(Umran Dergisi)
Harabat ehline hor bakma sakın Defineler bulunur viranelerde.. Seyrani
Umran; doğruyu, güzeli, hak ve adaleti arayan, stratejik
düşünce üreten bir okul ve bir ekoldür.
Ürettiği düşünceler, yaptığı yorumlar, başta Müslümanlar olmak üzere tüm
insanlığın yararınadır. Bu ülkenin içinde bulunulan bölge ve tüm dünyanın
yararı düşünülerek hareket edilir. Bu Umran'ın
tarihi misyonudur. Olaylara yaklaşımı, duygusallıktan uzaktır. Olayları ele
alış biçimi, yorumlayışı ve ulaştığı sonuçlar genelde faklıdır. Bu güne kadar
yaptığı yorum ve değerlendirmelerde, getirdiği çözümlerde, genellikle,
yanılmamıştır.
Geçmişte RP, FP, MHP ve Fethullah Gülen Hareketi ve
buna benzer konularda dikkat çektiği tehlikeler ve öngördüğü sonuçlar ne yazık
ki, bir bir gerçekleşmiştir. Geçmişte yazılmış yazıların, hiç birinde ne
birileri yeriliyor ne de övülüyordu. Bunlarda yalnızca gerçekler aranıyor,
çıkış yolu ortaya konmaya çalışılıyordu. Bu bizim mümin olmaktan kaynaklanan
bir sorumluluğumuzdu. Çünkü Allah Al-i Imran sûresinin 110. ayetinde ‘Müslümanları tüm insanlık için çıkarılmış
hayırlı, iyiliği, güzelliği, adaleti, hak ve hukuku emredip; kötülükten, çirkinlikten, zulüm ve
adaletsizlikten alıkoyan bir ümmet’ olarak tanımlamaktadır. Al-i Imran
104’de ise Müslümanlaın kendi içinde
aynı rolü üstlenecek bir topluluğun bulunması istenmektedir. Keza Asr sûresinde bu görev; “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan
içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı
tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (104 Asr 1-4)”,
denerek kurtuluşa ermenin bir aracı olarak sunulmaktadır. Konunun önemine,
savaş gibi son derece hayati bir ortam göz önünde bulundurularak Tevbe
Süresinin 122. ayetinde özel bir vurgu yapılmaktadır:
“Müminlerin hepsinin toptan
sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî
ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları
ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar”.
İşte biz, 3 Kasım seçim sonuçlarını bu anlayışla ele alıp inceleyeceğiz. Ne birilerini göklere çıkaracak, ne de birilerini yerin dibine geçireceğiz. Elde edilen sonuçların; ülkeye, millete, İslam dünyası ve tüm insanlığa yararlı olabilmesi için nasıl hareket edilmesi gerektiğini öneriler olarak ortaya koymaya çalışacağız. Bunun için de öncelikle bir arka plan sunacağız. Bir dizi şeklinde devam edecek bu yazının, bu bakış açısı göz önüne alınarak okunması yararlı olacaktır.
İki Halk: Gerçekte Var Olan(Yaşayan) Halk, Sanal(Toplum Mühendislerinin Kafasında Var Olan) Halk
Tarihimizin son 200 yıllık süreci çalkantılar, kargaşa
ve bunalımlarla yoğrulmuştur. Toplum, kurak toprağın suya hasreti, susamış
canlıların suyu özlem ve öfke ile arayışı gibi, gerçeği, doğruyu, güzeli ve
huzuru aramıştır. Kanıyla suladığı, canı karşılığında koruduğu vatan
topraklarında hor ve hakir görülmekten, aşağılanmaktan, itilip kakılmaktan;
rahmetli Necip Fazıl’ın deyişi ile “Öz
yurdunda garip, öz vatanda parya” olmaktan kurtulamamıştır.
Yıkılışa doğru
sürüklenen imparatorluğun kurtulabilmesi için yapılan tartışma ve çalışmalarda;
batı karşısında alınan mağlubiyetlerin gerçek sebepleri gerektiği gibi araştırılmamış ve tartışılmamıştır.
Bu günkü gibi hep acil eylem planı diyebileceğimiz çözüm şekilleri ortaya
konmuştur. Bu nedenle de öze inilememiş genellikle de şekil planında
kalmışlardır. II.Mahmut’un başlattığı şekli değişim, cumhuriyetle devam etmiş
bugün bile en yoğun bir baskı altında devam ettirilmek istenmektedir. (Öyle ki
75 yaşındaki bir kadın, başörtüsünden dolayı üniversite hasta hanesinde tedavi
edilmek istenmemiştir.) Yanlış teşhis, yanlış tedavi yöntemini de beraberinde
getirmiştir. Halkın inancı, örfü, adeti ve gelenekleri bizzat geriliğin kaynağı
olarak görülmüş ve Osmanlı’nın son dönemlerinde dolaylı yollardan; cumhuriyet
döneminde ise doğrudan tasfiye edilme yoluna gidilmiştir. Halkın sahip olduğu
tüm bu zenginliklerin yerine ikame etmek istedikleri değerler, özellikle,
cumhuriyet döneminde batı düşünce sistemi, batı gelenekleri ve batı yaşam
biçimi olmuştur. Bu süreçte her şey, ‘halk
adına, halk için ama halka rağmen’dir. Yönetim gücünü kullananlar, halk
için yararlı olanı halktan daha iyi bilmekte, konunun muhatabına ne istediği
sorulmamaktadır. Muhatap; duygu, düşünce ve ruh dünyası olmayan mekanik bir
robot gibi algılanmaktadır. Yöneticiler, mevtanın ölü yıkayıcı karşısındaki
teslimiyeti gibi bir teslimiyeti halktan istemişlerdir.
