1 Aralık 2002 Pazar

Halkın İktidar Yürüyüşü

 (Umran Dergisi)

Harabat ehline hor bakma sakın Defineler bulunur viranelerde..  Seyrani

 

Umran; doğruyu, güzeli, hak ve adaleti arayan, stratejik düşünce üreten bir  okul ve bir ekoldür. Ürettiği düşünceler, yaptığı yorumlar, başta Müslümanlar olmak üzere tüm insanlığın yararınadır. Bu ülkenin içinde bulunulan bölge ve tüm dünyanın yararı düşünülerek hareket edilir. Bu Umran'ın tarihi misyonudur. Olaylara yaklaşımı, duygusallıktan uzaktır. Olayları ele alış biçimi, yorumlayışı ve ulaştığı sonuçlar genelde faklıdır. Bu güne kadar yaptığı yorum ve değerlendirmelerde, getirdiği çözümlerde, genellikle, yanılmamıştır.

Geçmişte RP, FP, MHP ve Fethullah Gülen Hareketi ve buna benzer konularda dikkat çektiği tehlikeler ve öngördüğü sonuçlar ne yazık ki, bir bir gerçekleşmiştir. Geçmişte yazılmış yazıların, hiç birinde ne birileri yeriliyor ne de övülüyordu. Bunlarda yalnızca gerçekler aranıyor, çıkış yolu ortaya konmaya çalışılıyordu. Bu bizim mümin olmaktan kaynaklanan bir sorumluluğumuzdu. Çünkü Allah Al-i Imran sûresinin 110. ayetinde ‘Müslümanları tüm insanlık için çıkarılmış hayırlı, iyiliği, güzelliği, adaleti, hak ve hukuku  emredip; kötülükten, çirkinlikten, zulüm ve adaletsizlikten alıkoyan bir ümmet’ olarak tanımlamaktadır. Al-i Imran 104’de ise Müslümanlaın kendi içinde aynı rolü üstlenecek bir topluluğun bulunması istenmektedir.  Keza Asr sûresinde bu görev; “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (104 Asr 1-4)”, denerek kurtuluşa ermenin bir aracı olarak sunulmaktadır. Konunun önemine, savaş gibi son derece hayati bir ortam göz önünde bulundurularak Tevbe Süresinin 122. ayetinde özel bir vurgu yapılmaktadır:

“Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar”.

İşte biz, 3 Kasım seçim sonuçlarını bu anlayışla ele alıp inceleyeceğiz. Ne birilerini göklere çıkaracak, ne de birilerini yerin dibine geçireceğiz. Elde edilen sonuçların; ülkeye, millete, İslam dünyası ve tüm insanlığa yararlı olabilmesi için nasıl hareket edilmesi gerektiğini öneriler olarak ortaya koymaya çalışacağız. Bunun için de öncelikle bir arka plan sunacağız. Bir dizi şeklinde devam edecek bu yazının, bu bakış açısı göz önüne alınarak okunması yararlı olacaktır.

İki Halk: Gerçekte Var Olan(Yaşayan) Halk, Sanal(Toplum Mühendislerinin Kafasında Var Olan) Halk

Tarihimizin son 200 yıllık süreci çalkantılar, kargaşa ve bunalımlarla yoğrulmuştur. Toplum, kurak toprağın suya hasreti, susamış canlıların suyu özlem ve öfke ile arayışı gibi, gerçeği, doğruyu, güzeli ve huzuru aramıştır. Kanıyla suladığı, canı karşılığında koruduğu vatan topraklarında hor ve hakir görülmekten, aşağılanmaktan, itilip kakılmaktan; rahmetli Necip Fazıl’ın deyişi ile “Öz yurdunda garip, öz vatanda parya” olmaktan kurtulamamıştır.

 Yıkılışa doğru sürüklenen imparatorluğun kurtulabilmesi için yapılan tartışma ve çalışmalarda; batı karşısında alınan mağlubiyetlerin gerçek sebepleri  gerektiği gibi araştırılmamış ve tartışılmamıştır. Bu günkü gibi hep acil eylem planı diyebileceğimiz çözüm şekilleri ortaya konmuştur. Bu nedenle de öze inilememiş genellikle de şekil planında kalmışlardır. II.Mahmut’un başlattığı şekli değişim, cumhuriyetle devam etmiş bugün bile en yoğun bir baskı altında devam ettirilmek istenmektedir. (Öyle ki 75 yaşındaki bir kadın, başörtüsünden dolayı üniversite hasta hanesinde tedavi edilmek istenmemiştir.) Yanlış teşhis, yanlış tedavi yöntemini de beraberinde getirmiştir. Halkın inancı, örfü, adeti ve gelenekleri bizzat geriliğin kaynağı olarak görülmüş ve Osmanlı’nın son dönemlerinde dolaylı yollardan; cumhuriyet döneminde ise doğrudan tasfiye edilme yoluna gidilmiştir. Halkın sahip olduğu tüm bu zenginliklerin yerine ikame etmek istedikleri değerler, özellikle, cumhuriyet döneminde batı düşünce sistemi, batı gelenekleri ve batı yaşam biçimi olmuştur. Bu süreçte her şey, ‘halk adına, halk için ama halka rağmen’dir. Yönetim gücünü kullananlar, halk için yararlı olanı halktan daha iyi bilmekte, konunun muhatabına ne istediği sorulmamaktadır. Muhatap; duygu, düşünce ve ruh dünyası olmayan mekanik bir robot gibi algılanmaktadır. Yöneticiler, mevtanın ölü yıkayıcı karşısındaki teslimiyeti gibi bir teslimiyeti halktan istemişlerdir.

Son 200 yıllık dönemin aydın ve bürokrat kesimi; batı karşısında alınan mağlubiyetleri, ülkeyi kendileri yönetmiş olmalarına rağmen, yönetimde hiç söz sahibi olmayan halka fatura etmek gibi bir hatayı işlediklerinin farkında bile değillerdir. Ne Osmanlı’nın son dönemlerinde, ne de 1950 gelinceye kadar yönetimde halk yoktur. Bugün bile partilerin programlarının hazırlanmasında ve de kabulünde ne derece etkili olduğu tartışmalıdır. Ama bütün başarısızlıkların müsebbibi olarak yine halk görülmektedir. Bu yaklaşım tarzı; halkın küsmesine, içe kapanmasına, enerjisini ve imkanlarını ülke için seferber etmesine engel teşkil etmiştir. Bu süreç içerisinde yöneticilerin kafasında, başka bir halk tasavvuru oluşmuştur. Madem ki mevcut, yaşayan, fiziksel dünyada var olan halk kendi istedikleri gibi olmuyor; öyleyse kendi kafalarında olması gereken halkı yaratmalıydılar(!). “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” mısralarında söylenen, yapılmak istenendi. Bu anlayışla Türkiye coğrafyasında fiilen iki halk var kılınmıştır. Biri yaşayan günlük hayatın içinde varolan, diğeri aydın, bürokratların kafasında var olan ve  bir kısım ağa, eşraf ve komprador azınlık tarafından savunulup inşa edilmeye çalışılan sanal bir halk.

Cumhuriyet dönemi yöneticileri; başta eğitim olmak üzere hayatın tüm alanlarını, böyle bir halkı inşa edebilmek için kullanmışlardır.

Nasıl bir insan ve cemiyet oluşturulmak istendiği batıya endeksli olarak düşünülmüş  ve yol boyu değiştirilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Tevhidi Tedrisat Kanununu  mecliste savunurken yetişecek nesillerin alması gereken eğitimi:

“Efendiler! Bizim dinimiz akla en uygun ve en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Elbette her fert dinini, diyaneti öğrenecek bir yere muhtaçtır. Orası da medrese değil mekteptir.”1

“Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz müsaviyiz ve dinimizin ahkamını eşit şartlarda öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir.”2

olarak belirtmiş olmasına ve 3 Mayıs 1920-24 Ocak 1921 hükümet programında:

“Maarif işlerindeki gayemiz; çocuklarımıza verilecek terbiyeyi her manada dini ve milli bir hale koymak ve onları cidal-i hayatta muvaffak kılacak istinatgâhlarını kendi nefislerinde bulduracak kudret-i teşebbüs ve itimad-ı nefs gibi seciyyeler verecek, müstahsal bir fikir ve şuur uyandıracak bir derece-i âliyeye isal eylemek, tedrisat-ı resmiyeyi bütün mekteplerimizi en ilmi, en asrî olan bu esasta kavaid-i sıhhiyye dairesinde yeniden tanzim ve programlarını ıslah etmek...”3

denmiş olmasına rağmen; pratikte bunun tam tersi yapılmıştır. Nitekim daha sonraki yıllarda, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya (1937 yılında);

“Türklerin maneviyatı için kendi temiz ahlakını geliştirmesi yeter... Laiklikle biz, dinin memleket işleri üzerinde nüfuz sahibi olmasını önlemek istiyoruz... Dinler vicdanlarda ve mabedlerde kalmalı, maddi hayatın ve dünyanın işlerine karıştırılmamalıdır.”4

 ve Başbakan Hasan Saka ise (18.6.1948 yılında);

“Her derece okullarımızda demokratik terbiyenin yerleşmesine ehemmiyet vereceğiz.”5

diyerek tavır değişikliğine gittiklerini belirtmişlerdir. O dönemin aydınları, daha da ileri giderek dine ve dindara savaş açmışlardır:

“Allah’ı da Sultan ile birlikte tahtından indirdik. Artık türkiye’de ne din, ne Tanrı ve ne de Peygamber vardır. Bizim dinimiz Kemalizm ve mabetlerimiz de fabrikalardır.”6

 Terbiyede, 1920’de din ve millilik referans iken; 1937’de milli ahlak, 1948’de ise demokratiklik ana kriter olmuştur. Artık terbiye belirsiz, muğlak, kaypak bir zemine kaymış, herkesin istediği zaman kullanabileceği yeni bir alan oluşturulmuştur.

