1 Ekim 2006 Pazar

Medeniyetler Çatışmasında Müslümanların Yol Haritası- XVI EN GÜZEL TARZDA MÜCADELE- III AF VE KOLAYLIK YOLU

 (Umran Dergisi)

“Şunu da bil ki; nusret(i ilahî) sabırla birlikte gelir, kurtuluş da sıkıntıyla gelir, zorlukta da kolaylık vardır, bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamayacaktır.”

Hz. Muhammed(s.a.v)

 

Giriş

Dünyada ve Türkiye’de belli periyotlarla gerilim yükseltilip alçaltılmaktadır. Ancak her seferinde gerilimin şiddeti daha da artırılmaktadır. Bu, soğuk savaş sonrası dünya hakimiyet mücadelesi stratejisinin uygulamasından başka bir şey değildir. Bu yeni bir soğuk savaş dönemidir. Batı dünyasının yaşam ve düşünce biçimine kökten karşı çıkan ve hatta meydan okuyan İslam, batının yayılmasının önünde ki en ciddi engeldir. Bunun için yeni soğuk savaş döneminde İslam ve Müslümanlar düşman olarak hedef seçilmiştir. Büyük Ortadoğu diye anılan proje bu amaçla ortaya konmuştur. Ana hedef Müslüman coğrafyanın yeniden şekillendirilerek işgal edilmesi ve de Büyük İsrail’in kurulmasıdır. Bu dönemde Müslümanlara çok boyutlu bir kuşatma stratejisi uygulanmak istenmektedir. Bu stratejinin beş ana boyutu olduğunu söyleyebiliriz:

Birinci Boyut: Ilımlı İslam projesi çerçevesinde muti, işbirlikçi, siyasi ufku ve basireti olmayan, stratejik düşünce üretemeyen, baskı karşısında çareyi batıya sığınmakta bulan, günübirlik düşünen ve fakat İslam’ın ibadet boyutunu detaylıca yerine getiren bir insan unsuru yetiştirilmesi. Batıya her karşı çıkış, öncelikle bu insan unsuru ile bloke edilmek istenmektedir.

İkinci Boyut: Kendisine karşı çıkan Müslümanları yıpratacak imaj zedelenmesine imkan veren, provokasyona kolay gelebilen silahlı eylemlerin tek çare olarak görülmesini sağlayan ve terörist damgasının kolaylıkla vurulabileceği insan unsurları ve hareketler oluşturmak. Bunlar adına eylemleri bizzat kendisi organize ederek medya desteği ile her şeyi bunlara ve bunların şahsında tüm Müslümanlara mal edip İslam’ın yayılmasına engel olmak. Aynı zamanda bu eylemleri kendi ülke insanlarına bir tehdit olarak gösterip uygulanan politikalara karşı iç direnişi kırmak hedeflenmektedir.

Üçüncü Boyut: Müslüman coğrafyayı etnik ve mezhebi bir ayrışma ve kavganın içine sokmak. Her Müslüman ülkede iç gerilimi artırmak, taraflar arasında uzlaşmaz çelişkiler meydana getirmek bu stratejinin en temel özelliği olarak gözükmektedir.

Dördüncü Boyut: Ekonomik istikrarı bozarak Müslüman ülkelerin kalkınmaması için her türlü sabotajı yapmak.

Beşinci Boyut: Bölgesel bazda silahlı mücadeleye girip teknolojik üstünlükleri karşısında Müslümanların iradesini çözerek onları teslim almak.

Bu çok boyutlu stratejinin temel hedefi, Müslüman coğrafyanın minimum zararla işgal edilmesidir. Müslümanların da temel görevi minimum zararla bu işgali defetmek ve İslamî değerlerin yayılmasını sağlamaktır.

Türkiye’de pek çok olay gibi Şemdinli ve Danıştay olayları da son irtica yaygaraları da ABD-İngiltere-İsrail şer ittifakı tarafından Türkiye’yi kamplaştırmak için organize edilmiştir. Bundan sonra da pek çok olay organize edeceklerdir. Türkiye’de ve Müslüman coğrafyanın her tarafındaki şiddet ve terör olaylarının arkasında bu şer ittifakı vardır. Müslüman ülkeleri kamplaştırmayı amaçlayan bu stratejinin işlevsiz hale getirilebilmesi için Müslümanlara düşen öncelikli görev, olayların seyrine kendilerini kaptırıp satranç tahtasında bir piyon rolü oynamamaktır. Kamplaştırıcı olmak yerine bütünleştirici olmaktır. Bunun için de tüm Müslümanların söz ve davranışları bu amaca dönük olmalı, mücadeleleri de en güzel bir tarzda yapılmalıdır.

Bu çalışmada, mücadelenin en güzel tarzda yapılmasında rol oynayan bir kavram olarak Nasihat(hayırhahlık) kavramı incelenecektir.

Mücadelenin En Güzel Tarzda Yapılması Îmanî Bir Zorunluluktur

İslam, değerler sistemi arasındaki mücadelenin her aşamasında, şartlar ne olursa olsun, güzelliği, kibarlığı esas alır. Şeytanî değerlerin kullandığı usûl ve vasıtaların çirkinliği, vahşîliği, kabalığı ve gayrı insanîliği bu olguyu, bu prensibi hiçbir zaman değiştiremez. Müslüman açısından mücadelenin gayesi, insan fıtratının bir ifadesi olan İslamî değerlerin insanlara kabul ettirilmesidir. Bu amaç, mücadelenin tüm aşamalarını şekillendirir, insanı rencide etmeyecek bir söylem, bir davranış ve bir tutum sergilenir.

Hz. Peygamber’in savaşa giden komutanlarına verdiği emirlerde bu hassasiyeti çok rahat görebilmekteyiz:

“Allah’ın adıyla ve Allah’ın rızası için savaşın. Allah’ı inkâr eden kâfirlerle çarpışın. Gazâ edin fakat ganimete hıyanet etmeyin, haksızlıkta bulunmayın, ölülerin vücutlarına sataşıp burun ve kulaklarını kesmeyin, (önünüze çıkan) çocukları öldürmeyin! Müşrik düşmanlarla karşılaşınca onları önce üç şeyden birine çağır: Bunlardan birine cevap verirlerse onlardan bunu kabul et ve artık dokunma! Önce İslâm’a dâvet et. İcâbet ederlerse hemen kabul et ve elini onlardan çek…” [Müslim, Cihâd 3, (1731); Tirmizî, Siyer 48, (1617); Ebu Dâvud, Cihâd 90, (2612, 2613).]

Libya bağımsızlık mücadelesinin efsanevi kahramanı Ömer Muhtar, İtalyan bayrağını ayakları altına almak ve çok genç olan bir teğmeni öldürmek isteyen askerlerine bunu yasakladığında, askerleri kendisine ‘onlar bizim bebeklerimizi, kadınlarımızı, yaşlılarımızı öldürüyorlar, bizim bayraklarımızı yırtıyorlar’ derler. Ömer Muhtar’ın askerlerine verdiği cevap, en güzel tarzda mücadele prensibinin en kötü şartlarda bile değiştirilmemesi gerektiğini vurgular: ‘Onlar bizim öğretmenimiz değildirler.’

Bizans halkına, ‘Kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığını tercih ederiz’ dedirten de bu anlayıştır.

İnsanların değerlerini değiştirerek İslamlaşmasını sağlamak, İslam’ın birinci önceliğidir. İnsanları Allah’ın yoluna çağırırken tutulacak yol, takınılacak tavır ve kullanılacak üslubun en güzel tarzda olması İslam’ın olmazsa olmaz şartlarındandır:

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde tartış(mücadele et).”(16/125)

Görüldüğü gibi İslam’ın mücadele anlayışı daima en güzel bir tarzdır. Çünkü İslam’ın amacı, insanların zihnini ve kalbini fethetmektir, işgal etmek değil. Fetihte rahmet ve bereket vardır, işgalde zulüm ve yok etme. Fetihte dengede oluş, kararlı oluş vardır, işgal ve zorbalıkta kaos ve kararsızlık vardır. Biri yeşertir, diğeri ise kurutur. Biri meyvesini verir, öteki meyveleri kurutur. Kur’an-ı Kerim en güzel tarzda mücadelenin bu özelliğini, bir ağaçla veya bir bitki ile ilişkilendirerek açıklar:

“Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir: Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkânı) kalmamıştır. Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar.”(14/24-27)

 “Güzel şehrin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar; kötü olandan ise kavruktan başkası çıkmaz.”(7/58)

Güzel bir söz, güzel bir ağaca; kötü bir söz ise kötü bir ağaca benzetilmektedir. Güzel ağacın kökleri sabit ve yerin derinliklerine doğru ilerleyip hem kendini sağlamlaştırır hem de gerekli gıdayı topraktan sağlar. Bu dengeli sağlam yapısından dolayı dallarını göğe doğru genişletip yemişini verir. Kötü ağaç ise kökleri yerden kopmuş, tutunma imkanı kalmamış, dengesini kaybetmiş ve yerden beslenemediği için de meyve vermesi de söz konusu değildir.

Bu benzetmeden çıkarılacak sonuç, En Güzel Tarzda Mücadele, bir denge, bir kararlılık hareketidir; bir bolluk ve bereket hareketidir; bir inşa, bir fıtrata dönme hareketidir.

En güzel tarzda mücadele, 14/24-27 ayetlerinde bir ağaçla temsil edilirken; 7/58 de bir şehrin bitkisine benzetilmektedir. Bu benzetmelerle en güzel tarzda mücadelenin birinde bireysel boyutuna (14/24-27), diğerinde(7/58) toplumsal boyutuna dikkat çekilmektedir. En güzel tarzda bir mücadele ister bireysel bazda olsun isterse toplumsal bazda olsun uygulanması gereken zorunlu bir mücadele tarzıdır. Olsa da olur olmasa da olur denebilecek keyfi bir hareket şekli değildir.

Kavramsal Alan 

Yukarıda verilen 16/125 ayetine bakıldığında insanları Sırat-ı Müstakîm’e çağırırken davete güzellik katacak üç ana kavramın kullanıldığı görülmektedir: Hikmet, Güzel öğüt(Meviza), Güzel bir tarzda tartışma(Cedel). Her üç kavram da derin anlamları olan ve Kur’an’da yaygınca kullanılan kavramlardır. Bunun gibi, Kur’an’da mücadelenin estetik bir hüviyette olmasını belirleyen daha başka kavramlar da vardır. Bütün bu kavramları; öğüt, hikmet, güzel tartışma, basiret, beliğ, selam, sevgi, kolaylık, cemil, emniyet, furkan, kavl-i leyyin, haya-edep, safh-ı cemîl olarak özetleyebiliriz.

Bu kavramların mücadeleye ilişkin çerçevelediği, şekillendirdiği bir alan vardır. Bu alan konuşma tarzımızdan, giyim, kuşamımıza, beşeri ilişkilerden ekonomik, sosyal, siyası ve askeri ilişkilere kadar her şeyi kapsar. İşte bu kavramların şekillendirdiği bir alan, en güzel tarzda bir mücadeleden ne anlamamız gerektiğini ortaya koymaktadır.

