Prof. Dr. Burhanettin Can – Umran Dergisi/Mart 2025-367. Sayı
“Biz sizi, insanlara şahit ve örnek olmanız için mutedil, adil ve seçkin bir ümmet kıldık.” (Bakara 2/143)
Şer İttifakı’nın insanlığı Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyerek; “tek dünya devleti, tek dünya hükûmeti, tek hukuk ve tek para sistemi” kurma stratejisini bozabilecek tek güç, iki milyara yakın Müslümanın, ümmet kimliği etrafında birleşip bütünleşmesidir. Bunun için uzun vadeli bir strateji belirleyip bir yol haritası ortaya koymak zorunluluğu vardır. Okuduğunuz yazı serisinde yol haritasının kilometre taşlarına değinilecek, ümmetin yekvücut hareket edebilmesi için bir strateji ortaya konmaya çalışılacaktır.
Geçen yazıda öngörülen yol haritası ve stratejinin altyapısını oluşturma bağlamında ümmet kavramının semantik alanı değişik boyutlarıyla ele alınmıştır. Ümmetin sahip olduğu evrensel küme kavramı ile ilgili kavramsal boyutlu bir analiz yapılmış; ümmet kavramının semantik alanında yer alan -değer eksenli kısım hariç- kavramlar değişik boyutları ile analiz edilmiştir. Bu kadar farklı bir kavram kümesinin Kur’ân’da bu denli yer almasının sebebi hikmeti nedir? Allah, bu kavramsal uzay üzerinden kıyamete kadar vuku bulacak durumlarla ilgili bize özel birer mesaj vermekte ve yol göstermektedir. Geçmiş nesillerin başına gelenler, geçmişte kalan tekrarlanmayacak basit birer kıssa şeklinde görülmemelidir. Ayrıca kıssalar, İblis’in yolundan gidenlerin kıyamete kadar uygulayacakları strateji ve taktiklerin bir göstergesi, bir ifşası kabul edilmelidir. Vuku bulan/bulacak/bulabilecek olan olayları, klasik/Aristo mantığının “0-1” düzleminde (ya “0” ya “1”) düzleminde değil; fuzzy lojiğin/saçaklı mantığın, “0” ile “1” arasındaki sonsuz değer düzleminde değerlendirmek gerekmektedir. Bu yazıda, “ümmet” kavramının değer merkezli olarak kazandığı boyut üzerinde durulacaktır.[1]
Ümmet Kavramında Genetik ve Değer Boyutları
Ümmetin gerek sözlük ve gerekse ıstılahi anlamına kümeler teorisi (fuzzy/saçaklı küme) açısından baktığımızda, kavramın evrensel uzayında farklı özellikleri merkeze alan, farklı insan topluluklarının bulunduğunu görmekteyiz. Bu bağlamda iki ana boyutun varlığını göz önüne almak gerekmektedir: 1. Genetik merkezli oluşumlar, 2. Değer merkezli oluşumlar. Önceki yazıda genetik merkezli oluşumlar incelenmişti. Burada ise değer merkezli oluşumlar göz önüne alınarak ümmet kavramının evrensel kümesi üzerinde durulacaktır. Önceki yazıda ele alınan genetik merkezli oluşumlar, kümeler teorisi bağlamında belli boyutları ile yeniden değerlendirilecektir.
Genetik Düzlemde Ümmet Kavramı ve Kümeler Teorisi
Ümmet kelimesinin anlam alanını ve etkileşim ağını daha iyi anlayabilmek için, matematikteki küme teorisini göz önüne almakta fayda vardır. Kümeler teorisinde, aralarında ortak bir özellik veya özellikler olan elemanlar topluluğuna küme denmektedir. Burada önem taşıyan, dikkate alınarak gruplandırılan elemanların tümünün en az bir ortak özelliğinin bulunmasıdır. Bir küme olarak gruplandırılan elemanların bütün özelliklerinin aynı olması gerekmemektedir. Bir kümede bulunan elemanlar (ana kümenin elemanları), kendi aralarında daha başka özellikler göz önüne alınarak daha alt gruplara ayrılabilir. Bu şekilde meydana gelen kümelere ana kümenin alt kümesi denmektedir.
İlgilenilen elemanların tümünü içeren kümeye evrensel küme/ana küme adı verilmektedir. Evrensel küme/ana küme elemanlarında belli özellikler göz önüne alınarak yapılan kümelendirmeye alt küme denmektedir. Evrensel kümede hiçbir ortak özelliği bulunmayan elemanlar topluluğu boş küme şeklinde isimlendirilmektedir. Kümelerle ilgili üç ana işlem söz konusudur: 1. Kümelerin birleşimi, 2. Kümelerin kesişimi, 3. Kümelerin tümleyeni (Şekil 1).
Farklı özellikler göz önüne alınarak oluşturulan kümelerin birleşimi, her iki kümedeki elemanların tümünün bir araya getirilmesi ile oluşan yeni kümedir. Kümelerin kesişimi ise her iki kümedeki ortak elemanlar topluluğudur. Bir kümenin tümleyeni, kümedeki elemanların dışındaki evrensel kümedeki tüm elemanlar topluluğudur.