Son 200 yıllık dönemin aydın ve bürokrat kesimi; batı
karşısında alınan mağlubiyetleri, ülkeyi kendileri yönetmiş olmalarına rağmen,
yönetimde hiç söz sahibi olmayan halka fatura etmek gibi bir hatayı
işlediklerinin farkında bile değillerdir. Ne Osmanlı’nın son dönemlerinde, ne
de 1950 gelinceye kadar yönetimde halk yoktur. Bugün bile partilerin
programlarının hazırlanmasında ve de kabulünde ne derece etkili olduğu
tartışmalıdır. Ama bütün başarısızlıkların müsebbibi olarak yine halk
görülmektedir. Bu yaklaşım tarzı; halkın küsmesine, içe kapanmasına, enerjisini
ve imkanlarını ülke için seferber etmesine engel teşkil etmiştir. Bu süreç
içerisinde yöneticilerin kafasında, başka bir halk tasavvuru oluşmuştur. Madem
ki mevcut, yaşayan, fiziksel dünyada var olan halk kendi istedikleri gibi
olmuyor; öyleyse kendi kafalarında olması gereken halkı yaratmalıydılar(!). “On yılda on beş milyon genç yarattık her
yaştan” mısralarında söylenen, yapılmak istenendi. Bu anlayışla Türkiye
coğrafyasında fiilen iki halk var kılınmıştır. Biri yaşayan günlük hayatın
içinde varolan, diğeri aydın, bürokratların kafasında var olan ve bir kısım ağa, eşraf ve komprador azınlık
tarafından savunulup inşa edilmeye çalışılan sanal bir halk.
Cumhuriyet dönemi yöneticileri; başta eğitim olmak
üzere hayatın tüm alanlarını, böyle bir halkı inşa edebilmek için
kullanmışlardır.
Nasıl bir insan ve cemiyet oluşturulmak istendiği
batıya endeksli olarak düşünülmüş ve yol
boyu değiştirilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Tevhidi Tedrisat Kanununu mecliste savunurken yetişecek nesillerin
alması gereken eğitimi:
“Efendiler! Bizim dinimiz
akla en uygun ve en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din
olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması
gerekir. Elbette her fert dinini, diyaneti öğrenecek bir yere muhtaçtır. Orası
da medrese değil mekteptir.”1
“Bizde ruhbanlık yoktur.
Hepimiz müsaviyiz ve dinimizin ahkamını eşit şartlarda öğrenmeye mecburuz. Her
fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da
mekteptir.”2
olarak belirtmiş olmasına ve 3 Mayıs 1920-24 Ocak 1921
hükümet programında:
“Maarif işlerindeki gayemiz;
çocuklarımıza verilecek terbiyeyi her manada dini ve milli bir hale koymak ve
onları cidal-i hayatta muvaffak kılacak istinatgâhlarını kendi nefislerinde
bulduracak kudret-i teşebbüs ve itimad-ı nefs gibi seciyyeler verecek,
müstahsal bir fikir ve şuur uyandıracak bir derece-i âliyeye isal eylemek,
tedrisat-ı resmiyeyi bütün mekteplerimizi en ilmi, en asrî olan bu esasta
kavaid-i sıhhiyye dairesinde yeniden tanzim ve programlarını ıslah etmek...”3
denmiş olmasına rağmen; pratikte bunun tam tersi
yapılmıştır. Nitekim daha sonraki yıllarda, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya (1937
yılında);
“Türklerin maneviyatı için
kendi temiz ahlakını geliştirmesi yeter... Laiklikle biz, dinin memleket işleri
üzerinde nüfuz sahibi olmasını önlemek istiyoruz... Dinler vicdanlarda ve
mabedlerde kalmalı, maddi hayatın ve dünyanın işlerine karıştırılmamalıdır.”4
ve Başbakan
Hasan Saka ise (18.6.1948 yılında);
“Her derece okullarımızda demokratik
terbiyenin yerleşmesine ehemmiyet vereceğiz.”5
diyerek tavır değişikliğine gittiklerini
belirtmişlerdir. O dönemin aydınları, daha da ileri giderek dine ve dindara savaş
açmışlardır:
“Allah’ı da Sultan ile
birlikte tahtından indirdik. Artık türkiye’de ne din, ne Tanrı ve ne de
Peygamber vardır. Bizim dinimiz Kemalizm ve mabetlerimiz de fabrikalardır.”6
Terbiyede,
1920’de din ve millilik referans iken; 1937’de milli ahlak, 1948’de ise
demokratiklik ana kriter olmuştur. Artık terbiye belirsiz, muğlak, kaypak bir
zemine kaymış, herkesin istediği zaman kullanabileceği yeni bir alan
oluşturulmuştur.