Bu çalışmada, Meviza(Öğüt) kavramı ele alınıp mücadeleyi ilgilendiren boyut ile incelenecektir.

Öğüt(Nush) 

En-Nihaye, nushun lügat olarak hulus, yani saf olmak manasına geldiğini belirtir.

İbnu’l-Kayyım ise nushu , “Hayır isteği, nasihat edilen kimsenin hayra ermesini dilemektir” diye açıklar.1

Dilimizde bu kavramı tek bir kelime ile ifade etmek mümkün olmamasına rağmen en yakın kelime olarak hayırhahlık kullanılabilir.1 Türkçe’de kullanılan öğüt vermek, nushun tam karşılığı değildir. Nush, öğüt vermek olarak alınırsa kelimenin kapsadığı alan daraltılmış ve de etkileme düzeyi zayıflatılmış olur.

Nasihat(Hayırhahlık) kelimesinin dini önem ve rolünü anlamak için Hz. Peygamberin ‘Din nasihattir’ hadisini göz önüne almak yeterlidir:

Ebû Hüreyre (r.a.) hazretleri anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Din nasihatten (hayırhahlıktan) ibarettir!”

Yanındakiler sordu: “Kimin için ey Allah’ın Resulü?”

“Allah için, kitabı için, Resulü için, müslümanların imamları ve hepsi için!

Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Her biriniz, kardeşinin âyinesidir, onda bir rahatsızlık görürse bunu ondan izale etsin.” [Tirmizî, Birr 17, 18, (1927, 1928, 1930); Müslim, İman 95, (55).]

Bazı âlimler bu ifadeyi, “Dinin direği nasihattır” diye anlamıştır. Hatta âlimlerden

 birçokları, İslâmî ahkâmı özetleyen dört hadisten biri olarak bu hadisi görmüşlerdir.”1

Bu hadise göre Nasihat, Allah’tan Kitap ve Resul aracılığıyla gelen değerlerin, başta yöneticiler olmak üzere toplumun her kesimine ulaştırılmasını böylelikle onlara hayırhahlık istenmesini sağlayan bir duruş, bir tavır alış ve duyuruştur.

Nasihatin asıl amacı, insanların aynı anne ve babanın çocukları olduğu noktasından hareketle tevhidi değerler çerçevesinde bir kardeşliğin ihdas edilmesi, korunması , geliştirilmesi ve pekiştirilmesidir. Toplumsal sorunları bu kardeşlik mantığı içerisinde el birlik çözüme kavuşturacak bir atmosferin ihdas edilmesidir. Nitekim Mürselat süresinde nasihatın(öğüt), Allah’a yönelenleri arıtmak, kötüleri sakındırmak amaçlı olduğu belirtilmektedir:

“(Allah’a yönelenleri) arıtmak, (kötülerden) sakındırmak için öğüt telkin edenlere...”(77/5-6)

Öğütün kapsam alanı, Öğüt Verenler, Öğüt Verilenler, Öğüt Verilen Konular, Öğüte Karşı İnsanların Takındıkları Tavır ve Mücadelede Öğüt alt başlıkları şeklinde çerçevelendirilebilir. Burada biz, “öğüt”ün mücadele boyutu ile ilgilenmekteyiz.

Yukarıdaki kapsam çerçevesinde öğüt verilmeye başlandığında farklı değer sistemleri arasındaki değer çatışması, burada da varlığını hissettirmekte ve insanların bir kısmı öğüt alabilirken, bir kısmı da öğüt alamamakta, hatta öğüt verenlere karşı tavır almaktadırlar.

Kur’ân’a baktığımızda öğüt alabilenlerin; muttakiler-müminler, istekli olanlar, Doğru Yol’a gitmek isteyenler-Allah’a yönelmek isteyenler, aklını kullananlar, düşünenler olduğunu görmekteyiz. Öğüt alamayanlar ise, yüz çevirenler, inanmayanlar, azanlar, münafıklar ve ateşe girecek kötü kimseler olmaktadır.

Öğüt almayanlar kendilerine öğüt verenlere karşı aşağıdaki tavırları almaktadırlar:

Öğüt verenleri sevmezler(7/79), öğüte karşı inatla direnirler (54/17,22,32,40), öğüt verenleri uğursuz sayarlar (36/18-19), onları engellerler2 ve yapılan öğütleri kendilerine hakaret sayarlar.3

Dolayısıyla öğüt vermek, farklı değerlerin mücadelesini beraberinde getirir. İşte bu noktada öğütçünün dikkat etmesi gereken bazı noktalar söz konusudur.

Öğüt Güzel Bir Tarzda Yapılmalıdır 

İnsanlar genelde kendi düşüncelerine, fikirlerine ve değerlerine karşı çıkılmasından hoşlanmazlar. Bu nedenle de genelde savunmaya geçerler. Eğer öğütçü, bu psikolojiyi göz önüne almaz ve doğruları olduğu gibi söylemenin yeterli olduğu zehabına kapılırsa, hem etkili olamayacak hem de gittikçe dozajı artan bir tepki ile karşı karşıya kalacaktır. O nedenle öğütün estetik bir şekilde yapılması gerekmektedir(16/125).

Öğüte estetiklik kazandıracak olan söylem tarzı, içinde bulunulan ortam ve muhatabın durumu, psikolojisidir. Muhatabın dingin olduğu ve dinlemeye tahammülünün bulunduğu anlar seçilmelidir. Bununla beraber muhataba yapılan hitap onu dinlemeye ikna edici olmalı, nefsi galeyana getirici olmamalıdır. Azarlama, aşağılama, horlama ve suçlama içeren hitap tarzı, muhatabın her türlü algı mekanizmasının kapanmasına ve bir tepkinin doğmasına sebep olur.

 Hz. Peygamber Müslümanların birbirlerine ‘Kardeşim’ demesini her vesile ile teşvik etmiş ve bu hitabın yaygınlaştırılmasını istemiştir. Keza nasihatlerinde kardeş ve sevgi kavramlarını birlikte kullanmaya özen göstermiştir:

“Biriniz kardeşini (Allah için) seviyorsa ona sevdiğini söylesin.” [Ebû Dâvud, Edeb 122, (5124); Tirmizî, Zühd 54, (2393).]

Menfaat ve riyadan uzak bir kardeşlik ve sevgi ifadesi, muhatabın güvenini kazandırmakta ve gerçekten de söylenenlerin kendi hayrına olduğuna ikna eden bir atmosfer oluşturmaktadır. Sevildiğine ve düşünüldüğüne inanan bir insan, nasihati almaya hazır hale gelir. Sevgi ile beraber şefkat ve merhamet içeren hitaplar, genelde her türlü direnci kırar.

Hz.Lokman’ın oğluna nasihatlerindeki hikmet dolu ifadeleri, ‘ey oğulcuğum’, ‘yavrucuğum’ gibi yumuşak hitaplarla birlikte kullanmış olması ve bunun bu şekli ile Kuran’da yer alması (31/13-19), Allah’ın Müslümanları eğitmek için kullandığı özel bir nasihat şekli olsa gerek. Hz.Peygamberin gençlere benzer şekilde hitap ettiğini hadislerde görebilmekteyiz:

Hz.Enes anlatıyor: “Resûlullah (s.) bana şöyle nasihat etti: “Ey oğulcuğum, namazda sağa sola bakmaktan sakın. Zîra o helak olmaktır. Eğer mutlaka yapacaksan bâri nafilelerde olsun, farzlarda değil.” [Tirmizî, Salât 413 (589).]

Nasihat yaparken dikkat edilecek diğer önemli bir nokta da zamanlamadır. Olay

anında, sıkıntı/musibet anında yapılan nasihatler daha etkili olmaktadır. Yukarıdaki hadiste namazda sağa sola bakan bir gence Hz.Peygamber, olay anında hatırlatma yaparak ‘Zîra o helak olmaktır’ tarzında etkili, hikmet dolu ve özlü bir nasihatte bulunmaktadır. Bununla beraber nefsini rahatlatacak bir yol olarak nafile namazlarda bakmaya cevaz veren bir davranış kolaylığı göstermektedir. Böylece muhatabı çok yönlü etkilemektedir.

Olay anında yapılan nasihatlerde dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da, insanların bazen sert tepki gösterebilmeleri, kalp kırıcı olabilmeleridir. Bu durumda nasihat eden ısrarcı olmamalı, uygun bir zamanı beklemeli ve muhatabı ikna edecek ve etkileyebilecek bir tarz geliştirmelidir. Aşağıdaki hadis bunun güzel bir örneğidir:

Hz. Enes (r.a) anlatıyor: “Resûlullah(s.), (ölen) çocuğu için ağlamakta olan bir kadına rastlamıştı: “Allah’tan kork ve sabret!” buyurdu. Kadın (ızdırabından kendisine hitab edenin kim olduğuna bile bakmadan): “Benim başıma gelenden sana ne?” dedi. (Hadisin Buharî’de gelen bir başka veçhinde kadının, Resûlullah (s.)’a: “Git başımdan, benim musibetim sana gelmedi” dediği; bir başka veçhinde: “(Nasihat kolaydır çünkü) bana gelen musibetten âzâdesin” dediği kaydedilmiştir.)

 Resûlullah (s.) uzaklaşınca, kadına:”Bu Resûlullah idi!” dendi. Bunun üzerine, kadın çocuğun ölümü kadar da söylediği sözden dolayı (utanıp) üzüldü. (Özür dilemek için) doğru aleyhissalâtu vesselâm’ın kapısına koştu… Doğrudan huzuruna çıktı ve:

 “Ey Allah’ın Resulü, (o yakışıksız sözü) sizi tanımadan sarfettim (bağışlayın!)” dedi.

Aleyhissalâtu vesselâm:”Makbul sabır, musibetle karşılaştığın ilk andakidir” buyurdu.” [Buharî, Cenâiz 43, 7, 32, Ahkâm 11; Müslim, Cenâiz 14, (626); Ebu Dâvud, Cenâiz 27, (3124); Tirmizî, Cenâiz 13, (987); Nesâî, Cenâiz 22, (4, 22)]

Hz. Peygamber kendisine sert ve kırıcı davranan ve özür dilemeye gelen kadına,

kendisine yaptığı davranış hiç olmamış gibi davranmış ve kadına önceki nasihatini tamamlayan ve daha da hikmet dolu bir nasihatte bulunmuştur.

Nasihat(Öğüt) İçerik Olarak Güzellik ve Hikmet İçermelidir 

Nasihat muhatabı ikna edici, düşündürücü, tefekkür ettirici olmalıdır. Kur’ân’da öğütle hikmetli muhteva arasındaki ilişki Nisa/58. ayette çok bariz bir şekilde görülmektedir:

“Hiç şüphe yok Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!...”(4/58)

Burada emanetin ehline verilmesi ve adaletle hükmedilmesi gibi iki önemli konu nasihati içerik olarak anlamlı, hikmetli ve de güzel yapmaktadır. Hz.Lokman’ın oğluna yaptığı nasihatte kullandığı ifadeler, çok özlü, derin anlamlı ve tefekkür ettirici bir özelliktedir. Benzer şekilde Hz. Peygamberin bir çok nasihatinde büyük bir hikmet, derin bir anlam ve çok özlü bir ifade vardır.