Şekil 1: Kümeler teorisinde kümelerin gösterimi ve birleşme-kesişme özelliği
Ümmet kavramı da belli bir özellik etrafında canlı varlıkların gruplandırılması olan bir küme şeklinde tanımlanabilir. Tüm canlılar, canlı olma ortak özelliğine göre bir küme, canlılar kümesi/canlılar topluluğu/canlılar ümmeti olarak değerlendirebilir. Ana küme konumundaki canlılar ümmeti tüm canlıları ihtiva ettiğinden evrensel kümedir. Canlı olma özelliğine sahip bu elemanlar topluluğu/evrensel küme/canlılar ümmeti kendi içinde daha farklı özelliklere göre yeniden gruplandırılarak canlılar kümesinin değişik alt kümeleri elde edilebilir. Kümeler teorisindeki alt kümeler için geçerli birleşme, kesişme ve tümleme özellikleri, ümmet evrensel kümesindeki alt kümeler için de geçerlidir. Alt kümelerde ortak bazı özellikler varsa bu alt kümelerde ara kesitler oluşmaktadır. Bu ara kesitler, kesişim kümelerinin oluşmasına imkân vermektedir.
Canlı olma özelliğine sahip varlıkları evrensel küme/ümmet diye isimlendirdiğimizde, bu evrensel kümede/ümmette canlı özelliğini taşıyan, fakat başka özelliğe sahip elemanları da alt küme/alt ümmet şeklinde gruplandırabiliriz. Canlılar ümmeti/kümesinin bir alt kümesi, hayvanlar kümesi olup Kur’ân’da hayvanlar ümmeti diye nitelendirilmiştir. Bu noktada hayvanlar kümesini/ümmetini evrensel küme şeklinde ele aldığımızda, Kur’ân’da hayvanlar kümesindeki “yerde yürüyebilenler” ile “gökte uçabilenler”, yerde yürüyebilme, gökte uçabilme özelliklerine göre bir alt gruplandırmaya tabi tutulmuş ve her biri hayvanlar ümmetinin birer alt kümesi olan ümmetler şeklinde nitelendirilmişlerdir:
“Yerde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” (En’âm 6/38) Hz. Peygamber (s.) tarafından karıncaların da “ümmetlerden biri” olarak zikredilmesi karıncaların hayvanlar kümesinin bir alt kümesi/bir alt ümmeti oldukları anlamına gelmektedir (Şekil 2):
“Karınca, ümmetlerden biridir.”[2]
Şekil 2: Canlılar dünyasında farklı kümeler/ümmetler ve arakesitleri
Küme elemanlarının canlı hele insan olması durumunda klasik küme teorisi isteneni tam anlamıyla temsil edememektedir. O sebeple saçaklı mantık teorisini kullanmak daha anlamlıdır. Kur’ân-ı Kerim’de bizzat ümmet ile ilgili ayetleri ve ümmet semantik alanında yer alan/etkileşimde bulunan ayetleri kümeler teorisi açısından değerlendirmekte fayda vardır. İnsanlığın başlangıcında Hz. Âdem ve eşi iki kişilik bir aile iken daha sonra çocukları ve torunları olmuştur. İki kişilik aile önce geniş aileye, daha sonra da geniş bir akraba topluluğuna dönüşmüştür. Hz. Âdem’in çocukları çoğalıp değişik coğrafyalara yayılmışlardır. Renk, dil, genetik farklılaşma, çoğalma ve yayılma ile ayrı soy, oymak, kabile, kavim, millet ve ümmet gibi değişik gruplar meydana gelmiştir. Yapı, basitten karmaşığa doğru giderken ortak payda olan özellikler azalmakta, farklılıklar ve çeşitlilikler artmaktadır. Dil, renk, soy, etnisite, tarih, coğrafya, din, örf-âdet, değerler, vatandaşlık ve kader birliği, kimlik belirleyici parametreler olarak tezahür etmiştir.
Farklı renk, dil ve genetiğin nasıl meydana çıktığını ya da ilk renk, dil ve genetik farklılaşmanın nasıl olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Aynı ana babanın çocuklarının bu denli farklılaşmalarının sebebi, bugünkü ilmî araştırmalarla (antropoloji, etnoloji, sosyoloji…) tatminkâr bir şekilde izah edilebilmiş değildir. Bu konuda söylenen her şey, öngörü, tahmin ve zandan öteye geçmemektedir. Ancak Kur’ân-ı Kerim, renk ve dil farklılaşmasının, üzerinde düşünülmesi gereken Allah’ın ayetlerinden olduğunu bize haber vermektedir (Rûm Suresi 30/22). Renk ve dil farklılaşmasının büyüklüğü ve esrarının önemini daha iyi anlayabilmek için okuyucunun Rûm Suresi 19-26. ayetlerini birlikte değerlendirmesinde fayda vardır. Burada sadece Rûm Suresi 22. ayete yer verilecektir: “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı (farklı ve değişik) olması O’nun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok ki bunda, ilim sahibi olanlar için gerçekten ayetler vardır.”
Rûm Suresi 19-26’da Allah’ın ayetleri sayılan konular; kendi nefislerinizden eşler yaratma ve arada bir sevgi ve merhamet kılma, göklerin ve yerin yaratılması, dillerin ve renklerin ayrı ayrı (farklı ve değişik) olması, gece ve gündüzün uyuma, geçimi temin için rızık arama, korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği gösterme, gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltme, göğün ve yerin O’nun emriyle durmasıdır.
