6284 Sayılı Aileyi Koruma(!) Yasası, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ve 4721 Türk Medeni Kanunu, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi ve 2011 İstanbul Sözleşmesi referans alınarak hazırlanmıştır. Tüm bu yasa ve uygulama yönetmeliklerinde kullanılan dil, kavramlara yüklenen anlamlar, kavramlara yapılan vurgular ve şiddet kavramına çizilen çerçeve, bir psikolojik savaş mantığının ürünü olup aile yapımıza, toplumsal yapımıza, kültür ve medeniyet kodlarımızla ahlak sistemimize her yönde açılmış bir savaş ilanıdır.
Bizim inançlarımızla, değer sistemimizle ve kültür medeniyet
kodlarımızla bağdaşmayan yasa ve sözleşmelerin yapacağı tahribat çok yüksek
olacak ve gelecek nesiller çok ağır bedeller ödeyecektir.
Nitekim Kamu Deneticileri Kurumu (KDK) Başdeneticisi Şeref
Malkoç’un, 17.11.2019 tarihli Türkiye gazetesine İstanbul
Sözleşmesi ile ilgili verdiği röportajda yaptığı tespit, çok önemli ve yerinde
olup verdiğimiz mücadelenin ne kadar haklı ve gerçekçi olduğunu teyit
etmektedir(Şeref Malkoç’u bu tutum ve tavrından dolayı kutluyor ve kendisine
başarılar diliyoruz):
“İstanbul Sözleşmesi konusunda bize müracaat
geldiği takdirde incelemeye alırız. Resen incelemeye yetkimiz yok ama vatandaş
istediğinde müdahil olabiliyoruz. Çok konuşuldu ama bize başvuru gelmedi. Bir
değişiklik yapılması gerekirse partilere ve TBMM’ye öneride bulunabiliriz. İstanbul
sözleşmesi netice itibarıyla bir sözleşmedir. Burada ki problem sözleşme
imzalanırken veya bununla ilgili yasa düzenlenirken toplumda yeterince
tartışılmamasıdır. Meclisin gündemine geldi ve geçti. O dönem
TBMM’de bile yeterince konuşulmadı. Aileyi, çoluk çocuğu yani
milyonları etkiliyor. Bulgaristan, Macaristan gibi ülkeler imzalamadı. İyice
tartışıp mahkemelere bile gittiler. Biz bunları yapmadığımız için acıları ve
sıkıntıları ortaya çıkınca konuşur olduk. Sağlıklı bir tartışma ortamı
da halen yok. ‘Uluslararası bir sözleşmedir tartışılamaz’ deniliyor. Tamam da
bu toplumun yararına mı, değil mi? Bunu irdelememiz lazım. Evet, yeniden ele
alınması gerekir mi? Gerekir… 50-100 şikâyet geldiği takdirde gerekli
çalıştayları yaparız. Bu konuda ciddi bir raporlama bile yok. Sözlü kültüre
sahibiz ama bunu yazıya aktarmamız lazım.”
Bu nedenle 2011 İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı
Yasa feshedilmelidir.
Bu yazıda, bu konu ele alınmaktadır.
İstanbul Sözleşmesinin Amacı: “…Bir Avrupa Yaratmak”
Hukuk; toplumun benimseyip içselleştirdiği bir değer
sistemi, bir kimlik ve bir kültür ve medeniyetin, sağlıklı sıhhatli yaşanabilir
olması için ferdin kendisi, yaratıcısı, ailesi, komşusu, akrabası, toplumu,
devleti ve diğer toplumlarla, insanlık âlemiyle olan ilişkilerini, toplumsal
kimliğe, değer sistemine ve kültür ve medeniyet kodlarına göre
düzenleyen, güçle donanmış bir kurallar, kaideler ve
normlar bütünüdür.
Bu şekilde yapılanan bir hukuk sistemi,
toplumun kimliğini, değer sistemini, kültür ve medeniyet kodlarını
kuvvetlendirir; hukuk sistemine olan toplumsal güveni sağlar. Bu ilişki, hukuk
sistemi ile ahlak sisteminin birbirini desteklemesini ve kuvvetlendirmesini
temin eder. Değer sistemi, ahlak sistemi ve hukuk sisteminin
bütünleşmesi, birbirine destek olması, suç ve ceza oranlarının
azalmasına sebebiyet verir; fert ve toplum korunur. Kendisi ile ailesi ile
akrabası ile komşusu ile toplumu ile devleti ile gelecek nesillerle ve geçmiş
nesillerle barışık şahsiyetli bir insan unsuru ortaya çıkar. Aksi durum ferdi,
toplumsal ve sistemsel bunalımdır ve krizdir.
