toplumlarla etkileşime girmiş, onları da kendi toplumsal yapısına alıp yoğurmuş ve İslâm ümmetinin bir parçası yapmıştır. Dolayısıyla sosyolojik açıdan ümmet, kavimler üstü ve kültürler üstü bir yapı kazanmıştır. Bu kapsamda daha önce oluşmuş Hıristiyan ve Budist toplumlardan/ümmetlerden daha şuurlu, daha yaygın, etkin, “mensubiyet duygusu” yüksek bir İslâm ümmeti meydana gelmiştir. Bu nedenle Fazlurrahman, “müminler ümmeti”nin özünde, Asr-ı Saadet’te inşa edilen “akidenin ahlaki ve manevi niteliğinin” yer aldığını belirtmektedir.[22] Dolayısıyla ümmet, ırklar, kavimler, uluslar üstü akide/değer merkezli bir kültürel, siyasi olgu ve kurumsal bir yapılanıştır.

Bunun en canlı örneği, Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilmiş Medine Vesikası’ndaki ifadelerdir: “Madde 1- Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli Müminler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak edenler ve onlarla beraber cihat edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir). Madde 2- İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil ederler.”[23] Birinci madde, ümmeti oluşturan topluluğun kendilerini başkalarından ayıran temel ortak özelliklerini belirlemekte, ikinci madde ise bunları diğer insanlardan ayrı bir ümmet şeklinde tanımlamaktadır. Ümmeti oluşturan alt gruplar ise şunlardır: 1. Müminler (Kureyşli ve Yesribli), 2. Müslümanlar (Kureyşli ve Yesribli), 3. Bunlara tabi olanlar, 4. Bunlara sonradan iltihak edecekler, 5. Onlarla birlikte cihat edenler. İlk iki grubun inanç temelleri belirtilmesine karşın diğerlerinde inançlar belirtilmemiş, tabi olmak ve cihada çıkmak vasıfları yeterli addedilmiştir. Vesika’nın 25. maddesinde ise Yahudilerle müminlerin bir ümmet teşkil ettiği dile getirilmektedir: “Madde 25-a) Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, Müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dâhildirler.” Madde 26- Madde 34’te diğer Yahudi kabilelerinin isimleri tek tek zikredilip “Beni Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahip olacakları” belirtilmektedir. 25. maddede Medine anayasası kapsamında yer alan tüm toplulukların (Müslümanlar-Yahudiler) ortak paydası, güvenlik olgusudur. İnanç sistemi ortak payda değildir.

İki ayrı dine mensup oldukları için ayrı birer ümmet konumundaki müminlerle Yahudiler, Hz. Muhammed’i otorite kabul eden bir vesika etrafında yeni bir ümmet/topluluk teşkil etmişlerdir. Madde 25’te Yahudilerin dinlerinin kendilerine, müminlerin dinlerinin kendilerine ait olduğunun belirtilmesi, devlete temel olan ümmeti dine göre tanımlamadıkları anlamına gelmektedir. Bu sözleşmeyi kabul eden insanlar (Müminler, Müslümanlar ve Yahudiler), kabul etmeyenlere göre ayrı bir ümmet/topluluk diye nitelendirilirken Hz. Peygamber’in otoritesinin kabulü ile güvenlik ön plana çekilmiştir. Medine Vesikası’ndaki bu ümmet tanımlaması, belki de ‘anayasal vatandaşlık’ kavramına ilişkin ilk uygulamadır.

Bu tanımlama Müslümanların ayrı bir ümmet olma vasfını hiçbir zaman ortadan kaldırmamıştır. Madde1’de bu açıkça görülmektedir. Hangi coğrafyaya ve hangi etnik kökene sahip olursa olsun din, Müslüman ümmetin en temel vasfı olup onları diğer insan topluluklarından ayırmaktadır. Bundan dolayıdır ki Hz. İbrahim’e, ilk davet bölgesinde hiç kimse tabi olmamasına karşılık o Kur’ân’da tek başına bir ümmet konumundadır: “Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhitti ve o müşriklerden değildi.” (16/Nahl, 120). Keza İslâm’dan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin Saîde’nin de “tek başına bir ümmet olarak diriltileceği”[24] Hz. Peygamber tarafından ifade edilmiştir.

Hz. İbrahim için bir taraftan tekili ifade eden muvahhit kelimesi, diğer taraftan çoğulu ifade eden ümmet kelimesinin kullanılması, ümmet kelimesindeki din boyutunun önemini göstermektedir. Kur’ân’da Allah’a isyan/inkâr edenlerin de bir ümmet sayılması, dinin ümmet üzerindeki ağırlığını göstermektedir: “Eğer insanlar (Allah’a karşı isyanda birleşip) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahman’a (Allah’a karşı) küfredenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp yükselecekleri merdivenler yapardık. Evlerine kapılar ve üzerinde yaslanıp-dayanacakları koltuklar ve (daha nice) çekici-süsler (de verirdik)” (43/33-35).

Ümmet Kavramında Genetik ve Değer Boyutu

Ümmetin gerek sözlük ve gerekse ıstılahi anlamına kümeler teorisi açısından baktığımızda, ümmet evrensel uzayında farklı özellikleri merkeze alan, farklı insan topluluklarının/alt kümelerin var olduğunu görmekteyiz. Bu bağlamda iki ana boyutun varlığını göz önüne almak gerekmektedir: 1. Genetik merkezli oluşumlar, 2. Değer merkezli oluşumlar.

Aşağıda bu iki boyut göz önüne alınarak ümmetin evrensel kümesi ele alınıp değerlendirilecektir.

Genetik Merkezli İnsan Toplulukları: Renk, Dil ve Soy Farklılaşması

İnsanlığın başlangıcında Hz. Âdem ve eşi, iki kişilik bir aile iken daha sonra çocukları ve torunları olmuştur. İki kişilik aile önce geniş aileye, daha sonra da geniş bir akraba topluluğuna dönüşmüştür. Hz. Âdem’in çocukları çoğalıp değişik coğrafyaya yayılmışlardır. Renk, dil, genetik farklılaşma, çoğalma ve yayılma ile ayrı soy, oymak, kabile, kavim ve ulus, ehl-i millet ve ümmet gibi değişik gruplar meydana gelmiştir. Yapı, basitten karmaşığa doğru giderken müşterek özellikler azalmakta; farklılıklar ve çeşitlilikler artmaktadır. Dil, renk, soy, etnisite, tarih ve coğrafya, din, örf-âdet, değerler, vatandaşlık ve kader birliği, kimlik belirleyici parametreler olarak tezahür etmiştir.

