(Umran Dergisi)
“Kurtlarla arkadaş ol, yalnız elinden baltayı bırakma.” Rus Atasözü
Giriş
Geçen yazımızda kültür ve medeniyet kavramlarını tartışarak bunların, değerler ekseninde parçalanamaz bir bütünlük oluşturduğunu ve her kültür ve medeniyetin temel değerler etrafında bir şekilleniş ve yapılanış olduğunu ifade etmiştik. Burada değerlerin ortaya çıkışını ve farklı değerler arasındaki ilişkinin ne olduğunu ana hatları ile inceleyeceğiz.
Değerler Nedir?
Kültür ve medeniyetler hem mücadele eder, hem de
karşılıklı olarak birbirini etkiler ve birbirlerinden alış verişte bulunurlar.
Önemli olan birbirlerinden neyi alıp neyi alamayacaklarıdır. İşte bu noktada
kültür ve medeniyetlerin ağırlık merkezinde bulunup onlara şekil veren değerler
sistemi bir ana parametre olarak önem kazanır.
Değerler nedir? Önemleri nereden kaynaklanmaktadır?
Değerler sistemi nasıl ve kim tarafından inşa edilebilir? Üzerinde durulması
gereken en temel sorun budur. Erol Güngör’e göre;
“Değer hükmü bir şeyin arzu edilebilir veya edilemez
olduğunu belirten ifade ise, o halde değer de bir şeyin arzu edilebilir veya
edilemez olduğu hakkındaki inançtır... Değer bir inanç olmak bakımından,
dünyamızın belli bir kısmıyla ilgili idrak, duygu ve bilgilerimizin bir terkibi
demektir.”1
Mustafa Aydın’a
göre ise;
“Değer, en
genel tanımıyla nesne, birim ve davranış kalıplarına yüklenmiş bir şey, nispi
bir kıymettir. İnsanı insan yapan etik dünyanın temel taşlarıdır. Ancak insanla
ilgili olmasına rağmen, insan ve toplumu aşan bir yönü vardır. Bir başka
deyişle değerler aşkın (transcendental) dırlar ve ulaşılmasında sentetik
yargılara ihtiyaç gösterirler.”2
Tanımlamalardan değerin;
insanın davranışlarında, duygularında, yaşantısında önem verdiği, vazgeçilmez
kabul ettiği idrak, duygu ve bilgilerden oluşan bir kıymet olduğu
anlaşılmaktadır. Değerlerin tümü insan için aynı önemi haiz olmadığı gibi
farklı insanlar için de aynı önemi haiz olmayabilir. O nedenle değerler iki ana
grupta sınıflandırılmaktadır: ‘Temel değerler’(yüksek değerler), ‘araç
değerler’. Temel değerler, tarihi
süreç içerisinde değişmeyen zamandan, mekandan bağımsız, tüm insanların menfaat
ve mutluluğunu, kurtuluşunu sağlayan değerler; araç-değerler de toplumsal şartların bir gereği olan ve fertlerin
çıkar ve yararını ilgilendiren, zaman ve mekana göre değişebilen değerler
olarak kabul edilirler.2 Temel değerler, araç değerlere bir çerçeve çizerek
onların alanını belirler.
Değerlerin en önemli fonksiyonu, hayatı şekillendirmede
belirleyici olmalarıdır. Değerler yaşamı şekillendirdikleri için dışa yansımak
zorundadırlar. Değerlerin dışlaşma şekillerine norm(kural), normların da dışlaşma biçimlerine kurum denmektedir. ‘Kurumlar, toplumsal ihtiyaçların temeldeki
değer ve normlara göre şekillenişidir’.2
Değerlerle ilgili cevaplandırılması gereken yığınla
soru vardır:
Bir şeyin, bir olayın, bir uygulamanın veya bir yaşam
biçiminin arzu edilebilir, temiz, güzel, iyi, doğru veya arzu edilemez,
kirli-pis, çirkin, kötü, yanlış olduğunu nasıl anlayacağız? Hangi davranış ve
düşünce şekli doğru, güzel, iyi ve temizdir? Hangi davranış ve düşünce şekli
yanlış, çirkin, kötü ve kirli-pistir? Hangi haller ahlaki, hangileri gayri
ahlakidir? İnsanların bizatihi kendileri ile, ailesi ile, çevresi ile, toplum
ile ve gelecek nesillerle olan münasebetlerindeki ölçü ne olmalıdır? İnsan
yapısı ile değerler arasında bir ilişki var mıdır? Değerlerin insan yaşamındaki
etkisi nedir veya ne olmalıdır. Fıtrat-değer ilişkisi, bilgi-değer ilişkisi,
iman-değer ilişkisi ve mutluluk-değer ilişkisi nedir?
Değerler sistemini kimin koyma hakkı vardır? Eğer her
bir ferdin değer koymaya hakkı varsa, kapasitesi varsa, bu değerlerin tüm
insanlar için geçerliliği ne olacaktır? Ortaya konan değerlerin, tüm insanların
davranışına, menfaatine uygun, objektif, optimal değerler olduğuna ilişkin
kesin kanıtımız nedir, ne olmalıdır? Böyle bir kanıt, bir belge sunabilir
miyiz? Ortaya attığımız değerlerin “evrensel ve tüm insanlık için geçerlidir”
denebilmesi için gerek ve yeter koşullar nelerdir? Değerlerle ilgili toplumsal
mutabakat nasıl sağlanacaktır? Bu günkü değerlerimizin sosyal ve tarihi kökleri
nedir? Tarihi süreçteki değerler sisteminin oluşumu ve değişimi nasıl olmuştur?