Bunlardan göklerin ve yerin yaratılması ile dillerin ve renklerin ayrı ayrı (farklı ve değişik) olması âlimler için ayet olurken; diğerleri ise düşünebilmekte olan bir kavim, aklını kullanabilecek bir kavim, işitebilen bir kavim için ayetler olmaktadır. Bu konumlandırma, renklerin ve dillerin farklı olmasındaki hikmet ve esrarın büyüklüğünü ortaya koymaktadır.
Hz. Âdem’in çocuklarının çoğalması ve dünyaya yayılmaları ile birlikte âl, ehl, benûn/benîn, aşiret/soy/oymak, kabile ve şa’b, kavim, millet, ümmet gibi farklı insan topluluklarının meydana gelmiş olduğu tarihî bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır.[3]
Aynı anne babanın çocuklarının farklı renk ve dile sahip olması nasıl Allah’ın yaradılış kanununun bir sonucu ise, Âdem’in çocuklarının çoğalmaları ile farklı soy, oymak, kabile ve şa’ba ayrılması da sünnetullahın bir sonucudur. Hucurât Suresi’nin 13. ayetinde bunu görebilmekteyiz: “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi şaab şaab (halklar/kavimler/milletler) ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileri olanınızdır.” Şaabdan ümmete varan insan topluluklarının oluşumunu, kümeler teorisi bağlamında ortak payda belirlemektedir (Şekil 3).
Şekil 3: Kavim, millet/ulus ve ümmet kimliklerinin kümelerle gösterimi
Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kelimesi tekil olarak 51, çoğul olarak 13 olmak üzere toplam 64 yerde geçmektedir. Önceki yazımızda Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kavramının geçtiği ayetlerde bazı özellikler merkeze alınarak bir sınıflandırma yapılmıştı. Sınıflandırmada, ilgili ayetlerde (2/213; 10/19; 21/92; 23/52; 6/38) ümmet kavramı, insan topluluğu anlamında yer almakta ve başlangıçta “insanların tek bir ümmet olduğu” ifade edilmektedir. Aşağıda bu konu üzerinde durulmaktadır.
İnsanlar Tek Bir Ümmetti
Allah Hz. Âdem ile eşini yaratmış ve onları cennete yerleştirmiştir. Allah, Hz. Âdem ile eşine cennette yaşayabilmeleri için “yasak ağaçtan yememe” kapsamında bir hukuk tayin etmiş, şartları, tehlikeleri ve İblis’in düşmanları olduğunu kendilerine açık bir şekilde belirtmiştir. Hz. Âdem’le eşi, Allah’ın kendilerine yaptığı uyarıları unutmuşlar, İblis’in kendilerine yaptığı olağanüstü vaatleri gerçek kabul edip yasak ağaçtan yiyerek cennette kendilerine tayin edilen hukuku ihlal etmişlerdir. Bunun üzerine Allah kendilerine daha önce bildirdiği cezanın gereği olarak cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderileceklerini söylemiştir. Hz. Âdem ile eşi yaptıkları hatayı kabul ederek Allah’tan af dilemişler ve Allah da onların günahlarını affetmiş, kendilerine yeryüzünde yaşayabilmeleri için gerekli bilgileri vermiş ve nesillerine peygamberler/hidayetçiler/nebiler göndereceğini belirtmiştir (2/30-39; 7/11-35; 15/26-48; 17/61-65; 18/50; 20/115-127; 23/12; 32/7; 35/11; 37/11; 38/71-85; 40/67; 53/32; 55/14-15; 71/19).
Hz. Âdem ile eşinin yeryüzüne indirilmesi ile yeryüzünde başlayan insan yaşamı, yeni bir neslin, insan topluluğunun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu ilk nesil insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş tek bir ümmettiler: “İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi.” (2/213; 10/19; 21/92; 23/52). “İnsanlar, tek bir ümmetten başka değillerdi; sonra anlaşmazlığa düştüler. Eğer Rabbinden geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu.” (10/19). “Gerçek şu ki, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz.” (21/92). “İşte sizin ümmetiniz bir tek olan ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim, öyleyse benden korkup-sakının.” (23/52)
Tek Ümmetin Bölünmesi
Allah, Hz. Âdem ile eşine cennette yaşamaları ile ilgili nasıl bir hukuk tayin etmiş ise benzer şekilde dünyadaki yaşamaları ile ilgili de aynısını yapmıştır. Allah’ın vazettiği hukuka bağlı olarak öte dünyada bir yargılama yapılacak, yargılamanın sonucuna göre insan ya cennete ya da cehenneme gönderilecektir. O sebeple Allah yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış, yol boyu değişik zaman ve mekânlarda insanlığa doğru yolu gösterecek peygamberler/nebiler/hidayetçiler göndermiştir:
“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu.” (26/36; 10/47; 23/44; 35/24-25; 13/30; 16/63)
İlgili ayetlerde her ümmete, yol gösterici, aydınlatıcı birer peygamber gönderildiğini, onun ümmetini uyarıp kokuttuğunu (35/24), onlara helal ve haramı bildirdiğini, aralarında adalet ile hükmettiğini (10/47) görmekteyiz. Bu peygamberler, tarih boyu birbirini destekleyecek şekilde görevlerini ifa etmişlerdir (23/44; 16/63). İblis’i rehber edinip peygamberlerin davetine karşı çıkanlar, tepki koyanlar, düşmanlık gösterenler yeryüzündeki ilk yaşamdan itibaren tek olan ümmetin bölünmesine sebep olmuşlardır.