Cumhuriyetin başlangıcında öngörülen insan unsuru ile,
1948’e gelinirken öngörülen insan unsuru arasındaki farklılık; çok ciddi bir
ruhsal kırılmaya neden olmuş, sanal bir halkın inşası için mekteple ev arasına
sıkışıp bunalıma düşen şizofrenik bir
nesil ortaya çıkmaya başlamıştır. Okulla ev arasına sıkışan genç beyinler, bir
kültür buhranına düşmüş; farklı değer sistemlerinin çatışma anaforunda yolunu
ve istikametini bulamamış; bağrından çıkıp geldiği halka ya düşman olmuş ya da
ondan uzak durmuştur. Artık çocuklar evde başka okulda başka dışarda başka
davranmak gibi bir eğilimin içine girmişlerdir. Bu tehlikeyi, daha işin başında
isabetle görüp mektep ve medreselerdeki eğitime dikkat çeken Ziya Gökalp olmuştur:
“Türkiye’yi diğer ülkelerden
ayıran hususi bir hal var: Başka milletlerde en seciyeli ve ahlaklı kimseler
tahsilde en ziyade ileri gitmiş fertler arasından çıktığı halde, bizde
ekseriyetle bunun aksi vaki oluyor. Türkiye’de vatan için en zararlı adamlar
okullardan nasip alanlardır. Meşrutiyet’in ilanından beri gördüğümüz bir çok
vakıalar bu paradoksal hakikatı teyit etmektedir. Bu vakıalardan çıkan netice
şudur. Türkiye’de medrese ve mektep terbiye ettiği fertlerin ahlak ve
seciyesini bozuyor. Bunun sebebi, diğer milletlerin maarifi milli bir mahiyette
olduğu halde, bizim maarifimiz kozmopolit mahiyettedir.”7
Türkiye’de 18 yıl çalışmış Prof. Dr. Philip Schwartz, “1933 Yılında Yapılan Üniversite Reformu
Neden Dolayı Başarısız Geçti” adlı incelemesinde benzer tesbitlerde
bulunulmuştur:
“18 yıl Türk milletinin her
tabakasıyla yaptığım sıkı temaslardan edindiğim izlenimler neticesinde,
üniversite reformunun başarısızlığında iki mühim ve Türk tarihiyle izah
edilebilen faktörün en büyük rolü oynadığına inanıyorum. Biri Türk aydınlarının
birçoğunda derin kökleri bulunan kifayetsizlik hissidir. İkincisi de, gerek
aydınlarında, gerekse halkın birçok unsurunda Türk milletinin mukadderatını
idare edenlere karşı mevcut olan itimazsızlıktır.
Önce kifayetsizlik hissini
ele alalım. Bu ilk bakışta kolaylıkla tesbit edilemez. Hatta üniversitenin
kaderini eline almış olanların bazıları kendilerini çok üstün görmektedirler.
Fakat, hakikatı biraz araştırırsak, kifayetsizlik hissinin hayret edilecek
ifadeleriyle karşılaşırız. Kaç defa Türk arkadaşlarımızın şu tarzda hitaplarına
maruz kaldım: Siz Türkiye’yi tanımıyorsunuz. Burada hiçbir iş yapılamaz.
Ekseriyetle rastlanan sathi
bedbinlik, haksız tenkit iptilası, hakikatlerin ve hadiselerin yanlış bir
zaviyeden takdimi, daima haklı çıkmak hırsı, böbürlenmek, alâyışe düşkünlük,
toleranstan yoksunluk, başkalarını hakir görmek, birbirini çekememek başkalarının
üstünlüğüne tahammül edememek, başkalarına nisbetle daha iyi olma iddiası,
görünüşü kurtarma arzusu, bütün bu gibi vasıfların neticeleri günlük hayatta
bile çok derin tesirler yapmaktadır. Eğer yöneticiler arasında çok menfi bir
seleksiyon cereyan ediyorsa bunun sebeplerini de bu ruhi faktörlerde aramak
gerekir.
Yukarıda zikrettiğimiz
ikinci sebep yani itimatsızlık unsuru da birinci sebeple çok yakından
ilgilidir. Bütün bu sebepler neticesinde aydınların çoğu kendi şahsi
kaderlerini milletinden ayırmakta haklı olduklarını zannetmektedirler.
Vatanları için ölmeyi göze alanların çoğunda vatan için yaşamak arzusu çok
gevşektir. Bundan dolayıdır ki, hayat mücadelesinde hile, kanundan daha büyük
itibara sahiptir. Kurnazlık, ilim ve sanat bakımından yaratıcı dehadan daha
yüksek bir kıymet taşımaktadır. Üniversitelerde mevcut olan mevkiler,
birçoklarınca hayat gayesi olarak telakki edilmemektedir. Bilâkis ancak
hariçteki şahsi ve maddi işler için bir temel olarak kullanılmaktadır”8
Ne yazık ki o gün yanlış bir varsayımdan hareketle kurulan fabrika, yanlış üretime şu an
bile devam etmektedir:
“Neticede, sapık
ideolojilere, dinsizliğe veya zıddı fanatizme kayanlar, hayatta köşe
dönmecilikten başka bir şey düşünmeyen, kolaylıkla yolsuzluk yapan, topluma
zarar veren, yada uyuşturucu çukuruna ve ahlaksızlığa düşen nesiller yetişiyor.
Böyle devam ederse, hızlı değişimli, TV / Bilgisayar / İnternet ağlarıyla her
türlü “Bombardımana açık” bir dünyada manevi değer erozyonu daha feci boyutlara
ulaşacaktır. Bilgice iyi yetişmiş gençlerde toplum sorumluluğu yoksa, zeka ve
bilgilerini sade kendi çıkarları için ve ahlaksızca kullânırsa, cahil
vatandaştan bile daha çok zarar verebilirler.”9
Halka rağmen halk için inşa edilen bu kozmopolit
eğitim sisteminin uygulamasının bir
sonucu olarak takiyyeci, inkarcı,
kötüleyici, nifakçı, baskıcı, tahammülsüz, tehditçi, çifte standartçı, halka
tepeden bakan, hatta halkı tehlikeli ve düşman gören, kendisi ile barışık
olmayan, sorumluluktan kaçan, menfaatçı, bireyci, enerjisiz, ilkesiz, heyecansız, kifayetsiz ve öz güvenini
kaybetmiş yeni bir nesil yetişmeye başlamıştır.
Gerçekten
istedikleri böyle bir nesil miydi? Hayır böyle bir nesil istemiyorlardı. 3
Kasım seçim sonuçlarında Genç Partinin %7 lik bir oy oranına ulaşmasından
duydukları endişe; böyle bir nesli arzulamadıkları ve bundan çok rahatsızlık
duyduklarının bir ölçüsü olarak değerlendirilebilir. Hata, tutulan yolun
yanlışlığından kaynaklanmaktadır. 1000 yıl İslam’la yoğrulan bir millet, İslam’dan koparılarak yeniden inşa edilemezdi.