Farklı renk, dil ve genetiğin nasıl meydana çıktığını ya da ilk renk, dil ve genetik farklılaşmanın nasıl olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Aynı ana babanın çocuklarının bu denli farklılaşmalarının sebebi, bugünkü ilmi araştırmalarla (antropoloji, etnoloji, sosyoloji…) tatminkâr bir şekilde izah edilebilmiş değildir. Bu konuda söylenen her şey, öngörü, tahmin ve zandan öteye geçmemektedir. Ancak Kur’ân-ı Kerim, renk ve dil farklılaşmasının, üzerinde düşünülmesi gereken Allah’ın ayetlerinden olduğunu bize haber vermektedir (Rûm Suresi, 22). Renk ve dil farklılaşmasının büyüklüğü ve esrarının önemini daha iyi anlayabilmek için okuyucunun Rûm Suresi’nin 19-26. ayetlerini birlikte göz önüne alarak değerlendirmesinde fayda vardır. Burada sadece 22’nci ayete yer verilecektir: “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da onun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, ilim sahipleri için gerçekten ayetler vardır.”

Rûm Suresi 19 ve 26’da Allah’ın ayetleri sayılan konular; “kendi nefislerinizden eşler yaratma ve arada bir sevgi ve merhamet kılma”, “göklerin ve yerin yaratılması”, “dillerin ve renklerin ayrı (farklı ve değişik) olması”, “geceleyin ve gündüzün uyuma”, “geçimin temini için rızık arama”, “korku ve umut (unsuru) şimşeği gösterme”, “gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltme”, “göğün ve yerin onun emriyle durması” şeklinde belirtilmektedir.  Bunlardan “göklerin ve yerin yaratılması” ile “dillerin ve renklerin ayrı (farklı ve değişik) olması” âlimler için ayet olurken, diğerleri ise “düşünebilen bir kavim”, “aklını kullanabilecek bir kavim”, “işitebilen bir kavim” için ayetler olmaktadır. Bu konumlandırma, renklerin ve dillerin farklı olmasındaki hikmet ve esrarın büyüklüğünü ortaya koymaktadır.

Hz. Âdem’in çocuklarının çoğalması ve dünyaya yayılmaları ile birlikte âl, ehl, benûn/benîn, aşiret/soy/oymak, kabile ve şa’b, kavim, millet, ümmet gibi farklı insan topluluklarının meydana geldiği tarihî bir gerçektir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu kavramların ana özelliklerinin belirlenmesi ümmet şuurunun yeniden tesisi bakımından faydalıdır. Aşağıdaki alt bölümlerde bu konu, ana özellikler merkeze alınarak değerlendirilmektedir.

Âl

Ehl/âle-yeûlu sözcüğünden türemiştir. Anlamı, kişinin bir başka insanla kan yakınlığının bulunmasıdır. Âl, “bir başkasının iyiliğinde ve kötülüğünde ona muhtaçlar için” kullanılır. Bu bağlamda kavim, âl’den daha geniş bir insan topluluğunu ifade etmektedir. Âl Kur’ân’da, 1. Destekçi/yandaş (cund ve etbâ)/taife/erkân/çevre, 2. soy ve 3. aile olmak üzere üç farklı anlamda kullanılmaktadır. Âl kelimesinin destekçi/yandaş/taife/erkân/çevre anlamında İlahi Kelam’da kullanılışı genellikle Firavun’la ilgilidir (2/Bakara, 49-50; 7/A’râf, 130, 141; 14/İbrahim, 6; 40/Mü’min, 28, 45-46; 54/Kamer, 41-42). Mekkeli kâfirlerin Mekkeli Müslümanlara karşı takındıkları tavırların, Firavun ve çevresinin tavrına benzer olduğu ifade edilirken de âl kelimesinin kullanıldığı görülmektedir (3/Âl-i İmrân 11; 8/Enfâl, 52-54). Kelime soy ve nesil anlamında iki ayette geçmektedir (3/Âl-i İmrân, 33-34). Ayrıca İlahi Kelam’da farklı ailelerin isimleri zikredilirken aile anlamında kullanılmaktadır. Bu bağlamda ismi geçen aileler şunlardır: Musa ailesi/Âlu Musa (2/Bakara, 248), Harun ailesi/Âlu Harun (2/Bakara, 248), İbrahim ailesi/Âlu İbrahim (3/Âl-i İmrân, 33; 4/Nisâ, 54); İmrân ailesi/Âlu İmrân (3/Âl-i İmrân 33); Yakub ailesi/Âlu Ya’kub (12/Yusuf, 6; 19/Meryem, 16), Lût ailesi/Âlu Lût (15/Hicr, 59; 27/Neml, 56; 54/Kamer, 34), Davud ailesi/Âlu Davud (34/Sebe’, 13).[25]

Ehl

Genelde bir insanın “birinci, ikinci, üçüncü dereceden yakınları olan insan topluluğunu” ifade eder. “Bir zanaat, bir ev, bir mekânın bir araya getirdiği kimseler” için, “yalnızca aynı soydan insanlar” için kullanılan bir kavramdır. Bununla beraber “halk, hanedan, adamlar, taraftarlar, aile, soy” gibi anlamlar için de kullanılmaktadır. Kur’ân’da, 1. insan topluluğu, 2. sahip, 3. ehil ve 4. din anlamlarında yirmi yedi yerde geçmektedir.

Ehl kelimesinin topluluk anlamında kullanıldığı yerlerde; 1. Halk (4/Nisâ, 75; 28/Kasas, 45; 29/Ankebût, 31, 34; 7/A’râf, 97-98; 12/Yusuf, 109; 9/Tevbe, 101, 120; 15/Hicr, 67; 23/Mü’minûn, 13), 2. Ümmet (20/Tâhâ, 132), 3. Aile, eş-çocuk (2/Bakara, 196; 4/Nisâ, 35; 5/Mâide, 89; 33/Ahzâb, 33; 11/Hûd, 73; 28/Kasas, 12; 28/Kasas, 29), 4. Çevre/taraftar (42/Şûrâ 45) bağlamında kullanılmaktadır.