Nasihat Çirkin Hayasızlıkları Örtücü Olmalıdır 

Nasihat kavramının yer aldığı Kur’ân âyetlerinde bir çok konu ele alınmaktadır. Bunlardan en güzel tarzda mücadeleyi ilgilendiren, en önemli konulardan biri olan çirkin hayasızlıkların yaygınlaşması ile nasihat arasındaki ilişki, burada belli bir boyutta ele alınacaktır.

En güzel tarz mücadele, çirkin hayasızlıkların yaygınlaştırılmasını değil örtülmesini öngörür. Dışsallaşan tüm çirkin hayasızlıklar, kalbinde hastalık bulunanlara cesaret vererek çirkin hayasızlıkların daha da yaygınlaşmasını sağlar. Bunun doğal sonucu olarak insanlar çirkin hayasızlıklara alışır, onu huy edinirler:

“(Lut Kavmi) Onlar gerçekten çirkin davranışları huy edinmiş kötü bir toplumdur.”(21/74)

 Çirkin hayasızlıkların huy edinilmesi, insanların düşünce ve davranışının bir parçası

haline gelmesi ile çirkin hayasızlıklar doğallaşarak meşrulaşır. Bu tehlikeden dolayı Allah, çirkin hayasızlıkların işlenmesini haram kılarak yasaklamıştır:

“De ki: “Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin, yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -Sizin de, onların da rızklarını biz vermekteyiz- Çirkin-kötülüklerin açığına da, gizli olanına da yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz.”….” (6/151-153; bak. 7/33)

Allah çirkin hayasızlıkların işlenmemesi ve yaygınlaştırılmaması konusunda insana nasihat etmektedir:

“Şüphe yok Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşâdan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.”(16/90)

Kur’ân’a göre çirkin hayasızlıklardan kaçınmak müminin çok önemli bir vasfıdır:

“Ki onlar büyük günahlardan, çirkince utanmazlıklardan kaçınırlar. (53/32)

“(İman edip Rablerine tevekkül edenler) büyük günahlardan ve çirkin-utanmazlıklardan kaçınanlar ve gazaplandıkları zaman bağışlayanlar...”(42/37)

“Ve ‘çirkin bir hayasızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir.”(3/135)

 Bu müminin temel bir vasfı olduğu için müminler topluluğunu dejenere etme amacına dönük çirkin hayasızlıkların yaygınlaştırılma gayretlerine karşı müminler teyakkuz halinde olmak zorundadırlar. Çünkü böyle bir yaygınlaşmaya karşı bigane kalmak Allah’ın azabına dûçar olmak demektir:

 “İman edenler içinde, çirkin utanmazlıkların (fuhşun) yaygınlaşmasından hoşlananlara, dünyada da, ahirette de acıklı bir azab vardır.”(24/19)

Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerim, çirkin hayasızlıkların tehlikesine çok dikkat çekmekte,

müminlerin bu konuda teyakkuz halinde olmasını istemektedir. Bu nedenle müminler, çirkin hayasızlıkların hem icra edilmesine, hem de bunların toplum içerisinde yayılmasına karşı mücadele etmek görevleridir. Çirkin hayasızlıkların toplumda yaygınlaştırılmasına vesile olacak davranışlara karşı uyanık olması, bilerek veya bilmeyerek yaygınlaştırmaya sebebiyet verenleri nasihat edip uyarması ve çirkin hayasızlıkları tecrit ederek örtmesi gerekir. Bu karşılığı öteki dünyada alınacak bir görevdir:

Ebû Hureyre (r.a) anlatıyor: “Resûlullah (s.) buyurdular ki: “Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyamet günü onu mutlaka örter.” [Müslim, Birr 72, (2590).]

Ukbe İbnu Âmir (r.a) anlatıyor: “Resûlullah (s.) buyurdular ki: “Kim bir ayıp görür ve onu örterse, diri diri gömülmüş bir kızı ihya etmiş gibi olur.” [Ebû Dâvud, Edeb 45 (4891).]

Bu konuda İslam tarihinde yaşanmış pek çok olay vardır. Aşağıda zikredeceğimiz iki olay amacı açıklamak için yeterli olduğu kanaatindeyiz.

“Ukbe’nin kâtibi Duceyn anlatıyor:

Ukbe’ye:”Benim bazı komşularım var, şarap içiyorlar, onları polise haber vermek istiyorum, gelip götürsünler” dedim. Kabul etmeyip:”Bunu yapma, ancak onlara va’z u nasihat et ve (ihbar ederim diye) tehdid et!”dedi. Ben öyle yaptım ama yine de vazgeçmediler. Tekrar Ukbe (radıyallâhu anh)’a geldim ve: “Ben (dediğiniz gibi) onları şaraptan nehyettim ama dinlemediler, içmeye devam ediyorlar. Artık polis çağıracağım, gelip yakalasınlar!” dedim. Ukbe yine razı olmadı ve:”Yazık sana, bu yapılır mı? Zira ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle söylediğini işittim: “Kim bir mü’minin kusurunu örterse, kabre diri gömülmüş kızcağıza hayat vermiş gibi olur” cevabını verdi.”4

 İbnu Mes’ud (r.a) anlatıyor: “Bir adam gelerek: “Ey Allah’ın Resulü! Ben şehrin öbür tarafında bir kadını elledim, cima yapmaksızın onunla nefsimi tatmin ettim. Ve işte ben buradayım, istediğin cezayı ver” dedi.

Hz. Ömer atılarak: “Allah seni örtmüş, keşke sen de kendini örtüp açıklamasaydın” dedi. Resûlullah (s.) hiçbir cevap vermedi. Adam kalkıp gitti. Resûlullah (s.) peşine bir adam göndererek onu çağırtıp şu âyeti okudu: “Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir... Bu, öğüt kabûl edenlere bir öğüttür” (Hûd, 114). Bunun üzerine bir adam: “Ey Allah’ın Resulü bu hüküm sadece soru sahibi için mi (başkasına da şâmil mi)?” diye sordu. Resûlullah (s.): “Herkes için” cevabını verdi [Buharî, Mevâkitu’s-Salât 4, Tefsir, Hûd 6; Müslim, Tevbe 39, (2763); Tirmizî, Tefsir, Hûd, (3111); Ebû Dâvud, Hudud 32, (4468).]

İslam’da temel kriter, insanların kusurlarını günahlarını araştırıp yaygınlaştırmak değildir. Temel esas, kötülüklerin örtülmesi bloke edilmesi ve tecrit edilmesidir. Kötülükleri salgın hastalık haline getirecek her türlü söylem ve davranıştan kaçınılmalıdır. Aksi davranış, toplumun ifsat edilmesine sebebiyet verir. Resûlullah (s.):

 “Eğer sen insanların kusurlarını araştıracak olursan onları ifsad edersin -veya- ifsâd noktasına getirirsin…”

“…Eğer emîr (devlet reisi) insanlar arasındaki şüpheli şeylerin peşine düşecek olursa onları ifsâd eder”

buyurmuştur.

Kötülükleri Örtücü Bir Nasihat, Düşmanın Beşinci Kol Faaliyetlerini Engeller 

Kötülükleri örtücü bir nasihat mekanizması var olmalıdır. Bu, düşmanın beşinci kol faaliyetlerinin toplumu ifsadını engeller. Düşmanın beşinci kol faaliyeti ile Müslüman ülkeleri çökertmeye çalışması normaldir. Anormal olan düşmanın beşinci kol faaliyetine bilerek yada bilmeyerek yardımcı olup ifsadın daha da yaygınlaşmasına katkıda bulunmaktır.

 İslam tarihinde çok büyük bir olay olan ifk hadisesinde (Hz.Peygamberin hanımı Hz. Ayşe’ye zina iftirası yapılması) Müslümanların örtme yerine yaygınlaştırma yapmış olmalarından dolayı toplumda ciddi bir bunalım meydana gelmiştir. Kur’ân’da Nur suresinin 10-23 ayetlerinde bu konu ele alınıp Müslümanlar hem sert bir şekilde uyarılmakta, hem de kendilerine bizzat Allah tarafından nasihat yapılmaktadır:

 “Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur..

 Onu işittiğiniz zaman, erkek mü’minler ile kadın mü’minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: “Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür” demeleri gerekmez miydi?

 O durumda siz onu (iftirayı) dillerinizle aktardınız ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylediniz ve bunu da kolay sandınız; oysa o Allah katında çok büyük (bir suç)tür.

 Onu işittiğiniz zaman: “Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah’ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi?

 Eğer iman edenlerden iseniz, bunun gibisine bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir...

 …Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın, kim şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o, çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder.” (24/10-21)

En Güzel Tarz Mücadele Kötülüklerin İyiliklerle Giderilmesidir. 

Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike, medya aracılığıyla çirkin hayasızlıkların yaygınlaştırılarak meşruiyet kazanmaya başlamasıdır. Ne yazık ki Türkiye’deki yetkili ve etkili olanlar, bir neslin heba edilmesi karşısında duyarsızlar ve tehlikenin farkında değiller. Batı parasıyla kadife darbe yapacak bir psikolojiye doğru Türkiye sürüklenmektedir. Kıbrıs’ta oynanan oyun, şimdi Türkiye’de daha geniş kapsamlı olarak uygulanmak istenmektedir. Olayın bu boyutunun dikkat çekmemesi için irtica yaygaraları ile hedef saptırılmaktadır.

Bir millet uyuşturularak yok edilmeye çalışılırken buna dur demek için yola çıkanlar, her türlü kötülükle, tuzakla ve ihanetle karşılaşacaklardır. Bu durumda bile mücadelenin estetik boyutu önemlidir. Kötülükleri iyiliklerle uzaklaştırmak, sabırla dağ devirmek bu gün en önemli görevlerimizdendir.

 “Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür. Ve sabret…”(11/114-115).

“Sen, kötülüğü en güzel ile sav…”(23/96)

Kötülük yapanlara iyilik yaparak onların kalplerini yumuşatmak ve hatta dostluğunu kazanmak mümkün olabilir. Kötülüğe kötülük yaparak cevap vermek müminlere öğütlenen bir davranış şekli değildir. Çünkü müminin amacı, İslamî değerlerin benimsetilmesi, yaygınlaştırılmasıdır. Dolayısıyla mümin bu davetinden dolayı Allah’tan başka kimseden bir şey beklemez. Müminin mücadelesinin gerçek mükafatı, bu dünyada değil öteki-ebedi alemdedir.