Edilmeye kalkılırsa ulaşılan sonuç, bundan başka olamazdı. Bu durum,
sadece Türkiye’de yaşanmamış; tüm İslam coğrafyasındaki yabancılaşma
hareketlerinin ortak paydası olmuştur. Gidilen
yolun, uygulanan yöntemin yanlışlığı
böyle bir ürünün varlığını ortaya çıkarmıştı. Çünkü gidilen yol kullanılan
yöntem ilahi sünnete aykırı idi:
“Şayet onlar da, sizin
inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuşlardır; yok eğer yüz
çevirirlerse, onlar elbette bir çelişki ve aykırılık içindedirler.”(2 Bakara
137)
Son 200 yıllık dönemde halk -bazı istisnalar olabilir- genellikle her alandaki politikaların tesbitinde yoktur. Onun için bu politikalar, gerektiği gibi başarı kazanamamış ve fakat toplumsal dayanışmayı, heyecanı tahrip etmiş ve yaşayan halkı birbirine düşman kamplara bölmüştür. Kafalarındaki halkı inşa etmeyi başaramamışlar ve fakat yaşayan halkı tahrip etmeyi başarmışlardır. Belki de Cumhuriyet tarihi sanal halk uğruna, yaşayan halkın yok edilme uğraşı olarak özetlenebilir.
İki Farklı Ağırlık Merkezi: Halkın Ağırlık Merkezi, Sistemin Ağırlık Merkezi
Milli mücadele yıllarında halkla bütünleşebilmek için
halkın inanç sistemine oturtulan tüm söylem ve davranışların, zaferden sonra
ince bir stratejiye bağlı olarak değiştirilmesi ve halkın dışlanması, halkın
küsmesine ve tepkisine neden olmuştur. Halkın teveccüh gösterdiği Serbest
Fırka gibi partilerin, her türlü komplo ve iftira kampanyası ile kapatılması,
İstiklal Mahkemeleri’nin uygulamaları, “bazı kurbanlar” verileceğinden sık sık
bahsedilmesi, yöneten ve yönetilenin madden ve manen kamplaşmasını sağlamıştır.
Halk içine kapanırken, yönetenler de hayallerinde ki sanal halkı inşa ve o
sanal halk için yeni bir sistem ve yeni bir devlet şekillendirme gayretlerine
hız vermişlerdir.
Yöneten-yönetilen
ilişkilerinin bu denli bozulması, iki
ayrı yapının ve iki ayrı ağırlık merkezinin oluşmasına vücut vermiştir. Bir tarafta halkın değer sisteminin oluşturduğu
merkez; diğer tarafta sistemin değerlerinin oluşturduğu merkez. Sistemin
ağırlık merkezinde halktan kopmuş, halka üsten bakan bir grup bürokrat, aydın,
eşraf, ağa ve zenginler vardır. Halkın ağırlık merkezinde ise sadece halk
vardır. Cumhuriyet tarihinde bu merkezler, hiçbir zaman örtüşememiştir.
Örtüşemediği için de gerçek anlamda bir huzur ülkeye hakim olamamıştır. Devamlı
bir gerilim ve çatışma gizliden veya açıktan bu merkezler arasında var
olagelmiştir. Böyle bir kutuplaşmanın
nasıl bir sonuç vereceğini büyük bir basiretle ilk görenlerden biri,
Atatürk’ün iktisadi konulardaki danışmanlarından Ahmet Hamdi Başar’dır.
Atatürk’ün de içinde bulunduğu ve “Laiklik
dinsizlik midir, değil midir?” tartışmasının yapıldığı bir ortamda, iki
farklı ağırlık merkezinin varolacağının
tehlikesine dikkat çekmiştir:
“Laikliğin bizde anlaşılmaya
başlanan şekilde uygulanması dinsizlikten başka birşey değildir. İslâmlıkta,
din ile dünyanın ayrılması, dinsizliğin ifadesidir. Bu vaziyette, bütün yaptıklarımıza
din muhalefet edecek... Eğer halk dine inanırsa, hükümete ve devlete
inanmayacak. Halk ya hükümetsiz veya dinsiz kalacak. Hem hükümeti, hem dini
kavrayan ve kabul eden bir cemiyet olamayacağız. Halbuki Hıristiyanlıkta bu
oluyor, İslamlıkta olmuyor. Laiklik inkılabını şimdi anladığımız şekilde kabul
edince ve İslâmlığı fedaya kalkınca ortaya o mahiyette koyacak hiçbirşey
bulamayacağız ve koyamayacağız. Halk, parçalanmış, hayvanlaşmış insan sürüleri
haline gelecek. Belki maddi eserler göreceğiz, belki çok ilerlemiş olacağız,
fakat hayvanca, maddece bir ilerleyiş... Camileri yıkıp, terkedip onların
yerine Halkevleri yapmak suretiyle maksadımıza asla muvaffak olamayacağız.”10
Bu kadar gerçekçi ve ileriyi gören bir tahlil ne yazık
ki hiç dikkate alınmamıştır. muhtemeldir ki, buna benzer çok şey söylenmek
istenmiştir. Ama o meşhur karalama mantığı, o baskıcı anlayış hep galip
gelmiştir.
1950’ye kadar yönetimde halk yoktur. Sistem tek
ağırlık merkezli olarak Türkiye’ye mutlak hakim pozisyondadır. Başvekil İsmet
İnönü 1925 yılında Muallimler Birliği’nde yaptığı konuşmada aceleciliklerini,
tahammülsüzlüklerini, halkı nazarı dikkate almadıklarını baskı ve şiddet yolunu benimsediklerini
açıkça dile getirmekte bir sakınca görmemiştir:
“Evvela Tevhid-i Tedrisat’ın
bazılarınca su-i tefsir ve telakki edildiğini gördük. Bu işin müteşebbisleri
ile muakkiplerinin, elbette yeknazarda dinsizlik ithamına maruz kalacakları tabii
idi. Tevhid-i Tedrisatı düşündüğümüz zaman, avamfiribâne iğfalâta vesile
yapılacağını tahmin etmiyor değildik. Bizim için bunların hepsi malum idi.