Ehl kelimesinin en çok kullanıldığı anlam, “sahip olma” olup sahip olunan nesneyle birlikte zikredilmektedir. Bu bağlamda İlahi Kelam’da Ehlü’l-Kitab ve Ehlü’z-Zikr ibareleri vardır. Ehlü’l-Kitab çoğunlukla Yahudi ve Hıristiyanlar için kullanılmıştır (2/Bakara, 109; 3/Âl-i İmrân, 164). Ehlü’z-Zikr “işi bilen, uzman” anlamında iki ayette geçmektedir (16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 9). Ehl kelimesinin üçüncü anlam boyutu, “ehil olmak, layık olmak” kapsamında Kur’ân’da yer almaktadır (4/Nisâ, 58; 38/Sâd, 64; 48/Fetih, 26; 74/Müddessir, 56). Ehl kelimesinin dördüncü anlam boyutu, dindir (11/Hûd, 46).[26]

Benûn/Benîn

Benûn/benîn, ibn kelimesinin çoğulu olup Kitabımızda on altı yerde gerçek ve mecazi anlamda “evlatlar/oğullar” (16/Nahl, 72; 3/Âl-i İmrân, 14; 18/Kehf, 46) ve “yandaşlar/destekçiler” şeklinde iki ayrı anlamda kullanılmaktadır. Benûn/benîn kelimesinin “yandaşlar/destekçiler” bağlamında Kur’ân’da kullanılması iki farklı şekildedir: 1. Mal/benûn ikilisi, 2. En’âm/benûn ikilisi. Benûn, “dünyevi servet, zenginlik ve ekonomik iktidar anlamındaki mal kelimesi ile birlikte” farklı ayetlerde geçmektedir (23/Mü’minûn, 55-56; 68/Kalem, 10-14; 71/Nuh, 12; 74/Müddessir, 11-13; 17/İsrâ, 6; 26/Şu’arâ 88). Benûn (oğullar) kelimesi, en’âm (koyun, keçi, deve, sığır ve manda cinsi evcil hayvanlar) ile birlikte kullanılmaktadır (26/Şu’arâ, 132-134).           

Aşiret

Aşiret kelimesi, aşr kelimesinden türemiştir. Bir babanın en yakın çocukları anlamına gelen bir topluluk ismidir. Kabileyi oluşturan büyük aile gruplarına denmektedir. Kitabımızda aşiret kelimesi üç yerde geçmekte ve “topluluk, yakın akrabalar, aynı kandan olanlar, boy ya da oymak anlamlarında kullanılmaktadır (9/Tevbe, 24; 26/Şu’arâ, 214; 58/Mücâdele, 22).[27]

Kabile/Boy/Oymak

Kabile kelimesi, k.b.l kök harflerinden türemiş olup sözlük anlamı, “başın dört tabakasından/kemiğinden biridir.” Fiilî hayatta “birbirini kabul edenlerin oluşturduğu insan topluluğu”, “Bir atadan/babadan gelen çocuklardan müteşekkil topluluk/cemaat” anlamına gelmektedir. Hayvanlar için sınıf anlamında kullanılmaktadır. Çoğulu, kabâildir. Kabile, Türk tarihinde kullanılan boy ve oymak kelimelerinin karşılığıdır. Kabile, Kur’ân’da üç yerde çoğul olarak insan (49/Hucurât, 13), melek (17/İsrâ, 92) ve şeytan (7/A’râf, 27; 1/ İsrâ, 28-30) ile ilgili kullanılmaktadır. Kabilelerin bir araya gelmesi ile şa’b oluşmaktadır.[28] 

Şa’b

“Toplamak, tefrik etmek, ıslah etmek...” gibi manalara gelen şa’b kökünden türeyen bir kelime olup genel anlamda topluluk anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, “bir tek aileden doğup dallara ayrılan kalabalık kabile” anlamına geldiği gibi, kabilelerin birleşerek oluşturduğu büyük topluluk da kastedilmektedir.[29] Ağırlıklı kabul edilen mana, “kabilelerin birleşerek oluşturdukları büyük topluluklardır. Bununla birlikte et-Tehânevî’ye göre şa’b, “meşhur bir babaya dayanan çok kalabalık insan topluluğudur.” Kur’ân’da çoğul hâliyle (şu’ûb) yalnızca bir kere kullanılmaktadır. Aynı anne babanın çocuklarının farklı renk ve dile sahip olması nasıl Allah’ın yaratış kanununun bir sonucu ise; Âdem’in çocuklarının çoğalmaları ile farklı soy, oymak, kabile ve şa’b’a ayrılması da sünnetullahın bir sonucudur. Hucurât Suresi’nin 13. ayetinde bunu görebilmekteyiz: “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi şa’ab şa’ab (halklar/kavimler/milletler) ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” Elmalılı ayette geçen şa’abı, kabile ile birlikte açıklamaktadır: “Şu’ûb, şa’bın çoğuludur; kabâil, kabilenin çoğuludur. Araplar, topluluk taksimini insan bedeninin yaratılışını esas alarak yapmışlardır. Şöyle ki: İnsanın kafatasını meydana getiren kemiklerden her birine kabile ve hepsine de kabâil denir ve bu baş kemiklerinin birbirine kavuşup bitiştiği eke de şa’b denilir. Bir babanın sülbünden dallanan çok bir topluluğa bundan alınmış olarak kabile denildiği gibi çeşitli kabileleri toplayan ve hepsi bir asla mensup büyük cemiyete de re’s veya şa’b denilir. Bu şekilde bir asla mensup toplumların hepsinin başı ve büyüğü toplum şa’b’dır ki, kabileleri içinde bulundurur. Kabile amareleri içinde bulundurur ki sadır yani göğüs derecesindedir. Amare batınları içinde bulundurur ki, Türkçe de göbek deyimine benzer, batın fahizları içine alır, fahizlar da fasileleri içine alır, toplamı altı tabaka eder. Bazıları fasileden sonra yedinci sırada aşireti saymışlardır.”[30]

Elmalılı’ya göre şa’ab, kabilelerin ittifakı ile meydana gelen daha büyük bir topluluktur. Bu yaklaşım ile şa’abı kavim ve/veya ulus/millet şeklinde anlamlandırabiliriz. Ancak meallere dikkat edilirse şa’ab kelimesi Türkçeye, halk, millet, kavim olarak tercüme edilmiştir. Burada bir kavram kargaşası yaşandığı muhakkaktır. Bu konu, dil bilimcilerle beraber bir çözüme kavuşturulmalıdır. Çünkü halk, millet ve kavmin anlamları arasında farklar vardır.