Müminin mücadelesinde nefsaniyet yoktur, olmamalıdır. Canı yanan insanlara şeytan her türlü vesveseyi verir. Kendisine kötülük yapana daha fazla kötülük yapmayı telkin eder. Bütün bu iğvalara karşı ancak Allah’a sığınarak büyük bir sabır ve irade gösterebilenler ve şeytanın yolundan gidenleri öğretmen olarak kabul etmeyenler bu zorlu görevi başarabilir:

“İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz. Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah’a sığın.”(41/34-36)

 “Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduklarınız arasında bir sevgi-bağı kılar. Allah, güç yetirendir.”(60/7)

Onun için ‘İyiliğe iyilik her kişinin işidir, kötülüğe iyilik er kişinin işidir’ demişlerdir. Kur’ân, kötülüğü en güzel, en estetik bir tarzda uzaklaştırmayı müminlerin taşıması gereken bir vasıf olarak ifade etmektedir:

“İşte onlar; sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir ve onlar kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” (28/54-55)

Sonuç: En Güzel Tarz Mücadele Af ve Kolaylık Yoludur; Nasihatler Buna Dönük Olmalıdır 

İnsanın yapısında hem iyi özellikler hem de kötü özellikler iç içedir. Şeytan ve yolundan gidenler, insanın kötülük cephesine hitap ederek hep kötü meziyetlerini öne çıkarmaya çalışırlar. Şeytan medya, film, eğlence, moda gibi sektörlerde bugün adeta cisimleşmiş gibidir. Medya ve eğlence sektörü insanları aptallaştırarak bir tüketim aracı haline getirmeye uğraşmaktadır. İnsanın tefekkür etmemesi için her şey yapılmaktadır. Rahman’ın yolundan gidenlerin bu gerçeği çok iyi görmeleri gerekir. Kendi değerlerini en güzel bir tarzda özümseyerek ve ona şek ve şüphe taşımayan bir içtenlikle sarılarak insanları uyarmaları bu gün tarihi bir sorumluluktur:

 “Biz ona Levhalar’da her şeyden bir öğüt ve her şeyin yeterli bir açıklamasını yazdık. (Ve:) “Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki en güzeliyle sarılsınlar. (dedik) .”(7/145)

Cendereye sıkıştırılmış, her şeyi ters yüz edilmiş ve kafası karmakarışık olan insanları uyarabilmek için açık, etkileyici, nazik bir dil ve bir üslûp kullanılmalıdır:

 “İşte bunların, Allah kalplerinde olanı bilmektedir. O halde sen, onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin açık ve etkileyici söz söyle.”(4/63)

Bu ilke, sadece mazlumlar için değil aynı zamanda zalimler için de geçerlidir. Allah Hz. Musa ile Kardeşi Harun’u Firavun’a uyarmaları için gönderirken, yumuşak davranmalarını onlara öğütlemesi anlamlı, düşündürücü ve dikkat çekicidir:

 “İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır.”

 “Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki o öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer-kokar.” (20/43-47)

Halife Me’mun ile bir vaiz arasında geçen ve Aliyyü’l-Kâri tarafından kaydedilen bir olay, bu konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir:

“Halife Me’mun’dan rivâyet edildiğine göre, kendisine vaaz ve nasihat eden bir vâiz, konuşması sırasında sert bir dille terhib ve terğibde bulunur. Halife, vâize dönerek:

 “Be adam, mülâyim ol, görmez misin Allah, senden daha hayırlı olan (yani Hz. Mûsâ ve Hârun’u), benden daha hayırsız olana (yani Firavun’a) gönderdi de mülâyim olmasını emretti ve: “Varın da ona yumuşak söz söyleyin, olur ki nasihat dinler, yâhut da korkar dedi” der.”5

Nefsaniyeti işin içine sokmadan yapılacak bir çağrının etkili olma ihtimali yüksektir. Kimin neden etkilenebileceğini ve ruhunda fırtınalar oluşturup tefekküre edebileceğini bilebilmek her zaman mümkün değildir. İşte Allah, Firavun’un şahsında tüm müminlere bir uyarı yapmaktadır: Muhataplarınız hakkında peşin hükümlü olmayın. Kimin ne zaman ve hangi gerekçe ile iman edeceği sizler tarafından bilinemez. Kimin kalbinin mühürlenip kilitlendiğini sizler bilemezsiniz. O nedenle kolaya kaçıp insanları karalayarak kendinizi temize çıkarmaya çalışmayın.

Herkesin bir Ömer, herkesin bir Amr İbnu’l-As, herkesin bir Halit bin Velid olma ihtimali daima vardır. Böyle bir ihtimal de her zaman dikkate alınmaya değerlendir. Onun için davetimiz, tebliğimiz, nasihatimiz ve mücadelemiz yumuşak, etkileyici ve kuşatıcı olmalıdır.

En güzel tarzdaki mücadelemiz, kolaylaştırıcı olmalı zorlaştırıcı olmamalıdır; müjdeleyici olmalı nefret ettirici olmamalıdır; sözün en güzelini içermelidir:

“Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini, söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.”(17/53)

En Güzel Tarzda Bir Mücadele Başkalarının Kutsallarına Saygı Göstermedir: 

“Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah’a söverler.”(6/108)

En Güzel Tarz bir mücadele, karanlıklar içerisinde bocalayan insanlığa ışığı gösterme, onları aydınlığa çıkarma mücadelesidir. Dolayısıyla karanlıklar içerisinde el yordamı ile yol bulmaya çalışanların yaptığı hata ve kötülüklere karşı affedici olunmalıdır:

“Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler. Onları sana bakar (gibi) görürsün, oysa onlar görmezler bile.

Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslâm’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.”(7/198-199)

Bizim mücadelemiz yanlışlıklar ve kötülüklere karşıdır. Biz kötülük yapanların şahıslarına değil yaptıklarına karşıyız. Biz onlara değil yaptıklarına buğzederiz. Onlara karşı şefkat ve merhametle davranmak bizim inancımızın bir gereğidir. Biz insanları kaybetmeye değil kazanmaya talibiz.

BOP kapsamında ümmet tamamen etnik ve mezhebi parçalara bölünmek ve çatıştırılmak istenmektedir. Bu nedenle en güzel tarz bir mücadele, öncelikle Müslümanlar arasındaki ilişkilere yansımalıdır. Müslümanlar başkalarına karşı affedici ve merhametli davranırken mümin kardeşlerini unutmamalılar. Öncelikle mümin kardeşine karşı en fazla affedici, merhametli ve şefkatli davranmalıdır. Sonra bu, dış çevreye doğru genişletilmelidir.

Sahabe döneminde Müslümanlar arasında geçen bir olay, en güzel tarz bir mücadeleden ne anlamamız gerektiği konusunda güzel bir örnek teşkil etmektedir:

“Ebudderda günah işlemiş bir adama rastladı. Oradakiler bu günah işlemiş adama sövüp sayıyorlardı.

Ebudderda: -Hey, onu bir kuyuya düşmüş görseniz çıkarmayacak mısınız, diye seslendi.

Onlar: -Çıkarırdık elbet, dediler.

Ebudderda: -Öyleyse kardeşinize sövmeyin de size sıhhat ve afiyet veren Allah’a hamdedin” dedi.

Ebudderda’ya: -Ona sen kızmıyor musun? dediler.

Ebudderda: -Ben onun yaptığı işe kızıyorum. Yaptığını terkettiği zaman, o yine benim kardeşimdir.” demiştir.”

Buna benzer bir rivayeti ibn-i Mesut şöyle nakleder:

“Bir kardeşinizi günah işlerken gördüğünüz zaman, Allah’ım ona lanet et, onu, sürüm sürüm süründür, diyerek kardeşinizin aleyhine şeytana yardımcı olmayın, Allah’tan onu düzeltmesini isteyin. Hz.Muhammed(s.)in ashabı bizler ne durumda öleceğini görmeden hiç kimse hakkında bir hükme varmazdık. Eğer iyi amel üzere iken ölürse iyi bir müslüman, derdik. Kötü amellerde devam ederken ölürse, onun akibetinden korkardık”6

Ve en güzel tarzda mücadele, Hz.Peygamber’in şu hadisinde gerçek anlamı ile ifade edilmektedir:

“Sevdirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” “Uyumlu olun, ihtilâf etmeyin, teskin edin, nefret ettirmeyin”

 [Ebû Dâvud, Edep 20, (4835); Müslim, Cihâd 6, (1737).]

Notlar:

1- Canan İ., Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, CD, Akçağ, 2001

2- [Buharî, Tefsir, Hâ-Mim-Ayn-Sin-Kaf (Şûra) 1; Tirmizî, Tefsir, Şûra, (3248). 778]

3- [Nesâî, Kadâ 12, (8, 231).]

4- 3430 nolu hadisin şerhi

5- 1998 nolu hadisin şerhi [Ebû Dâvud, Edep 20, (4835); Müslim, Cihâd 6, (1737).]

6- Kandehlevi, Y., Hadislerle Müslümanlık, Kalem Yayınevi, İstanbul, c.3 (1980) s.1029

1 Eylül 2006 Cuma

TÜM İNSANLIĞA KARŞI AÇILMIŞ BİR SAVAŞ -II: SİYONİZM BİR TERÖR VE İFSAT HAREKETİDİR

 (Umran Dergisi)

Geçen sayıda incelediğimiz Siyonizm’in(Siyasal Siyonizm) ana varsayımları, İsrail devletine hakim olan Siyonist kadronun tüm politika, taktik ve stratejilerinde ana hareket noktasıdır. Dünya tarafından anlaşılamaz olan bir çok uygulamanın, Siyonistler açısından özel bir anlamı ve hedefi vardır. O nedenle bu temel varsayımlar anlaşılmadan Siyonist mantığın, uygulanan politika, taktik ve stratejilerin anlaşılması mümkün değildir. Dolayısıyla, bu yazının anlaşılabilmesi için geçen sayıda ele alınan temel varsayımların bir kez daha okunmasında fayda vardır.

Bu sayıda, bu temel varsayımlardan hareketle uygulanan ana politika, taktik ve stratejileri, genel çerçevede inceleyeceğiz. 

Çizilen Strateji ve Uygulanan Taktikler 

Siyonizm’in temel varsayımlarını esas alarak uygulanan temel politika ve stratejileri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

  Irkçı ve dini temellere dayalı bir iç politika

  Devamlı korku ve tehdit altında olmaya dayalı iç politika

•  Göç ettirme politikası

• “Büyük İsrail’in” gerçekleşmesine yönelik genişlemeye dayanan bir dış politika

• Savaşı ve devlet terörizmini esas alan bir strateji

• Yalan ve aldatmaya dayalı bir psikolojik savaş

• Bölge ülkelerini bölmeye, parçalamaya ve yok etmeye dönük bir politika

Göç Ettirme Politikası 

Siyonist önderler, Filistin’de bir İsrail devletinin kurulabilmesi için görünürde tezat teşkil eden ve fakat stratejik olarak kendi içerisinde tutarlı politikalar uygulamışlardır. ‘Vaad edilmiş toprakları’ ele geçirmek için zamana yayılan ve kademeli bir geçişi esas alan bir strateji belirlemişlerdir. Basel Kongresinde çizilen programa yol boyu hep sadık kalınmıştır. Öngörülen stratejide, önce Filistin’de tutunmak gerekiyordu. Bu amaçla Filistin’de çoğunluğu teşkil eden bir Yahudi topluluğunun meydana getirilebilmesi için dört eksenli bir politika takip edildi:

          Yahudilerin Filistin’e göç etmesi

          Yerli Arapların Filistin’den göç ettirilmesi

          Filistin’de parayla yer alınması

          Yerli Arapların arazilerinin imha ve işgal edilmesi

1920 yılında Londra’da toplanan Siyonist Kongre, önce Filistin’e göçün hızlandırılmasını, böylelikle demografik yapının değiştirilmesini öngörmüştür. Kongre, “Filistin’deki Yahudi olmayan topluluklarla barış içinde bir arada yaşamayı” deklare ederek, bir taraftan Filistin’den toprak alınmasını kolaylaştırmayı ve hızlandırmayı; diğer taraftan da Araplarla işbirliği içerisinde olan İngiltere ve Fransa gibi devletlere güvence vermeyi hedeflemiştir. Ancak bu deklarasyon sadece kağıt üzerinde kalmış, ama Siyonistlere zaman kazandırmıştır.