Değerlerin sosyal, siyasî, ekonomik, kültürel yapılarla etkileşimi nedir?
Farklı değerler arasında ilişki nasıl olmaktadır? Farklı toplumlar, farklı
kültür ve medeniyetler arasında değerler açısından benzerlik ve farklılıklar
var mıdır?
Bu ve buna benzer sorulara din ve felsefe cevap
vermektedir. Allah inancına dayanan dinlerde, temel değerler vahiyle
peygamberlere bildirilmekte, onlar da bunu insanlara anlatıp öğretmektedir. Bu
şekilde bildirilen değerlere insanların iman etmesi istenmektedir. Bu değerler,
Yaratıcının yarattığı varlığa yol göstermesi anlamında bir kullanım kılavuzu
mahiyetindedir. O dine iman edenler, inananlar, değerleri kendilerinin ve
toplumun menfaatine olduğuna inandıkları için bağlayıcı olarak kabul edip
benimser ve gereğini yaparlar.
Felsefe ise, yaratıcının bilgisine başvurmadan
iyi-kötü, güzel-çirkin, temiz-kirli, ahlaki-gayri ahlakinin mahiyetini
araştırır. Bunları insanların inançlarının dışında objektif gerçeklere
dayandırmaya, ispat etmeye çalışır. Burada filozofun ilgilendiği alan son
derece karmaşıktır. Meseleyi bir bütün olarak ele alıp üzerinde deney ve gözlem
yapma şansına sahip değildir. Zorunlu olarak sorunu parçalara ayırmakta,
parçaların analiz ve sentezinden bütüne gitmeye çalışmaktadır. Bu da filozofun
bakışına, kapasitesine, inançlarına ve duygularına bağlı olmaktadır. Bunun
sonucunda farklı felsefi ekoller ortaya çıkmış, bunlar da insanlara farklı değer
sistemleri önermişlerdir.2
Bu ekollerin ağırlık verdikleri noktalarda ve
başlangıçtaki varsayımlarında, kalkış noktalarında farklılık vardır. Bununla
birlikte, filozofların genelinde ortak olan nokta, değerlerin tespitinde temel
kriteri ‘genel iyilik ve mutluluk’ olarak seçmiş olmalarıdır.2
‘Bir şeyin ‘genel iyilik ve mutluluk’ için olduğuna
kim karar verecektir?’ sorusunun cevabında bir anlaşma sağlanamamıştır.
Filozofların bir kısmı ‘seçici sistem’, bir kısmı da ‘ideal bir gözleyici’ ile
sorunu çözmeye çalışmışlardır:
“İyi, güzel,
doğru dediğimiz şeyler bir seçici sistemin kabul ettiği; kötü ve çirkin şeyler
ise reddettiği şeylerdir.”
“(Natüralist
ahlak filozofları R. Firth:) A doğrudur demek ‘eğer her şeyi gören ve bilen,
tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici olsaydı o da bu
hareketleri tasvip ederdi.’ demektir.”2
‘İdeal seçici /
ideal gözleyici var mıdır, varsa kimdir?’ sorusu filozoflar tarafından
cevapsız bırakılmaktadır. Ancak hepsi de ideal seçici ve ideal gözleyici bir
sistem veya bir beşerin olmadığını kabul etmektedirler. Dolayısıyla ideal
seçici veya ideal gözleyici adına filozofun kendisi, kendi zaaf ve eksiklikleri
ile kendi duygu, düşünce, inanç sisteminin etkisi altında karar vermektedir.
Kendilerine bağımlı olarak inşa ettikleri bir değerler sistemine tüm insanların
uymasını istemektedirler.
Tüm zaman ve mekanlarda yaşayan insanlar arasında
böyle bir ideal seçici / ideal gözleyici var olmadığını kabul etmiş olmalarına
rağmen niçin filozoflar, ‘her şeyi gören ve bilen, tarafsız, istikrarlı,
menfaat gözetmeyen bir gözleyici olarak tanımladıkları ideal bir gözleyici
olarak Allah’ı kabul etmemektedirler? Neden onun bilgisine başvurmuyorlar?
Bu, bugünkü felsefi ve ilmi araştırmalarda benimsenen yolla alakalı bir problemdir. Hatanın nerede yapıldığını ortaya çıkarabilmek için bugünkü ilmi anlayışa ve metodolojisine kısaca göz atmamızda fayda vardır.
Toplumsal Bilimlerin Temel Zaafı
İlim; “kainatta vuku bulan olaylar hakkında gözlem, deney
ve tefekkür sonucu elde edilip biriken bilgilerden hareketle ve kişiden kişiye
değişmeyen (yani objektif) metotlar(yöntemler, yordamlar) aracılığıyla ‘yeni
bilgi üretimi’ne ilim adı verilir... İlim tümüyle maddi yani objektif bir
biçimde ölçülebilme özelliği olan bir aleme, evrene dayanır; evrendeki düzeni
ve bu düzenin uyduğu kuralları: 1-araştırır, 2-keşfeder, 3-tahkik eder”.3
Bu tanımlamaya uygun olarak bir bilimsel çalışma,
bilim adamının kendi dışındaki dünyadan duyu organları vasıtası ile aldığı
veriler(ihsaslar, algılar, dışımızdaki varlığın üzerimizdeki etkileri) üzerinde
akıl vasıtasıyla tefekkür edip analiz ve sentezini yaparak bir sonuca ulaşması
şeklinde cereyan eder. Başlangıçtaki ham veriler alınıp işlenerek bilgi haline
dönüştürülür. O nedenle “Bilgi, varlıkla çevresi arasındaki ilişkidir’.4 Bu
bilgi kanun yada teori seviyesinde olabilir.