Cumhuriyetin başlangıcında öngörülen insan unsuru ile, 1948’e gelinirken öngörülen insan unsuru arasındaki farklılık; çok ciddi bir ruhsal kırılmaya neden olmuş, sanal bir halkın inşası için mekteple ev arasına sıkışıp bunalıma düşen  şizofrenik bir nesil ortaya çıkmaya başlamıştır. Okulla ev arasına sıkışan genç beyinler, bir kültür buhranına düşmüş; farklı değer sistemlerinin çatışma anaforunda yolunu ve istikametini bulamamış; bağrından çıkıp geldiği halka ya düşman olmuş ya da ondan uzak durmuştur. Artık çocuklar evde başka okulda başka dışarda başka davranmak gibi bir eğilimin içine girmişlerdir. Bu tehlikeyi, daha  işin başında  isabetle görüp mektep ve medreselerdeki eğitime dikkat çeken  Ziya Gökalp olmuştur:

“Türkiye’yi diğer ülkelerden ayıran hususi bir hal var: Başka milletlerde en seciyeli ve ahlaklı kimseler tahsilde en ziyade ileri gitmiş fertler arasından çıktığı halde, bizde ekseriyetle bunun aksi vaki oluyor. Türkiye’de vatan için en zararlı adamlar okullardan nasip alanlardır. Meşrutiyet’in ilanından beri gördüğümüz bir çok vakıalar bu paradoksal hakikatı teyit etmektedir. Bu vakıalardan çıkan netice şudur. Türkiye’de medrese ve mektep terbiye ettiği fertlerin ahlak ve seciyesini bozuyor. Bunun sebebi, diğer milletlerin maarifi milli bir mahiyette olduğu halde, bizim maarifimiz kozmopolit mahiyettedir.”7

Türkiye’de 18 yıl çalışmış Prof. Dr. Philip Schwartz, “1933 Yılında Yapılan Üniversite Reformu Neden Dolayı Başarısız Geçti” adlı incelemesinde benzer tesbitlerde bulunulmuştur:

“18 yıl Türk milletinin her tabakasıyla yaptığım sıkı temaslardan edindiğim izlenimler neticesinde, üniversite reformunun başarısızlığında iki mühim ve Türk tarihiyle izah edilebilen faktörün en büyük rolü oynadığına inanıyorum. Biri Türk aydınlarının birçoğunda derin kökleri bulunan kifayetsizlik hissidir. İkincisi de, gerek aydınlarında, gerekse halkın birçok unsurunda Türk milletinin mukadderatını idare edenlere karşı mevcut olan itimazsızlıktır.

Önce kifayetsizlik hissini ele alalım. Bu ilk bakışta kolaylıkla tesbit edilemez. Hatta üniversitenin kaderini eline almış olanların bazıları kendilerini çok üstün görmektedirler. Fakat, hakikatı biraz araştırırsak, kifayetsizlik hissinin hayret edilecek ifadeleriyle karşılaşırız. Kaç defa Türk arkadaşlarımızın şu tarzda hitaplarına maruz kaldım: Siz Türkiye’yi tanımıyorsunuz. Burada hiçbir iş yapılamaz.

Ekseriyetle rastlanan sathi bedbinlik, haksız tenkit iptilası, hakikatlerin ve hadiselerin yanlış bir zaviyeden takdimi, daima haklı çıkmak hırsı, böbürlenmek, alâyışe düşkünlük, toleranstan yoksunluk, başkalarını hakir görmek, birbirini çekememek başkalarının üstünlüğüne tahammül edememek, başkalarına nisbetle daha iyi olma iddiası, görünüşü kurtarma arzusu, bütün bu gibi vasıfların neticeleri günlük hayatta bile çok derin tesirler yapmaktadır. Eğer yöneticiler arasında çok menfi bir seleksiyon cereyan ediyorsa bunun sebeplerini de bu ruhi faktörlerde aramak gerekir.

Yukarıda zikrettiğimiz ikinci sebep yani itimatsızlık unsuru da birinci sebeple çok yakından ilgilidir. Bütün bu sebepler neticesinde aydınların çoğu kendi şahsi kaderlerini milletinden ayırmakta haklı olduklarını zannetmektedirler. Vatanları için ölmeyi göze alanların çoğunda vatan için yaşamak arzusu çok gevşektir. Bundan dolayıdır ki, hayat mücadelesinde hile, kanundan daha büyük itibara sahiptir. Kurnazlık, ilim ve sanat bakımından yaratıcı dehadan daha yüksek bir kıymet taşımaktadır. Üniversitelerde mevcut olan mevkiler, birçoklarınca hayat gayesi olarak telakki edilmemektedir. Bilâkis ancak hariçteki şahsi ve maddi işler için bir temel olarak kullanılmaktadır”8

Ne yazık ki o gün yanlış bir varsayımdan hareketle kurulan fabrika, yanlış üretime şu an bile devam etmektedir:

“Neticede, sapık ideolojilere, dinsizliğe veya zıddı fanatizme kayanlar, hayatta köşe dönmecilikten başka bir şey düşünmeyen, kolaylıkla yolsuzluk yapan, topluma zarar veren, yada uyuşturucu çukuruna ve ahlaksızlığa düşen nesiller yetişiyor. Böyle devam ederse, hızlı değişimli, TV / Bilgisayar / İnternet ağlarıyla her türlü “Bombardımana açık” bir dünyada manevi değer erozyonu daha feci boyutlara ulaşacaktır. Bilgice iyi yetişmiş gençlerde toplum sorumluluğu yoksa, zeka ve bilgilerini sade kendi çıkarları için ve ahlaksızca kullânırsa, cahil vatandaştan bile daha çok zarar verebilirler.”9

Halka rağmen halk için inşa edilen bu kozmopolit eğitim sisteminin  uygulamasının bir sonucu olarak takiyyeci,  inkarcı, kötüleyici, nifakçı, baskıcı, tahammülsüz, tehditçi, çifte standartçı, halka tepeden bakan, hatta halkı tehlikeli ve düşman gören, kendisi ile barışık olmayan, sorumluluktan kaçan, menfaatçı, bireyci, enerjisiz, ilkesiz,  heyecansız, kifayetsiz ve öz güvenini kaybetmiş yeni bir nesil yetişmeye başlamıştır.

 Gerçekten istedikleri böyle bir nesil miydi? Hayır böyle bir nesil istemiyorlardı. 3 Kasım seçim sonuçlarında Genç Partinin %7 lik bir oy oranına ulaşmasından duydukları endişe; böyle bir nesli arzulamadıkları ve bundan çok rahatsızlık duyduklarının bir ölçüsü olarak değerlendirilebilir. Hata, tutulan yolun yanlışlığından kaynaklanmaktadır. 1000 yıl İslam’la yoğrulan bir millet,  İslam’dan koparılarak yeniden inşa edilemezdi. Edilmeye kalkılırsa ulaşılan sonuç, bundan başka olamazdı.  Bu durum,  sadece Türkiye’de yaşanmamış; tüm İslam coğrafyasındaki yabancılaşma hareketlerinin ortak paydası  olmuştur. Gidilen yolun, uygulanan yöntemin  yanlışlığı böyle bir ürünün varlığını ortaya çıkarmıştı. Çünkü gidilen yol kullanılan yöntem ilahi sünnete aykırı idi:

“Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuşlardır; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir çelişki ve aykırılık içindedirler.”(2 Bakara 137)

Son 200 yıllık dönemde halk -bazı istisnalar olabilir- genellikle her alandaki politikaların tesbitinde yoktur. Onun için bu politikalar,  gerektiği  gibi başarı kazanamamış ve fakat toplumsal dayanışmayı, heyecanı tahrip etmiş ve yaşayan halkı birbirine düşman kamplara bölmüştür. Kafalarındaki halkı inşa etmeyi başaramamışlar ve fakat yaşayan halkı tahrip etmeyi başarmışlardır. Belki de Cumhuriyet tarihi sanal halk uğruna, yaşayan halkın yok edilme uğraşı olarak özetlenebilir.

İki Farklı Ağırlık Merkezi: Halkın Ağırlık Merkezi, Sistemin Ağırlık Merkezi

Milli mücadele yıllarında halkla bütünleşebilmek için halkın inanç sistemine oturtulan tüm söylem ve davranışların, zaferden sonra ince bir stratejiye bağlı olarak değiştirilmesi ve halkın dışlanması, halkın küsmesine ve  tepkisine neden  olmuştur. Halkın teveccüh gösterdiği Serbest Fırka gibi partilerin, her türlü komplo ve iftira kampanyası ile kapatılması, İstiklal Mahkemeleri’nin uygulamaları, “bazı kurbanlar” verileceğinden sık sık bahsedilmesi, yöneten ve yönetilenin madden ve manen kamplaşmasını sağlamıştır. Halk içine kapanırken, yönetenler de hayallerinde ki sanal halkı inşa ve o sanal halk için yeni bir sistem ve yeni bir devlet şekillendirme gayretlerine hız vermişlerdir.