“Kanunlaştırma
hareketleri”, her ülke ve millet için gereklidir, hatta zorunludur.
Önemli olan, kanunlaştırmanın nasıl, hangi temel unsurlara, hangi değer
sistemine, kültür ve medeniyet kodlarına göre yapılacağı ve nasıl bir dil ve
kavramlar kullanılacağıdır.
Bugüne kadarki uygulamalardan, tecrübelerden
“Kanunlaştırmaların 3 farklı şekilde yapıldığı” görülmektedir:
“1-Islah/ Rehabilitasyon: Var olan hukuk kurallarının
yeniden tanzimi ve yeni ihtiyaçları karşılar hale getirilmesi.
2- Resepsiyon: Yabancı bir hukuk sisteminin ülke
hukuk sistemi olarak kabul edilmesi ve düzenlenmesi.
3-Ekspansiyon: Sömürgeci devletlerin kendi
hukuklarını, sömürgelerine, gerektiğinde zor kullanarak taşımaları.”(1)
Resepsiyon, devlete hâkim olan gücün, genellikle halka
rağmen gerçekleştirdiği bir olgudur. Lozan sonrası Cumhuriyet döneminin
başlangıcında tüm yasaların Avrupa’nın değişik ülkelerinden ithal edilmesi,
bunun güzel bir örneğidir. Bu konuda Mahmut Esat Bozkurt’un ve Mustafa Kemal’in
yaptığı konuşmalar, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:
“M. Esat Bozkurt: “Lozan muahedesiyle
yüklendiğimiz işi, elden geldiği kadar çabuk başarmak lazımdı. Birinci Dünya
savaşı içinde İstanbul’da İzhar-ı Kavanın Komisyonları adı ile bir sıra
komisyonlar kurulmuş ve işe başlamıştı. 1924 yılında bunların çalışma verimi
gözden geçirildi…
Burada şu soru karşısındayız: Komisyonlar bu
biçim kanun taslaklarını niçin ve neden yaptılar?
İşin bu yönünü bilmek, konumuzu kavramak için çok
faydalıdır.
Komisyonlar şu kanaatte idiler: “Her milletin kanunu
kendi ihtiyaçlarına göre yapılır. Bizim kanunlarımız bize göre yapılmalıdır.”
Bunun bir batıla olduğunu göstermek zor
bir şey değildir.
Türk ihtilalinin komedya ile
oyalanmağa vakti yoktu. Türk milletinin taliinde gereken kat’i kararı almak
zorunda idi ve bu karar şu olacaktı:
Türk ulusunun, medeni milletler ailesinden bir üye
olmasına ve mutlaka olması lazım geldiğine göre, kayıtsız
şartsız bu milletlerin hak sistemlerini benimsemesi lazımdı. Tıpkı bir
kulübe, bir partiye intisap edecek kimsenin, kulüp ve parti nizam ve usulünü
aynen kabul etmesi gibi, medeni kamuya girmek davasını güden bir
devletin de, bu kamunun icaplarını kendine mal etmesi zorunluluğu
vardır.” (1,2)
Mustafa Kemal:
“Sayın Arkadaşlar!
“Türk ihtilalinin kararı, batı medeniyetini kayıtsız
şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme
dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar, demirle, ateşle yok edilmeye
mahkûmdurlar. Bu prensip bakımından, kanunlarımızı oldukları gibi
batıdan almak zorundayız. Böylelikle, Türk ulusunun iradesine uygun
harekette bulunmuş olacağız. Keyif ve isteklerimize göre değil, milletimizin
dileklerine göre iş başarmağa borçluyuz. Şimdiye kadar geçen
hizmetlerinize teşekkür eder ve komisyonların vazifelerine son veririm.”(1)
Görülebileceği gibi bütün değişiklikler “halka
rağmen halk için” yapılmıştır(!)
7 Mayıs 2004 yılında Uluslararası sözleşmelerin iç hukuktan
üstün olduğu ve bağlayıcılığı kabul edilmiştir. Dolayısıyla Osmanlıdaki
Tanzimat ve Islahat fermanlarını, Mustafa Kemal ile Mahmut Esat Bozkurt’un
yukarıdaki ifadelerini ve Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan icraatları göz
önüne aldığımızda, son “İki yüz yıllık süreçte hem resepsiyon hem de
rehabilitasyon yapılmıştır.” (1) diyebiliriz.