Bilimsel çalışmalarda, deney ve gözlem adı verilen iki
teknikle beş duyu ve akıl gibi iki ana bilgi kaynağı kullanılmaktadır. Deney ve
gözlem kapsamına alamadığımız alanlar ilmin ilgi alanının dışında kalmaktadır.
O alan, dinin ve felsefenin alanıdır. Öncelikle bunun unutulmaması gerekir.
İncelenen
varlıktan alınan veriler üzerinde insan, zihni çalışma yaparken onlarla ilgili
kavramsallaştırma yapar. Kavramlar, bizim veriler aracılığıyla incelediğimiz
nesneye, onu temsil mahiyetinde atfettiğimiz isimlendirmelerdir; ‘varlığın
insan zihninde ki fotoğrafıdır’. Kavramsallaştırma aşamasında yapılan hata,
bilimsel çalışmanın sakat doğmasına neden olabilir. Kavramların semantik alanı
zamanla değişebilir yada yeni kavramlar türetilmek durumunda kalınabilir.
Verileri değerlendirmede, yorumlamada kullandığımız
duyu organlarımızın ve aklımızın kapasitesi sınırlıdır. Duyu organlarımızın
kapasitesini teknik cihazlarla artırmış olsak bile deney ve gözlemlerdeki
“ölçme yöntemi hataları”, “ölçü aleti yapım hataları”, “veriyi temsil etme
hataları” gibi hata kaynaklarının meydana getirdiği bir duvar, gerçekle
aramızda en ciddi engellerden birini oluşturur. Dahası “Heisenberg Belirsizlikleri”nin ifade ettiği gibi, varlık,
sakladığı gerçeği “çok ince bir tül perdesinin” arkasında gizlemektedir. Yani,
en mükemmel ölçü aletlerine sahip olsak bile gerçekle aramızda gene de bir
perde bulunmaktadır.
Bilimsel çalışmalarda konular incelenirken araç olarak
model kullanılmaktadır. Model ise, “Bir bütünü meydana getiren ve çeşitli olay
ve olguları açıklamakta kullanılan, aralarında sistematik bağlantı bulunan,
çevreden soyutlanmış öğeler, ilkeler ya da kurallar bütünü” olarak
tanımlanmaktadır.5 Model, genel olarak, incelenen varlığın belirli
karakteristik yapısının ve ilişkilerinin benzer bir sistemidir.6
Model, belli
varsayım ve aksiyomlara dayanır. Modeli güçlü kılan, gerçeğe yakın temsilini
sağlayan başlangıçtaki bu öngörülerdir. Bunlar arasında sistematik ve mantıksal
bir bütünlük vardır. Modelden beklenen, incelenmek istenen varlığın tüm
özelliklerini temsil edebilmesidir. Eğer modelimiz, varlığı tam olarak temsil
edebiliyorsa, modelde yer alan parametre, öğeler değiştirilerek varlığın nasıl
davranabileceği öngörülebilir. Kurulan modelden beklenen, o ana kadar yapılmış
tüm çalışmaların sonuçlarını öngörmesi ve daha sonra karşılaşılabilecek
problemleri de çözebilmesidir. Bunları yapabildiği oranda modelimiz başarılı,
aksi taktirde yetersiz kabul edilmektedir. Çözemediği sorunları çözebilmesi
için modelde bazı değişiklikler yapılarak modelin eksiklikleri giderilmeye
çalışılır. Bununla beraber istenen elde edilemiyorsa modelden vazgeçilir.
Dolayısıyla ortaya konan modellerin zaman ve mekana olan bağımlılığı ve test
edilip edilmediği ve uygulamadaki sonuçlarının ne olduğu daima göz önünde
bulundurulmalıdır:
“...Her model
belli bir zaman kesitinde ve belli bir toplumsal etkileşim içinde üretilmiştir.
Bu nedenle de insanlığın tümünü kapsayan mekan boyutu ve eksi sonsuzdan artı
sonsuza giden bir zaman boyutu içinde irdelenmesi gerekir.”5
Modeller, bazı varsayımlar(hipotez, faraziye: pratikte doğrulanması
gereken kuramsal önerme)7 üzerine bina edilmektedir. Bunlar kendisi açısından
ispatlanmamış temel doğrulardır. Varsayımın pratikte doğrulanması ile teori(kuram, nazariye) ortaya çıkmaktadır. Teori, ‘sistemli olarak
düzenlenmiş bir önermeler sistemi halinde, gerçeğin bir alanına ya da insanın
düşünsel yaşamına ilişkin, genelleştirilmiş bilgi’dir.8 Teori pratikte
doğrulanmış, güvenilir, sağlam bilgidir.