Yöneten-yönetilen ilişkilerinin bu denli  bozulması, iki ayrı yapının ve iki ayrı ağırlık merkezinin oluşmasına vücut vermiştir. Bir tarafta halkın değer sisteminin oluşturduğu merkez; diğer tarafta sistemin değerlerinin oluşturduğu merkez. Sistemin ağırlık merkezinde halktan kopmuş, halka üsten bakan bir grup bürokrat, aydın, eşraf, ağa ve zenginler vardır. Halkın ağırlık merkezinde ise sadece halk vardır. Cumhuriyet tarihinde bu merkezler, hiçbir zaman örtüşememiştir. Örtüşemediği için de gerçek anlamda bir huzur ülkeye hakim olamamıştır. Devamlı bir gerilim ve çatışma gizliden veya açıktan bu merkezler arasında var olagelmiştir. Böyle bir kutuplaşmanın  nasıl bir sonuç vereceğini büyük bir basiretle ilk görenlerden biri, Atatürk’ün iktisadi konulardaki danışmanlarından Ahmet Hamdi Başar’dır. Atatürk’ün de içinde bulunduğu ve “Laiklik dinsizlik midir, değil midir?” tartışmasının yapıldığı bir ortamda, iki farklı ağırlık merkezinin varolacağının  tehlikesine dikkat çekmiştir:

“Laikliğin bizde anlaşılmaya başlanan şekilde uygulanması dinsizlikten başka birşey değildir. İslâmlıkta, din ile dünyanın ayrılması, dinsizliğin ifadesidir. Bu vaziyette, bütün yaptıklarımıza din muhalefet edecek... Eğer halk dine inanırsa, hükümete ve devlete inanmayacak. Halk ya hükümetsiz veya dinsiz kalacak. Hem hükümeti, hem dini kavrayan ve kabul eden bir cemiyet olamayacağız. Halbuki Hıristiyanlıkta bu oluyor, İslamlıkta olmuyor. Laiklik inkılabını şimdi anladığımız şekilde kabul edince ve İslâmlığı fedaya kalkınca ortaya o mahiyette koyacak hiçbirşey bulamayacağız ve koyamayacağız. Halk, parçalanmış, hayvanlaşmış insan sürüleri haline gelecek. Belki maddi eserler göreceğiz, belki çok ilerlemiş olacağız, fakat hayvanca, maddece bir ilerleyiş... Camileri yıkıp, terkedip onların yerine Halkevleri yapmak suretiyle maksadımıza asla muvaffak olamayacağız.”10

Bu kadar gerçekçi ve ileriyi gören bir tahlil ne yazık ki hiç dikkate alınmamıştır. muhtemeldir ki, buna benzer çok şey söylenmek istenmiştir. Ama o meşhur karalama mantığı, o baskıcı anlayış hep galip gelmiştir.

1950’ye kadar yönetimde halk yoktur. Sistem tek ağırlık merkezli olarak Türkiye’ye mutlak hakim pozisyondadır. Başvekil İsmet İnönü 1925 yılında Muallimler Birliği’nde yaptığı konuşmada aceleciliklerini, tahammülsüzlüklerini, halkı nazarı dikkate almadıklarını  baskı ve şiddet yolunu benimsediklerini açıkça dile getirmekte bir sakınca görmemiştir:

“Evvela Tevhid-i Tedrisat’ın bazılarınca su-i tefsir ve telakki edildiğini gördük. Bu işin müteşebbisleri ile muakkiplerinin, elbette yeknazarda dinsizlik ithamına maruz kalacakları tabii idi. Tevhid-i Tedrisatı düşündüğümüz zaman, avamfiribâne iğfalâta vesile yapılacağını tahmin etmiyor değildik. Bizim için bunların hepsi malum idi. Kapanan bazı müessseselerin hiç olmazsa harfleri ve harekeleri tanıtmak gibi faidesi vardı şeklinde nazariyeler ileri sürüleceğini, Tevhid-i Tedrisat’la bir takım müesseseleri kapatmak yerine onları ıslah etmek daha faydalıdır gibi fikirler ortaya atılacağını, bu gibi itirazların ne gibi netayici olacağını hep biliyorduk. Fakat, türkiye Büyük millet Meclisi kararını verdi. Tedricen varılacak gayeleri ta’cil etmek inkılap yapmaktır. Büyük Millet Meclisi’nin zaruri bir neticeyi bir kanun ile ta’cil ve tesbit etmesi bir inkılap addolunabilir. Bunu yapmak için arîz ve amîk düşündük. Gördük ki başka hiçbir çare yoktur. Gördük ki bütün dünyanın yolu budur. I’tılaya bir medeniyete eren milletler, hep bu yoldan giderek bugünkü seviyelerini buldular. Mugalatalara, tezvirlere boyun eğmek, itiraf-ı acz olurdu. İnkılaplar kâdir ve kâhirdir... Yaptığımız işi dine münafi görmek, yapılan işi görmemektir... On sene sonra bütün dünya ve şimdi bize muarız olanlar, yahut tuttuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki, müslümanlığın asıl en temiz, en hakiki şekli bizde tecelli etmiştir. O fiili tecelliye kadar biz bu hakikatı kanunen, cebren, inkılapla telkin ve onu tatbik edeceğiz... Hedefe varmak için her cahilane itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir.”11

İnönü’nün bu konuşması, Kendi kafalarındaki doğruların tartışılamaz olduğunu göstermektedir. Buna karşı yapılan eleştiriler cahilanedir, avamfiribâne iğfalattır, mugalatadır, tezvirdir. Bunun manası şudur: ‘biz herkesten herşeyi daha iyi bilir, daha iyi düşünürüz; Dini de sizden daha iyi  biliriz, bizim sunduğumuz din anlayışı gerçek ve saf din anlayışıdır; bizim kafamızdaki doğrulara(!) karşı çıkan herkes ya cahil ya gafil ya da düşmandır ve bunlar “kanunen, cebren” bertaraf edilecektir.’ Bugün bile bu anlayış devam etmektedir. 3 Kasım seçimlerine girildiği bir dönemde Ak Parti’yle ilgili açılan dava, kanun yoluyla bertaraf etme girişimidir.

1923-1930 döneminde Sistemin Ağırlık Merkezinde bulunanlar,  kafalarındaki halkı inşa edecek siyasal bir sistemi kurma çalışmalarını, yaşayan halka rağmen gerçekleştirmeye başlarlar. Kendilerine gerekli her türlü kanuni statüyü(!) TBMM çatısı altında hazırlarlar. Bu dönemde yaşayan halka, sen ne istiyorsun diye birşey sorulmaz. 1930-1938 döneminde rejim kuvvetlendirilmeye çalışılır. Laiklik, pozitif bilimcilik anlayışları ile Batılılaştırma hareketi hızlanır. Dine ve dindara savaş açılır. Din toplumsal hayatın tüm alanlarından silinir7. Altı ok ilkeleriyle yeni bir din inşa edilmeye çalışılır. Bunun içinde, Darwin, Freud ve Durkheim’ın fikirlerinin genç beyinlere yerleştirilmesine çalışılır. 1938-1950 arası dönemde  baskı daha da şiddetlenir. Uygulamalar, milliyetçilik yerine hümanizm adına yapılır. Kafadaki halkın inşası için Köy Enstitüleri yaygınlaştırılır. Türkiye’de 1950’ye kadarki dönemde etkin olan tek ağırlık merkezi vardır; o da sistemin ağırlık merkezidir.

1950’ye yaklaşırken İnönü döneminin baskı mekanizmasına karşı oluşan muhalefet ve dünyadaki konjonktürün değişmesi sistem merkezinin ikiye ayrılmasına ve gücünün zayıflamasına neden olmuştur. Buna rağmen, bürokrasi, aydınlar, eşraf ve zenginlerin İnönücü sistem merkezinde yer almaları ile sistem merkezinin etkinliğinin devamı sağlanmıştır.

1950-1960 yılları, aynı temel zihniyetin, yeniden yapılanma, kabuk değiştirme ve yeni bir çehreye bürünme dönemi olur. Dini  ve dindarı karşısına alan resmi ideoloji yerine, Dini  ve dindarı yedeğine alan ve kendi iktidarı için kullanan yeni bir ideoloji inşa edilir. Yayınlarda, kitaplarda İslam düşmanlığı devam eder. Batılılaşmanın toplumdaki gerçek tahribatı bu dönemde başlar12.  Buna rağmen Cumhuriyet Halk Partisi bünyesinden çıkan ve Cumhuriyet yöneticileri olan DP hareketi bir gerici hareket olarak nitelendirilmiştir; “cahillerin”, “kuyrukların”, “köylülerin”, “çarıklıların” hükümeti şeklinde hep horlanmış, aşağılanmışlardır. Nihayet bir sapma hareketi olarak görülüp sistemin İnönücü merkezinde yer almış bir kısım bürokrat-aydın-eşraf-zengin tarafından, uluslararası destek de sağlanarak 27 Mayıs darbesi ile tasfiye edilmişlerdir.