Dikkat çekici ilk bölünme, Hz. Âdem’in ailesinde olmuş; oğullarından biri kıskançlık/değer farklılaşması yüzünden kendi öz kardeşini öldürmesi ile ortaya çıkmıştır: “Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen demişti ki: ‘Seni mutlaka öldüreceğim.’ (Öbürü de:) ‘Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabul eder.’” (5/27)
“Eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım.” (5/28) “Şüphesiz, senin kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası budur.” (5/29) “Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu.” (5/30) “Derken, Allah, ona, yeri eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. ‘Bana yazıklar olsun!’ dedi. ‘Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?’ Artık o, pişmanlık duyanlardan olmuştu.” (5/31)
Hz. Âdem’in iki oğlu aynı kan bağına, aynı aileye sahip olmalarına rağmen bu, birliklerini korumaya yeterli olmamıştır. Değer bağı, kan bağına baskın gelmiştir. Allah’ın vazettiği değerlere ve yaşam sistemine olan bağlılıkla, şeytanın vesvesesi, tahriki sonucu insanın nefsinin, heva cephesinin insan bünyesinde etkin olması sonucu iki farklı değer sistemi karşı karşıya gelmiş ve Allah tarafından “kurbanı kabul edilmeyen kardeş”, “kurbanı kabul edilen kardeşi öldürmüştür.” Hz. Âdem’in iki oğlu arasında başlayan bu çatışma değişik vesilelerle bugün bile hayatiyetini sürdürmektedir.
İlginç örneklerden biri de Hz. Yusuf’un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması ile ölüme terk edilmesidir (12/1-111). Kur’ân’da bir başka olumsuz örnek, Hz. Davud’a gelen mal paylaşımında ihtilafı bulunan iki kardeş örneğidir. 99 koyunu olan kardeş, tek koyunu olan kardeşin koyununu alıp kendi koyunlarına katmak için kardeşine psikolojik baskı uygulamakta ve onu kandırmaya çalışmaktadır (38/17-29).
Kardeşler düzleminde çok olumlu bir örnek, Hz. Musa’nın kardeşi Hz. Harun’un tutum ve tavrıdır. Hz. Musa’ya olağanüstü bir destek vermiştir. Hz. Musa ve Hz. Harun hadisesinde kan bağı ile değer bağı birleşerek çok yüksek bir dayanışmanın ve enerjinin ortaya çıkmasını sağlamıştır ve Hz. Musa’nın ümmetinin bölünüp dağılmasını engellemiştir (28/33-36; 20/42-48; 79/17-21; 25/35-36; 10/84-89).
Peygamberlerin ümmetlere getirdiği değerlerden sapma, İblis’in yoluna tabi olma, tek ümmetin bölünmesini sağlamıştır. Toplumlarda bunalımın, zulmün zirveye tırmanması, Allah tarafından yeni peygamberlerin gönderilmesine sebebiyet vermiştir. Gönderilen peygamberler beraberlerinde yeni değerler sistemi getirmiştir. Getirilen tevhidi değerler, ümmetin tüm yaşam, davranış ve düşünce biçimini yeniden şekillendiren değerlerdir. Şeytani değerler ile tevhidi değerlerin mücadelesi, genellikle ümmetin birliğini, beraberliğini yeniden sağlamış, parçalanmış ümmet tekrar tevhidi değerler etrafında bir ve bütün olmuştur. Bu mücadele, hidayetçilerin yolundan gidenlerle İblis’in yolundan gidenler arasında tarih boyu sürüp gitmiştir ve gidecektir (42/13-14):
“O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğmizi; İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırmakta olduğun şey müşrikler üzerine ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete eriştirir.” (42/13)
“Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki ‘tecavüz ve haksızlık’ dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer senin Rabbinden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmişti (iş bitirilmişti). Şüphesiz onların ardından Kitab’a mirasçı olanlar ise, herhâlde ona karşı kuşku verici bir tereddüt içindedirler.” (42/14)
Her ümmete, tarih boyu birbirini destekleyecek şekilde yol gösterici, aydınlatıcı peygamberler gönderilmiştir. Bunlar uyarıp kokutarak, helal ile haramı, hakla batılı, maruf ile münkeri, doğru ile yanlışı öğreterek, aralarında adaletle hükmederek ümmetlerine yol göstermişlerdir. Ancak peygamberlerin getirdiği yeni değerler sistemine karşı var olan ümmetin cevabı aynı olmamış, farklı tavırlar takınmışlardır. Allah’tan gelen değerlere karşı takındıkları tavra bağlı olarak tek ümmetten (evrensel ümmet kümesi) başlayan bölünme tarih boyu devam etmiştir:
“İşte sizin ümmetiniz bir tek olan ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim öyleyse benden korkup-sakının.” (23/52; 21/92)
“Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar hâlinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.” (23/53; 21/93).