Özelde Türkiye, genelde İslam dünyası olmak üzere yapılan
resepsiyon ve resepsiyon destekli rehabilitasyon hareketleri,
kanunların/yasaların/hukukun diline yansımış, kullanılan kavramlar buna uygun
seçilerek ithal edilmiştir(1,3).
Genel olarak, hukuk sistemi ve
hukuk sisteminde kullanılan dil ve kavramlar üzerinden toplumsal bir değişim ve
dönüşüm stratejisi öngörülmektedir(1,4):
“Hukukçu Nur Centel: Yasalarda kullanılan
kavramlar, yasa koyucunun ilgili suç bakımından hangi hukuki değeri
korumak istediği hakkında fikir verme
ve uygulamayı yönlendirme işlevini görmektedir; bu nedenle dikkatli
seçilmeleri gerekir.” (4)
“Hukukçu Kadir Gündoğan: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
aşamasında yapılan devrimlerden belki de en önemlisi, “hukuk devrimi”dir.
Türkiye’de, toplumu ve sosyal düzeni modernleştirme istem ve çabalarını hukuka
yansıtması hukuku geleneksel toplumdan modern topluma geçişte bir araç
olarak kullanma girişimleri Tanzimat fermanı ile birlikte başlamış,
Cumhuriyet devrimleri ile doruğa ulaşmıştır. 1923’te başlayan, özellikle 1926
yılı ve sonrasında yoğunlaşarak Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan
ve “Türk Hukuk Devrimi” olarak da isimlendirilen hukuk
reformları Türk toplumunun modernleşmesinde önemli rol
oynamıştır. Türk Ceza Kanunu da hukuk devriminin en önemli
yapıtaşlarından biridir.” (5)
AB uyum yasaları ile gelinen nokta,
sürecin devamından başka bir şey değildir. Avrupa Birliği’nin genişlemeden
sorumlu komiserlerinden Olli Rehn’in 2009 yılında kullandığı
aşağıdaki ifadeler bunu teyit etmektedir:
“Üye ülkelerde olduğu şekilde, aday ülkelerde de
lezbiyen, gay, eşcinsel ve transseksüel hakları örgütlerinin varlık ve
faaliyetlerinin, güvence altına alınmasının takipçisiyiz. Türkiye’nin bu konuda
gerekli adımları atmasını bekliyoruz.” (6).
İstanbul Sözleşmesinin muhtevası
incelendiğinde, oluşturulacak birimler göz önüne alındığında sürecin, çok daha
ileriye taşınması ve AB’nin Türkiye’ye müdahale etmesi söz konusu olacaktır.
Çünkü sözleşmenin amacı, bunu gerektirmektedir. Sözleşmenin amacı, Sözleşmenin
giriş kısmında; “...Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetten
arınmış bir Avrupa yaratmak” olarak ifade edilmiştir.
Avrupa/Batı Kültür ve Medeniyet Kodlarına göre hazırlanmış
bir yasanın/ sözleşmenin, İslam Kültür ve Medeniyet kodlarına göre şekillenmiş
bir topluma, bir millete ve bir ülkeye uygulanması, kendi kendini
sömürgeleştirmekten başka bir şey değildir.
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans
alan tüm yasalar feshedilmelidir.