Arazi satın alıp göç işini organize edebilmek için de ‘Yahudi ulusal fonu’ kurulmuştur. Gerçekte gerek deklarasyon gerekse fon, öngörülen tedrici stratejinin birer parçasıydı:

“Yahudi göçü ve Siyonist Örgüt tarafından denetlenen bir ulusal fonlar sistemi çerçevesinde gerçekleşecek toprak alımı yoluyla tedrici olarak işgal edilecekti. Filistin’de ki Yahudi olmayan topluluklarla barış içinde yaşama konusunda ki Konferansın kararı, bu planlı olarak ele geçirme programı ışığında değerlendirilmelidir.”1

1939 yılında ise David Ben Gurion, ‘Yahudi göçünün hızlandırılması ve Yahudilerin ellerindeki toprakların genişletilmesinin öncelikli bir ana politika olarak benimsenmesinde’ aşırı ısrarcı olmuştur.2

Siyonistlerin göç olayında aceleci, ısrarcı olmaları ve bunu çok öncelemelerinin nedeni, Yahudilerin bulundukları ülkelerde güvenlik sorunu yaşıyor olmaları değildi. Yahudi toplulukların yaşadıkları ülkelerde güvenlik içerisinde olup olmamaları onları genellikle ilgilendirmemekteydi. Ancak güvenliklerinin olmaması, Siyonistlerin göçü hızlandırma politikasıyla örtüşmekteydi. Amaç, yersiz-yurtsuz Yahudilere yalnızca bir toprak parçası aramak da değildi. Ana amaç, Siyonist Yahudi devletini Filistin’de kurmaktı. Bunun dışındaki arayışlar, ‘tehlikeli akıntılar’ olarak kabul edilmekteydi. Siyonist önderlerden Weizmann, Yahudi göçündeki ana amacın gözden kaçırılmamasını istiyordu:

“Biz, bu akıntıyı yönlendirmek ve onun bizi hedefimizden başka yerlere alıp götürmesine izin vermemek için elimizden geleni yapmalıyız”2

Siyonist önderlerin önceliği Yahudilerin kurtarılması olmadığı gibi, dünyanın başka bir yerinde kurulabilecek bir İsrail devleti de değildi. Onların önceliği, Filistin’de bir İsrail Devleti kurmaktı. ‘Vaad edilmiş topraklar’ varsayımına uygun olan buydu. Nitekim İsrail devletinin ilk yöneticisi olan Ben Gurion, 7 Aralık 1938’de, “Labour” Siyonistlerinin önünde bu politikayı açık bir şekilde seslendirmişti:

“Eğer bilsem ki hepsini İngiltere’ye götürerek bütün Almanya (Yahudi) çocuklarının tamamını kurtaracağım ve İsrail Toprağı’na götürerek de ancak yarısını kurtaracağım, ben ikinci çözümü tercih ederim. Zira bizler yalnızca bu çocukların hayatını değil, İsrail halkının tarihini de düşünmek zorundayız.”3

Yahudi Ajansı’nın Kurtarma Komitesinin Memorandumunda bu politikanın uygulanmasındaki kararlılığı görmek mümkündür:

“Siyonist’in görevi, Avrupa’da bulunan İsrailoğulları’nın “geri kalanı”nı kurtarmak değil, aksine Yahudi halkı için İsrail’in toprağını kurtarmaktır.”3

“… Bize ihtiyacı olan herkese, her birinin niteliklerini hesaba katmadan yardım etmeli miyiz? Bu harekete Siyonist millî bir nitelik vermemeli ve İsrail Toprağı ve Yahudilik için yararlı olabilecekleri öncelikle kurtarmaya çalışmamalı mıyız? Soruyu bu şekilde sormanın gaddarca olduğunu biliyorum, fakat maalesef açıkça ortaya koymalıyız ki, eğer biz 50 bin kişi arasından ülkenin inşasına ve millî rönesansa katkıda bulunabilecek 10 bin kişi ile bizim için bir yük veya daha doğrusu ölü bir yük haline gelecek olan bir milyon Yahudi arasında tercih yapacak olursak, -yüzüstü bırakılan milyonların ithamlarına ve çağrılarına rağmen- bizler kurtarılabilecek olan bu 10 bini kurtarmalı ve bunlarla sınırlı kalmalıyız.”3

“Siyonizm her şeyden önce gelir” şiarına sıkı sıkıya bağlı olan Siyonist İzak Gruenbaum, 18 ocak 1943’te, Avrupalı Yahudilere para yardımı yapmanın ihanet olduğu inancındaydı:

“...Bırakalım istediklerini söylesinler. Ben Yahudi Ajansı’ndan Avrupa Yahudiliği’ne yardım için ne 300 bin ne de 100 bin Sterlin vermesini isteyeceğim. Ve ben bu tür şeylerin yapılmasını isteyen kimsenin Yahudi düşmanı (antisiyonist) bir davranış sergilediğini düşünüyorum.”3

İsaiah Trunk, Judenrat adlı kitabında, II. Cihan Savaşında Yahudilerin yüzde ellisinin kurtarılmamasının müsebbibi olarak Yahudi konseyleri gösterir:

“Freudiger’in hesaplamalarına bakılırsa, eğer Yahudi Konseyleri’nin talimatları dikkate alınmamış olsaydı, Yahudilerin yüzde ellisi kurtarılabilecekti.”3

Bunu teyit eden ilginç bir olay da Kudüs’teki Eichmann Davası’nda, Başsavcı Haim Cohen’in Nazilerle işbirliği yapan Kastner’i savunmasıdır:

“Eğer sizin felsefenizle örtüşmüyorsa, Kastner’i eleştirebilirsiniz... Fakat bunun işbirliği ile ne alâkası var?... Bizim Siyonist geleneğimizde, Filistin’e göçü düzenlemek için her zaman seçkin bir zümreyi ayırmak olagelmiştir... Kastner de bunun dışında bir şey yapmamıştır.”3

Diğer taraftan S.S Patria Gemisi olayı, amacın yersiz yurtsuz Yahudilere dünyanın herhangi bir bölgesinde güvenle yaşayacakları bir yer bulmak olmadığını göstermektedir. 1940’ta, Hitler’in tehdidi altındaki Yahudileri Maurice Adası’na kabul ederek, onları kurtarmaya karar vermiş olan İngiltere’yi Filistin’e göçü zorlamak için, bu Yahudileri taşıyan Patria adlı Fransız yük gemisine, 25 Aralık 1940’ta Hayfa limanında, Ben Gurion önderliğindeki “Haganah” Siyonistleri tarafından sabotaj yapılmıştır. 252 Yahudi ve geminin İngiliz mürettebatı ölmüştür. Bu olay üzerine İngiltere, geriye kalan Yahudilerin Filistin’de yerleşmesine müsaade etmek zorunda kalmıştır.4

Yahudi Göçü İçin Siyonist-Nazi ve Faşist İşbirliği 

Yahudilerin Filistin’e göçünün sağlanabilmesi için teşvik önemli bir parametre iken korku diğer önemli parametre olmuştur. Siyonistler, Yahudilerin yaşadığı ülkelerde çeşitli provokasyonlarla onlar üzerindeki baskıları yoğunlaştırıp Filistin’e göç etmelerini sağlamayı bir politika olarak benimsemişlerdir. Rus çarının bir Yahudi genci tarafından öldürülmesi ile Rusya’da uygulanan baskılar, göçün önemli bir nedeni olmuştur. Hitler, Siyonist önderler ve sermayedarlarla, savaş yıllarında, çok iyi diyalog içerinde olurken fakir Yahudilere zulmetmesinin bir amacı olmalıydı.3 Hitler de Yahudileri Siyonist önderler gibi Avrupa’nın dışına çıkarmak istiyordu. Bu anlamda bir mutabakat sözkonusuydu. Önde gelen Nazi teorisyenlerinden Alfred Rosenberg’in; “Alman Yahudilerinin her yıl belli bir kısmının Filistin’e taşınması için Siyonizm ciddiyetle desteklenmelidir.” demesi böyle bir mutabakatın var olduğunu gösterir.3

1935’te, S.S. Güvenlik Örgütü başkanı olan Reinhardt Heydrich, S.S.’in resmî organı Das Schwarze Korps’taki “Görünmeyen Düşman” adlı makalesinde Siyonist olan Yahudilerin desteklenmesini savunmuştu:

“Yahudileri iki kategoriye ayırmalıyız: Siyonistler ve asimilasyon yanlıları. Siyonistler tavizsiz bir ırkçılık anlayışını savunuyor ve Filistin’e göç yoluyla, kendi Yahudi devletlerinin kurulmasına yardım ediyorlar... Bizim iyi dileklerimiz ve resmî iyi niyetimiz bu kimselerden yanadır.”3

Siyonistlerle Naziler arasında varılan gizli bir mutabakatla, Siyonist Yahudiler Naziler tarafından korunurken, Siyonist olmayan Yahudiler üzerinde baskı yoğunlaştırıldı. Bavyera Gestapo’sunun 28 Ocak 1935’te emniyet teşkilâtına gönderdiği genelge bu açıdan önemliydi:

“Siyonist teşkilâtın üyeleri, Filistin’e göç konusundaki faaliyetlerinden ötürü, Alman (asimilasyoncu) Yahudi örgütlerinin üyelerine uygulanan mecburî sertlikle muamele edilmemelidirler.”3

Siyonist-Nazi işbirliği 1941’de doruk noktasına ulaştı. Müttefikler tarafından Almanya’ya uygulanan ekonomik ambargo, Yahudilerin Filistin’e göçünün kolaylaştırılması karşılığında Siyonistler tarafından delinmişti. İzak Şamir’in içerisinde bulunduğu Siyonistlerin en aşırı grubu olan “Lehi” (İsrail’in Kurtuluş Savaşçıları), İngiltere’ye karşı Nazi Almanya’sıyla ittifak etmişlerdi.3

Siyonistler benzer şekilde İtalyan faşistleri ile de ilişki kurmuşlardı. Weizmann, Mussolini ile 3 Ocak 1923’te ve 17 Eylül 1926’da iki kez görüşmüştü. Dünya Siyonist Teşkilâtı Başkanı Nahum Goldman, 26 Ekim 1927’de, Mussolini ile yaptığı görüşmede, ondan “Bu Yahudi devletini kurmanızda size yardım edeceğim.” tarzında bir destek almıştı.3