Bu dönem şunu göstermiştir ki halk, sisteme ve onun ortodoks yorumunu yapan siyasi yapılara ilgi göstermiyor ve de desteklemiyor. Bundan dolayı, sistemin İnönücü ağırlık merkezi, cumhuriyet döneminin en büyük eseri olan parlamentoyu, sistemin ağırlık merkezi için bir tehdit hatta bir tehlike olarak görmüşlerdir. İnönü’nün ‘kanunen ve cebren’ bertaraf etme yöntemini günün koşullarına daha iyi uyarlayabilmek ve daha etkin kullanabilmek için yargı mekanizmasında özel düzenlemeler yapılmış ve özel kurumlar ihdas edilmiştir. Anayasa mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay  ve MGK bu dönemde ortaya çıkmış kurumlardır. Üzerinde durulması gereken nokta, bu kurumların ihtiyaç olup olmadıklarından ziyade nasıl işledikleri ve hukuku nasıl siyasallaştırdıklarıdır. Bugün Anayasa mahkemesinin aynı konuda Hasan Celal Güzel  ve Tayyip Erdoğan için iki farklı karar vermiş olması; RP ve FP’yi hiçbir haklı gerekçe olmadan tamamen siyasi mülahazalarla kapatmış olmaları, kuruluşundaki asıl amacı ortaya koyması açısından önemlidir.  Milli Güvenlik Kurulu, bu dönemde ortaya çıkmış bir kurul olarak, hükûmetin üzerinde ayrı bir denetleme rolü üstlenmiştır. Bütün bu kuşatma ve baskılara karşılık Halk, kendi ağırlık merkezini kuvvetlendirecek bir tarzda oyunu kullanıp AP’yi hükümet yapmıştır. AP’nin parti içerisinde milliyetçi ve mukaddesatçı kesime karşı almaya başladığı tavır iki hareketin (Milli Görüş ve 9 Işık ya da Ülkücü hareket) ortaya çıkmasına sebep olur. Halk kendi değerlerine daha yakın gördüğü bu iki hareketi farklı ölçülerde de olsa bağrına basar. İlk kez halk zayıf da olsa kendi değerlerini merkez edinen hareketler etrafında ağırık merkezleri oluşturur. Milli Görüş hareketi, halktan beklenmeyen bir ilgi görerek ağırlığını, parlamentoda MHP hareketine nazaran daha güçlü bir şekilde hissettirir. Bu dönemde İnönü döneminde yaşanılan zulmün şuur altında bıraktığı önemli izler hâlâ vardır ve halk bundan kolay kolay kurtulamamaktadır. O nedenle  CHP’nin hükümet olmaması için sistemin değişik versiyonu olan AP’yi bir güvenlik kuşağı olarak kabul edip desteklemiştir. AP  kadroları şuur altındaki bu korku olgusunu çok bilinçli bir şekilde kullanmışlardır. Fakat sonuç olarak halk, sistemin ağırlık merkezini AP’yi destekleyerek bölmüştür. Bu çok önemli bir başarıdır; AP ve CHP arasında kıran kırana bir mücadele başlamıştır.

1960-1980’de CHP’ye yumuşatılmış Marksist bir kılıf giydirilir. 12 Martçılar resmi ideolojiyi yasal yollarla daha da kuvvetlendirirler. Orduyu siyasetin, yönetimin tam merkezine oturtacak şekilde yasal düzenlemeler yaparlar13,14. AP hükümet olmuş, fakat iktidar olamamıştır. CHP ise hükümet olamamış, fakat hep iktidar olmuştur. Sivil toplum olarak nitelenen örgütlerin hemen hemen hepsi CHP’nin yanında AP’nin karşısında olmuştur bu dönemde.

1980 askeri darbesi ile başlayan dönem, farklı yaklaşımların sergilendiği yeni bir dönemdir. Halka güvenilmeyeceği esas alınarak ve fakat halkın bir şekilde gönlünün kazanılması yoluna gidilir. Dinsizlik anlamındaki katı laiklik anlayışından vazgeçilir. Yeni bir Atatürkçülük anlayışı, yeni bir laiklik anlayışı yeni bir milliyetçilik anlayışı ve “Türk Müslümanlığı” diye ifade edilen yeni bir din anlayışı getirilmeye çalışılır. Türk-İslam sentezi açıkca savunulmasa bile geliştirilen söylem bunu göstermektedir. Türkeş için ‘kendisi hapiste fikri iktidarda olan lider’ denmesi bu dönemin ayırıcı özelliği olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte ihtilalciler; halka güvenmemekte, siyasi hayatı kendi kontrollerinde yeniden şekillendirmek için çok yoğun baskı uygulamakta ve 2.5 parti dizaynı ile meşgul olmaktadırlar. Sistem, Turgut Sunalp’ın MDP’si için baskı uygularken; halk ise, Turgut Özal’ın ANAP’ının yanındadır. Özal, sistemden kopan kitleleri sisteme entegre etmiş olmasına rağmen; kendisine güvenilmemiş, sokak hareketleri ile yıpratılmış ve dahası kendisine suikast teşebbüsünde bulunulmuştur; Cumhurbaşkanlığında zehirlendiği iddia edilmektedir. Menderes, Demirel gibi Özal da aileden kabul edilmemiş, uluslararası denklemin elverdiği ölçü içerisinde Özal’ı uzaklaştırmak için  herşey yapılmıştır.

80 sonrası darbecilerin kurgusu tutmamış, siyasi hayat paramparça olmuş, sistem felsefesinin değişik versiyonları ortaya çıkmış; sisteme karşı olanlar da dağınık merkezlerde örgütlenmişlerdir. CHP ve DSP sistemin ağırlık merkezinin solunda yer alırken, ANAP ve DYP sistemin ağırlık merkezinin sağında yer almışlardır. Pek çok sol fraksiyon sistemin karşısında ve halkın da karşısında olarak konumlanmışlardır. Etnik menşeli DEP, bu dönem kuvvetlenen partilerden biri olmuştur. Sistemin Özal’ı  başarısız kılarak tasfiye etme girişimi, MHP ve RP gibi iki hareketin daha da gelişip büyümesine neden olmuştur. Bu iki hareket, halkın ağırlık merkezi etrafında yığılma noktaları oluşturmayı başarmışlardır. Özellikle RP ya da milli görüş hareketi 1994 yerel seçimlerinde iki büyük şehir başta olmak üzere çok büyük bir başarı göstermiştir. 1995 seçimlerinde ise RP  birinci parti olarak çıkmayı başarmıştır.

Erbakan, söylemlerinde ciddi değişiklikler yapmış olmasına ve ülke için canla başla çalışmış olmasına rağmen sistemin gazabına uğramaktan kurtulamamıştır. Tarihe Postmodern darbe olarak geçen 28 Şubat süreci ile hükümeti devretmek zorunda kalmıştır.

28 Şubat’a kadar “tavsiye” niteliği taşıyan MGK kararlarına, 28 Şubat’tan sonra “emir” niteliği kazandırılmıştır. Artık MGK, hükümetin hatta parlamentonun üstünde bir kurumdur. Kanunen ve cebren anlayışının günün koşullarına uyarlanabilmesi için RefahYol’un  daha başlangıcında, ‘Kriz Yönetimi Yönetmeliği’ çıkartırılarak askeri bürokrasiye, günlük hayata fiilen müdahale eme imkanı verilmiştir. Böylelikle sistemin ağırlık merkezi kendisini kanunen kuvvetlendirmiştir.  Ancak BÇG aracılığıyla inşa edilen  muhbirlik sistemi, daha sonra her türlü güven duygusunu zedeleyerek sistemi işlemez hale getirmiştir. Erbakan belki yönetimden uzaklaştırılmıştır ama sistem, tahminden fazla yıpranmış; müslüman kitleler devlete ve orduya karşı ilk defa güven duymadıklarını seslendirmeye başlamıştır. Sistem farkına varmadan harakiri yapmıştır.

1999 seçimlerinde, hükümette dik duramayan RP’yi halk ikaz ederken; sistemin yanında yer alan ANAP, DYP ve CHP’yi de cezalandırmıştır. CHP parlamento dışı kalarak çok ağır bedel ödemiştir. Sistem karşıtı bir söylem geliştiren Ecevit ve Bahçeli, seçimden birinci ve ikinci parti olarak çıkmışlardır. MHP’nin seçimden ikinci parti olarak çıkması, Ecevit’in tabiri ile ‘bütün hesapları altüst etmiştir’. Halk sezgilerini kullanarak büyük bir basiretle önünü açmış, 1950 öncesine dönme hevesi içinde olanlara gerekli dersi vermiştir.