Gerek doğanın gerekse toplumun uyduğu kanuniyetlerin
karmaşık yapısını incelerken modelimizin, varlığı bir bütün olarak temsil
etmesi arzu edilir. Ancak bu mümkün değildir. O nedenle bilim adamı,
çalışmasını yaparken incelediği varlığı bir bütün olarak değil de, genelde
parçalayarak ele alır / ele almak zorunda kalır. Parçalarla elde ettiği
bilgilerden bütün hakkında bir sonuca varmak ister. Modelini buna uygun kurar.
O nedenle model, gerçeğin bir bütün olarak temsili değildir. Toplumsal
bilimlerde kullanılan modelin temsil gücü, doğal bilimlerde kullanılan
modellere nazaran çok daha zayıftır. Varlığın çok daha dar bir alanındaki
temsilidir. Bu şekilde toplumsal varlığı parçalara ayırarak(sanal veya gerçek
olarak) inceleme, sosyoloji, sosyal antropoloji, sosyal çalışma ve sosyal
psikoloji gibi değişik bilim dallarının ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Bunlar toplumsal gerçeği, kanuniyetleri, ‘mihracenin
körleri’ gibi kavrayabildikleri boyut ile incelerler. O nedenle toplumsal
gerçeği bir bütün olarak hiç biri kuşatamamaktadır:
“Toplumsal gerçek, Sosyolojinin, Antropolojinin,
Sosyal Psikolojinin ve Sosyal Çalışmanın yapay ayrımlarına göre değil, bir
bütün olarak meydana gelir. Bir bütün olan toplumsal gerçeği incelerken onu
parçalara bölmek gerekmiş ve bu yüzden farklı disiplinler ortaya çıkmıştır.
Fakat, parçaların incelenmesi sonunda bütüne ilişkin yargıların verilebilmesi
için, disiplinler arası çalışma yapmak gereklidir..”9
Gerek doğal gerekse sosyal bilimler alanında ana amaç
varlıkların tabi olduğu kanuniyetleri keşfederek formüle etmektir. Doğal
bilimlere nazaran sosyal bilimler alanında model ortaya koyarak teori inşa
etmek, kanuniyetleri ortaya çıkarmak o kadar kolay olmamaktadır. Sosyal
bilimlerin hedefi, konusu ve araştırıcısı insandır. İnsan hem gözleyen hem de
gözlenendir. Oysa doğal bilimlerde insan gözleyen doğa ise gözlenendir. Bu
açıdan Doğal bilimlerle Sosyal bilimler arasında ciddi farklar bulunmaktadır:
“1. Bilimsel
inceleme sırasında incelenen doğa, incelenmeden ya hiç etkilenmez yada çok az
etkilenir. Buna karşılık incelenen insan yada toplum, incelenme sırasında
bundan etkilenir.
2. Doğa hakkında varılan sonuçlar ve erişilen
kurallar, doğayı etkilemez. Buna karşılık insan ve toplum hakkında varılan
sonuçlar ve erişilen kurallar, insanı ve toplumu etkiler.
3. Doğa daha yavaş değişir. Bu yüzden daha kolayca
gözlenebilir. Toplum daha hızlı değişir ve bu yüzden toplumsal gözlem yapmak
daha güçtür.
4. Doğal bilimler yönünden deney yapmak çok daha
kolaydır. Toplumsal bilimlerde ise deney yapmak çok zor, bazı hallerde ise
tamamen olanaksızdır.
5. Doğal bilimler ile toplumsal bilimler arasındaki
son bir fark bilim adamının tutumunda ortaya çıkar. Doğal bilimlerde,
önyargılarından kolaylıkla kurtulabilen bilim adamı, aynı tarafsızlığı,
toplumsal bilimlerde çok daha zor gösterebilir. Çünkü kendisi de incelediği
toplumun bir parçasıdır. Bu yüzden değer yargılarından arınması çok zor olur.
Ayrıca bazen bu tamamen olanaksızdır da. Çünkü eğer yapılan araştırma, belli
bir modelin kullanılmasını gerektiriyorsa, herhangi bir modelin seçimi bile,
elde edilen bulguların yorumlanmasını etkileyebilir.”9
Sosyal bilimlerin yukarıda özetlenen zaaflarından
dolayı insanlar arası ilişkileri düzenleyen değerlerin, eksik bilgilerle ortaya
konması ve sonra da toplumların buna uymaya zorlanması, son derece tehlikeli
sonuçlar doğurmaktadır. Bunun tarihte acı örnekleri vardır. Nazizm, Faşizm,
Kapitalizm ve Marksist-Leninist düşünce bunun en canlı örneğidir.
Marksist-Leninist felsefede ana varsayımların
biri şudur; ‘her türlü kötülüğün kaynağı mülkiyettir’ ve ‘her türlü beşeri
ilişki üretim vasıtaları ile ona sahip oluş arasındaki tezattan doğar’.10 Her
türlü kötülüğün kaynağı olarak görülen mülkiyet, komünist sistemlerin çöküşünün
en temel sebebi olmuştur. İnsanlardaki mülkiyet duygusunun fıtri bir duygu
olduğu görülememiş veya görülmek istenmemiştir. insanların mülklerini
devletleştirerek Komünizmi yerleştirebilmek için milyonlarca insanın
öldürülmesine sebebiyet verilmiştir. Bununla beraber verim artırılamamış ve
komünist ülkelerde bunalım hat safhaya çıkarak ‘insanlığın zirve aşaması
dedikleri komünizm’, 80 yıllık zulüm döneminden sonra yıkılıp gitmiştir.