‘Yer Değiştirmiş Kişiler’ ile görevli Haham Klaussner, 2 Mayıs 1948’de Amerikan Yahudi Konferansı’na sunduğu raporda Filistin’e göç için Yahudilere baskı uygulanmasını önermişti:

“İnsanları Filistin’e gitmek için zorlamak gerektiği kanaatindeyim... Onlar için bir Amerikan doları hedeflerin en büyüğü olarak gözükmekte. “Zorlamak” kelimesiyle teklif ettiğim bir programı kastediyorum... Bu program daha önce ve çok yakınlarda işe yaradı. Polonya Yahudilerinin boşaltılmasında ve “Toplu Göç” tarihinde yararlı oldu... Bu programı uygulamak için, “yer değiştirmiş kimseler”e konfor sağlamak yerine, onlar için mümkün olabilen en fazla konforsuzluğu icat etmek lâzım... Ardından da, Yahudileri hırpalamak için Haganah’a başvuran bir yol izlemek gerek.”3

Görüldüğü gibi, Siyonistler ne anti-faşist ne de anti-nazisttirler; onlar Makyavelistirler; politikalarına, stratejilerine uygun gelen neyse onu savunurlar; bu açıdan hiçbir ahlaki ölçüleri yoktur. Bu anlayışı ilk olarak formüle eden Siyonizm’in kurucusu olan Herzl’dir:

“Bizler, düştüğümüz zaman, ihtilalci partinin maiyet memurları olan ‘ihtilalci proleterya’ oluruz; yükseldiğimiz zaman ise, kesemizin korkunç kudreti de artar.”5

Henry Ford ise Herzl’in bu düşüncesini daha açık bir şekilde ifade eder:

“Yahudi, Yahudi olmayanın her şeyine düşmandır. O, içgüdülerine uyduğu zaman kraliyete karşı cumhuriyetçi; cumhuriyete karşı sosyalist ve sosyalizme karşı Bolşevik kesilir.”5

Gerek Mussolini ve gerekse Hitler eliyle anti-semitizmi canlı tutarak Yahudilerin Filistin’e göçünü hızlandırmış olmaları böyle bir mantığın ürünüdür. Herzl, aynı mantıkla; “Antisemitler bizim en emin dostlarımız, antisemit ülkeler müttefiklerimiz haline gelecekler”3 demiştir.

Bu göç politikasıyla Siyonistler, Filistin’deki demografik yapıyı değiştirmişlerdir:

“1880’de Filistin’deki 500 binlik nüfusun 25 bini Yahudi idi.

1882’den itibaren, Çarlık Rusya’sının büyük kıyımlarının ardından yoğun göçler başlar. 1882’den 1917’ye kadar Filistin’e böylece 50 bin Yahudi gelir.

1920-1929 arasında 99806 Yahudi göç etti. 1934 de 40000 1935 de 62000 kişilik bir göç gerçekleşti. Arkasından, iki savaş arasında, zulümden kaçan Polonya ve Mağrip muhacirleri gelir. Fakat en önemli kitle, Hitler’in iğrenç Yahudi düşmanlığından ötürü, Almanya’dan geldi; yaklaşık 400 bin Yahudi 1945’ten önce Filistin’e geldi.

1947’de, İsrail devletinin kuruluş arifesinde, Filistin’deki toplam 1 milyon 250 bin nüfusun 600 bini Yahudi idi. ”2

Araplar İçin ya SoyKırım ya da Göç

Siyonistler, Filistin topraklarının demografik yapısını değiştirmek için bir taraftan Yahudi göçünü teşvik ederken diğer taraftan da Arapların Filistin’den göç etmesini sağlayacak politikalar uyguladılar ve uygulamaya da devam ediyorlar. Siyonistlerin kafasında Filistin halkı diye bir halk mevcut değildir.

Millî Yahudi Fonu” Müdürü Yossef Weitz, daha 1940’ta Filistin topraklarında iki halka yer olmadığını ifade etmekteydi:

“Bu ülkede iki halka yer olmadığını açıkça bilmemiz gerekir. Eğer Araplar terk eder giderlerse, burası bize yeter. Onların yerini değiştirmekten başka çare yoktur; tek bir köyün, tek bir kabilenin bırakılmaması lâzımdır...”3

Benzer şekilde Madam Golda Meir de, 15 Haziran 1969 tarihli Sunday Times’a verdiği demecinde, Filistin halkını yok sayıyordu:

“Bir Filistin halkı yoktur... Bizler gelip de onları kapıya koyduğumuz ve ülkelerini ellerinden aldığımız için değil. Onlar mevcut değildir.”6

Yok saydıkları Filistin halkının göçünü iki farklı şekilde gerçekleştirmişlerdir:

          Ağalar aracılığıyla arazileri halkın elinden zorla almak,

          Arapların köy ve mahallelerini silahlı Siyonist milislerce basarak katliamlar yapmak.

Arapların köylerini yakıp yıkarak, katliamlar yaparak Arapları bölgede tam bir soykırıma uğratmak Siyonistlerin ‘Seçilmiş Halk’ varsayımının bir sonucudur. Siyonist önderlerin “Halkı olmayan topraklara, toprağı olmayan bir halkın yerleştirilmesi” sloganları bir etnik temizlik sloganıdır. İlk büyük katliamı, 9 Nisan 1948’de Menahem Beghin, kendisine bağlı milislerle Der Yasin köyünün erkek, kadın ve çocuk 254 sâkinini gaddarca ve canice öldürerek gerçekleştirmiştir.7 Manaham Begin bu katliamın gerekçesini, dehşet salarak Arapları göçe zorlamak olarak açıklar:

“Eğer biz bu tarz bir eylem yapmamış olsaydık Arap halkını dehşete düşürüp bölgeden çekilmesini sağlayamayacak, sindiremeyecektik. Dolayısıyla BM tarafından kurdurulan yeni İsrail devleti kağıt üzerinde kalmaya mahkum olacaktı”7

Bu denli vahşi bir katliamın gerçekleştirilebilmesi, Siyonizm’in ‘seçilmiş halk’ ve  ‘etnik temizlik’ varsayımlarına dayanan bir şuuraltının var olmuş olmasındandır. Begin’in bu katliamı gerçekleştirmiş olan asker ve komutanlara gönderdiği tebrik mesajında bunu kolayca görebiliriz:

“Askerlere söyleyiniz; bu hücumunuz ve fethinizle İsrail’de tarih yazdınız. Zafere kadar buna devam ediniz. Der Yasin’de olduğu gibi, bundan böyle her yerde, düşmana saldıracağız ve darbeler indireceğiz. Tanrı, Tanrı sen bizi fetih için seçtin.”7

Der Yasin’den sonra ki büyük katliam 1948’deki Dueima Katliamıdır. 80-100 kadar  erkek kadın ve çocuk öldürülür. Kadınlara önce tecavüz edilir, sonra öldürülürler.7

Batı Şeria’daki Kiryat Arba kolonisinden Doktor Baruch Goldstein, atalarının mezarları başında dua eden Filistinlilerden yirmi beş kişiyi mitralyözle tarayarak öldürmüş ve elliden fazla kişiyi yaralamıştı.6

Bu göç ettirtme politikası sonucu, 1948 savaşı öncesinde, İsrail devleti olacak olan topraklarda yaklaşık 650 bin Arap ikamet ediyorken 1949’da bunlardan geriye 160 bin kişi kalmıştı. 490 bin Arap, Siyonist milislerce buharlaştırılmıştı. Böylece göç ettirilen Arapların ev ve arazileri bir çöl görüntüsü verebilmek için bolduzerlerle yerle bir edilerek düzletilmişti. Sanki bu topraklarda daha önce hiç kimse yaşamamıştı. Moşe Dayan öğrencilere yaptığı bir konuşmada bunu itiraf etmekten çekinmez:

“Arapların yaşadığı bu ülkeye geldik ve şimdi burada bir İbranı Yahudi devleti kuruyoruz. Arap köylerinin yerini Yahudi Köyleri aldı. Sizler bugün o köylerin adını bile bilmiyorsunuz. Kınamıyorum, çünkü artık o coğrafya kitapları yok. Sadece coğrafya kitapları değil, o köyler de yok. Tek bir yeni yerleşim yeri yoktur ki eski bir Arap köyünün üzerine kurulmuş olmasın.”7

İsrail devlet olduktan sonra ABD tarafından en modern silahlarla donatılmış bir orduya sahip kılınmıştır. Düzenli bir orduya sahip olan İsrail, ABD desteğinde komşu ülkelerle devamlı savaşarak topraklarını genişletmeyi hedeflemiştir. İşgal ettiği topraklarda tüm uluslar arası hukuk kurallarını çiğneyerek sivil halkı katletmiştir. Bir buçuk milyon Filistinli topraklarından kovulmuştur. İsrail İnsan Hakları Birliğinin açıklamalarına göre, 11 Haziran 1967’den 15 Kasım 1969’a kadar 20 binden fazla Arap evi dinamitlenmiştir.

Keza Lübnan’ın istilâsını komuta eden General Ariel Şaron, Sabra ve Şatila adlı Filistin kamplarında Falanjistler’in kıyım yapmasını organize etmiştir.6 İsrail eski genelkurmay başkanı Rafael Eytan’ın konuşmalarından, caniliğe varan katliamların metot olarak benimsendiği anlaşılmaktadır:

“Siz iyi yürekli, yumuşak huylu insanlar şunu iyi bilin ki Adolf Hitler’in gaz odaları bile birer cennet sarayıdır… Topraklara yerleşmeyi tamamladığımızda, bütün Arapların yapabilecekleri tek şey, şişenin içindeki ilaç yemiş hamam böcekleri gibi panik halinde bir oraya bir buraya koşturmak olacaktır.”7

Ve bugün de İsrail, Lübnan’ın güneyini sürekli bombalayarak, sivil halkı katlederek göçe zorlamaktadır. ABD Dışişleri Bakanının “Yeni bir Ortadoğu’nun oluşturulmasının zamanı geldi” demesi, katliamlarla sınırların değiştirileceği ve İsrail’in topraklarını genişleteceği anlamına gelmektedir.