İstanbul Sözleşmesi ile Türkiye, AB’nin Gözetimi ve
Denetimi Altına Sokulmuştur
2011 İstanbul Sözleşmesi, muhtevasından dolayı gizli bir
sömürgeleştirme metnidir. Çünkü Sözleşmeyi İmzalayanlar, İstanbul Sözleşmesinin
9. Bölümünde yer alan üye ülkelerin izlenmesi ve denetlenmesine ilişkin “özel
bir İzleme ve denetleme biriminin(GREVIO)” varlığını kabul
etmektedirler (Madde 66). Sözleşmenin 66’dan 70’e kadar olan maddeleri
GREVIO’nun çalışma esaslarını yetkilerini ve sorumluluklarını
tanımlamaktadır. GREVIO izlenecek tüm ülkeleri belli bir soru
formuna uygun olarak izleme ve denetleme hakkına sahiptir. Sözleşmeyi
imzalayanlar, elde ettikleri sonuçları, GREVIO’nun hazırladığı bir soru formunu
referans alarak Avrupa Konseyi Genel Sekreterine rapor
etmek zorundadırlar (Madde 68). GREVIO’nun hazırlayacağı anketlere ve
“GREVIO’dan gelecek bütün bilgi taleplerine taraflar cevap” vermek
zorundadırlar. GREVIO, Sözleşmenin uygulamasına ilişkin bilgileri, “…sivil
toplum kuruluşlarından ve sivil toplumdan da” edinme hakkına sahiptir. Bu
yolla GREVIO ilgili ülkenin sivil toplum örgütleri ile ilişki kurma hakkını
elde etmiş olmaktadır. Ayrıca GREVIO, “…Diğer uluslararası belgeler
uyarınca oluşturulmuş kuruluşlardan olduğu kadar Avrupa Konseyi İnsan Hakları
Komiserinden, Parlamenter Asamblesinden ve Avrupa Konseyinin bu konuda
özelleşmiş birimlerinden bu Sözleşmenin uygulamaları hakkında bilgi
edinebilir.” “Taraflardan GREVIO’ya gelen bilgiler yetersiz ise ulusal
makamların işbirliği ve bağımsız ulusal uzmanların yardımıyla, ülke ziyaretleri
düzenleyebilir.” “GREVIO’nun vardığı sonuçların uygulanması için alınması
gereken tedbirlere ilişkin tavsiyeler; gerekirse bunların uygulaması hakkındaki
bilgilerin sunulması için üye ülkeler ziyaret edilebilir”. “GREVIO’ya,
Sözleşmenin geniş çapta veya defalarca ihlalinin önlemesi veya sınırlanması
amacıyla derhal müdahale gerektiren sorunların bulunduğunu gösteren güvenilir
bilgiler ulaştığında, ...taraflarca alınan tedbirlere ilişkin özel bir raporun
acilen sunulmasını talep edebilir.” “GREVIO, söz konusu Tarafın
verdiği bilgileri ve kendisine ulaşan diğer güvenilir bilgileri göz önüne
alarak, bir veya daha fazla üyesini, bir soruşturma yapıp acilen
GREVIO’ya rapor etmek üzere tayin edebilir.” “Söz konusu edilen
soruşturmanın bulguları incelendikten sonra GREVIO bu bulguları, kendi yorum ve
tavsiyelerini ekleyerek söz konusu Tarafa, durum gerektiriyorsa Taraflar
Komitesine ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine” iletir(Madde
68). GREVIO, “Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesini, bu Sözleşmenin
uygulamalarını düzenli aralıklarla değerlendirmeye davet etmek” zorundadır
(Madde 70).
Madde 66’dan 70 kadar olan maddelerden alıntıladığımız
yukarıdaki ifadeler, hedef ülkenin bağımsız bir ülke olup olmadığının
sorgulanmasını gerektirmektedir. Dahası hedef ülkelerdeki STK’larla hukuki
güvence altında ilişki kurmak, kurabilmek, gelecekte iş birlikçi
STK’ların varlığını ortaya çıkarabilecektir.
İstanbul Sözleşmesi, AB tarafından batılı olmayan
ülkelerin kendi kendilerini asimile etme, sömürgeleştirme aracı olarak
kullanılmaktadır. Nitekim Sözleşmenin 12. ve 42. Maddelerinde,
Batının öngördüğü kültürel normlar hariç, diğer milletlerin kabul ettiği,
benimsediği, asırların birikimi olarak meydana gelen, zenginleşen kültür, din,
adet, gelenek ve törenin “kökünün kazınması” taraflardan
istenmektedir:
“İstanbul Sözleşmesi Madde 12–1- Taraflar… kadınların ve
erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların,
törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması
amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel
davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri
alacaklardır.”
“Madde 12-5--Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya
sözde “namus” gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi
bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.”
“İstanbul Sözleşmesi Madde 42–1- Taraflar bu Sözleşme
kapsamında kalan şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesinden sonra başlatılan
ceza davalarında kültür, töre, din, gelenek veya sözde
“namus”un gerekçe olarak öne sürülmesinin önlenmesini temin etmek
üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.”
2011 İstanbul sözleşmesi, “kadınların ve erkeklerin
toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin,
geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması”, “kadınların
ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının
değiştirilmesi” ifadelerinde yer alan farklı kültür, din, adet,
gelenek, töre ve namus gibi kavramların “kökünü kazımak” istemekle,
bir asimilasyon hareketi amaçladığı anlaşılmaktadır.