Mussolini ve Hitler hareketlerinin dayandırıldığı felsefelerin insanlığa neye
mal olduğunu çok açık bir şekilde bilmekteyiz. Keza liberalizm de ‘sınır yok’
varsayımına dayalı olarak inşa edilen bir modelin uygulanmasının sonunda, tüm
sanayileşmiş ülkelerde toplumsal sermayenin
tükenişi ile nasıl bir toplumsal çözülmenin
vuku bulduğunu bugün çok açık bir şekilde görebilmekteyiz.12
Siyonist hareketin sosyal bilimler alanındaki
çalışmaları yönlendirdiği ve bunları büyük bir propaganda ile lanse ettiği
bugün bilinmektedir:
“Hakimiyetimizin kolay olması için, her yerde ahlakı
yıkmamız lazımdır. Biraderimiz Freud cinsiyet alakalarını gün ışığına çıkarmaya
devam edecektir. Ta ki gençlerin kafasında mukaddes hiçbir şey kalmasın. En
büyük gayeleri cinsi arzularını tatmin olduğu an yıkılmış demektir.”
“Darwin, Marks ve Nietszche’nin fikirlerinin revaç
bulmasına gayret ettik. Zira onların Yahudi olmayan fikirleri ifsat edici
tesirleri, bizim için gayet aşikardır.” 13
Sonuç olarak toplumsal olayların özündeki ana
değerlerin ortaya çıkarılmasında kendi inanç, değer yargıları ve öngörülerinin
etkisinden kurtulamayıp tamamen tarafsız olamayan bir grup filozof veya bilim
adamının çalışmalarına dayanarak bir teori veya model inşa edilmesi, sonra da
bununla hayatın tanzim edilmeye çalışılması doğru bir bilimsel yaklaşım mıdır? Hem
bilgilerimizin gerçeği bir bütün olarak yansıtmadığını, hem de her an
değişebilirliğini, izafi olduğunu ve araştırıcı tarafından sonuçların
etkilenebildiğini söyleyeceğiz; hem de bununla hayatı tanzim etmeye kalkacağız.
İşte asıl sorgulanması gereken nokta burasıdır.
Eğer fert ve toplum belli kanunlara tabi ise bu
kanuniyetleri ortaya çıkartabilmek için fert ve toplum yapısı hakkında gerçeği
bir bütün olarak temsil eden bir bilgi nasıl elde edilebilir? Modelimizi
kurarken doğru olduğunu varsaydığımız ön kabullerimizi (varsayım, aksiyom),
pratikte test etmeden önce, gerçeği tam olarak temsil edebilen doğru bir bilgi
olduğunu nasıl anlayabiliriz? Tüm toplumsal ilişkileri belirleyen değerleri,
nasıl ortaya çıkaracağız?
Şimdi bu
sorulara cevap bulmak üzere başa dönelim ve bir kısım filozofun ‘ideal gözleyici, ideal seçici’
kavramlarını tekrar ele alalım:
“A doğrudur
demek ‘eğer her şeyi gören ve bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen
bir gözleyici olsaydı o da bu hareketleri tasvip ederdi.’ demektir.”2
‘Her şeyi gören ve bilen, tarafsız, istikrarlı,
menfaat gözetmeyen bir gözleyici’ olarak tanımladıkları ideal bir gözleyici
olarak yalnızca Allah vardır. Allah kendisini esmâü’l-hüsnâ adı verilen 99
sıfatı ile peygamberlere gönderdiği vahiy aracılığıyla insanlara tanıtmıştır.
Eğer Allah insanı yaratıp başıboş bırakmış olsaydı
kendisine gerekli bilgileri göndermemiş olsaydı; toplumsal olayların
incelenmesinde bu gün tutulan yol en isabetli olurdu. Ancak Allah bizi yarattı
ve fıtratımıza en uygun olan yaşam tarzını da gösterdi:
“Bizim Rabbimiz, her şeye
hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir.”(20Taha 50)
4 kuruşluk bir kalem pili kullanırken üreticinin onun
üzerine yazdığı kullanım bilgisine başvuruyoruz da; insan gibi son derece
karmaşık bir varlığın yaratıcısının bilgisine niçin baş vurmuyoruz? Niçin
başvurmayalım?
Öyleyse toplumsal alandaki bilimsel çalışmalarda,
İdeal Gözleyici ve Seçici olan Allah’ın konuya ilişkin olarak insanlığa
bildirdiği bilgiler, ana ön kabuller olarak ele alınmalıdır. Bunlar bizim ana/temel
değerlerimiz, ana frekanslarımızdır. Diğer tüm bilgiler, araç değerler,
harmonikler bunlara dayanarak elde edilmelidir. Allah ana değerleri, ana
kanuniyetleri insanlığa bildirmiş ayrıntıyı insanlara bırakmıştır. Böylece
İdeal Gözleyici, İdeal Seçici olan yaratıcının bilgisi, tüm çalışmalarımıza
ışık tutmuş olacağından dolayı gerçeği bir bütün olarak yakalama şansına sahip
olabileceğiz.
Allah’ın yol göstericiliği karşısında insanların bir
kısmı hidayet yolunu bir kısmı da dalalet yolunu seçmişlerdir:
“Artık ne zaman size benden
bir hidayet gelir de, kim benim hidayetime uyarsa, onlar için ne bir korku
vardır, ne de mahzun olacaklardır.