Bu bölünme ile bir kısmı hidayet yolunu (alt ümmet kümesi), bir kısmı da dalalet yolunu (alt ümmet kümesi) tercih ederek yollarını ayırmışlardır. (16/93; 11/118). Tek olan ümmet evrensel kümesi içerisinde farklı alt ümmet kümeleri meydana gelmiştir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin tebliğine muhatap olanların tebliğ karşısında aldıkları tavra göre yeni bir ümmet veya ümmetler ortaya çıktığını bize haber vermektedir. Kur’ân’daki isimlendirmelerde bazı özellikler, iman-inkâr düzlemi esas alınarak ortak payda yapıldığını görmekteyiz. İnsanlık kimliğinin altında iman edenler ve inkâr edenler diye iki ana alt kimlik ortaya çıkarak iki farklı ümmet teşekkül etmiştir. Bu iki farklı ümmet müntesipleri, kendi içlerinde yeni bir aidiyet, konumlanma, güven duygusu oluşturmuşlardır.
Tek ümmetin bölünmesi, peygamberlere/nebilere/resûllere/hidayetçilere tâbi olanlar ile İblis’e/şeytana/tağuta tâbi olanlar şeklinde iki ana eksen etrafında gerçekleşmiştir:
- Peygamberlerin/nebilerin/resûllerin/hidayetçilerin yolunu izleyen, onlara tâbi ümmetler
o İman edenler ümmeti (2/128; 3/104, 110; 5/ 66, 67; 7/159-160; 11/ 48)
o Tebliğ edenler ümmeti (3/104, 114; 7/159, 163, 164, 181; 9/122)
- Tek başına bir ümmet (16/120)
- Mutedil vasat ümmet (2/143; 5/66; 3/114)
- Namaz kılanlar ümmeti (3/113-114)
- İblis’in/şeytan’ın/tağutun yolunu izleyen, onlara tâbi ümmetler
- Kâfirler ümmeti (43/24)
- Yalanlayanlar ümmeti (16/36; 35/25; 29/28)
- Rahmân’ı tanımayanlar ümmeti (13/30)
- Ateşe girmeyi hak edenler ümmeti (7/38)
- Atalarının izinde körü körüne yürüyenler ümmeti (43/23)
Bu ana ayırıma karşılık Kur’ân-ı Kerim’de bazı ayetlerde “insanlardan öylesi vardır ki” ifadesi kullanılarak melez değerlerin (Hak ve batıl değerlerin harmanlanması) sahibi bir insan kümesinden/ümmetinden/topluluğundan da bahsedilmektedir (Şekil 4):
“İnsanlardan öyleleri vardır ki: ‘Biz Allah’a ve ahiret gününe iman ettik.’ derler; oysa onlar inanmış değildirler.” (2/8). “Güya Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatmaktadırlar da şuurunda değildirler.” (2/9). “Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acıklı bir azap vardır.” (2/10). “İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahit getirir; oysa o azılı bir düşmandır.” (2/204). “O, iş başına geçti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, harsı ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez.” (2/205). “Ona: ‘Allah’tan kork!’ denildiği zaman, onu büyüklük gururu günaha sürükleyerek alıp-kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o.” (2/206).
Şekil 4: İnsanlar evrensel kümesi içerisinde iman edenler, inkâr edenler ve insanlardan öylesi var olanlar kümeleri
Tek Ümmet Niçin Bölünmüştür?
Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kavramının geçtiği ayetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde, ilk nesilden günümüze gelinceye kadar her peygamber gelişinde ümmetler içinde ve arasında genel olarak bir anlaşmazlığın ortaya çıktığı görülmektedir (11/118). Bu ayetlerde ifade edilen anlaşmazlığın, ihtilafların temel sebepleri gelen tevhidi değerlerle saptırılmış/bozulmuş değerlerin çatışmasıdır. Bu çatışmayı sağlayan ana unsurlar şu şekilde sınıflandırılabilir: 1. İblis/şeytan faktörü, 2. Mele-mütref takımının fitne ve fesadı/refahtan şımarıp azan önde gelenlerin fitne ve fesadı, 3. Hevasını ilahlaştıranların fitne ve fesadı, 4. Bağy’e tâbi olanlar/bağy edenlerin fitne ve fesadı, 5. Kalplerin katılaşması, 6. Allah tarafından kalplerin ve kulakların mühürlenmesi, 7. Allah tarafından gözlere perde indirilmesi, 8. Öğüt alıp düşünülmemesi, 9. Küfür ve münafıklık batağına saplanılması.