AB’nin niyeti, bu ve buna benzer sözleşmelerle muhatap
ülkeleri, kültürel olarak çözerek asimile etmektir. “Kadına
karşı şiddet” ve “aile içi şiddet” kavramları, bu amacı gizlemek için kalkan
olarak kullanılmıştır/kullanılmaktadır. İstanbul Sözleşmesinde “Kadına
karşı şiddet” ve “aile içi şiddet” ve benzer kavramsallaştırmalarla ve bu
kavramsallaştırmalara yüklenen anlamlarla diğer milletler, dinlerinden
koparılarak, Ateizme, Deizme ve Agnostisizme yönlendirme yapılarak kültür ve
medeniyetleri tahrip edilerek bir asimilasyon gerçekleştirilmek istenmektedir.
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm
yasalar feshedilmelidir.
İstanbul Sözleşmesi Her Türlü Cinsel Sapkınlığa
Serbestiyet Tanımaktadır
İstanbul sözleşmesinin dördüncü
maddesinde yer alan “cinsel yönelim” kavramsallaştırılması
ile her türlü cinsel sapkınlık, yasal koruma altına alınmıştır(Madde
4 – 3). Gelecek nesiller için en büyük tehlikelerden biri, bu cinsel
sapkınlıkların yaygınlaşması olacaktır.
İstanbul sözleşmesinin dördüncü maddesine göre Kuran-i
Kerim’de var olan eşcinsellikle ilgili tüm ayetler(6/86; 7/80-84;
11/70-89; 15/59-77; 21/74-75; 26/160-175; 27/56-59; 29/25-35; 37/133-138; 38/13; 50/13; 54/33-39)
ve hadisler mülga edilmiş olmaktadır.
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm
yasalar feshedilmelidir.
İstanbul Sözleşmesi, Zina ve Fuhşu Yasal Koruma Altına Alarak Yaygınlaşmasına İmkân Sağlamaktadır
İstanbul Sözleşmesinin 36. Maddesi, rıza temelli her türlü
cinsel ilişkiye cevaz vererek zina ve fuhşu, suç olmakta çıkarmakta ve
yaygınlaşmalarını yasal güvence altına almaktadır:
“Madde 36 – 1- Taraflar aşağıdaki kasten gerçekleştirilen
eylemlerin cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli yasal veya diğer
tedbirleri alacaklardır:
a- başka bir insanla, rızası olmaksızın, herhangi
bir vücut parçasını veya cismi kullanarak, cinsel nitelikli bir vajinal, anal
veya oral penetrasyon gerçekleştirmek;
b- bir insanla, rızası olmaksızın, cinsel
nitelikli diğer eylemlere girişmek;
c- Başka bir insanın, rızası olmaksızın,
üçüncü bir insanla cinsel nitelikli eylemlere girmesine neden olmak.
2- Rıza, mevcut koşullar bağlamında değerlendirilmek
üzere, şahsın özgür iradesi sonucunda gönüllü olarak verilmelidir.
3- Taraflar 1. fıkrada yer alan hükümlerin aynı
zamanda iç hukukta kabul edilmiş olan, eski veya mevcut eşlere
veya birlikte yaşayan bireylere karşı gerçekleştirilmiş
eylemler için de geçerli olmasının temin edilmesi için gerekli yasal veya diğer
tedbirleri alacaklardır.”
Sözleşmenin 36. 46. ve 59. maddelerinde “birlikte
yaşanan birey”(partner) kavramsallaştırılması ile “nikahsız
birliktelikler”/“metres hayatı yaşamak” hem aile olarak kabul
edilmekte, hem de zina/fuhuş meşrulaştırılmaktadır:
“Madde 46 – a -suçun, iç hukukun kabul ettiği eski veya
mevcut bir eşe veya birlikte yaşanan bireye karşı, aile
fertlerinden biri tarafından, mağdurla birlikte ikamet eden biri tarafından
veya yetkisini suiistimal eden biri tarafından işlendiği hallerde;”
Madde 59 –1- Taraflar, ikametgâh durumu iç
hukuk tarafından tanınan eş veya birlikte yaşanan bireye bağlı
olan mağdurlara, evliliğin veya ilişkinin bozulması durumunda…
2- Taraflar ikametgâh durumu iç hukuk tarafından tanınan
eş veya birlikte yaşanan bireye bağlı olan mağdurların
ikametgâh nedeniyle…
Böylece aile kavramı, fuhuş hayatı ile iç içe geçirilerek
kutsiyeti tahrip edilmektedir. Bu maddelere göre nikâhsız
birlikteliklere/hayat tarzlarına karşı en basit ahlakı bir
müeyyidenin dahi uygulanması suçtur. Çünkü sözel ve psikolojik şiddet
tanımları ile ahlakı müeyyide uygulanması imkânsızlaştırılmıştır.