Ecevit’in başkanlığında kurulan yeni hükümet, kendilerine yardımcı olan bürokrasi ve İstanbul dükalığının kontrolüne girmiş, ülkenin tamamen yağmalanmasını sağlamış, ardarda çıkan veya çıkarılan ekonomik krizlerle halk yoksullaştırılırken mutlu bir azınlık servetine servet katmıştır. Halkın seçimlerdeki konuşma tarzını iyi okuyan sistemin ağrırlık merkezi IMF ve Dünya Bankası ile birlikte parlamentoya savaş açarak parlamentonun hareket alanını kısıtlama yoluna gitmiştir. Ecevit’in hastalığından yararlanarak Ecevit’in yaşlılığı eksen alınarak ve Ecevit döneminin yağmalama hareketlerini kamu oyunda oluşturduğu nefretten yararlanarak siyaset, siyasetçi ve siyaset kurumları medya aracılığıyla korkunç bir karalamanın muhatabı olmuşlardır. Siyaset ve siyasilere her gün küfredilerek her türlü kötülüğün kaynağı olarak gösterilmişlerdir. Bu kampanyanın arkasından IMFve Dünya Bankası’nın dayatması ile ÜST KURULLAR ardı ardına Derviş Yasaları diye anılan yasalarla birer birer oluşturulmaya  başlanmıştır. Siyasiler kendi hareket alanlarını kendi elleri ile daraltma gibi anlaşılması zor bir tavır sergilemişlerdir.  Böylelikle sistemin ağırlık merkezi kendisini çok ciddi bir şekilde tahkim etmiştir. Bugün AKP iktidarının önündeki en ciddi engel bu üst kurullardır. AKP’ nin hareket alanını kısıtlayacak hatta önlerine engeller çıkaracak olan bu kurullar olacaktır. Bundan sonra muhtemeldir ki askeri bürokrasi devreye girmeyecek, bu sivil görüntülü cuntacılar ya da Güven Erkaya’nın deyişi ile sivil kuvvetler işi bitirmeye çalışacaktır. O nedenle AKP hükümeti bu üst kurulları denetim altına alacak yasal bir düzenlemeyi çok hızlı bir şekilde gerçekleştirmelidir.

RP seçimden mağlup çıkmış olmasına karşılık sistem tarafından çok ciddi bir tehlike olarak kabul edilip kanunen üzerine gidilmiş, bölünmesi için yargı tamamen siyasallaştırılmış ve RP kapatılmış; arkasından da FP kapatılarak istenen bölünme sağlanmıştır. Görünürde sistem, kendine karşı en büyük ağırlık merkezini etkisiz ve işlevsiz hale getirmişti. Fazilet Partisinin külleri üzerinde SP ve AKP olmak üzere iki parti doğmuştur.

Sistemin özüne karşı en ciddi muhalefet Milli Görüş hareketinden gelmiştir. Milli Görüş hareketi bir zihniyeti inşa etmiştir. Bundan dolayı da sistemin darbelerinin muhatabı olmuştur. Bununla beraber her darbe onu daha da kuvvetlendirmiştir. Fikri bir hareket olarak sistemin karşısında yer aldığından sistemin her tökezleyişinde o kuvvetlenecektir. Etkisi şu an zayıf olsa da daima ağırlık merkezi olmayı devam ettirecektir. Milli Görüş hareketi ikiye bölünmüş, SP ve AKP olarak iki ayrı parti tarafından temsil edilmektedir. Hangisinin sistemin karşısında kalıcı bir ağırlık merkezi oluşturabileceğini zaman gösterecektir.

İki Merkez Arasında Tahterevalli Oyunu

1950’ye kadar sistemin ağırlık merkezi, ülke yönetiminde tek hakimdi. Halkın ağırlık merkezinin yönetimde herhangi bir etkisi yoktu. Dünya konjonktürünün gerektirdiği çok partili sistemle birlikte, halkın ağırlık merkezinin etkinliği ve parlamentoda halk merkezli hareketlerin etkisi artmaya başladı. Her ne kadar DP hareketi sistemin temel felsefesini esas almış olsa da, CHP’ye karşı verilen mücadele ister istemez  halkın değerlerine saygıyı ön plana çıkarıyordu. CHP sistemin ağırlık merkezindeydi. DP ise ne sistemin ne de halkın ağırlık merkezinde bulunuyordu. Bu sistemin ağırlık merkezinin zayflamasına ve parlamentoda bu iki ağırlık merkezinin çekişmesine sebebiyet vermiştir.

Sistemin merkezinde bulunan CHP’nin 1950’ye kadar yaptığı zulümden korkan kitleler, AP’yi, ANAP’ı ve DYP’yi bir güvenlik kuşağı olarak görmüşlerdir. DP, AP, ANAP, DYP halkın değerlerine sahip çıktığı oranda desdeklenmiş, uzaklaştıkları oranda da cezalandırılmışlardır. Ancak bunlar iktidar olmuş fakat muktedir olamamışlardır. Parlamentoya hakim olmuş, fakat yönetime ve ülkeye sahip olamamışlardır. Sistemin ağırlık merkezinde bulunan güçler tarafından sıkıştırılmış, önleri tıkanmış ve halkın isteklerine cevap vermeleri engellenmiştir. Halkın ağırlık merkezine doğru yaptıkları her yaklaşım, darbelerle engellenmiştir. Bu durum, halkın; hakkını aramada yeni araçlar aramasına, masaya yumruk vuracak, dik duracak ve ‘yeter artık’ diyecek yeni yapılara yönelmesine sebebiyet vermiştir. MHP, MSP, RP, FP, SP, BBP, AKP bu arayışın ürünüdür. Bu arayış, sistemin ağırlık merkezinde bulunan güçlerin, halka boyun eğip teslim oluncaya kadar artan bir şiddetle devam edecektir.

Türkiye’nin temeldeki sorunu, bu iki merkezin farklı arzu, istek ve ideallerinin, değerlerinin olmasıydı. Türkiye’deki yapılanış hiçbir sosyolojik kurama uygun değildi: 

«Toplum, bir merkeze sahiptir. Toplumun yapısında bir merkezi bölge vardır. Topluma ait/üye olmak,bu merkezi bölge ile kurulan ilişki tarafından şekillendirilir....Merkez veya merkezi bölge, toplumun değerlerinin ve inançlarının alanına giren bir fenomendir. Toplumu şekillendiren semboller, değerler ve inançlar düzeni toplumun merkezini oluşturur.“15

 Yukarıdaki ifadelerden anlaşılabileceği gibi  Devlet, sistem ve tüm kurum ve kuruluşlar millet için vardır. Bizde ise millet devlet ve sistem için vardır. Asıl yanlış buradadır; bu düzeltilmedikçe de ülkenin sorunları devam edecektir. Bu ters yapılanış, ülkeyi yasaklar cehennemine ve korkular ülkesine çevirdi. Millet devletten, devlet milletten korkmaktadır. Millet devlete, devlet millete güvenmemektedir. Sistem, bir avuç insana hizmet sunar; halk ise hizmeti zorlayarak alır. Türkiye’nin en güzel yerlerinde sistemin ağırlık merkezinde bulunanlar yaşar; milletin buralara yaklaşmaya hakkı yoktur. RP’ye gelinceye kadar belediye imkanlarından ve sosyal tesislerinden kimlerin yararlandığına bakmak yeterlidir.

Sistemin ağırlık merkezi yasakçıdır, kuralcıdır. Halkın ağırlık merkezi özgürlükçü, paylaşmaktan yana, sistemin ağılık merkezi ise inhisarcı ve paylaşmamaktan yanadır. Sistemin ağırlık merkezinde bulunanlar, deveyi hamudu ile götürürken; halk, bir dilim ekmeğini ihtiyacı olanla paylaşabilmektedir.  Sistemin ağılık merkezinde bulunanlar lüks ve israf içinde yaşarken, halk mütevazı bir yaşam sürmekte, varlığını zorlukla devam ettirebilmektedir; işsiz, aç ve yorgundur; ekmek kuyruklarında, hastahane ve mahkeme kapılarında beklemekten, horlanmaktan, aşağılanmaktan ve itilip kakılmaktan bizardır. Onlar sanki  müstemleke halkı gibidirler. Fişlenirler, takip edilirler, tutuklanırlar ve işkence görürler fakat sebebini soramaz, öğrenemez ve hakkını arayamazlar. Çocuklarının okuyamamasından ve de okuyanların kendisinden kopartılmasından şikayetçidir, fakat şikayet etme hakkı yoktur. Hakkını arama hakkı yoktur. Soru sorma hakkı yoktur. Konuşma hakkı yoktur. Soru sormanın, konuşmanın ve  hakkını aramanın bedelinin ne olduğunu o çok iyi bilir. Çünkü  O‚ 'ÖTEKİDİR’.

Sistemin ağırlık merkezinde bulunanlar, halka hep ‘hayır’ demeye yabancılara ‘evet’ demeye alışkınlar. AB’ye girmek için yapılan tüm yasal değişiklikler, bu ülke halkı buna layık olduğu için değil Avrupalılar istediği için olmuştur. Yabancıların baskısı olmadan halka bir şey vermek niyetinde değiller. Onlar kanun devletinden halk ise hukuk devletinden yanadır. Sistemin ağırlık merkezi yönetimde merkeziyetçidir. Her şeyin Ankara’dan çözülmesini, her şeye kendisinin karar vermesini ister. Halka eziyet edilmesinden zevk alır. Halk ise hizmetin ayağına gelmesini, Ankara yollarında ömrünün tükenmemesini  devlet kapısında ezilip horlanmamasını ister.