Kapanan bazı müessseselerin hiç olmazsa harfleri ve harekeleri tanıtmak gibi
faidesi vardı şeklinde nazariyeler ileri sürüleceğini, Tevhid-i Tedrisat’la bir
takım müesseseleri kapatmak yerine onları ıslah etmek daha faydalıdır gibi
fikirler ortaya atılacağını, bu gibi itirazların ne gibi netayici olacağını hep
biliyorduk. Fakat, türkiye Büyük millet Meclisi kararını verdi. Tedricen
varılacak gayeleri ta’cil etmek inkılap yapmaktır. Büyük Millet Meclisi’nin
zaruri bir neticeyi bir kanun ile ta’cil ve tesbit etmesi bir inkılap
addolunabilir. Bunu yapmak için arîz ve amîk düşündük. Gördük ki başka hiçbir
çare yoktur. Gördük ki bütün dünyanın yolu budur. I’tılaya bir medeniyete eren
milletler, hep bu yoldan giderek bugünkü seviyelerini buldular. Mugalatalara,
tezvirlere boyun eğmek, itiraf-ı acz olurdu. İnkılaplar kâdir ve kâhirdir...
Yaptığımız işi dine münafi görmek, yapılan işi görmemektir... On sene sonra
bütün dünya ve şimdi bize muarız olanlar, yahut tuttuğumuz yoldan din namına
endişe edenler göreceklerdir ki, müslümanlığın asıl en temiz, en hakiki şekli
bizde tecelli etmiştir. O fiili tecelliye kadar biz bu hakikatı kanunen,
cebren, inkılapla telkin ve onu tatbik edeceğiz... Hedefe varmak için her cahilane
itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir.”11
İnönü’nün bu konuşması, Kendi kafalarındaki doğruların
tartışılamaz olduğunu göstermektedir. Buna karşı yapılan eleştiriler cahilanedir,
avamfiribâne iğfalattır, mugalatadır, tezvirdir. Bunun manası şudur: ‘biz
herkesten herşeyi daha iyi bilir, daha iyi düşünürüz; Dini de sizden daha
iyi biliriz, bizim sunduğumuz din
anlayışı gerçek ve saf din anlayışıdır; bizim kafamızdaki doğrulara(!) karşı
çıkan herkes ya cahil ya gafil ya da düşmandır ve bunlar “kanunen, cebren”
bertaraf edilecektir.’ Bugün bile bu anlayış devam etmektedir. 3 Kasım
seçimlerine girildiği bir dönemde Ak Parti’yle ilgili açılan dava, kanun
yoluyla bertaraf etme girişimidir.
1923-1930 döneminde Sistemin Ağırlık Merkezinde
bulunanlar, kafalarındaki halkı inşa
edecek siyasal bir sistemi kurma çalışmalarını, yaşayan halka rağmen
gerçekleştirmeye başlarlar. Kendilerine gerekli her türlü kanuni statüyü(!)
TBMM çatısı altında hazırlarlar. Bu dönemde yaşayan halka, sen ne istiyorsun diye birşey sorulmaz. 1930-1938 döneminde rejim
kuvvetlendirilmeye çalışılır. Laiklik, pozitif bilimcilik anlayışları ile
Batılılaştırma hareketi hızlanır. Dine ve dindara savaş açılır. Din toplumsal
hayatın tüm alanlarından silinir7. Altı ok ilkeleriyle yeni bir din inşa edilmeye çalışılır. Bunun içinde, Darwin, Freud
ve Durkheim’ın fikirlerinin genç beyinlere yerleştirilmesine çalışılır.
1938-1950 arası dönemde baskı daha da
şiddetlenir. Uygulamalar, milliyetçilik yerine hümanizm adına yapılır. Kafadaki
halkın inşası için Köy Enstitüleri yaygınlaştırılır. Türkiye’de 1950’ye kadarki
dönemde etkin olan tek ağırlık merkezi vardır; o da sistemin ağırlık
merkezidir.
1950’ye yaklaşırken İnönü döneminin baskı
mekanizmasına karşı oluşan muhalefet ve dünyadaki konjonktürün değişmesi sistem
merkezinin ikiye ayrılmasına ve gücünün zayıflamasına neden olmuştur. Buna
rağmen, bürokrasi, aydınlar, eşraf ve zenginlerin İnönücü sistem merkezinde yer almaları ile sistem merkezinin
etkinliğinin devamı sağlanmıştır.
1950-1960 yılları, aynı temel zihniyetin, yeniden
yapılanma, kabuk değiştirme ve yeni bir çehreye bürünme dönemi olur. Dini ve dindarı karşısına alan resmi ideoloji
yerine, Dini ve dindarı yedeğine alan ve
kendi iktidarı için kullanan yeni bir ideoloji inşa edilir. Yayınlarda,
kitaplarda İslam düşmanlığı devam eder. Batılılaşmanın toplumdaki gerçek
tahribatı bu dönemde başlar12. Buna
rağmen Cumhuriyet Halk Partisi bünyesinden çıkan ve Cumhuriyet yöneticileri
olan DP hareketi bir gerici hareket olarak nitelendirilmiştir; “cahillerin”, “kuyrukların”, “köylülerin”,
“çarıklıların” hükümeti şeklinde hep
horlanmış, aşağılanmışlardır. Nihayet bir sapma hareketi olarak görülüp
sistemin İnönücü merkezinde yer almış bir kısım bürokrat-aydın-eşraf-zengin
tarafından, uluslararası destek de sağlanarak 27 Mayıs darbesi ile tasfiye
edilmişlerdir.