İstanbul sözleşmesinin 36. maddesine göre Kuran-i Kerim’de
var olan zina ilgili tüm ayetler (4/15,
25; 17/32; 24/2-9; 25/68; 33/30; 60/12; 65/1)
ve hadisler mülga edilmiş olmaktadır.
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm
yasalar feshedilmelidir.
İstanbul Sözleşmesi Aile İçi İhtilafların Çözümünde
Mahremiyeti Yıkmakta ve Ailelerin Arabuluculuk Yapmasına Karşı Çıkmaktadır
İnsan genetiğinde, insan üzerinde birbirine zıt istikamette
etki eden iki ana mekanizma vardır: 1- Fıtrat(İyilik Cephesi), 2-
Heva(Kötülük Cephesi). Fıtrat, insanı hep iyiye, güzele, hakka sevk
etmek isterken; heva ise daima kötüye, çirkine ve batıla sevk etmek ister. Bu
duruma, insan üzerinde melekle şeytanın savaşı denebilir. Bugünkü teknik
tabirleri kullanırsak insan üzerinde virüslerle anti virüslerin savaşı vardır.
O nedenle aile hayatında zaman zaman değişik nedenlerle istenmeyen durumlar
meydana gelebilir. Genel olarak da ilk ortaya çıkan durum, aile fertlerinin
birbirlerine bağırıp çağırmasıdır. Süreç iyi yönetilebilirse bunlar geçici durumlardır.
Fakat polise telefon edildikten sonra geçici hal olma ihtimali olan bu durumun,
sürekli bir hal alma ihtimali artmaktadır. Belli bir seviyenin altında kaldığı
sürece beşeri bir durum olarak değerlendirilmesi gereken bu olgu, İstanbul
sözleşmesine göre suçtur. Bazen aile bireyleri bu süreci iyi yönetemeye bilir.
Bizim Kültür ve medeniyet kodlarımıza göre kadın ve erkeğin aile
tarafları, hakem heyeti oluşturarak sürece müdahil olmak ve
sorunu çözmeye çalışmak isterler ve de zorundadırlar:
“Karı ile kocanın aralarının açılmasından
korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da
ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse,
Allah da aralarında başarı sağlar…”(4 Nisa 35).
İstanbul sözleşmesinin 48. Maddesi, bu tür hakemlik
müessesinin sürece müdahil olmasına karşı olup taraf ülkelerin böyle bir
yaklaşımı engelleyecek tedbirleri almasını istemektedir:
“Madde 48 – 1- Taraflar bu Sözleşme
kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak, arabuluculuk
ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif
süreçlerini yasaklamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.”
Ayrıca İstanbul Sözleşmesine göre mağdur, bir kez şikâyet
yapmış ise şikâyetini geri çekme hakkına sahip değildir. Kendileri
şikâyetlerini geri çekse bile açılan dava, bu istekten bağımsız olarak devam
ettirilecektir:
“Madde 55 –1- Taraflar, … mağdurun
ifadesine veya şikâyetine bağlı olmaksızın ve Mağdurun ifadesini veya
şikâyetini geri çekmesi durumunda dahi devam edebilmesini temin edeceklerdir.”
İstanbul sözleşmesi aile içinde barışı değil savaşı
isteyen bir mekanizma inşa etmektedir.
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm
yasalar feshedilmelidir.
Delil/Belge Aramayan 6284 Sayılı Yasa Heva Cephesinin
Önünü Açarak İblise Hizmet Etmektedir
Hukukun temel mantığında, iddia sahibinin
iddiasını ispatlamak mecburiyeti vardır. Suçlayan insan, suçlamaya ilişkin veya
kendinin haklı olduğuna ilişkin bilgi ve belgeleri/delilleri ortaya koymak
zorundadır. Bu hukuk sistemlerinin olmazsa olmaz ilkesidir. Bu hukuk yasası ya
da ilkesi, 6284 sayılı aileyi koruma yasası(!) ve uygulama yönetmeliği için
geçerli değildir. Bu yasa ve uygulama yönetmeliğinde şikâyet edip mağdur
olduğunu ifade edenlerin, iddiaları ile ilgili hiçbir delil veya belge sunma
mecburiyeti bulunmamaktadır:
“(6284 Yasa) MADDE 8 – (3) Koruyucu tedbir kararı
verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge
aranmaz.” (Bak: 6284 Sayılı Yasanın Uygulama Yönetmeliği
MADDE 6–1,12-1 ve 30-3).