Sistem her gün konuşur, halk kendisine tanınan seçme hakkını kullanırken konuşur. Büyük bir basiret göstererek  çok  iyi konuşur. 1950 DP, 1964 AP, 1983 ANAP, 1995 RP, 1999 MHP ve 2002’de AKP’yi işbaşına getirerek iyi konuşmuştur. Halkın konuşmasını iyi yorumlayanlar siyasi hayatta kalacak, yorumlayamayanlar tasfiye edilecektir. Halkın konuşması demokratik yollarladır. Sistemin konuşması darbe, muhtıra ve ihtilaller yoluyladır. 75 yıllık tarihimiz bir tahterevalli oyunudur. Halk kendine yakın olanları ya da kendinden olanları seçer ve konjoktüre bağlı olarak yükseltir. Sistemin ağırlık merkezindekiler seçilenleri darbeler yoluyla aşağı alır.  İşte Cumhuriyet tarihi bu iki ağırlık merkezinin çekişmesinin tarihidir. Bu dönemde 12 kez sıkıyönetim ilan edildi ve 25 yıldan fazla sürdü; 15 yıldan fazla olağanüstü hal uygulandı; 78 yıllık idarenin 40 yılı sıkıyönetim ve olağanüstü hal ile geçti. İki defa tam, iki defa yarım olmak üzere 4 askeri müdahale yaşandı, iki defa tümü ile iki defa yarım olmak üzere 4 defa anayasa değişikliği yapıldı. 70-90’lı yıllarda yaşanan olaylarda 40 bin civarında vatandaş hayatını kaybetti(1950 önceksindekileri de buna eklersek, ne kadar vahim bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılır). 78 hükümet kuruldu ve hükümetlerin ömrü ortalama 1.5 seneyi geçmedi16.

Bu mücadele; halk, sistemin ağırlık merkezine gelip yerleşip onun temel değerlerini değiştirinceye kadar devam edecektir.

3 Kasım Seçimlerini İyi Okumak

3 Kasım seçimleri tıpkı 1999 seçimleri gibi yasak ve baskıların gölgesinde geçti. 1999 seçimlerine gidilirken RP kapatılmış, kadrolarının %60’ı yönetimden uzaklaştırılmış ve FP’ye dönük olarak dosya savaşı başlatılmış,  Erbakan ve Erdoğan yargıya sevk edilmişti. Halk’ta “nasıl olsa FP’ye iktidar verilmeyecek” şüphesinin uyandırılması için 28 Şubat sürecinin devam ettiği imajı devamlı diri tutulmuştu. Bu baskılara rağmen FP %16 gibi bir oyla meclise girmişti. Bütün bu baskılara karşılık FP’nin kaybettiği oy %6 civarındaydı. Bunun manası, Halk Sistemin ağırlık merkezine karşı direnmiş ve de RP yöneticilerine emaneti gerektiği gibi temsil edemediniz diyerek sadece  ikaz etmişti. Belki de halk, büyük bir sezgiyle gerilim düşürme stratejisini benimsemiştir. Gerçekten tarihe dönüp baktığımızda halk, her darbe veya müdahale döneminden bir seçim dönemi sonrasında darbede mağdur olanları veya o çizgidekileri iktidara taşımıştır. Bu da halkın değişik yoğurt yeyiş tarzıdır.

3 Kasım 2002 seçimlerinde de benzer durum yaşanmıştır. Erdoğan’ın yasaklılığı gündeme getirilerek AKP kurucu üyeliğinden ve genel başkanlıktan ayrılması istenmiştir. Genel başkanlıktan ayrılmadığı için de seçim sath-ı mailine girildiği bir dönemde,  AKP’’nin kapatılması için Anayasa mahkemesine dava açılmıştır. Seçime 2 gün kala Anayasa mahkemesi nihai kararı alacaktı. Ancak ABD’nin  yasaklara karşı olduğunu açıklaması ile karar 15 gün sonraya ertelenerek AKP’nin seçime girmesi engellenmemiştir. Halka ‘başbakanı belli olmayan’, ‘geleceği belli olmayan’ bir partiye oy vermemeleri mesajı ısrarla verildi.  Bu yoğun baskı ortamında halkın cevabı sisteme ağır oldu ve AKP’yi tek başına iktidara getirdi. Kendi değerlerini savunmayan, masaya yumruk vuramayan  ve RP gibi ürkekleştiğini kabul ettiği MHP’ye de parlamento dışında görev vererek kendisini toparlamasını istedi.  Halka daha yakın olan Özal’ın ANAP’ını, Sistemin ağırlık merkezine daha yakın hale getiren Yılmaz’a da çok acı bir ders vererek parlamento dışına attı. Bütün halkçılık söylemine rağmen halka en çok zulmün yapıldığı, Dürüstlük söylemine karşı ülkenin en çok soyulduğu, iş, aş, ekmek demiş olmasına rağmen elindeki işinin, aşının ve ekmeğinin alındığı, özgürlük sloganına rağmen halkın nefes alamaz hale getirildiği, bağımsızlık haykırışına karşılık ülkenin İMF ve Dünya Bankasına teslim edildiği DSP iktidarına da ibret verici bir ders olarak % 22’den %1’lere çekerek parlamento dışına bıraktı.

AKP’nin kurulduğu günden beri 1. parti olarak önde olduğu bilinmiş olmasına rağmen, sistemin ağırlık merkezinde bulunanların, seçimi erteletme imkanı ortaya çıktığı zaman bile ses çıkarmamış olmaları anlamlı olsa gerekir. Bu susuşun muhtemel sebeplerini aşağıda incelemekteyiz:

Birincisi:  AKP’nin önde olduğunu göstererek ters etki oluşturup, CHP etrafında sisteme destek veren güçleri toparlamak önemli bir amaç olarak gözükmektedir. Ancak beklenilen gerçekleşmemiştir. CHP birinci parti olamadığı gibi AKP ile arayı kapatamamıştır. Fakat ters etki yaratma AKP’nin işine daha çok yaramış, 1950 öncesinin korkusu ile seçmen birinci parti olan AKP’ye daha fazla destek vererek onu %34’le tek başına iktidar yapmıştır. Tuzak kuranlar, kendi tuzaklarına düşmüşlerdir.

  Sistemin sol yorumcularının  toplam oyları, ilk kez %25 civarına inmiştir. 3 Kasım seçimlerinin en dikkat çekici yönlerinden birisi de budur. Toplum mühendislerinin beklentileri şuydu; CHP birinci parti olmasa bile AKP ile başbaşa kalacak ve barajı aşan DYP ile koalisyon kuracak, böylelikle AKP birinci parti olarak muhalefette kalacaktır. Bu plandan beklenen Erbakan’ın ve ANAP’ın tasfiye edilmesidir. Ters etki yaratma ile gerçekten SP ve ANAP parlomento dışında kalmıştır. Ancak CHP ile ilgili beklentiler gerçekleşmemiştir.

İkincisi: sistemin ağılık merkezinin sağında ve solunda bulunan partiler bir türlü birleştirilememiştir. Bu partilerin tümünün parlamento dışında kalması ile mevcut liderlerinin tasfiye edilmesi düşünülebilir. MHP’siz hükümet modellerinin konuşulmaya başlanıldığı bir ortamda MHP’nin oyları, anketlere göre % 12 civarında bulunuyordu. Belki de MHP bu sonuçlara güvenerek seçime gitmeye ikna edilmiştir. Yavuz Donat, 3 Ağustos 2002 tarihli İhtimal Hesapları başlıklı yazısında Yüksek Strateji Merkezi adlı bir kurumun hazırladığı  ve devletin bazı karar mekanizmalarına da ulaştırıldığı belirtilen bir rapordan bahsedip rapordan bazı  alıntılar  vermiştir. Bu alıntılar tezgahlanan oyun konusunda bize gerekli ip uçlarını vermektedir:

“İttifak arayışı olmayan iki parti var: AKP ile MHP. AKP kendinden emin, MHP ise kendi oyununu oynamak istiyor... Sert bir oyun... Oyun tarzı MHP’ye sağlam bir zemin sağlıyor... AKP birinci parti... Oyu %18 ile %22 arasında oynuyor... Tayyip Bey siyasetten tamamen tasfiye edilirse AKP’nin oyu 3-4 puan geriler. Tayyip Bey’in milletvekilliğine yeşil ışık yakılmaz fakat genel başkanlığı sürdürmesine imkan tanınırsa, mağduriyet faktörü rol oynar ve AKP oyunu bir iki puan artırır.”

Kurulan bu oyunu ilk gören Ecevit olmuş; bu seçimin kendilerini götüreceğinin farkına varmıştır. Nitekim seçimlerden sonra bu amaçla  ‘bile bile intihar ettik’  demiştir. MHP oyunu görememiş ve seçimde ısrarcı olmuştur. Uzanların kutlamalarının ne anlam gelebileceği konusunda hiçbir istihbarata sahip olmayışları, MHP yönetiminin en büyük hatası olmalıdır. Seçim kararı alınır alınmaz, Uzanların parti kurarak sahneye çıkmaları, Yeniden Doğuş Partisini satın almaları ile siyasi dengelerin tamamen değişmesi sağlanmıştır.

Bu seçimin en ilginç iki partisi, Genç Parti ve Bağımsız Türkiye Partisidir. Kendileri hakkında söylenebilecek çok şey varken, medya tarfından bu denli  muhabbetle karşılanmalarının oyunun bir parçası olduğuna inanıyoruz. BTP beklenen reyleri alamadı. Ancak GP büyük bir sürpriz yaparak televole kültürünün oluşturduğu bir neslin, kısmen de göçmenlerin reylerı ile % 7 gibi bir düzeyi tutturmuştur. GP’nin böylesi yüksek bir rey almış olması, başta MHP olmak üzere DYP’nin barajın altına çekilmesine sebep olmuştur. Muhtemeldir ki böyle bir dönemde, Kürt milliyetçiliğini besler endişesi ile Türk milliyetçiliğinin istirahat ettirilmesi birileri tarfından düşünülmüş olabilir.