Kavim

Kavim, “oturma”nın zıddı “ayakta durmak, dikilmek” anlamındaki kvm kökünden türemiştir. Kavim kelimesi, Kur’ân genelinde, erkek ve kadın her iki topluluk için, üç yüzden fazla yerde, üç farklı anlamda kullanılmaktadır: 1. Soy birliği ve bu istikametteki topluluklar/millet (2/Bakara, 54, 60, 67; 5/Mâide, 20; 10/Yûnus, 87; 9/Tevbe, 70; 14/İbrahim, 9; 18/Kehf, 90, 93; 26/Şu’arâ, 11; 50/Kâf, 12, 13), 2. Çeşitli özelliklere sahip topluluk, grup, halk (60/Mümtahine, 13; 13/Ra’d, 11, 7; 22/Hacc, 43; 23/Mü’minûn, 46; 49/Hucurât, 11; 58/Mücadele, 22; 60/Teğâbun, 13; 7/A’râf, 69; 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 70, 74, 89; 25/Furkan, 37; 26/Şu’arâ, 11, 105, 160), 3. “Kişiler/kimseler, insanlar”. Kavim kelimesinin üçüncü anlam boyutu olan kişiler/kimseler, Kur’ân’da olumlu ve olumsuz özellikleri göz önüne alınarak ifade edilmişlerdir: 1. Kavm yûkinûn/inananlar (2/Bakara, 118; 5/Mâide, 50), 2. Kavm yû’minun/inananlar (16/Nahl, 79; 29/Ankebût, 51; 43/Zuhruf, 88), 3. Kavm ya’kılûn/yetefekkerûn/yetezzekkerûn/düşünenler (29/Ankebût, 35; 16/Nahl, 69; 2/Bakara, 164; 5/Mâide, 58; 6/En’âm 126; 13/Ra’d, 3, 4), 4. Kavm ya’lemûn/bilenler (2/Bakara, 230; 6/En’âm, 97),  5. Kavm kâfirûn/inkârcılar (2/Bakara, 259, 264, 286; 3/Âl-i İmrân, 147; 27/Neml, 43), 6. Kavm zâlimûn/zulmedenler (2/Bakara, 258; 5/Mâide, 51; 23/Mü’minûn, 28; 26/Şu’arâ, 10; 28/Kasas, 25), 7. Kavm cebbârîn/zorbalar (5/Mâide, 22); 8. Kavm müfsidûn/bozguncular (29/Ankebut, 30), 9. Kavm sâlihûn/iyiler (5/Mâide, 84).

Kavim kelimesinin geçtiği ayetlerin bir başka özelliği, örnek bir medeniyetin kurulması ile ilgili ilkelerin belirtilmesidir (2/Bakara, 118, 164; 5/Mâide, 50; 6/En’âm, 98; 7/A’râf, 32). Bunun yanı sıra kavim kelimesinin geçtiği ayetlerde insanlığı ifsat eden toplum ve kişilerin özellikleri de belirtilmektedir (3/Âl-i İmrân, 85; 5/Mâide, 22; 7/A’râf, 64; 10/Yûnus, 75; 37/Sâffât, 30). Kimlik açısından baktığımızda aynı renk, dil ve soydan gelme, fertler arasındaki ana ortak paydadır. Burada kavim kimliği açısından baskın özellik soydur. Farklı renk, dil ve soydan olanlar birbirlerine göre öteki olmaktadır. Birbirinin rakibi, dostu, müttefiki veya düşmanı olabilirler.

Kabilelerin ittifakını şa’ab olarak alıp değerlendirmeyi, farklı kavimler için yapmak istersek, farklı kavimlerin ittifakını yeni bir şa’ab (kavimlerin ittifakı) şeklinde düşünebiliriz. Aynı şa’ab da birlik, kavimlerin aralarındaki hukukun nasıl kurulacağı önemli bir sorundur. Çünkü farklı renk, dil ve soy söz konusudur. Ayrıca asırlar boyu farklı değer sistemi, kültür, müzik, örf, adet, gelenek, görenek oluşmaktadır. Farklı kavimlerin birlikteliğinde bunlar birer zenginlik görülüp yaşatılabilmelidir. En önemli konu, kavimlerin temel/ana özelliklerinin nasıl korunacağıdır.

Kavimlerin oluşturduğu üst şa’abda (kavimler ittifakı) ittifak yapan kavimler, birbirine göre farklı nicelikte olabilir. Sayısı fazla kavim zamanla diğerlerini yok etmek, asimile etmek isteyebilir. Ya da kültür, medeniyet bakımından daha gelişkin bir kavim diğerlerinin kültürlerini, dillerini yok etmeye kalkabilir. Veya diğerlerini sömürür. Bunlar veya benzer tehlikeler, kavimler ittifakında karşılaşılabilecek muhtemel tehlikelerdir. Burada sorulacak ana soru, bir kavim bir başka kavmin kimliğini yok etme hakkına sahip midir? Bu adil bir tavır mıdır? Buna hakkı var mıdır? Var olduğunu iddia ediyorsa bu hakkı nereden almaktadır? Bu noktada unutulmaması gereken husus, renk, dil gibi, kabile ve kavimlerin de Allah’ın ayetleri olmasıdır, sünnetullahın bir gereğidir. Öyleyse kabile ya da kavimleri yok varsaymak, ilahi sünnete karşı çıkmak demektir. Keza Furkân Suresi 54’üncü ayette neseb ve sıhriyetin, insana Allah tarafından bahşedilmiş bir hak olduğu ifade edilmektedir.[31]

Farklı Boy, Kabile ve Kavimlerin Mevcudiyeti

Allah’ın insanları farklı boy, kabile ve kavimlere ayırmasındaki sır nedir? Bunun için Hucurât Suresi 13. ayete tekrar bakmak ve üzerinde tefekkür etmek gerekmektedir. Ayette hitap, doğrudan doğruya insanadır. Aynı anne babanın çocukları olduğumuz hatırlatılmaktadır. Bundan sonra kavim/millet ve kabilelere ayrıldığımız, farklılaştırıldığımız zikredilmektedir. Ancak bunların var kılınışı, “tanışma ve kaynaşma” (49/13) çerçevesinde açıklanmaktadır. Bu ayırımın insan fıtratı ile yakından ilişkisi vardır. Farklı akraba, soy, kabile, kavim ve ulus/millet ve ümmetler şeklinde bir yapılanış, insanlık evrensel kümesi içerisinde birer denge unsuru görevi görürler. Bu, bir açıdan her birimi örgütlü olan toplum demektir. Çünkü her bir örgütsel yapı, kendi müntesipleri arasında özel bir sevgi, saygı, şefkat, aidiyet ve bir sadakat duygusu meydana getirir. Bunlar insan fıtratına yerleştirilmiş duygulardır.