Küfredip de ayetlerimizi
yalan sayanlar ise; onlar, ateşin halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklardır.” (2 Bakara 38-39)
Hidayet yolunu benimseyenler peygambere tabi olanlar
onun getirdiği değerlere göre yaşam tarzlarını düzenleyenlerdir:
“Ki onlar (iman edenler)
yanlarındaki Tevrat ‘ta ve İncil’de geleceği yazılı bulacakları ümmi haber
getirici (nebi) olan Peygambere uyanlardır; O, onlara marufu emrediyor, münkeri
yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır
yüklerini üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup
savunanlar yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte
kurtuluşa erenler bunlardır.”
(7 Araf 157)
Dalalet yolunu
seçenler ise, Allah’ın koyduğu ölçüleri, değerleri beğenmeyip yüz
çevirenlerdir:
“Çünkü o, düşündü ve bir
ölçü tespit etti.
Kahrolası, nasıl bir ölçü
koydu?
Yine kahrolası, nasıl bir
ölçü koydu?
Sonra bir baktı.
Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü
ekşitti.
Sonra da sırt çevirdi ve
büyüklük tasladı.
Böylece: “Bu, yalnızca,
aktarılarak öğrenilen bir büyüdür” dedi..
Bu bir beşer sözünden
başkası da değildir.”
(74 Müddessir 18-27)
Dalalet yoluna sapanlar bizim gibi beşer olan filozof
ve bilim adamlarının mutlak doğru olmayan, gelip geçici ve izafilik dolu
öngörülerini kutsamakla Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edememişlerdir:
“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler)
Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda
ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını
göreceklerdir.” (7 A’raf, 180)
Değerler Arasında Bir Hakimiyet Mücadelesi Vardır
1857 yılında İngiliz Sömürgecisi Kaşif David
Livingstone, “Medeniyetin iki öncüsü, Hıristiyanlık ve ticaret, birbirinden
asla ayrılamaz.” derken; bir taraftan medeniyeti Batı ile özdeşleştirmekte;
diğer taraftan da medeniyetin Hıristiyan değerlerine dayandığını ifade etmiş
olmaktadır. 18.yüzyılda Rousseau, “Artık Fransa, Almanya, hatta İngiltere’nin
var olmadığı, sadece Avrupalıların var olduğu”, bir çağın özlemini dile
getirirken ana gerekçesi; “hepsinin aynı zevklere, aynı tutkulara ve aynı yaşam
tarzına sahip olmuş olmaları” idi.14
Livingstone’dan yaklaşık 100 yıl sonra, 1947 yılında,
T.S. Eliot’un; “Yeni birlik sadece eski kökler üzerinde birleşebilir: Hıristiyan
inancı ve Avrupalıların ortak olarak miras aldıkları klasik diller.”15
tarzındaki yaklaşımı Livingstone’unki ile aynıdır.
Bugün de Avrupa Birliği için aynı anlama gelen şeyler
söylenmektedir:
“Avrupa fikri görünüşte jeopolitik bir kavram olsa da,
gerçekte kültürel bir model, kültürel bir yapı, kültürel bir kurgudur...”15
Geçmişte
olduğu gibi bugün de Batı kendisini karşıt değerler sistemine dayandırarak
tanımlamaktadır. Kendisi ve Öteki kavramlaştırması karşıt değerlere
göre yapılmıştır:
“Avrupa kimliği büyük ölçüde, diğer uygarlıklarla
karşılaşma sürecinde şekillenmiştir. Avrupa, kimliğini kendinden değil, küresel
karşıtlıklar kümesinden almıştır. Kendi ve Öteki(Self and Other) ayrımını
destekleyen söylem içinde Avrupa ve Doğu, Avrupa tarafından tanımlanan
uygarlığa dair değerler sisteminde karşıt kutuplardı…”
“Avrupa kendini tanımlamak için, kendi kimliğini inşa
edebilmiş bir Ötekiye ihtiyaç duymuştur.
Eğer öteki yoksa, icat edilmeliydi.... Batı kendi terimleriyle tanımladığı Doğu
üzerinde entelektüel üstünlük ve ekonomik denetim kurmaya çalışmış ve Doğu da
kendisini, Batının aynasında algılamaya zorlanmıştır. Yani, Doğunun kimliği,
fetih ve sömürü amacıyla, sömürgeci güçler tarafından geçmişe yönelik bir
kimlik inşası amacıyla kullanıldı.”.. “Papa III.Innocent, Muhammed’i Vahyin Kötüleyicisi olarak karakterize
etti. Ortaçağ boyunca İslam’a yönelik karşı saldırılara meşruiyet kazandıran
işte bu hayaletti. Kötü kabilelerin ikametinden oluşan barbar Müslüman dünya
fikri, Ortaçağ literatüründe baskın temayı oluşturmaktaydı.”16
Dolayısıyla
kültür ve medeniyeti, değerlerden bağımsız olarak düşünmek kendimizi
aldatmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Kültür ve
medeniyet kendi içerisinde tutarlı bir bütünlüktür, eklektizmi kabul etmezler.