Üçüncüsü, uluslararası baskının artığı ve Irak’ta savaşın kapıya dayandığı bir dönemde Kürt milliyetçiliğine dayanan  bir hareketin barajı aşması ya da baraja yaklaşması, ciddi sorunların kaynağı olabilirdi. Bu nedenle Doğu ve Güneydoğudan rey alabilecek bir parti olarak AKP  idealdi.  Nitekim DEHAP’tan sonra en yüksek oyu alan parti AKP’dir. Bu ise rahatlatıcı bir durum olmuştur.

Dördüncüsü, 28 Şubat sonrasında ülke resmen soyulmuştur; kötü yönetilmiştir. Halkın üzerindeki baskı aşırı bir şekilde artmıştır. Yerli sermaye Türkiye’yi güvenli bulmayarak yurt dışına yönelmiştir. İşsizlik alıp başını gitmiştir. 400 bin işyeri kapanarak işsizliği daha da artırmıştır. Başörtüsü yasağı yaygınlaştırılarak hastahanelere kadar uzanmıştır. Açlığın, yoksuluğun, baskının ve  horlanmanın oluşturduğu bir girdabın içerisinde halk, mevcut sisteme baş kaldırma noktasına gelmiştir. Eğer dini inançları olmasa Arjantin’den çok daha vahim olaylar meydana  gelebilirdi. Bir sosyal patlamadan korkulduğu için seçim, 1950’lerde olduğu gibi engellenmemiş olabilir. Seçimle beraber aşırı iyimserliğin pompalanması, seçimler esnasında kapatılmak istenen AKP’ye medh ü senâ edilmesinin bir anlamı olmalıdır. Ortamın bu denli yumuşatılması ile sistemden kopan kitlelerde bir rahatlama sağlanıp, AKP aracılığıyla  yeniden  sisteme entegrasyonu düşünülebilir. Büyük bir devlet tecrübesi olan bir ülkenin böyle düşünebilmesi anormal değildir.

Beşincisi, bunu önümüzdeki günler gösterecektir.

3 Kasım seçimlerinin dikkat çeken  bir yönü de, % 27’lik büyük bir kesimin sandığa gitmemesi; % 4 lük bir kesimin de reyini iptal etmiş olmasıdır. Her ikisinin toplamı %31 (10300000 oy) olan  büyük bir kütle, yapılan seçimden ümitsiz demektir. Diger taraftan seçmenin %47’si parlamentoda temsil edilememektedir. Bu durum, parlamento dışında kalan partilerin birleşmesi için gerekli psikolojık zemini hazırlayacaktır. Daha şimdiden 3 parti lideri istifalarını açıklamışlardır. Birleşme ile birlikte yakalanan sinerjinin sonunda, parlamento dışı muhalefet bu konudaki uzmanlaşmış kadroları ile muhalefete geçip ortamı gerecek ve bürokrasideki adamları aracığıyla da hükümeti engelleme yoluna gitmesi sürpriz olmayacaktır.

 3 Kasım seçimleri, ağırlık merkezi boyutu itibari ile önemli mesajlar vermektedir. Birbirinden farklılıkları olmakla birlikte sistem ağırlık merkezinin çekim alanında bulunan ve 21 yıl boyunca (1983-2002) DYP, ANAP, DSP ve CHP’den biri veya bir kaçının iktidarda olduğu dönemi göz önüne aldığımızda DYP+ANAP+DSP+CHP’nin oyları, 1991 %70, 1995 %58, 1999 %57  ve 2002 % 34.4 olacak tarzda düşmüştür. Buna karşılık AKP+ MHP+RP(FP)+ BBP’nin oyları, 1991 %16.9, 1995 %29.6, 1999 % 33.2 ve 2002  %45 gibi bir değere ulaşmıştır.  Halk sezgisiyle, zaman içerisinde, sistemin ağılık merkezine olan desteğini çekip, kendi ağırlık merkezini kuvvetlendirmiştir. Bunun manası halk Türkiye’nin yönetiminden pay istemektedir Bu ülkede Öteki olmayıp ülkenin asıl sahibi olduğunu ifade etmektedir. Her darbeden sonra sisteme karşı olan partilere destek vermesinin başka ne anlamı olabilir?

AKP, MHP, FP ve SP hemen hemen aynı tabana hitap etmektedir. Yönetimleri açısından İslami veya  milli duyguların farklı tonlarını dillendirmiş olsalar bile, taban için keskin bir ayırım yoktur. Oylar, partilerin performansına bağlı olarak bu  partiler arasında gidip gelmektedir. Bunlardan diğer partilere gidiş  hemen hemen yoktur; fakat  diğerlerinden bu partilere  geliş vardır. Bu konuda ilginç bir örnek olarak Yozgat gözönüne alınabilir:

 

Yıllar      MSP (RP-FP-SP)%  MHP %  AKP% Toplam

1977                             13          22.9         -      35.9

1995                             36          13.9         -      49.9

1999                             21.1       38.6         -      59.7

2002                             1.5         13           51     65.5

 

Aralarında oy kayması olmasına karşılık  toplam oy gittikçe artmıştır. Bu oy ise diğer partilerden gelmektedir. Bunu değişik bölgelerde gözlemlemek de mümkündür. AKP, geçen seçimde FP’ye oy verenlerin %69’unun, MHP’lilerin %38’nin oyunu almıştır. Geçen seçimlerde MHP ve FP’ye oy verenlerden aldığı oylar AKP’nin 3 Kasımda aldığı oyların yarısıdır.17

Bu seçimi diğer seçimlerden ayıran en temel öğelerden biri de;  AKP ve SP haricindeki, özellikle CHP, ANAP ve DYP’nin dini kavram ve motifleri kullanarak bir kampanya yürütmüş olmalarıdır. CHP tarihinde ilk defa ayet ve hadis kullanarak bir seçim kampanyası yürütmüştür. Aynı ifadeleri AKP veya SP kullanmış olsaydı, Türkiye’de ortalık toz duman olurdu.

Bu arada Kürt milliyetçiliğine dayalı sistem karşıtı ayrı bir ağırlık merkezinin varlığını kuvvetlendirdiğine dikkat etmek gerekir. HADEP(DEHAP)’in bütün olumsuz koşullara ve kapatılma istemine karşılık oylarını (1999)%4.8’den %6’ya çıkarması  ve Tunceli, Diyarbakır, Mardin, Batman, Muş, Bitlis, Siirt, Şırnak, Hakkari,Van, Ağrı, Iğdır ve Kars’ta birinci parti olması önemli bir olaydır. Ayrıca HADEP’in Diyarbakır’da %56, Batman’da %47, Hakkari’de %45, Şırnak’ta %46, Van’da %41, Iğdır’da %32,  Muş’ta %38, Siirt’te %32, Ağrı’da %35, Kars’ta %20, Tunceli’de %33 gibi yüksek oranda oy alması anlamlı ve düşündürücüdür. 1999 seçimlerine nazaran buralardaki oylarda ciddi artışlar olmuştur. Bunu nedeni araştırılmalıdır. Kürt milliyetçiliği halk tabanını kuvvetlendirmektedir. Bu gerçekleri iyi okumalı ve tefsir etmeliyiz.  Diğer taraftan  buralarda bir iki yer hariç AKP ikinci partidir. Bu da iyi yorumlanmalı ve değerlendirilmelidir.

Seçim sonuçlarına ilişkin coğrafi harita incelendiğinde CHP Akdeniz, Ege sahilleri ile Trakya bölgesinde, HADEP Doğu ve Güneydoğu’da,  MHP Orta, Kuzey ve Kuzey Doğu Anadolu’da, AKP Kuzey, Orta, Doğu Anadolu Akdeniz ile Marmara bölgesinde bulunmaktadır.

Trakya hariç Türkiye’nin her tarafında en yaygın parti AKP’dir. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda etkin olan partiler batısında yoklar, batıda etkin olanlar ise doğuda yoklar. Bu Türkiye’de toplumsal mutabakat sorununu gündeme getirmektedir.

Etnik temelli bir kutuplaşma Türkiye’nin önünde en ciddi sorundur. Etnik tabanlı bir milliyetçilik duygusunun yaygınlaşması, çatışmayı kaçınılmaz kılar. Uluslararası arenada böyle bir oluşumu bekleyenler, hatta olması için katalizör görevi üstlenenler az değildir. O nedenle ülke sathında toplumsal mutabakatı en çok sağlayabilecek parti AKP olarak gözükmektedir. Bu noktada ilginç olan Türkiye’nin her tarafından rey alabilen parti 1995 seçimlerinde RP, 1999 ise FP idi. Şimdi ise AKP. Buradan çıkarılabilecek çok önemli bir sonuç vardır: Bu partilerin islami duyarlılıklarını gözönüne aldığımızda toplum, İslam’ı bir üst kimlik olarak görmektedir. 1983 yılından bu yana Türkiye’nin sık sık Milli Görüş hareketinin içinden gelenlerce yönetilmesi bunu göstermektedir. Son 15 yılın en başarılı hükümetinin, ömrünün kısalığına rağmen, RP hükümeti oluşu anlamlıdır ve üzerinde durulması gerekir.  