Hz. Peygamber’e iman etmedikleri hâlde ona yardım eden müşrik akrabalarının varlığı, akrabalık duygusunun bir sonucudur. Hastalandığınız zaman akrabaların seferber olması, aynı duygunun ürünüdür. O nedenle İslâm, akrabalık bağlarının koparılmasına karşı çıkmaktadır (4/Nisâ, 1). Kur’ân akrabalık ilişkilerine çok önem verdiğinden yöneticilerin akrabalık bağlarını koparacak işler, icraatlar yapmasını şiddetle kınamaktadır (47/Muhammed, 22-23; 2/Bakara, 204-205). Öyleyse ilahi sünnetin bir gereği olarak boy, kabile, kavim ayırımını ümmetin ve insanlık kümesinin birer alt kümesi sayıp, alt kimlik statüsünde değerlendirmek gerekmektedir. 

Değer Sistemi Merkezli İnsan Toplulukları

Ümmet evrensel kümesinin alt kümeleri olarak karşımıza çıkan çok temel bir olgu, insan topluluklarının değer sistemlerini, kültürel yapılarını öne çekerek yeni topluluklar oluşturmasıdır. Bunlarda genetik farklılıklar bulunmakta ve fakat ortak payda genetik yapı olmamaktadır. Farklı aşiret, kabile, kavim ve soylardan meydana gelmiş ancak değer sistemi merkezli bir yapılanış, bir toparlanış, bir kader birliği ve dayanışma meydana gelmiştir. Değer merkezli meydana gelen yapıları farklı açılardan gruplandırmak mümkündür. İman düzleminde meseleyi ele aldığımızda 1. İman edenler/Müminler/Müslimler, 2. İnkâr edenler/Münafıklar/Müşrikler, 3. Ehl-i Kitab şeklinde çok daha genel bir tasnif yapabiliriz.[32]  Değer merkezli daha özel bir sınıflama Kur’ân’da yapılmaktadır: 1. Millet, 2. Karn, 3. Hizib/Ahzâb, 4. Şi’a, 5. Fırka/Tefrika, 6. Mele, 7. Cund/Cunûd, 8. Sülle, Fie, 9.  Zümre, Taife, 10. Usbe, Raht, Şirzime.[33] Değer merkezli özel sınıflamanın ana özellikleri aşağıda özetlenmektedir.

Millet

Millet kelimesinin kökü “melel/m.l.l” olup anlamı “bıkmak, usanmak” demektir. “İmlâl” ise “usandırmak”tır. Millet kelimesi din, şeriat, yol ve sünnet anlamlarında kullanılan bir isimdir.[34]

Mille, Kur’ân-ı Kerim’de on beş yerde geçer; hepsinde de din ve inanç sistemi anlamındadır. Milletin öz itibarıyla etnik bir muhtevası yoktur.  Kur’ân’da millet, 1. İbrahim’in dini/Milletü İbrahim (2/Bakara, 130, 135; 22/Hacc, 78), 2. İbrahim, İshak ve Yakub’un dini (12/Yusuf, 38), 3. Yahudi ve Hıristiyanların dini (2/Bakara, 120), 4. Batıl din ve inançsızların dini (7/A’râf, 88,89; 12/Yusuf, 37; 14/İbrahim, 13,14; 18/Kehf, 20; 38/Sâd, 7) şeklinde geçmektedir.

Elmalılı Hamdi Yazır millet kelimesinin özünün “din”/“tutulup gidilen yol”  olduğunu tefsirinde geniş bir şekilde açıklamıştır: “Millet: Lügatte esasen söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak manasına gelen mastarıyla yani “imlâ” manasıyla ilişkili bir isimdir. Zemahşerî’nin Esas’taki beyanına göre asıl manası “tutulup gidilen yol” demektir ki, eğri veya doğru olabilir. İşte bu anlamdan alınarak din ve şeriat manasında kullanılmıştır. Şehristanî’nin el-Milel ve’n-Nihal’deki beyanına göre din, şeriat, millet denilen şeyler hadd-i zatında hep aynı şeylerdir. Ancak itibar edilen ve gözetilen manaya göre yine de her biri bir başka yönden diğerinden farklı bir anlam kazanır. İtikat ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından şeriat, sosyal bakımdan yani sosyal realite bakımından millet denilir. Gerçekte itikat edilen ne ise, amel edilen de odur. Amel edilen ve uygulanan ne ise esas itibariyle üzerinde ittifak edilen şey de odur.

Şu hâlde millet, bir cemiyetin, etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, içtimai duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hâkim ilkeler ve takip edilen gidişattır, sülûk edilen yoldur. Bu yolun hak olanı, hak olmayanı, eğri ya da doğru olanı vardır. Şu kadar var ki, yolun hak olanı güzel sonuca, hak olmayanı da hüsrana ve kötü akıbete götürür.”[35]

Elmalılı milletin ana manasında, Kur’ân’da kullanılış şeklini belirttikten sonra tarihî süreçte, din anlamından insan topluluğu anlamına doğru bir kaymanın yaşandığına özellikle dikkat çekmektedir: “Demek ki millet, sosyal kurul dediğimiz toplumun kendisi değildir. Ona cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet denilir. Mesela Yahudilik ve Hıristiyanlık birer millettir fakat Yahudiler ve Hıristiyanlar ehl-i millet, sahib-i millettirler, diğerleri de öyle... Bununla beraber “millet” kelimesi “ehl-i millet” manasına da mecaz olarak kullanılmaktadır. Mesela; “millet şöyle yaptı, millet böyle yaptı” denilir ki bu, kavim demektir. Mütealliki zikredip, müteallakı murat etmek kabilindendir veya doğrudan doğruya mecaz-ı hazfîdir. Nitekim ayette "İbrahim milleti" tamlaması, her iki manaya da tefsir edilebilir.”

Türkçede millet anlam sapmasına uğramış ve “ulus, topluluk ve sınıf” anlamını kazanmıştır.[36] Millet içerisinde ırki yapının yanı sıra değer sistemi ve kültürel yapı da yer almıştır. Bugünün pratiğinde milletin anlam alanında bir sapma meydana gelmiş, kavram, dil, din, ırk ve ortak çıkara dayanan bir sosyal birlik boyutu kazanmış; organik-kültürel bir birliktelik olmuştur. Genetik boyut ile değer sistemi boyutunun tanımladığı bir düzlemde yeni bir boyut kazanmıştır. Benzer şekilde millet isminin çoğulu milel, “müminler topluluğu” anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

Karn

Karn, aynı zamanda/aynı zaman dilimi içinde, aynı dönemde yaşayanlar anlamındadır. Belli bir yere, döneme ait nesil, kuşak, halk ve toplum anlamına gelmektedir. “Birbirini zaman bakımından (on, yirmi, otuz, altmış veya yetmiş sene) takip eden nesiller” için kullanılmaktadır. Genelde her çağda yaşayan topluluklara karn denebilmektedir. Çoğulu “kurûndur”. Kur’ân-ı Kerim’de yirmi beş yerde geçer. Buralarda nesil, kuşak, uygarlık gibi anlamlara gelmektedir. Karn/kurûnun Kitabımızdaki kullanılışında dikkat çeken husus, “helak edilme” çerçevesinde kavramın kullanılmasıdır. Bazı ayetlerde “karye/kurâ” (toplumun oluşturduğu medeniyet), bazı ayetlerde de karn/kurûn (toplumun bizzat kendisi) ifadeleri kullanılmıştır.