Eklektik yapı, daima baskın kültür ve medeniyetin menfaatine çalışır. Sonucu,
zayıf olanın asimile edilmesidir. Bir kültür ve medeniyet, bir başka kültür ve
medeniyet mensuplarını kendi değerlerini reddedip yeni değerleri
kabullendikleri zaman benimser, içine alır. 17. yüzyılın sonlarında bir barış
sever olduğu söylenen Quaker William Penn’in gelecekte Türklerin Avrupa
birliğine dahil edilebilmesi için Hıristiyan olmasını şart koşması üzerinde
bugün dikkatle durulmalıdır:
“Avrupa
birleşmesinin Hıristiyanlığın bütünlüğünü korumak ve Türklere karşı Hıristiyan
dünyasını birleştirmek açısından gerekli olduğu fikrini öne sürer.
Hıristiyanlık ve Avrupa arasındaki bağlantı, ona göre, oldukça açıktır, zira Türklerin
gelecekte Avrupa kurumlarına girmelerine izin verilebilmesi için öncelikle
İslam’dan vazgeçmeleri ve Hıristiyanlık dinine dönmeleri gerekmektedir”14
Penn’den dört asır sonra, 21. yüzyılda, Fransız
Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın,
Türkiye’nin AB’ne girebilmesi için ileri sürdüğü
şartlar ile Penn’inkilerin aynı olması bir tesadüfün mü, yoksa bir kanuniyetin
mi göstergesidir:
“…Türkiye’nin değerlerini, yaşam tarzını, kurallarını
derinden değiştirmesi gerekmektedir… Bizim paylaştığımız tüm değerleri ve
kuralları benimsemesi ve bunun için Türkiye’nin kayda değer çabalar göstermesi
gerekmektedir.”17
Burada farklı kültür ve medeniyet mensupları bir arada
bulunamaz, yaşayamaz iddiasında bulunulmuyor. Burada dile getirilen ve üzerinde
düşünülmesi istenen en temel nokta, farklı kültür ve medeniyetler bir arada
bulunsalar, ‘buluşsalar’ bile aralarındaki değerler mücadelesinin taraflardan
biri teslim oluncaya kadar devam edeceği gerçeğidir. Karşı karşıya gelen
tarafların gücü birbirini dengelediği veya her ikisi için tehlike oluşturan
üçüncü bir güç ortaya çıktığı zaman bir ittifak oluşturulduğu, arada ki
çatışmanın arka plana itildiğini tarihte ki bir çok olayda görmekteyiz:
“1856’da, Kırım savaşından sonra, Osmanlı
imparatorluğu nihai olarak Avrupa İttihadı’na kabul edildi ve ‘Hıristiyan
ulusları arasında ki hukuk’ yeniden isimlendirilerek, ‘uygar uluslararasında ki
hukuk’ şekline dönüştürüldü. Bu, Rusya’ya karşı Türkiye’nin yardımını sağlamak
için yapıldı. Avrupa kendisine kültürel referans çerçevesi sağlayan
uluslararası politikanın yeni normlarıyla çok yakından özdeşleştirildi. Uygarlık,
pek çok varsayımını korumakla beraber, bir kültürel referans çerçevesi olarak
Hıristiyan dünyasının yerini aldığı liberal Avrupa uygarlığı normlarını, etkin
olarak ifade etmeye başladı.”14
Rusya’ya karşı Osmanlının desteğini alabilmek için
şekli değişiklikler yapılmış, ancak, Osmanlıyı yıkmak düşüncesi hiçbir zaman
son bulmamıştır. İki medeniyet arasındaki mücadele, farklı vasıtalarla devam
ettirilmiştir. I.Dünya savaşı ile Osmanlı imparatorluğu yıkılmış, İmparatorluk
bakiyesinde Batı sömürgesi yada batı değerlerini benimsemiş Batıya bağımlı
devletler oluşturulmuştur. İslam bir güç olmaktan çıkınca yeni düşman Komünizm
olmuştur:
“Osmanlı imparatorluğunun yıkılması ve son sultanın
kaçması ile birlikte Türkiye, yüzyıllardan beri Avrupalıların düşüncesinde ki
doğulu despotizmini yıktı ve 1923 yılından sonra Avrupalı bir cumhuriyet kurdu.
Büyük Güçler tarafından yenilmeyen Rusya, yıkılan Osmanlı imparatorluğunun
yerini aldı. İslam’ın düşman rolünü ise komünizm aldı.”18
Bugün de mücadelenin hukukuna ve seyrine bağlı olarak
öz değiştirilmeden kavramlarla mücadele farklı görüntülerle devam
ettirilmektedir. Soğuk savaş sonrasında ABD’nin İmparatorluk peşinde koşması ve
İslam coğrafyasında meydana gelen gelişmeler, AB ülkelerinin Türkiye’nin AB’ye
alınması ile ilgili tutumlarını etkilemiş ve 1856 Kırım savaşından sonraki
politik davranışa benzer bir tavır sergilemeye başlamışlardır.