Bu maddelerde şikâyet edenin beyanı esas olup suçlananın
hiçbir söz hakkı olmadığı görülmektedir.
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm
yasalar feshedilmelidir.
Sonuç Olarak: İstanbul Sözleşmesi ve Onu Referans Alan
Tüm Yasalar Feshedilmelidir!
Suçlanan dinlenmeden, ne tür bir şiddet uygulandığı veya
uygulanıp uygulanmadığı araştırılmadan, iddia edenin iddialarının doğru olup
olmadığı sorgulanmadan, süreci kimin başlattığı araştırılmadan “koruyucu
tedbir”(!) adına genellikle babalar, evlerinden uzaklaştırılmaktadır.
Evinden, bağından, bahçesinden koparılıp sürgün edilen/uzaklaştırılan
insanların nerede, nasıl kalacağı, ne yiyip içeceği, buna imkânı olup olmadığı
irdelenmemektedir. Nasıl bir psikoloji içine sokulduğu ya da sokulabileceği
düşünülmemektedir. Diğer taraftan fiziksel şiddet içermeyen bir vaka üzerinden
evinden uzaklaştırmanın, çocuklar, akrabalar ve komşular üzerindeki etkisinin
ne olduğu, ne olabileceği göz önüne alınmamaktadır.
İstanbul Sözleşmesi ve bunu referans alan yasalar, uygulanmaya
başlandıktan sonra elde edilen sonuçların, aşağıdaki sorular çerçevesinde,
gerçekçi bir şekilde sorgulanması yapılmalıdır:
- Uygulanan
şiddet türleri nelerdir ve bu şiddet türlerinin eşik seviyeleri nedir?
- Yasa
uygulanmaya başlandıktan sonra şiddet artmış mıdır, azalmış mıdır?
- Cinayetler
artmış mı azalmış mı? Cinayet işlenmesinde adamın karısını öldürmeye
kalkmasında temel amiller nelerdir, bunu sorgulanması yapılmış mıdır?
- Boşanmalar
artmış mı azalmış mı?
- Evlenme
oranları artmış mı azalmış mı?
- Evliliğe
olan ilgi de bir değişim var mı?
- Nikâhlı
birlikteliklerde mi yoksa nikâhsız birlikteliklerde mi artış olmuştur,
olmaktadır?
- Yasalardaki
bu zaafları, istismar eden bir şebeke var mı yok mu?
TUİK verilerine göre İstanbul Sözleşmesi ve Sözleşmeyi
referans alan yasalar uygulamaya sokulduktan sonra aile yapısında iyileşme
değil kötüleşme olmuştur.
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm
yasalar feshedilmelidir.
Her türlü sorunun çözümü için nirengi nokta, hak ve adalet olmalıdır(57
Hadid 25; 38 Sad 26). Allah’a ve Ahiret gününe iman edenlerin, nefsi
davranmaması, kin ve nefretle hareket etmemesi, adil davranmaları imanın bir
gereğidir(5 Maide 8).
Bir kadının kendisine şiddet uygulandı ihbarını
yapmasının ardından babalar dinlenmeden, sorgulanmadan, iddianın doğru olup
olmadığı araştırılmadan, babaların polis zoruyla evlerinden, bağlarından,
bahçelerinden alınıp sürgüne gönderilmesi, bize Kur’an’daki Hz. Davud’un “İki
Davalı Kardeş Kıssasını” hatırlatmaktadır (38 Sad 18-29). Umarız
ki Türkiye’yi yönetenlerde bunu bu dünyada hatırlarlar; öteki dünyada nasıl
olsa kendilerine hatırlatılacak ve de hatırlayacaklardır.
Hz. Davud ibadetle meşgul olduğu bir anda, güvenlik
duvarlarını aşarak odasına kardeş olduğunu söyleyen iki yabancı girmiştir.
Kardeşlerden birinin 99 koyunu diğerinin ise tek bir koyunu vardır. 99 koyunu
olan, kardeşinin tek koyununu alıp kendi koyunlarına katmak istemektedir. Böyle
yapmakla da kardeşine iyilik yaptığını belirtmekte, kardeşinin daha kârlı olacağını
iddia edip kardeşini etkilemektedir. Tıpkı İstanbul Sözleşmesinin ve Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği Projesinin bu ülke için çok iyi olduğunun söylenmesi gibi.