1995 seçimlerinde HADEP oylarının RP’ye; keza 1999 seçimlerinde HADEP’in oylarının yerel seçimlere iştirak etmediği bölgelerde genelde FP’ye gitmesi; 3 Kasım 2002 seçimlerinde de Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerden AKP’nin DEHAP’tan sonra en yüksek oyu almuış olması, Kürtlerin İslam’ı, bir üst kimlik olarak görmesindendir. Bu ayrı bir araştırma konusu olmakla beraber her üç seçimin sonuçları incelendiğinde, Kürtlerin İslam’a üst, birleştirici bir kimlik olarak baktıkları kolayca anlaşılabilir. Bu, ülke için bir avantajdır. Önemli bir çıkış noktasıdır da.

 1999 seçimlerinde DSP ve MHP, ülkenin en sancılı bölgesinde mevcut değildi. Bugün ise CHP bu bölgede yoktur. Bu yöre insanlarının, kendilerini temsil ettiğine inandıkları partileri de her iki seçimde de parlamentoya girememiştir. Bugün de Türk milliyetçiliğini temsil eden bir parti parlomento dışıdır.

Sahil şeridinde olanlar içerlerde yok, içerde olanlar ise sahillerde yoktur. Ayrıca büyük kent merkezleri ile çevrenin siyasi tercihleri de farklıdır. Çevre genelde kırsal kesimden göç eden (iç göçmen) insanlardan oluşmaktadır. Bu insanlar kısa vadede ne kentli, ne de köylüdür. Farklı değer sistemlerinin etki anaforunda huzursuzdurlar ve toplumsal bir şizofreni ile karşı karşıyadırlar. Genelde de yoksuldurlar. Çevrede AKP etkin olmuş, buna karşılık merkezlerde CHP etkin olmuştur. Ancak bu seçimde şehir merkezlerinde de ciddi çözülme olmuş, AKP önceki seçimler göz önüne alındığında daha yüksek oy toplamıştır. Bu seçimlerin ilginç bir boyutu da AKP’nin  yoksul ve ezilmişlerin, CHP ise zenginlerin, tuzu kuru olanların ve  yabancılaşma hareketi temsilcilerinin partisi olmuş olmasıdır. Bu seçimlerde yoksulların partisi kazanmıştır.

Göçmenler, eskiden AP, ANAP, DYP çizgisinde iken; bu seçimde ağırlıklı olarak GP’yi tercih etmiş görünüyorlar.

Gelir seviyesi düşük ve işsizlik oranı yüksek olan bölgelerde, koalisyonda yer alan partiler oy kaybına uğramışlardır. Ancak buralarda da parlamento içi muhalefet ciddi hiçbir başarı gösterememiştir. Halk ekonomik durumun kötülüğünden ve  uygulanan baskıdan, iktidar ve muhalefeti birlikte sorumlu tutarak parlamento dışı partilere yönelmiştir. Cumhuriyet tarihinde belki de ilk defa böyle bir durum meydana gelmiştir.

18 Nisan seçimlerinde MHP, Ülkü Ocakları aracılığıyla işsiz gençliği örgütleyip onların ümidi haline gelmişti. Ancak MHP  vadettiği işsizlik sorununu çözemeyince bu gençlerin büyük bir kesimi 3 Kasım seçimlerinde AKP ve GP’ye yönelmiş olabilir. Şimdi  de bütün  bu gençler AKP’den iş talep edecektir. AKP kadrolarının bu geçeği iyi görmesi lazımdır.

28 Şubat sürecinin mağdurları olan Anadolu kaplanları/arslanları denen esnaf, zanaatkar ve iş adamları, 28 Şubat sürecinde RP’nin kendilerini yeterince savunmadığı inancı ile “masaya yumruğu vurabileceği” ümit edilen MHP’ye 18 Nisan 1999 seçimlerinde  destek vermişlerdi. Anadolu kaplanlarının yoğun ve etkin olduğu yerlerde MHP’de ciddi oy patlaması olmuştu. İstanbul dükalığına karşı duyulan kin ve hınçla MHP bu kesimlerin ümidi haline gelmişti. Ancak MHP kendinden beklenen tavır almayı gösterememiş olduğu için bu seçimlerde bu desteğinden de mahrum kalmıştır. Bu seçimlerde bu insan unsuru genellikle AKP’yi desteklemiştir.

Yoksul ve işsizlerin veya 28 Şubat sürecinde mağdur olan esnaf, zanaatkar, iş adamları ve ticaret erbabının RP’den MHP’ye  oradan da AKP’ye kaymasındaki sebebin iyi analiz edilmesi gerekir. Bu kesimler, kendi sorunları ile gerektiği gibi ilgilenmedikleri için MHP ve SP’ye küskünler ve bir anlamda da onları  beceriksiz olarak görmektedirler. Koalisyonlardan bıkan, birbirine yakın kulvarda rekabet yapan partilerin kedi-fare oyunu sergilemelerinden yorulan halk; bütün bu siyaset erbabını dinlenmeye alarak düşünmeleri için parlomento dışında görevlendirmiştir. Devlet yönetiminde ciddiyeti, parlomentonun  ağırlık ve etkinliğini isteyen ve koalisyon çekişmelerinden bıkan halk, AKP’yi tek başına iktidar yapmıştır.

Sonuç

AKP hükümeti, geçmişteki hükümetlerin düştüğü hataya düşmeden kendisine verilen bu imkandan iyi yararlanmalı; halkın konuşmasını sağlayacak dönüşümü sağlamalıdır. Acil eylem planı uygulanırken tabanın arzu ve istekleri çok fazla geri plana atılmamalı. Halk küstürülmemelidir. Kendilerini ezilmişlerin, horlanmışların, baskı altında tutulmuşların, yoksulların iktidar kotuğuna getirdiklerini unutmamalıdırlar. Sistemin ağırlık merkezine doğru yapacakları her yaklaşım, kendilerini halktan daha fazla koparacaktır. Sistemin ağırlık merkezi bir karadeliktir. Çekim alanına giren her yapıyı un ufak etmiştir. Vefasızdır. Bunun için sistemin merkezine yakınlaşan halkın teveccühünü kazanmış tüm siyasi partilerin akibetlerine bakmak yeterlidir. O nedenle halk ile yeni bir sosyal mukavele imzalayıp halkı siyasetin merkezine oturtmalıdır. Halk siyasetin merkezine oturup seçtiklerine sahip çıktığı oranda ülke selamete çıkacaktır. Halkın siyasetten uzak tutulması, AKP’nin hükümet etme ömrünü azaltacaktır. Halkın siyasetin merkezine oturtulabilmesinin yolu, sivil toplum örgütlenmesinden geçer. Bu nedenle bütün darbelerin  toplumun örgütlenmesinin önüne koyduğu tüm engeller kaldırılmalıdır.

Bütün bu seçim sonuçları; halkın  kendisini dinlemeyen, saymayan, yok farz eden yöneticilere karşı diklenme ve bizzat kendisinin masaya yumruk vurma kararlılığına ulaştığını; kendi reyinin hakkını vermeyenleri kolayca tasfiye edeceğini, eskisi gibi körü körüne bir partiye bağlanmayacağını, herkesin haddini bilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

Halk siyasilere ve ülkeyi yönetenlere Arnavut lisanı ile  “Nekâ ekmek, okâ köfte” demektedir. Tefekkür, tedebbür ve tezekkür edebilenler bu mesajı alabilir ve kendisini, sistemin ağırlık merkezinde değil de halkın oluşturduğu ağırlık merkezinde konumlandırır.                                                    n

Kaynakça

1. Öcal M., İmam Hatip Liseleri ve İlköğretim Okulları, Ensar Neş. İst. 1994, s.31

2.  Atatürk, Söylev, Türk İnkılap Tarihi Enst. Yay. Ank. 1982, c.2, s.98

3. Dağlı N., Aktürk B., Hükümetler ve Programları, TBMM Yay., Ank. 1988, c.1, s.4

4. Jarschke G., Yeni Türkiye’de İslamcılık, Ank. 1972, s.97

5. Dağlı N., Aktürk B., A.g.e., c.1, s.143-147

6. Öcal M., A.g.e., s.36

7. Gökalp, Z. , Milli Terbiye ve Maarif Meselesi, Ankara 1964

8. Türkdoğan, O, “TUSİAD’ın Eğitim Raporu Üzerine”, Yeni Türkiye, Sayı 7, Ocak-Şubat 1996, S: 532-541.

9.  Türkkan, R.O, “21. Yüzyıla Göre Eğitim”, Yeni Türkiye, Sayı 7, Ocak-Şubat 1996, S: 53-57

10.  Öcal M., A.g.e., s.38

11. Ünsür A., Kuruluşundan Günümüze İmam Hatip Liseleri, Önder Yay., İst. 1995, s.68

12. Ortaylı, İ, “Maarifin Son 150 Yıldaki Serencamı, Yeni Türkiye, Sayı 7 , Ocak-Şubat 1996, S: 462-470

13. Balcı, M., MGKve Demokrasi, Yöneliş Yay. İst. 1997

14. Üskül, Z., Siyaset ve Asker, İmge Kitabevi, Ankara 1997

15. Kaplan Y., Merkez Neresi, Çevre Nereye Düşer? Yeni Şafak, 6.11.2002 (Shils’ın The Constitution of Society adlı kitabının 93. sayfasına atfen)

16. Demirel S., Daha Güçlü Cumhuriyet İçin, 30.10.2002 Radikal

17. Erdem T., İki Partı Seçmeni AKP’ye Gitti, 06.11.2002 Radikal

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...