Kur’ân’da kurûnun helak edilme ile birlikte kullanılmasında söz konusu nesillerin helak edilme nedenlerine açıklık getirilmektedir. Geçmişte helak edilmiş nesillerin helak edilme nedenlerinde şu ana unsurların öne çıktığı görülmektedir:  1. Peygamberlerin yaptığı çağrıların inkâr edilmesi/inkârcılık (25/Furkân, 38-39; 20/Tâhâ, 46-51), 2. Günaha batma (6/En’âm, 5-6; 17/İsrâ, 17), 3. Haksızlık (10/Yûnus, 13), 4. Yöneticilerin fitne-fesadın yaygınlaşmasına mâni olmaması (11/Hûd, 116), 5. Önceki nesillerin helak edilmesinden ders alınmayıp benzer davranışların icra edilmesi (19/Meryem, 73-74, 98; 28/Kasas, 78, 43; 50/Kâf 36-37; 38/Sâd, 3; 20/Tâhâ, 128; 32/Secde, 26; 36/Yâsîn, 31), 6. Helak edilen nesiller yerine yeni nesillerin gelmesi (6/En’âm, 6; 23/Mü’minûn, 31, 42; 28/Kasas, 45).[37]

Hizib/Ahzâb

Hizib, belli bir görüşü merkeze alarak kendilerini başkalarından farklı gören “güçlü bir grup” anlamına gelmektedir. Ahzâb, hizbin çoğuludur. Kur’ân’da tekil ve çoğul şekilde kullanılmaktadır. Tekil kullanımında şunlar vardır: 1. Grup/dinî grup (18/Kehf, 12; 23/Mü’minûn, 53; 21/Enbiyâ, 93; 22/Hacc, 67), 2. Hizbullah/Allah’ın taraftarları (5/Mâide, 56; 58/Mücadele, 22), 3. Hizbuşşeytan (35/Fatır, 6; 58/Mücadele, 14-21). İlahi Kelam’da hizbin çoğul kullanımında şunlar vardır: 1. Önceki ümmetlerin kâfirleri (38/Sâd, 12-13; 40/Mü’min, 31), 2. Hıristiyanlıktaki bölünmeler (19/Meryem, 37; 43/Zuhruf, 65), 3. Hz. Peygamber’in karşıtları (11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 36; 38/Sâd, 11; 33/Ahzâb, 20, 22).[38]

Şi’a

Şi’a kavramının anlamı, “Bir konuda fikir birliği etmiş, aynı inanç ve davranış ilkelerine sahip grup”tur. Çoğulu şiya’ ve eşyâ’dır. Kur’ân’da farklı boyutları ile yer almaktadır: 1. Fikrî ve siyasi olarak oluşan grup/fırka (19/Meryem, 69; 28/Kasas, 4; 6/En’âm, 65), 2. Dinî grup/fırka (30/Rûm, 31-32; 3/Âl-i İmrân, 105; 21/Enbiyâ, 92-93; 23/Mü’minûn, 53; 6/En’âm, 159), 3. Dinî/siyasi anlamda yandaş (28/Kasas, 15; 37/Sâffât, 83), 4- Selef/geçmişteki toplumlar (15/Hicr, 10; 34/Sebe’ 54; 54/Kamer, 54).[39]

Fırka/Tefrika

Dinî ve siyasi kavramlar hüviyetindeki fırka, tefrika, furkân, ferîk, teferruk kelimeleri, f.r.k (feraka) kelimesinden türetilmişlerdir. Kelimenin kökü şu anlamlara gelmektedir: 1. Hüküm verme/ayırt etme (5/Mâide, 25), 2. ayırma (2/Bakara, 50, 102, 136, 285; 4/Nisâ, 152; 44/Duhan, 4), 3. bölme (4/Nisâ, 150), 4. ayrılma (65/Talak, 2), 5. uzaklaşma-uzaklaştırma (6/En’âm, 153).  Ferîk, her çeşit grup, bölük ve küme anlamındadır. Fırka, bölük, grup anlamında olup Kur’ân’da yalnızca bir yerde geçmektedir (9/Tevbe, 122). Teferruk/Tefrîku’d-Din, İlahi Kelam’da dinde ayrılık çıkarmamak bağlamında değişik boyutları ile geçmektedir (3/Âl-i İmrân, 19, 103, 105; 42/Şûrâ 13, 14, 15; 30/Rûm, 32; 6/En’âm, 159; 2/Bakara, 213; 98/Beyyine, 4; 45/Câsiye, 17; 8/Enfâl, 46). Medineli münafıkların Mescid-i Dırâr’ı inşa ederek müminleri dinî ve siyasi bağlamda parçalamaya dönük faaliyetleri tefrika çıkarmak amaçlıydı (9/Tevbe, 107-110).[40]

Mele’

Mele’ dolgunluk anlamında mastar bir kelime olup kökü, m.l.e (mele’e)dir. M.l.e, dolmak, doldurmak anlamına gelmektedir. Kur’ân’da farklı boyutları ile yer almaktadır: 1. Mele-i A’lâ (yüce topluluk/yüce meclis), en yüksek melekler ve peygamberlerin ruhları anlamındadır. Kur’ân’da iki ayette geçmektedir (37/Sâffât, 8; 38/Sâd, 69). 2. Mele’, “Bir toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal güç merkezlerini elinde tutan, bir görüşü paylaşan, göz dolduran eşraf, ileri gelenler, önderler, asilzadeler, soylular, aristokrat tabaka, fikir danışılan kimseler, beyler, yöneticiler” anlamındadır. Kur’ân bunların şu özelliklerine dikkat çekmektedir: 1. İnkârcılık/küfür (7/A’râf, 60, 66,88-92; 23/Mü’minûn, 24,33; 11/Hûd, 25-27), 2. Büyüklenme/istikbâr ve alay etme (11/Hûd, 25-27, 38, 96-97; 23/Mü’minûn, 24-25, 33-38, 45-48; 7/A’râf, 75-77; 10/ Yûnus, 75, 83), 3. Aşırı tutuculuk/katı gelenekçilik (7/A’râf, 60, 88-90; 23/Mü’minûn, 24-25; 38/Sâd, 4-8). Mele’nin görevleri/işlevleri, şunlardır: 1. Danışma (27/Neml, 29-30, 38; 7/A’râf, 108-110; 26/Şu’arâ, 34-35; 12/Yusuf, 43). 2. Görüşme ve karar alma (28/Kasas, 20, 38; 7/A’râf, 127). 3. Tehdit ve şiddet (7/A’râf, 88, 90; 27/Neml, 29, 32).[41]