Bunların içinde İblis/şeytan ana etken olup çok önemli bir dış faktördür. İblis, Allah’ın “Hz. Âdem’e secde edin!” emrine itaat etmeyip isyan etmesinden ve yine Allah’tan, kıyamete kadar yaşama izni almasından sonra insanoğluna savaş açmıştır. İnsana sürekli vesvese vermekte ve insanın yaptığı kötü işleri ona süslü göstererek saptırmaya çalışmaktadır (16/63; 6/43). Allah’ın dosdoğru yolu üzerinde pusu kurup oturarak hidayet üzere olan bir ümmeti bölmeye çalışmaktadır. Bu konuda ettiği yemin ve Hz. Âdem’le eşini kandırmak için kurduğu tuzak asla unutulmamalıdır:
“Dedi ki: Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları) saptırmak için mutlaka senin dosdoğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonra da onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (A’râf, 7/16, 17) İblis’in insanoğluna açtığı sınırsız ve topyekûn bir savaşın kapsamını Allah, Kur’ân’da değişik vesilelerle açıklayarak insanlara yol göstermektedir:
“Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaatlerde bulun. Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez.” (İsrâ 17/64)
Mele-mütref takımı(refahtan şımarıp azan yönetici-patronlar) fert açısından bir dış faktör olup tarih boyu mevcut sistemde, yol gösterici hidayet rehberlerine karşı daima mücadele başlatmışlardır (22/67-69). Refahtan şımarıp azdıkları için müstağnileşmişlerdir. Her şeyi kendileri için meşru, başkaları için gayrimeşru gördüklerinden adaleti çarpıtıp zulme sapmışlardır. Bunlar, adil bir düzenin ilk ve baş düşmanlarıdırlar. Bu sebeple de ümmetlerin bölünmesinde, şeytandan sonra ikinci derecede rol oynarlar. Zaten bunlar şeytanın başyardımcılarıdır:
“İşte böyle; senden önce de (herhangi) bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun ‘refah içinde şımarıp azan önde gelenleri’ (şöyle) demişlerdir: ‘Gerçek şu ki, biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuşlarız. (O peygamberlerden her biri de şöyle) demiştir: ‘Ben size, atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?’ Onlar da demişlerdir ki: ‘Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız.’” (43/23-24)
Refahtan şımarıp azan önde gelenler, peygamberleri yalanlamışlar (23/44; 35/25), onları susturmak istemişler (40/5) ve Hakk’ı ortadan kaldırabilmek için batıla dayanarak mücadele etmişlerdir (40/5). Kendilerine yapılan tebliğ nefretlerini artırmış, büyüklük taslayıp her türlü hile ve desiseye başvurmuşlardır (35/43).
İnsanın kendi heva-hevesini ilahlaştırarak Allah’tan gelen temel değerlerin yerine şeytanın nefsine üflediği batıl değerleri yerleştirmek için mücadele etmesi ve bundaki ısrarı, ümmetin bölünmesinde etkin bir başka unsur olarak ortaya çıkmaktadır (5/48).
İnsana tercih etme hak ve hürriyeti verilmiştir. Kendi serbest iradesi ile yapacağı tercih, insan için bir imtihandır, bir denemedir. Dolayısıyla insan, kendisine tanınan bu hürriyetten dolayı da hesap verme sorumluluğunu yüklenmiştir. Nitekim yukarıdaki ayette bu durum çok açık bir şekilde ifade edilerek hidayet yolcularının dimdik durması istenmektedir.
Tarihî süreçte insanlığın en büyük düşmanlarından birisi de insanın içindeki “bağy” duygusudur (azgınlık içeren haset, kıskançlık). Bu duygu, göz ardı edilip önemsenmediğinde insanın içindeki bu olumsuz özellik ümmetin, milletin, cemaatin bölünmesinde etkin rol oynar. Hz. Âdem’in oğulları arasındaki ihtilafın kökeninde, “kurbanı kabul edilmeyen” kardeşin bağy’in etkisinde hareket etmesi vardır. Akraba ilişkilerinden toplumun değişik kesimleri arasındaki ilişkilerde, fesadın ortaya çıkmasında, ümmetin bölünmesinde bağy etkili ve tahrip edici bir unsurdur (2/213). Bu sebeple Hz. Muhammed, bağy duygusunu tahrik edecek mal, mülk, makam ve ırk ile övünmeyi, ümmetin birlik ve beraberliği için tehlikeli görerek cahiliye davranışı saymıştır: “Ümmetimde dört şey vardır ki, cahiliye işlerindendir, bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara taan (küçük görüp hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin ardından) matem!”[4]
Gerek birey gerekse toplum, kötülüklerle iç içe olmaya başladıklarında tepki vermeyip nemelazımcılık yaptıklarında, bir müddet sonra kötülükleri meşru görmeye başlarlar. Böyle bir değişim, onların kalplerinde siyah bir nokta olarak başlar, kalplerini kirletir, katılaştırır, paslatır. Duyarsızlıklarının devamında, Allah’ın tayin ettiği eşik seviye aşıldığında kalpleri Allah tarafından mühürlenir ve kalpleri kaskatı kesilerek taşlaşır. Kalplerin taşlaşmış olması sonucu, kalbi olumlu yönde etkileyecek tüm uyarıcı sinyaller reddedilir. Bunun sonucu duygu, düşünce ve davranışları itibari ile kendine yabancılaşmış bir insan unsuru ortaya çıkar. “Andolsun, senden önceki ümmetlere (peygamberler) gönderdik de onları dayanılmaz zorluk (yoksulluk) ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye!” “Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi.” (6/42-43).