Bu dönem şunu göstermiştir ki halk, sisteme ve onun
ortodoks yorumunu yapan siyasi yapılara ilgi göstermiyor ve de desteklemiyor.
Bundan dolayı, sistemin İnönücü ağırlık
merkezi, cumhuriyet döneminin en
büyük eseri olan parlamentoyu, sistemin
ağırlık merkezi için bir tehdit hatta bir tehlike olarak görmüşlerdir.
İnönü’nün ‘kanunen ve cebren’
bertaraf etme yöntemini günün koşullarına daha iyi uyarlayabilmek ve daha etkin
kullanabilmek için yargı mekanizmasında özel düzenlemeler yapılmış ve özel
kurumlar ihdas edilmiştir. Anayasa mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay ve MGK bu dönemde ortaya çıkmış kurumlardır.
Üzerinde durulması gereken nokta, bu kurumların ihtiyaç olup olmadıklarından
ziyade nasıl işledikleri ve hukuku nasıl siyasallaştırdıklarıdır. Bugün Anayasa
mahkemesinin aynı konuda Hasan Celal Güzel
ve Tayyip Erdoğan için iki farklı karar vermiş olması; RP ve FP’yi
hiçbir haklı gerekçe olmadan tamamen siyasi mülahazalarla kapatmış olmaları,
kuruluşundaki asıl amacı ortaya koyması açısından önemlidir. Milli Güvenlik Kurulu, bu dönemde ortaya
çıkmış bir kurul olarak, hükûmetin üzerinde ayrı bir denetleme rolü
üstlenmiştır. Bütün bu kuşatma ve baskılara karşılık Halk, kendi ağırlık
merkezini kuvvetlendirecek bir tarzda oyunu kullanıp AP’yi hükümet yapmıştır.
AP’nin parti içerisinde milliyetçi ve mukaddesatçı kesime karşı almaya
başladığı tavır iki hareketin (Milli Görüş ve 9 Işık ya da Ülkücü hareket)
ortaya çıkmasına sebep olur. Halk kendi değerlerine daha yakın gördüğü bu iki
hareketi farklı ölçülerde de olsa bağrına basar. İlk kez halk zayıf da olsa
kendi değerlerini merkez edinen hareketler etrafında ağırık merkezleri oluşturur.
Milli Görüş hareketi, halktan beklenmeyen bir ilgi görerek ağırlığını,
parlamentoda MHP hareketine nazaran daha güçlü bir şekilde hissettirir. Bu
dönemde İnönü döneminde yaşanılan zulmün şuur altında bıraktığı önemli izler
hâlâ vardır ve halk bundan kolay kolay kurtulamamaktadır. O nedenle CHP’nin hükümet olmaması için sistemin
değişik versiyonu olan AP’yi bir güvenlik
kuşağı olarak kabul edip desteklemiştir. AP
kadroları şuur altındaki bu korku olgusunu çok bilinçli bir şekilde
kullanmışlardır. Fakat sonuç olarak halk, sistemin ağırlık merkezini AP’yi
destekleyerek bölmüştür. Bu çok önemli bir başarıdır; AP ve CHP arasında kıran
kırana bir mücadele başlamıştır.
1960-1980’de CHP’ye yumuşatılmış Marksist bir kılıf
giydirilir. 12 Martçılar resmi ideolojiyi yasal yollarla daha da
kuvvetlendirirler. Orduyu siyasetin, yönetimin tam merkezine oturtacak şekilde
yasal düzenlemeler yaparlar13,14. AP hükümet olmuş, fakat iktidar olamamıştır.
CHP ise hükümet olamamış, fakat hep iktidar olmuştur. Sivil toplum olarak
nitelenen örgütlerin hemen hemen hepsi CHP’nin yanında AP’nin karşısında
olmuştur bu dönemde.
1980 askeri darbesi ile başlayan dönem, farklı
yaklaşımların sergilendiği yeni bir dönemdir. Halka güvenilmeyeceği esas
alınarak ve fakat halkın bir şekilde gönlünün kazanılması yoluna gidilir.
Dinsizlik anlamındaki katı laiklik anlayışından vazgeçilir. Yeni bir
Atatürkçülük anlayışı, yeni bir laiklik anlayışı yeni bir milliyetçilik
anlayışı ve “Türk Müslümanlığı” diye
ifade edilen yeni bir din anlayışı getirilmeye çalışılır. Türk-İslam sentezi açıkca savunulmasa bile geliştirilen söylem bunu
göstermektedir. Türkeş için ‘kendisi
hapiste fikri iktidarda olan lider’ denmesi bu dönemin ayırıcı özelliği
olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte ihtilalciler; halka güvenmemekte,
siyasi hayatı kendi kontrollerinde yeniden şekillendirmek için çok yoğun baskı
uygulamakta ve 2.5 parti dizaynı ile meşgul olmaktadırlar. Sistem, Turgut
Sunalp’ın MDP’si için baskı uygularken; halk ise, Turgut Özal’ın ANAP’ının
yanındadır. Özal, sistemden kopan kitleleri sisteme entegre etmiş olmasına
rağmen; kendisine güvenilmemiş, sokak hareketleri ile yıpratılmış ve dahası
kendisine suikast teşebbüsünde bulunulmuştur; Cumhurbaşkanlığında zehirlendiği
iddia edilmektedir. Menderes, Demirel gibi Özal da aileden kabul edilmemiş,
uluslararası denklemin elverdiği ölçü içerisinde Özal’ı uzaklaştırmak için herşey yapılmıştır.