Cund/ Cunûd

Cund çok sayıdaki topluluk anlamında olup kökü c.n.d’dir. “C.n.d, taşlı, sert/kaba toprak demektir.” Cund’un çoğulu cunûd ve ecnâd’dır. Kur’ân’da daha çok çoğul şekli ile yer alır ve Allah, şeytan ve insanla ilgili kullanılmaktadır. Kitabımızda cunûd, Allah ile ilgili kullanıldığı zaman üç boyutu söz konusudur: 1. Cunûdu’s semâvât ve’l-ard/göklerin ve yerin bütün güçlerinin Allah’a ait olduğu (48/Fetih, 4, 8). 2.  Cunûdu Rabbike/Rabbinin orduları/güçleri (74/Müddessir, 31). 3. Allah’ın ordu göndermesi (36/Yâsîn, 28-29; 9/Tevbe, 25, 40; 3/Âl-i İmrân, 124-125; 8/Enfâl, 9; 37/Sâffât, 172-174). Kur’ân’da cunûd, şeytanın adamları/cunûdu İblis/İblis’in zürriyeti/şeytanın soyu anlamında kullanılarak iman edenlerin dikkatli olmaları istenmektedir (26/Şu’arâ, 94-95). Cunûd, İlahi Kelam’da insanlarla ilgili olarak üç farklı anlamda yer almaktadır: 1. Yandaşlar/ordu (2/Bakara, 249-250; 10/Yûnus, 90; 20/Tâhâ, 78; 28/Kasas, 8, 9, 39, 40; 44/Duhan, 24; 51/Zâriyât, 40; 85/Burûc, 17; 27/Neml, 17, 18, 37; 38/Sâd, 11; 67/Mülk, 20), 2. Güç ve destek (19/Meryem, 75; 27/Neml, 37), 3. Koruyucular (36/Yâsîn, 75).[42]

Sülle, Fie

Sülle kelimesi, “İnsanlardan bir cemaat anlamında olup fırka ve fie ile aynı anlama geldiği de ifade edilmektedir. Kur’ân’da “topluluk, grup, kimseler” anlamında üç yerde geçmektedir (56/Vâkı’a 13, 39, 40). Fie kelimesi, “birbirine destek olan ve açıkça yardımlaşan insan topluluğu” anlamında Kitabımızda on bir defa, iki anlamda geçmektedir.: 1. “Açıkça birbiriyle yardımlaşan topluluk” (3/Âl-i İmrân, 13; 8/Enfâl 16), 2. “Destek çıkan kimseler, hâmîler” (18/Kehf, 13; 28/Kasas, 81).[43]

Zümre, Taife 

Zümre, “insanların oluşturduğu küçük çaplı bir grup, bir cemaat” anlamında olup “çoğulu zümer’dir.” Kur’ân’da kelimenin çoğul hâli kullanılmakta olup sadece iki yerde geçmektedir. Bu iki ayet, Cehennem ve Cennet’e girecek insan grupları ile ilgilidir (39/Zümer, 71, 73). Taife, “Bin kişiden fazla olmayan, en azı bir yahut iki kişiden müteşekkil bir grup, topluluk, cemaat” anlamında olup İlahi Kelam’da yirmiden fazla yerde geçmektedir. İlgili ayetlerde kelime “bazı insanlar, bir grup insan, küçük bir topluluk” anlamlarında kullanılmıştır.[44] 

Usbe/İsâbe, Raht, Şirzime

Usbe, sayıları on ile kırk aralığında olan ve “birbirine destek veren, söz birliği içindeki topluluk”tur. ‘İsâbe de aynı anlamdadır. Çoğulu ‘usabdır. Usbe kelimesi, Kur’ân’da dört yerde geçmektedir: 1. “Kötülük yapmak üzere bir araya gelmiş topluluklar” (12/Yusuf, 8, 14; 24/Nûr, 11), 2. “güçlü-kuvvetli bir topluluk” (28/Kasas, 76). Raht kelimesi, “yakın akrabalar” anlamındadır. Kavram, “bir kişinin kavmi, kabilesi anlamına” da gelmektedir. Yakın akraba topluluğunun sayıları konusunda iki farklı yaklaşım söz konusudur: 1. 10 kişiden az, 2. 40 kişiye kadar ulaşabilen hısım-akraba topluluğu. Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde geçmektedir (11/Hûd, 91, 92; 27/Neml, 48). Şirzime kelimesinin anlamı, “Küçük bir topluluk”tur. Kitabımızda tek bir yerde “az miktarda insanlardan oluşan topluluk” anlamında geçmektedir (26/Şu’arâ, 54). Ancak Zemahşerî ayetteki kavramın sayı ile birlikte bir aşağılama olgusunu bünyesinde barındırdığını ifade etmektedir.[45]

Sonuç: “Mutedil Bir Ümmet” Olabilmek

Bu çalışmada, ümmet kelimesinin sahip olduğu evrensel küme ile ilgili kavramsal boyutlu bir analiz yapılmış, ümmetin semantik alanındaki (değer eksenli kısım hariç) kavramlar değişik boyutları ile analiz edilmiştir. Bu kadar farklı kavram kümesinin Kur’ân’da bu denli yer almasının sebebi hikmeti nedir? Allah bu kavramsal uzayda kıyamete kadar vuku bulacak durumlarla ilgili bize birer mesaj mı vermekte, yol mu göstermektedir? Geçmiş nesillerin başına gelen olaylar, basit birer kıssa olarak mı değerlendirilmeli yoksa İblis’in yolundan gidenlerin kıyamete kadar uygulayacakları strateji ve taktiklerin bir göstergesi şeklinde mi değerlendirilmelidir?