Kapitalist blokla Komünist blok arasındaki Soğuk
Savaşın bitmesi ile başlayan yeni dönemde Batı için düşman, kırmızıdan yeşile dönüşmüştür. Başlatılan Yeni Soğuk Savaşta Batı, eski
düşmanını yeniden keşfetmiştir. Yeni Soğuk Savaş artık Hilalle Haç arasındadır:
“Sovyet komünizminin yıkılmasının ardından Batı Avrupa
kimliği, artık soğuk savaş sınırları içerisinde yapılanamazdı. Komünizm
tehlikesinden kurtulduktan sonra gelişmiş batı, İslam’ı yeniden düşman ilan
etti. Kapıların ardındaki düşman uzun bir geçmişi olan derin bir düşmanlık
duygusuna sahipti. İslam imajı, kültürel homojenlik ve ötekilik korkusuyla
şekilleniyordu”.. Düşmanlığın odağındaki İslam sayesinde, Batı, totaliter imajı
komünist bloktan Müslüman doğuya çevirdi.”19
Bugün ABD önderliğindeki batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında, açıkça ilan edilmemiş olsa bile, tam bir mücadele vardır. Her türlü fırsat Batı değerleri lehine kullanılmaya çalışılıyor. Güney Asya’da meydana gelen depremden sonra ortaya çıkan durumu, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’in ‘Hıristiyanlık için harika bir fırsat’ olarak değerlendirmesi ve Evanjelist Jerry Falwell’in (Liberty Üniversitesi Rektörü) “Amacımız bu Asya bölgesine ileriki aylarda gidecek Liberty Üniversitesinden yüzlerce misyonerin önünü açacak çalışmalar yapmaktır.”20 demiş olması, iki ayrı kültür ve medeniyet arasındaki hakimiyet mücadelesinin en güzel bir örneğini göstermektedir.
Sonuç
Allah insana hayatın tanzimi ile ilgili temel ilkeleri
bildirmiş, “olmazsa olmaz” ölçülerini vermiştir. Allah’ın kitabında
bildirmediği, Hz.Peygamber’in herhangi bir kısıtlama getirmediği konular ise
insana ve insan düşüncesine bırakılmıştır. Karşılaşılan sorunlar, Allah’ın
koyduğu temel ilkeler çerçevesinde çözüme kavuşturulacaktır. Bu da insanın
görevidir.
Allah genel ölçüleri kendisi koymakla, hayatın
tanzimindeki sübjektiflik tehlikesini ortadan kaldırmıştır. Allah’tan gelen
bilgiler tüm insanların arzu, istek, duygu ve düşünce, hatta menfaatlerinin
optimal (en uygun) bir sentezi durumundadır.
İşte insanlığın bunaldığı, yolunu kaybettiği,
karanlıklar içinde körleştiği, kirlilik bataklığına saplandığı dönemlerde;
peygamberler gelerek, insanları karanlıktan aydınlığa, zulmetten nura
çıkarmışlardır. Temiz ve murdarı birbirinden ayırarak, temiz ve murdarın
ölçülerini onlara göstererek insanları temizliyor, onları zalimlerin hevâlarına
tabi olmaktan, zorbalara boyun eğmekten, köle olmaktan kurtarıp, Allah’a kul
yapıyorlar. Peygamberlerin yolunu izleyenlerin, kafalarındaki ve kalplerindeki
beşeri korkular gidiyor, yalnızca Allah’tan korkuyorlar. Yalnızca Allah’tan
korktukları için gerçek özgürlüğe kavuşuyorlar, adil ve temiz kalıyorlar,
kalmaya özen gösteriyorlar. Karanlığın ortasında tıpkı bir güneş gibi
parlıyorlar.
İblis’in yolundan gidenlerse insan fıtratına ters olan
ölçüleri, değerleri ihdas ederek insanlığı karanlığa sürüklüyorlar.
Adaletsizlik ve zulüm altında insanları inim inim inletiyorlar. İnsanlığı
bunalıma sürüklüyorlar. Harsı ve nesli yok ediyorlar.
İşte tarih, Allah’ın koyduğu değerleri benimseyenlerle
buna karşı çıkanlar arasındaki mücadeleye göre şekillenmektedir.
“Kuş bakışı bakmak güzeldir, fakat kuş gibi bakmamak şartıyla.” Şeyh Sadi
Notlar:
1- Güngör E., Değerler
Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2000,
S:27-40
2- Aydın M., İlk
Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991,
S:164-170
3- Özemre, A.Y. İslam’da
Aklın Önemi ve Sınırları, Kırkambar Yayınları, İstanbul, 1998S:307-315
4- Hançerlioğlu, O., Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1975, S:30-31
5- Kongar, E., Toplumsal
Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1979, S:
43-50,457
6- Buhr M., Kosing A., Felsefe Sözlüğü, Konuk Yayınları, İstanbul, 1976, S:195
7- Hançerlioğlu, O., a.g.e., S:337
8- Buhr M., Kosing A., a.g.e., S:282
9- Kongar, E., a.g.e., Bilgi Yayınevi, Ankara, 1979,
S: 25-30
10- Politzer G., Felsefenin
Temel İlkeleri, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1975, S: 241-255
12- Fukuyama F., Büyük
Çözülme, Sabah Kitapları, İstanbul,2000
13- Kutup M., İnsan,
s.100, Siyon Alimlerinin Protokolleri’nden
alıntı.
14- Delanty G. Avrupa’nın
İcadı, Adres Yayınları, Ankara, 2004, S: 100-115
15- Delanty G. age, S: 2-20
16- Delanty G. age, S: 125-130
17- Zaman
Gazetesi, 17.12.2004.
18- Delanty G. age, S: 148
19- Delanty G. age, S: 195-196
20- Kösebalaban H., ‘İncilin Gölgesinde Dış Politika’,
Anlayış dergisi Şubat 2005 Sayı 21 S:
62-63