80 sonrası darbecilerin kurgusu tutmamış, siyasi hayat
paramparça olmuş, sistem felsefesinin değişik versiyonları ortaya çıkmış;
sisteme karşı olanlar da dağınık merkezlerde örgütlenmişlerdir. CHP ve DSP
sistemin ağırlık merkezinin solunda yer alırken, ANAP ve DYP sistemin ağırlık
merkezinin sağında yer almışlardır. Pek çok sol fraksiyon sistemin karşısında
ve halkın da karşısında olarak konumlanmışlardır. Etnik menşeli DEP, bu dönem
kuvvetlenen partilerden biri olmuştur. Sistemin Özal’ı başarısız kılarak tasfiye etme girişimi, MHP
ve RP gibi iki hareketin daha da gelişip büyümesine neden olmuştur. Bu iki
hareket, halkın ağırlık merkezi etrafında yığılma noktaları oluşturmayı
başarmışlardır. Özellikle RP ya da milli görüş hareketi 1994 yerel seçimlerinde
iki büyük şehir başta olmak üzere çok büyük bir başarı göstermiştir. 1995
seçimlerinde ise RP birinci parti olarak
çıkmayı başarmıştır.
Erbakan, söylemlerinde ciddi değişiklikler yapmış
olmasına ve ülke için canla başla çalışmış olmasına rağmen sistemin gazabına
uğramaktan kurtulamamıştır. Tarihe Postmodern
darbe olarak geçen 28 Şubat süreci ile hükümeti devretmek zorunda kalmıştır.
28 Şubat’a kadar “tavsiye”
niteliği taşıyan MGK kararlarına, 28 Şubat’tan sonra “emir” niteliği kazandırılmıştır. Artık MGK, hükümetin hatta
parlamentonun üstünde bir kurumdur. Kanunen
ve cebren anlayışının günün koşullarına uyarlanabilmesi için RefahYol’un daha başlangıcında, ‘Kriz Yönetimi Yönetmeliği’ çıkartırılarak askeri bürokrasiye,
günlük hayata fiilen müdahale eme imkanı verilmiştir. Böylelikle sistemin
ağırlık merkezi kendisini kanunen kuvvetlendirmiştir. Ancak BÇG
aracılığıyla inşa edilen muhbirlik
sistemi, daha sonra her türlü güven duygusunu zedeleyerek sistemi işlemez hale
getirmiştir. Erbakan belki yönetimden uzaklaştırılmıştır ama sistem, tahminden
fazla yıpranmış; müslüman kitleler devlete ve orduya karşı ilk defa güven
duymadıklarını seslendirmeye başlamıştır. Sistem farkına varmadan harakiri
yapmıştır.
1999 seçimlerinde, hükümette dik duramayan RP’yi halk
ikaz ederken; sistemin yanında yer alan ANAP, DYP ve CHP’yi de
cezalandırmıştır. CHP parlamento dışı kalarak çok ağır bedel ödemiştir. Sistem
karşıtı bir söylem geliştiren Ecevit ve Bahçeli, seçimden birinci ve ikinci
parti olarak çıkmışlardır. MHP’nin seçimden ikinci parti olarak çıkması,
Ecevit’in tabiri ile ‘bütün hesapları altüst etmiştir’. Halk sezgilerini
kullanarak büyük bir basiretle önünü açmış, 1950 öncesine dönme hevesi içinde
olanlara gerekli dersi vermiştir.
Ecevit’in başkanlığında kurulan yeni hükümet,
kendilerine yardımcı olan bürokrasi ve İstanbul dükalığının kontrolüne girmiş,
ülkenin tamamen yağmalanmasını sağlamış, ardarda çıkan veya çıkarılan ekonomik
krizlerle halk yoksullaştırılırken mutlu bir azınlık servetine servet
katmıştır. Halkın seçimlerdeki konuşma tarzını iyi okuyan sistemin ağrırlık merkezi IMF ve Dünya Bankası ile birlikte
parlamentoya savaş açarak parlamentonun hareket alanını kısıtlama yoluna
gitmiştir. Ecevit’in hastalığından yararlanarak Ecevit’in yaşlılığı eksen
alınarak ve Ecevit döneminin yağmalama hareketlerini kamu oyunda oluşturduğu
nefretten yararlanarak siyaset, siyasetçi ve siyaset kurumları medya
aracılığıyla korkunç bir karalamanın muhatabı olmuşlardır. Siyaset ve
siyasilere her gün küfredilerek her türlü kötülüğün kaynağı olarak
gösterilmişlerdir. Bu kampanyanın arkasından IMFve Dünya Bankası’nın dayatması
ile ÜST KURULLAR ardı ardına Derviş Yasaları diye anılan yasalarla
birer birer oluşturulmaya başlanmıştır.
Siyasiler kendi hareket alanlarını kendi
elleri ile daraltma gibi anlaşılması zor bir tavır sergilemişlerdir. Böylelikle sistemin ağırlık merkezi kendisini çok ciddi bir şekilde tahkim
etmiştir. Bugün AKP iktidarının önündeki en ciddi engel bu üst kurullardır.
AKP’ nin hareket alanını kısıtlayacak hatta önlerine engeller çıkaracak olan bu
kurullar olacaktır. Bundan sonra muhtemeldir ki askeri bürokrasi devreye
girmeyecek, bu sivil görüntülü cuntacılar ya da Güven Erkaya’nın deyişi ile
sivil kuvvetler işi bitirmeye çalışacaktır. O nedenle AKP hükümeti bu üst
kurulları denetim altına alacak yasal bir düzenlemeyi çok hızlı bir şekilde
gerçekleştirmelidir.
RP seçimden mağlup çıkmış olmasına karşılık sistem
tarafından çok ciddi bir tehlike olarak kabul edilip kanunen üzerine gidilmiş,
bölünmesi için yargı tamamen siyasallaştırılmış ve RP kapatılmış; arkasından da
FP kapatılarak istenen bölünme sağlanmıştır. Görünürde sistem, kendine karşı en büyük ağırlık merkezini etkisiz ve
işlevsiz hale getirmişti. Fazilet Partisinin külleri üzerinde SP ve AKP olmak
üzere iki parti doğmuştur.