Sürekli Tehlike, Sürekli Korku ve Provokasyon

Siyonist strateji, makyavelist bir politikayı öngörmektedir. Hiçbir ahlakilik söz konusu değildir. Her şey mubah ve meşrudur. Provokasyon en önemli silahtır. Vurup vuruldum diye yaygara koparmak Siyonistlerin her zaman başvurduğu bir yoldur. Uluslararası sermaye ve medya gücünü kullanarak kamuoyunu aldatmak esastır. Bu yöntem hiç değişmez. Sabra ve Şatila katliamları münasebetiyle Le Monde’daki yazısında yazar Tahar Ben Jelloun bu taktiğe dikkat çeker:

“Hep aynı ana rastlamış olan olaylar vardır, bunların sık sık tekrar etmesi, sonunda ister istemez insana son derece önemli bir ipucu verir. Şu an artık Avrupa’da Yahudi düşmanı bir suikastın neye hizmet ettiği ve bu cinayetten kimin yarar sağladığı çok iyi biliniyor: Böyle bir suikast, Filistinli ve Lübnanlı sivil halkın kasıtlı bir katliamı için kullanılıyor. Bu tür suikastların Beyrut’u kan deryasına çevirmenin ya öncesinde, ya hemen peşinde veya aynı zamanda meydana geldikleri rahatça gözlenebilir. Bu terörist eylemler öyle plânlanmakta ve öyle mükemmel bir şekilde icra edilmektedir ki, şimdiye kadar bunların hepsi de güdülen siyasî hedefe dolaylı veya dolaysız isabet etmiştir. Bu hedef, Filistin meselesinin biraz anlayış kazanır, hatta biraz sempati toplar gibi olduğu her seferinde dikkatleri saptırmaktır. Kurbanları cellâtlar ve teröristler yapmak için sistemli olarak durumun tersine çevrilmesi söz konusu değil midir? Filistinlileri “terörist” yaparken, onlar tarihten ve dolayısıyla da hak ve hukuktan kovulup atılmaktadır.

9 Ağustos’taki Rosiers Sokağı katliamı, Beyrut üzerine boşalan her türlü bomba tufanından birkaç saat önce meydana gelmedi mi?

Beşir Gemayel’in katlini, iki saat sonra, İsrail ordusunun Batı Beyrut’a girişi takip etmedi mi?

Cardinet Sokağı’nda bomba konulmuş arabanın havaya uçurulması ve ertesi gün  Bruxelles sinagogu önünde silâhla tarama, Sabra ve Şatila kamplarında benzeri görülmemiş katliamla aynı zamana rastlatılmadı mı?”9

1982’de Londra’da bir İsrail diplomatına karşı yapılan suikast için Siyonistler, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü suçlayarak Lübnan’ı işgal edip 20 bin kişiyi öldürdüler. Oysa FKÖ’nün olayla hiçbir ilgisi yoktu. İngiltere başbakanı Thatcher, Avam Kamarasında bu cinayetin FKÖ’nün azılı düşmanı biri tarafından işlenmiş olduğunun delilini ortaya koyarak İsrailli yöneticileri açık bir şekilde suçlamıştı:

“Suikastı düzenleyenlerin üzerlerinde bulunan öldürülecek kişilerin listesinde, FKÖ’nün Londra sorumlusunun ismi de yer alıyordu... Bu da İsrail’in iddialarının aksine, saldırganların FKÖ’den destek almadıklarını ispatlamaktadır... İsrail’in Lübnan’a saldırısının bu suikastla bağlantılı bir misilleme hareketi olduğunu sanmıyorum: İsrailliler düşmanlıkları tazelemek için söz konusu suikastta bir bahane bulmuşlardır.”10

“Achille Lauro” gemisi cinayetinde de aynı taktikle Tunus vurulmuştur.

Bugün Güney Lübnan’ın bombalanarak tahrip edilmesi bir İsrail askerinin kaçırılmasına dayandırılmıştır. Oysa ondan önce deniz kenarında piknik yapan 11 kişilik bir Filistinli aile İsrail tarafından katledilmiş, Hamas ve ardından Hizbullah buna misilleme yapmışlardır. Ama ne yazık ki, kamuoyunun dikkatinden bu nokta kaçırılmıştır. Geçmiş olaylara baktığımızda Siyonistler, Lübnan’ı yeniden işgal ederek 2000 yılındaki yenilginin intikamını almayı hedefledikleri için 11 kişilik aileyi öldürdükleri ve gelen misillemeyi bahane ederek topyekün bir savaşı başlattıkları anlaşılmaktadır. Bunun daha önceden planlanmış bir hareket olduğu anlaşılmaktadır. Sadece uygulama için uygun bir zaman ve ortam beklenmiştir. Ancak oyun, 2000 yılında olduğu gibi gene Hizbullah tarafından bozulmuştur  Eğer Hizbullah direnişi olmasaydı Siyonistler, geçmişte yaptıkları gibi bu gün de toprak işgalleri yapacaklardı. İki adım ileri bir adım geri politikasıyla yeni toprakları ilhak edeceklerdi.

Siyonistlerin bu taktiklerinin, biri içeriye diğeri dışarıya dönük iki amacı vardır. İçeriye dönük olanı Yahudilerin devamlı tehdit altında olduğuna Yahudileri inandırmak, böylece uyguladıkları politikaların doğru ve geçerli olduğunu kabul ettirmek. Yahudilerin tehdit altında olması psikolojisinden yararlanarak dünya Yahudi organizasyonlarından gerekli yardımı sağlamak. Dışarıya dönük amaçta ise devamlı şiddet ve devlet terörünü kullanmayı meşru hale getirmek. Böylece Araplar üzerine dehşet saçarak onları göç ettirmek.

Böl, Parçala, Yönet ve Yok Et

Siyonist yöneticiler, Nil’den Fırat’a kadar olan toprakların, ‘Vaad edilmiş Topraklar’(!), ele geçirilebilmesi için bu coğrafyada ki ülkelerin kaosa çekilerek bölünmesini ve yerlerine birbirleri ile kavgalı, İsrail’e muhtaç küçük devletlerin kurulmasını bir strateji olarak benimsedikleri Protokollerden (beşinci ve onuncu protokol) anlaşılmaktadır:

“Kamuoyunun fikrini kontrol altına almak için birbirine zıt bir çok fikri ortaya atarak zihinleri karma karışık etmek lazımdır. Bu ilk sırdır. İkinci sır şudur ki, halkı adetlerinde, hırslarında, yaşama tarzlarında o derece karışık ve değişen bir hale sokmalıyız ki, halk bu keşmekeş içerisinde kendisini toparlayamazsın ve netice olarak müşterek anlayış kaybolsun. Partiler arasında anlaşmazlık çıkarmakta da, bu metod bize yardımcı olacaktır… Aynı zamanda, bize teslim olmaya elan karşı koyan birleşmiş kuvvetleri de parçalayacaktır.”

“İnsanları; tefrika, düşmanlık, kan davaları, kıtlık, hastalık, darlık ile yıpratıp o hale getirmeliyiz ki kurtuluş için bizim para kuvvetimize baş vurmaktan başka çareleri kalmasın.”11

Siyonistler başlangıçta tedrici bir yaklaşımı öngörmüşlerdir. Bazı ülkeleri para ve ticaret yoluyla, bazı ülkeleri de silah yoluyla almayı zamanın şartlarına bırakmışlardır. Birinci öncelikli hedef Filistin’di. Filistin’de bir üs elde edilmesi gerekmekteydi. Diğer ülkeler üzerinde ki hedefler koşullara ve zamana bağlıydı. Weizmann’a göre Ürdün ikinci planda bir hedef olmalıydı. Weizmann 1926 yılında Küdüs’teki bir konuşmasında: “Bizi Ürdün’e geçirecek olan Allenby köprüsüne giden yolu askerler değil, Yahudi emeği ve Yahudi sabanı açacaktır”1 demekle Ürdün’ü ekonomik olarak satın almayı önermekteydi.

Ben Gurion ise zincirin en zayıf halkası olarak Lübnan’ı görmekteydi :

“(21 Mayıs 1941’de Ben Gurion “Günlüğü”ne göre, Arap koalisyonundaki Aşil’in topuğu Lübnan’dı. Bu ülkedeki Müslüman üstünlüğü sunidir ve kolayca altüst edilebilir; bu ülkede Hıristiyan bir devletin kurulması gerekir. Onun güneydeki sınırı Litani ırmağı olacaktır.”10

Bunun gerçekleştirilebilmesinin yolu, General Moşe Dayan’ göre, provokasyondu:

“Bize topu topu bir subay bulmak kalıyor, basit bir yüzbaşı bile yeter. Onu davamıza kazanmalı, Maruni halkın kurtarıcısı olduğunu ilân etmesi için kendisini satın almalıyız. O zaman, İsrail ordusu Lübnan’a girecek, işgal ettiği topraklarda İsrail’in müttefiki bir Hıristiyan rejimi kuracak ve bundan sonra her şey kendiliğinden olup bitecektir. Lübnan’ın güneyindeki topraklar bütünüyle İsrail’e ilhak edilecektir.”10

Her olayda İsrail ordusunun Lübnan’a girmesinin sebebi işte bu ana stratejidir.

Nil’den Fırat’a kadar toprakların ele geçirilebilmesi için Mısır, Suriye, Irak, Iran ve Türkiye’nin parçalanması, buralarda birbirine düşman kukla devletlerin kurulması Siyonizm’in değişmeyen bir stratejisidir. Yedinci protokolde İsrail’e düşman komşu devletlerin çatıştırılması öngörülmektedir:

“Bize muhalefet eden devletlere, komşuları tarafından harp açtırabilecek durumda olmalıyız. Eğer bu komşu devletlerde bize karşı birleşirlerse, bir dünya savaşı çıkarmalıyız.”11

Dünya Siyonist Örgütü tarafından Kudüs’te yayınlanan Kivunim (Yönelişler) dergisinde “80’li yıllar için İsrail’in stratejik plânları” adlı bir makalede bu strateji özetlenmektedir (Armagedon kitabında İsrail Genelkurmayının Belgesi olarak geçer. Muhtemelen kamuoyunu hazırlamak amaçlı yayınlatılmıştır):

“Merkezde yer alan gövde olması bakımından Mısır, özellikle Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki giderek sertleşen çatışmalar gözüne alınırsa, şimdilik bir kadavradır. Bu ülkenin ayrı coğrafî eyaletlere bölünmesi, bizim Batı cephesi üzerinde, 1990’lı yıllar için siyasî hedefimiz olmalıdır.

Böylece Mısır bir kere parçalandıktan ve merkezî iktidardan yoksun bırakıldıktan sonra, Libya, Sudan ve diğer uzak ülkeler aynı çözülmenin içine gireceklerdir. Yukarı Mısır’da bir Kıptî devletinin kurulması ve daha az öneme sahip bölgesel kimliklerin oluşturulması, barış anlaşması yüzünden şimdilik geciktirilmiş, fakat uzun vadede kaçınılmaz olan bir gelişmenin anahtarıdır.

Dış görünüşüne rağmen, Batı cephesi Doğu cephesinden daha az problem çıkarıyor. Lübnan’ın beş eyalete bölünmesi... Arap dünyasının bütününde meydana geleceklerin müjdesini veriyor. Suriye ve Irak’ın etnik veya dinî kıstaslar bazında belli bölgelere ayrılması, uzun vadede, İsrail için öncelikli gaye olmalıdır. Bunun birinci safhası ise, söz konusu devletlerin askerî güçlerinin imha edilmesidir.

Suriye’nin etnik yapıları, kendisini parçalanmaya hazır hâle getiriyor: Suriye’nin deniz sahili boyunca bir Şiî devleti, Halep’te ve Şam’da birer Sünnî devleti kurulabilir. Her halükârda Huran’la birlikte Ürdün’ün kuzeyinde -belki de bizim Golan’ımız üzerinde- kendi devletini oluşturmayı ümid eden bir Dürzi kimliği de ortaya çıkabilecektir... Böyle bir devlet, uzun vadede, bölge için bir barış ve emniyet garantisi olacaktır. Bu bizim rahatça gerçekleştirebileceğimiz bir hedeftir.