Hz. Davud, tek koyunu olan kardeşi dinledikten sonra
kararını hemen vermiştir:
“(Davud) Dedi ki: “Andolsun senin koyununu, kendi
koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve
mali güçlerini) birleştirip katanlardan(ortak) çoğu, birbirlerine karşı tecavüz
ederler; ancak iman edip de salih amellerde bulunanlar başka. Onlar
da ne kadar azdır.” (38 Sad 24).
Hz. Davud, dava edeni dinlemiş, fakat dava edileni
dinlemeden, kardeşinin söylediklerinin doğru olup olmadığını sorgulamadan hemen
yukarıdaki kararı vermiştir.
Aile ilgili TC hukuk sisteminde de, İstanbul
sözleşmesi ve Toplumsal cinsiyet eşitliği küresel projesini referans alan
yasalara göre bir kadın(pratikteki durum) kocasının kendisine şiddet uyguladığı
ihbarını yaptığı takdirde, kadının söylediklerinin doğru olup olmadığı erkeğe
sorulmadan, araştırma yapılmadan erkek evinden alınıp sürgüne gönderilmektedir.
TC yargı sistemi, Hz. Davud gibi tek yanlı bir dinleme yaparak kararını
vermekle Hz. Davud’un düştüğü hataya düşmektedir.
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm
yasalar feshedilmelidir.
Ancak Hz. Davud hata yaptığını anlamış, hemen secdeye
kapanarak Allah’tan kendisini af etmesini, bağışlamasını istemiştir. Allah da
onu bağışlamıştır. Bununla beraber Hz. Davud uyarılmış, hak, hukuk ve adalet
konularında nasıl davranması gerektiği kendisine belirtilerek yol
gösterilmiştir:
“Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde
bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile
hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır.
Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı
onlar için şiddetli bir azap vardır.” (38 Sad 26).
Sad Suresinin 26. ayetinde, sadece bir siyasal
partinin, cemaatin, tarikatın, mezhebin, akrabanın, sülalenin ya da bir dinin
veya bir kavmin mensupları arasında “hak ile hükmedilmesi” istenmemektedir;
“insanlar arasında hak ile hükmedilmesi” istenmektedir. Hak
ile hükmedilmesi konusuna, Ateistler de, Komünistler de, dinliler de dinsizler
de, her kes dâhildir.
TC hukuk sistemi de kadın ve erkek demeden herkese
karşı adaleti uygulamak zorundadır. Delilsiz ve belgesiz yargılama sistemi,
adaleti değil adaletsizliği getirir.
ADALET YOKSA BARIŞ DA OLMAYACAKTIR.
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm
yasalar feshedilmelidir.
Bu noktada yapılan adaletsizliğin hesabı, Ahirette mutlaka
verilecek, hesabı sorulacaktır. Bu asla unutulmamalıdır.
O nedenle;
“Ey iman edenler, adil şahitler olarak Allah için,
hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın.
Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz
Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.”(5 Maide 8).
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm
yasalar feshedilmelidir.
HENÜZ VAKİT VARKEN, YARIN ÇOK GEÇ OLABİLİR!
KAYNAKLAR
1- Balcı, M., Tanzimat’tan Ulusal Programa Yeniden
Yapılanmanın Hukuki Gelişim Süreci,, Genç Hukukçular Hukuk Okumaları,
Birikimler, C:1, S: 16-57, İstanbul, 2003.
2- Bozkurt, M.E. “Türk Medeni Kanunu Nasıl Hazırlandı”, S:
11, İstanbul. 1944.
3- Hadduri, M., İslam’da Adalet Kavramı, Yöneliş
Yayınları, S: 282, İstanbul, 1999.
4- Centel, N., 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nda Cinsel
Saldırı Suçu ve Cinsel Suçlar Değişiklik Tasarısı’nın Değerlendirilmesi,
“Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar ve Yeni Yaklaşımlar Sempozyumu, İstanbul, 4
Mayıs 2011.
5- Gündoğan, K., Koç, C., Ünlü, H.N., Türk Hukuk
Sisteminde Kast ve Taksir, Bilge Yayınevi, S: Sunuş Kısmı, Ankara,
2010.
6- Kumbasar, İ. K., Yeni Çağ, 23.06.2009