Vuku bulan veya bulabilecek olayları, klasik Aristo mantığının 0-1 düzleminde mi (ya 0 ya 1) yoksa saçaklı mantığın, 0 ile 1 arasında sonsuz değer var, düzleminde mi değerlendirmek gerekmektedir? Yukarıdaki sorular kapsamında ümmetin kazandığı ıstılahi anlamın küresel ve tarihsel boyutlarını çok iyi anlamak ve değerlendirmek gerekmektedir. Farklı renk, dil, kavim ve milletlerin hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluşa erebilmeleri için tevhidi tek bir çatı altında toplanması, tek bir topluluk şuuru kazanması İslâm’ın küresel hâkimiyeti için olmazsa olmazdır. Kur’ân-ı Kerim’de İslâm ümmeti hayırlı bir ümmet şeklinde vasıflandırıldıktan sonra önderlik için marufu emredip münkeri yasaklamak gibi bir sorumluluğunun olduğu çok açık bir şekilde belirtilmektedir (3/Âl-i İmrân, 110)

Ancak bu tebliğ mekanizmasının insanlık üzerinde etkili olabilmesi için İslâm ülkelerindeki yönetimlerin de düzeltilmesi gerekmektedir: “Hakkı batıl ile örtmeyin ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle siz de rükû edin. Siz, insanlara iyiliği emrediyorken, kendinizi mi unutuyorsunuz? Oysa siz kitabı okumaktasınız. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (2/Bakara, 42-44)

Kur’ân’ın tanımladığı “mutedil ümmet” her türlü yalanlamaya, her türlü baskıya, her türlü iftira, karalama ve alaya karşı görevlerini her şart ve ortamda ifa etmeye çalışır. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” diyenlerden “nemelazımcılardan” değillerdir. Bukalemun gibi sürekli gömlek değiştirmezler. Kendilerine zulmedenler de dâhil olmak üzere tüm insanlığın kurtuluşunu kendi kurtuluşu görürler. Onların bilgisizliklerinden dolayı saptıklarını düşünürler ve onun için en küçük ihtimali değerlendirmek isterler. ‘Bir ihtimal belki sakınırlar’ düşüncesi onların zihinlerinin bir köşesinde daima bulunur.  Dolayısıyla her ihtimali insanlığın kurtuluşu için kullanırlar. Allah bu ümmete bu konudaki sorumluluklarını, deniz kenarındaki bir kasabanın başına gelenleri örnek göstererek hatırlatmaktadır (7/ A’râf, 163-165). Bu nedenle İslâm ülkelerinde yönetici kadro ile ilgili iç tebliğ mekanizmasının çok şuurlu bir şekilde icra edilmesi gerekmektedir (3/Âl-i İmrân, 104). Çünkü “Asra andolsun; insan mutlak hüsrandadır. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.” (103/Asr, 1-3) Bu anlayıştaki iki milyara yakın mutedil, şahit, hayırlı ve tebliğci bir ümmet, insanlığı tahrip edecek bir işgal girişimine karşı dimdik ayakta durabilir ve tarihi değiştirebilir. Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış, yalnızca Allah’tan korkarak yalnızca Allah’a teslim olmuş böyle bir ümmetin önünde hangi güç durabilir?

 

[1] Bu yazı serisinin kapsam alanının daha iyi anlaşılabilmesi için birinci yazının okunmasında fayda vardır. Burhanettin Can, “21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-1: Genel Bir Değerlendirme”, Umran, 2024, sayı: 364.

[2] Nihat Uzun, Kur’ân’da Ümmet Kavramı, Bursa Uludağ Üniversitesi, Doktora Tezi, 2002, s. 17-19.

[3] Nihat Uzun, age.

[4] Nihat Uzun, age. s. 20-32. D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005. Vecdi Akyüz, Kur’ân’da Siyası Kavramlar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 169-172. Muhammed Esed, Kur’ân Kavramları, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016, s. 342-345. Fikret Karaman, İsmail Karagöz, İbrahim Paçacı, Mehmet Canbulat, Ahmet Gelişgen, İbrahim Ural, Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 671-672. Râgıb el-İsfehânî, Müfredat, Kur’ân Kavramlar Sözlüğü, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2016, s. 144-150.

[5] Nihat Uzun, age., 20-32.

[6] Râgıb el-İsfehânî, Müfredât, Kur’ân Kavramlar Sözlüğü, Çeviren Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul 4. Basım 2016, s. 144-150.

[7] Nihat Uzun, age., s. 20-32.

[8] Nihat Uzun, age., s. 20-32.

[9] Nihat Uzun, age., s. 20-32.

[10] Ali Şeriati, Ümmet ve İmamet, çev. Ahmet Sait, Fecr Yayınları, Ankara 1996, s. 28-30.

[11] İsmail Râci Farukî, Tevhid, çev. Dilaver Yardım, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s. 125.

[12] Nihat Uzun, age., s. 20-32.

[13] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, 1992, cilt: 1, s. 419-422.

[14] Ali Şeriati, age., s. 28-30.

[15] “Ümmet, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1988, XII/477.

[16] Müslim, Selâm 148.

[17] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991, s. 647-649.

[18] Yaşar Nuri Öztürk, age.

[19] Emre Kongar, Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1979, s. 37.

[20] Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, KBDK, Ankara 1976, s. 84.

[21] Nihat Uzun, age., s. 20-32.

[22]Nihat Uzun, age., s. 20-32.

[23] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İrfan Yayınları, İstanbul, 1972 s. 149-153.

[24] Kütüb-i Sitte Muht. Tercümesi, 3/367.

[25] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[26] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[27] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[28] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[29] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[30] Elmalılı M. Hamdi, age., s. 419-422.

[31] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[32] Bu sınıflama bir başka yazının konusu olacaktır.

[33] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[34] Fikret Karaman, İsmail Karagöz, İbrahim Paçacı, Mehmet Canbulat, Ahmet Gelişgen, İbrahim Ural, age., s. 445-446.

[35] Elmalılı M. Hamdi Yazır, age., s. 399-400.

[36] Fikret Karaman, İsmail Karagöz, İbrahim Paçacı, Mehmet Canbulat, Ahmet Gelişgen, İbrahim Ural, age., s. 445-446.

[37] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[38] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[39] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[40] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[41] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[42] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[43] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[44] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

[45] Vecdi Akyüz, age., s. 157-200. Râgıb el-İsfehânî, age. Nihat Uzun, age.

 

Prof. Dr. Burhanettin Can / Umran Dergisi Şubat 2025

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-4: ÜMMET KAVRAMININ DEĞER BOYUTLU ANALİZİ

  Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Mart 2025-367. Sayı         “Biz sizi, insanlara şahit ve örnek olmanız için mutedil, adil ve s...