Hevanın ilahlaştırılmasında ve bağy’in çok baskın hâle gelmesinde eşik seviye aşılmış ise bir başka ilahi yasa devreye girerek bu tür insanların kalpleri ile kulakları mühürlenmekte ve gözlerine perde çekilmektedir: “Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45/23). “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde de perdeler vardır. Ve büyük azap onlarındır.” (2/7). “Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi ‘apaçık belgeyi’ görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o küfretmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: ‘Bu, öncekilerin uydurma-masallarından başka bir şey değildir’ derler.” (6/25) “Hayır; onların kazandıkları, kalplerini paslandırıp köreltmiştir.” (83/14). “Ümmetler yol boyu gerçeği görebilmeleri, müstağnileşmemeleri için aciz olduklarının kendilerine hatırlatılması amacıyla zorluklarla, sıkıntılarla ve bollukla imtihan edilip uyarılmışlardır.” (6/42-44).
Sonuç: “Ey İman Edenler, İslâm’a Girin!”, “Ey İman Edenler, İman Edin!”
İnsan yapısında fıtrat ve heva olmak üzere birbirinin zıddı olan ve insanı tamamen zıt istikametlere götürmeye/sevk etmeye çalışan iki ana yapı vardır: “Nefse hem fücûru (kötülük duygusunun tohumlarını) hem de takvayı (onu bunlardan koruyacak istidadı) ilham edene yemin olsun ki, nefsini temizleyen iflah olmuş, kirletip örten ise ziyana uğramıştır.” (Şems 91/8-10)
Bu şekilde bir yapıya sahip insan doğduğunda hâkim unsur fıtrat yapısı iken içinde doğup büyüdüğü toplumun değer sistemi, yaşam tarzı doğan çocuk üzerinde etkili olmaya başlar. “Doğan her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyni onu ya Yahudi yapar ya Hıristiyan ya da Mecusi… Eğer ebeveyn Müslüman ise çocuk da Müslüman olur.”[5] “Rabbim buyuruyor ki, ben bütün insanları salim fıtrat üzere dünyaya gönderdim, sonra şeytanlar onları dinlerinden saptırdılar.”[6]
Eğer çocuk tevhidi değerlerin hâkim olup yaşanmadığı bir toplumda doğmuşsa -cahiliye dönemi/cahiliye aşaması (Şekil 5)- ve o toplumun hayat tarzını ve değerlerini benimserse ona göre yaşar ve ona göre düşünür. Fakat genelde yaratılış yasalarının gereği gerçeği aramak ve bulmak gibi bir eğilim söz konusudur. İnsan üzerinde etkili diğer bir unsur okuyup öğrendikleri bilgilerdir. Fıtratın etkisi, içinde yaşanan sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik çevre ile ferdin okuyup öğrendikleri, onun hem düşünce hem de hayat tarzını şekillendirir. Onu ya cahili sistemde yaşamaya veya Hakk’a yöneltebilir, tevhidi değerleri arayıp bulma ve ona göre bir hayat kurma aşamasına götürebilir: “O hâlde sen yüzünü/özünü hanif olarak dine yönelt; Allah’ın, insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratına sarıl. Allah’ın yaratmasında değişiklik olmaz.” (Rûm 30/30)
İslâm dönemi, genel hatlarıyla cahiliye döneminden iman dönemine bir ara geçiş dönemidir. İman etmeye karar vermiş olmak, o istikamette gayret sarf etmek, insan bünyesindeki heva cephesi ile fıtrat cephesinin savaşını kızıştırır: “Şüphesiz Âdemoğlu’nun kalbinde şeytanın bir lümmesi/iğvası, meleğin de bir lümmesi/yönlendirmesi vardır. Şeytanın iğvası/vesvesesi şerre yöneltmek ve Hakk’ı tekziptir. Meleğin lümmesi ise hayra yöneltmek ve Hakk’ı tasdiktir. Kim bu ikincisini kendisinde hissederse bilsin ki o Allah’tandır. O zaman Allah’a hamd etsin. Kim de diğerini fark ederse tart edilmiş Şeytandan Allah’a sığınsın.”[7] “Şeytan, insanoğlunun damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır. Onun sizin kalbinize bir şey atmasından korktum.”[8]
Şekil 5
Bu noktanın daha iyi anlaşılabilmesi için Şah Veliyyullah Dihlevi’nin, Huccetullâhi’l-Bâliğa eserindeki değerlendirmesinin dikkate alınmasında fayda vardır: “İnsan iyi bir amel işlediği zaman bu, onun emrine tahsis edilmiş meleklerden sürur veren manevi şuaların çıkmasına sebep olur; kötü bir fiil işlemesi hâlinde ise onlardan nefret şualarının yayılmasına sebep olur. Meleklere has bu şualar, söz konusu kişinin iç dünyasını sararak o kişide neşe ya da nedamet şeklinde ortaya çıkar.”[9]
İslâm dönemi, tam bir arınmanın olmadığı, fakat arınıp iman dairesine geçmeye karar verilen bir dönemdir. Kalpteki siyah noktalar tamamen beyazlaşmamış, siyah ve beyaz noktalar iç içe geçmiş vaziyettedir. Bedeviler Hz. Peygamber’e “iman ettik” dedikleri zaman Kur’ân’da onlara verilen cevap konunun daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır: “Bedeviler, dedi ki: ‘İman ettik!’ De ki: ‘Siz iman etmediniz; ancak ‘İslâm (Müslüman veya teslim) olduk’ deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.’” (49/14). “Mümin olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar Allah’a ve Resûlü’ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.” (49/15). “De ki: ‘Siz Allah’a dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her şeyi bilendir.’” (49/16). “Müslümanlar oldular, diye, sana minnet etmektedirler. De ki: ‘Müslümanlığınızı bana karşı minnet (konusu) etmeyin. Tam tersine, sizi imana yöneltip ilettiği için Allah size minnet etmektedir. Eğer doğru sözlüler iseniz (bunu böyle kabullenmeniz gerekir.)” (49/17). “Hiç şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah, yapmakta olduklarınızı görmekte olandır.” (49/18).