Petrolce zengin ve iç mücadelelerin pençesindeki Irak, İsrail’in nişan çizgisindedir. Onun dağılması bizim için Suriye’ninkinden daha önemlidir, zira Irak, yakın vadede İsrail için en ciddî tehlikeyi temsil etmektedir.”12

Yukarıdaki belge, 80’lı yıllarda ortadoğunun sınırlarının değiştirilmesinin bir Siyonist politika olduğunu göstermektedir. 2006 yılında Condeleezza Rice’in Yeni Bir Ortadoğu’dan bahsetmesi ve Genişletilmiş Orta Doğu Projesinde 22 ülkenin sınırlarının değiştirilmesinin öngörülmesi ile bu belge arasındaki uyuma dikkat edilmelidir. Genişletilmiş Ortadoğu Projesi bir ABD Projesi olsa bile Büyük İsrail Projesinden bağımsız değildir. Her iki proje içiçe ve birlikte uygulanmak istenmektedir. Bugün Irak’ta; kuzeyde Kürtlerin, ortada Sünnilerin, güneyde de Şiilerin hakim olduğu birer devletin kurulmasına çalışılmaktadır.

Eğer gelişmeler iyi okunamazsa yarın Suriye, öbür gün İran ve ertesi gün de Türkiye’nin sınırları yeniden çizilmek istenecektir.

Anlamı Tersine Çevirme ve Anlam Tahribatı Yapma Tabanlı Bir Psikolojik Savaş

Siyonist önderler baştan beri Filistin’i Batılı devletlerden istediklerinde karşılarına çıkan soru, oralardaki yerli halkların ne olacağı olmuştur. Buna verdikleri cevap, “Halkı olmayan topraklara, toprağı olmayan bir halkın yerleştirilmesi” şeklindedir. Bu soru aynı zamanda Siyonist olmayan Yahudiler tarafından da sorulmaktaydı. Onlara verilen cevap ise ‘göç edilecek arazinin çöl’ olduğudur. Bu tam bir yalandı ve fakat buna Filistin’i görmeyen Siyonistler de inanmaktaydı. İlk Siyonistlerden olan Asher Guinsberg, Filistin’i ziyaret ettiğinde yapılan çarpıtmayı itiraf eder:

“Dışarıda bizler Eretz-İsrail’in bugün hemen hemen çöl, ekim yapılmayan bir çöl olduğuna ve toprak almak isteyen herkesin buraya gelip canının istediği kadar arazi alabileceğine inanmaya alıştık. Fakat gerçekte burası hiç de öyle değil. Ülkenin bütün sahaları içinde, işlenmemiş tarlalar bulmak zor. Tek ekilmemiş alanlar kum tarlaları ve taşlık dağlardır ki buralarda ancak meyve ağaçları yetişebilir, bu da ağır bir emek ve büyük temizleme ve telâfi çalışmasından sonra mümkün olabilir.”13

Gerçekten de, Siyonistlerden önce Araplar, Filistin topraklarını ekip biçiyorlardı; döneminin en zengin tarım alanlarıydı; son derece bakımlı, mamur topraklardı.13

Fakat Siyonistler, “ıssız ülke” efsanesine itibar kazandırmak için, Arap köylerini evleri, çitleri, mezarlıkları ve mezarlarıyla birlikte yıkıp yok etmişlerdir.13 Profesör İsrael Şahak, 1975’te, 1948’de mevcut olan 475 köyün buldozerlerle yıkılıp ortadan kaldırılmasındaki amacın, Filistin’in bir çöl olduğuna inandırmak olduğunu ifade eder.13

Londra’da bir İsrailli diplomat saldırıya uğradığında (bizzat Bayan Thatcher’in saldırganın FKÖ ile alâkası bulunmadığını ispat etmesine rağmen) olay medyada, FKÖ “terörizmi” olarak yer alır. Bunu bahane eden İsrail ordusu Lübnan’ı işgal edip binlerce sivili katlettiğinde bu harekâtın adı “Galile’de Barış!” olur.

İlginçtir ki İsrail’e karşı yapılan en küçük hareket bir ‘terörizm’ ve fakat İsrail’in yaptığı katliamlar ‘güvenlik, kendini savunma hakkı’ olarak propaganda edilir.

12 Eylül 1993’de Le Monde’da yayınlanan bir rapor, silahsız insanlara karşı İsrail’in silahlı güçlerinin yaptığı kıyımın güvenlik amacını taşımadığını gözler önüne sermektedir:

“Güvenlik” bahanesi, İntifada “terörizmi” gibi bahaneler gülünçtür. Çünkü bu hususta elde bulunan rakamlar anlamlıdır:

“9 Aralık 1987’de ortaya çıkan İntifada’nın (taşlı isyanın) başından bu yana, asker, polis veya kolonilerde oturanların açtıkları ateş yüzünden 1116 Filistinli ölmüştür. Yani, 1988 ve 1989’da 626, 1990’da 134, 1992’de 108 ve 1 Ocak ile 11 Eylül 1993 arasında da 155 kişi. İsrail İnsan Hakları Derneği Betselem tarafından gerçekleştirilen bir incelemeye göre, öldürülenler arasında 17 yaşından küçük 233 de çocuk bulunmaktadır.

Askerî kaynaklar kurşunla yaralanan Filistinli sayısının 20 bin civarında olduğunu belirtiyor, Birleşmiş Milletler Filistin Mültecilerine Yardım Ofisi ise bu rakamı 90 bin olarak veriyor.

9 Aralık 1987’den beri 33 İsrail askeri ölmüştür, yani 1988’de 4, 1989’da 4, 1990’da 1, 1991’de 2, 1992’de 11 ve 1993’te 11 asker.

Ordu tarafından tespit edilen bir hesaba göre, çoğunluğu koloni sakini olmak üzere, işgal altındaki topraklarda 40 sivil öldürülmüştür.

İnsanî örgütlere göre, 1993’te 15 bin Filistinli devlet cezaevlerinde ve ordunun tutuklama merkezlerinde hapistir.

İntifada’nın başından bu yana, İsrail hapishanelerinde, Betselem’in açıklamasına göre, bazıları henüz aydınlatılmayan şartlar altında olmak üzere, 12 Filistinli ölmüştür. Yine bu insanî örgütün belirttiğine göre, askerî tutuklama merkezlerinde her yıl sorgulama sırasında en az 20 bin kişiye işkence edilmiştir.”13

1 Ocak 1989’daki İntifadada Filistinliler arasında çoğunluğunu çakıl taşları atan çocukların oluşturduğu 327 kişi; İsrail tarafında ise (çoğunluğunu kurşun sıkan askerlerin oluşturduğu) 8 kişi ölmüştü. İsrailli bakan: “Filistinliler şiddet hareketlerinden vazgeçmedikleri sürece görüşmeler olmayacaktır.” açıklamasını yapabilmekteydi.

Benzer bir durumla, felçli bir Yahudi’nin, ‘FKÖ’nün satılmış bir militanı tarafından “Achille Lauro” gemisinden denize atılmasında’ karşılaşmaktayız. Bu bir bireysel terör ve cinayet eylemi idi. Fakat İsrail’in buna misillemesi ilginçti. İsrail hava kuvvetleri Tunus’u bombalamış ve çoğunluğu çocuk olan 50 kişiyi öldürmüştü. ‘Medya bu vahşeti, “Terörizme karşı mücadele, kanun ve düzeni savunma” olarak sunmuştu’.9

Carpentras (Karpantra) Mezarlığı ve Rişon Letzion İsrail mezarlığındaki hadiselerin sunumu benzer şekilde olmuştur.

Bugün İsrail’in Filistin ve Lübnan topraklarında yaptığı bundan farklı bir şey değildir. Filistin ve Lübnan’ın tüm alt yapısı tahrip edilmekte, sivil halk günlerce bombalanıp göçe zorlanmaktadır. Fakat İsrail’in Sivil halka dönük yaptığı katliamlar meşru savunma hakkı; Hamas ve Hizbullahın kendilerini savunması terörizm olarak adlandırılmaktadır. Son olayların başlamasına sebep, deniz kenarında piknik yapan 11 kişilik ailenin İsrail tarafından katledilmesinden hiç söz edilmemektedir.

Siyonist propagandada genel olarak kural: Siyonist karşıtları şiddete başvurduğunda bu “terörizm” dir; Siyonistler şiddet kullandığında ise bu “terörizme karşı mücadele”dir, barış ve güvenlik hareketidir.

Siyonistlerin bu denli yalana dayalı bir anlam tahrifatı yapma yeteneği anlaşılamadan vuku bulup giden olayları analiz etmek, onları yorumlamak, anlamlandırmak ve karşı tedbirler almak mümkün değildir.

Sonuç

Bu son iki sayıda Siyonist mantığı, anlayışı, temel varsayımları ve bu varsayımlara dayalı temel politika, taktik ve stratejileri ana hatları ile ortaya koymaya çalıştık. Yahudilikle Siyonizm arasındaki farkın anlaşılmasının ve bu farklılığın yol boyu muhafaza edilmesinin zorunlu olduğuna inanıyoruz. Bunları bir ve bütün olarak görmek Siyonistlerin oyununa gelmek demektir.

Siyonizm, insanlığa ve Yahudiliğe karşı açılmış bir savaştır.

Siyonizm, bir terör ve ifsat hareketidir.

Siyonizm, Makyavelist bir hareket olup hiçbir ahlakî ölçüsü yoktur.

Siyonizm, yalan ve aldatma eksenli bir psikolojik savaş makinesidir.

Siyonizm, yirmi birinci asrın Nazi hareketidir.

Siyonizm, bir zulüm makinesidir. Bir zulüm hareketi olduğu için hızlı bir şekilde kendi sonunu hazırlamaktadır.

Siyonizm’in yok oluşu, Yahudiliğin kurtuluşu olacaktır.

Siyonizm’in yok oluşu, ümmetin birlik, beraberlik ve dayanışma içerisindeki mücadelesi ile gerçekleşecektir.

İşte bunun için;

“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.”(3/103)

Notlar:

1-Taylor A. R., İsrail’in Doğuşu, Pınar Yayınları, İstanbul,1992, S:60-65

2- Taylor A. R., Age. S:74-82

3- Garaudy R.,  İsrail Mitler ve Terör, Pınar Yayınları, İstanbul, 1996: S:50-86

4- Taylor A. R., Age. S:95-96

5- Ford H., Beynelmilel Yahudi, Otağ Yayınları, İstanbul, 1974, S: 72-75

6- Garaudy R., Age. S: 171-190

7- Bayramoğlu E., Yahudilik ve Siyonizm Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2006, S:98-101.

8- Bayramoğlu E., Age. S:62-67

9- Garaudy R., Age. S: 217-230

10- Garaudy R., Age. S: 257-258

11- Yaman K., İhanet Planları, Belgeler, Otağ Yayınları, İstanbul, 1971

12- Garaudy R., Age. S: 205-208

13- Garaudy R., Age. S: 180-190

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...