Yukarıdaki ayet ve hadisleri, İblis’in yeminini ve insanoğluna açtığı savaşı göz önüne aldığımızda, iman edenlerin, insan hayatındaki üç evre (cahiliye, İslâm ve iman) arasında gidip gelme ihtimallerinin var olduğunu göz önüne alması ve sürekli teyakkuz hâlinde bulunması gerekmektedir. Nitekim bu bağlamda Allah iman edenleri uyarmakta, dikkatli davranmalarını istemektedir. “Ey iman edenler, iman edin!” ve “Ey iman edenler, İslâm’a girin!” ayetlerini bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir: “Ey iman edenler, Allah’a, Resûlü’ne, Resûlü’ne indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.” (Nisâ 4/136). “Gerçek şu, iman edip sonra küfre sapanlar, sonra yine iman edip sonra küfre sapanlar, sonra da küfürleri artanlar... Allah onları bağışlayacak değildir, onları doğru yola iletecek de değildir.” (Nisâ 4/137).
Bu ayetler iman edenlerin düşünce ve hayat tarzlarında meydana gelen değişikliklerin onları İslâm evresine doğru geri çevirdiği bağlamında çok ciddi bir uyarıdır. Bu değişim, İslâm dönemine yönelmekle bitmeyebilir. İslâm evresinden de cahiliye evresine bir geçiş olabilir. Bu kapsamda da Kur’ân iman edenleri uyarmaktadır: “Ey iman edenler, hepiniz topluca İslâm’a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2/208). “Ey iman edenler, Allah’a ve Resûlü’ne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.” (Enfâl 8/27). “İman etmekte olanların, Allah’ın ve Hakk’tan inmiş olanın zikri için kalplerinin saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu da fasık olanlardı.” (Hadîd 57/16).
Bütün bu ayet ve hadisleri göz önüne aldığımızda günümüz dünyasındaki Mümin ve Müslimlerin kendi durumlarını göz önüne alarak dosdoğru yol üzerinde olabilmek için yeniden iman etmesi ve iman etmiş olmanın gereği olan Allah uğrunda gereği gibi cihad etmesi olmazsa olmaz bir durumdur. Bugün, basiret ve feraset sahibi olma zamanıdır. Bugün, birr ve takva konusunda yardımlaşma, konuşma, bu yolda dayanışma zamanıdır (Mâide 5/2; Mücâdele 58/9). Bugün, adalet ekseninde bir barış ortamının sağlanması için duruş ortaya koyma, nemelazımcılığı terk etme zamanıdır (Hucurât 49/9-10). Başkalarının hatalarını görmekten kendi hatalarını göremeyen, başkalarının haksızlıklarını görüp de kendi haksızlıklarını göremeyen, başkalarının zulmünü görüp de kendi yaptığı zulmü göremeyen toplumların zaman içerisinde nasıl çürüyüp yok olduğunu tarih bize bildirmektedir.
O sebeple ey iman edenler; “Siz, insanlara iyiliği emrediyorken, kendinizi mi unutuyorsunuz? Oysa siz Kitab’ı okumaktasınız. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (2/44) Ey iman edenler, unutmayın! “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.” (Âl-i İmrân 3/103)
Ya Rabbi, bu ümmete şuur ver, basiret ve feraset sahibi kıl! Ya Rabbi, bizi nefsimizin, heva ve hevesimizin kölesi yapma! Ya Rabbi, bizi bağy hastalığı ile imtihan etme! Ya Rabbi, bizi sırât-ı müstakîmden ayırma!
[1] Bu yazının kapsam alanının daha iyi anlaşılabilmesi için aşağıda kaynak olarak verdiğimiz iki yazının okunmasında fayda vardır. Burhanettin Can, “21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-1: Genel Bir Değerlendirme”, Umran. 2024, sayı: 344, s. 4-17. “21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-3: Kavramsal Bir Analiz”, Umran. 2025, sayı: 366, s. 4-17.
[2] Müslim, Selâm 148.
[3] Bu nedenle konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu kavramların ana özellikleri, bir önceki yazımızdan tekrar okunmalıdır.
[4] Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.
[5] Buhârî, Cenâiz 80, Müslim, Kadev 23-25.
[6] Müslim, Cennet 63; Müsned, IV, 162.
[7] Tirmizi, Tefsîr-u Sûre (2), 35.
[8] Buhârî, Bedu’l-Halk 2; Ebû Dâvûd, Edeb 81, Savm 78.
[9] Şah Veliyyullah Dihlevi, Huccetullâhi'l-Bâliğa, çev. Mehmet Erdoğan, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994, cilt: 1, s. 49.
https://profdrburhanettincan.blogspot.com/