Sistemin özüne karşı en ciddi muhalefet Milli Görüş hareketinden gelmiştir. Milli Görüş hareketi bir zihniyeti inşa etmiştir. Bundan dolayı da sistemin darbelerinin muhatabı olmuştur. Bununla beraber her darbe onu daha da kuvvetlendirmiştir. Fikri bir hareket olarak sistemin karşısında yer aldığından sistemin her tökezleyişinde o kuvvetlenecektir. Etkisi şu an zayıf olsa da daima ağırlık merkezi olmayı devam ettirecektir. Milli Görüş hareketi ikiye bölünmüş, SP ve AKP olarak iki ayrı parti tarafından temsil edilmektedir. Hangisinin sistemin karşısında kalıcı bir ağırlık merkezi oluşturabileceğini zaman gösterecektir.
İki Merkez Arasında Tahterevalli Oyunu
1950’ye kadar sistemin
ağırlık merkezi, ülke yönetiminde tek hakimdi. Halkın ağırlık merkezinin yönetimde herhangi bir etkisi yoktu.
Dünya konjonktürünün gerektirdiği çok partili sistemle birlikte, halkın ağırlık
merkezinin etkinliği ve parlamentoda halk merkezli hareketlerin etkisi artmaya
başladı. Her ne kadar DP hareketi sistemin temel felsefesini esas almış olsa
da, CHP’ye karşı verilen mücadele ister istemez
halkın değerlerine saygıyı ön plana çıkarıyordu. CHP sistemin ağırlık
merkezindeydi. DP ise ne sistemin ne de halkın ağırlık merkezinde bulunuyordu.
Bu sistemin ağırlık merkezinin zayflamasına ve parlamentoda bu iki ağırlık
merkezinin çekişmesine sebebiyet vermiştir.
Sistemin merkezinde bulunan CHP’nin 1950’ye kadar
yaptığı zulümden korkan kitleler, AP’yi, ANAP’ı ve DYP’yi bir güvenlik kuşağı olarak görmüşlerdir. DP,
AP, ANAP, DYP halkın değerlerine sahip çıktığı oranda desdeklenmiş,
uzaklaştıkları oranda da cezalandırılmışlardır. Ancak bunlar iktidar olmuş fakat
muktedir olamamışlardır. Parlamentoya hakim olmuş, fakat yönetime ve ülkeye
sahip olamamışlardır. Sistemin ağırlık merkezinde bulunan güçler tarafından
sıkıştırılmış, önleri tıkanmış ve halkın isteklerine cevap vermeleri
engellenmiştir. Halkın ağırlık merkezine doğru yaptıkları her yaklaşım,
darbelerle engellenmiştir. Bu durum, halkın; hakkını aramada yeni araçlar
aramasına, masaya yumruk vuracak, dik duracak ve ‘yeter artık’ diyecek yeni yapılara yönelmesine sebebiyet
vermiştir. MHP, MSP, RP, FP, SP, BBP, AKP bu arayışın ürünüdür. Bu arayış, sistemin ağırlık merkezinde bulunan
güçlerin, halka boyun eğip teslim oluncaya kadar artan bir şiddetle devam
edecektir.
Türkiye’nin
temeldeki sorunu, bu iki merkezin farklı arzu, istek ve ideallerinin,
değerlerinin olmasıydı. Türkiye’deki yapılanış hiçbir sosyolojik kurama uygun
değildi:
«Toplum, bir
merkeze sahiptir. Toplumun yapısında bir merkezi bölge vardır. Topluma ait/üye
olmak,bu merkezi bölge ile kurulan ilişki tarafından şekillendirilir....Merkez veya
merkezi bölge, toplumun değerlerinin ve inançlarının alanına giren bir
fenomendir. Toplumu şekillendiren semboller, değerler ve inançlar düzeni
toplumun merkezini oluşturur.“15
Yukarıdaki
ifadelerden anlaşılabileceği gibi
Devlet, sistem ve tüm kurum ve kuruluşlar millet için vardır. Bizde ise
millet devlet ve sistem için vardır. Asıl yanlış buradadır; bu düzeltilmedikçe
de ülkenin sorunları devam edecektir. Bu ters yapılanış, ülkeyi yasaklar
cehennemine ve korkular ülkesine çevirdi. Millet devletten, devlet milletten
korkmaktadır. Millet devlete, devlet millete güvenmemektedir. Sistem, bir avuç
insana hizmet sunar; halk ise hizmeti zorlayarak alır. Türkiye’nin en güzel
yerlerinde sistemin ağırlık merkezinde
bulunanlar yaşar; milletin buralara yaklaşmaya hakkı yoktur. RP’ye gelinceye
kadar belediye imkanlarından ve sosyal tesislerinden kimlerin yararlandığına
bakmak yeterlidir.
Sistemin
ağırlık merkezi yasakçıdır, kuralcıdır. Halkın
ağırlık merkezi özgürlükçü, paylaşmaktan yana, sistemin ağılık merkezi ise inhisarcı ve paylaşmamaktan yanadır.
Sistemin ağırlık merkezinde bulunanlar, deveyi hamudu ile götürürken; halk, bir
dilim ekmeğini ihtiyacı olanla paylaşabilmektedir. Sistemin ağılık merkezinde bulunanlar lüks ve
israf içinde yaşarken, halk mütevazı bir yaşam sürmekte, varlığını zorlukla
devam ettirebilmektedir; işsiz, aç ve yorgundur; ekmek kuyruklarında, hastahane
ve mahkeme kapılarında beklemekten, horlanmaktan, aşağılanmaktan ve itilip
kakılmaktan bizardır. Onlar sanki
müstemleke halkı gibidirler. Fişlenirler, takip edilirler, tutuklanırlar
ve işkence görürler fakat sebebini soramaz, öğrenemez ve hakkını arayamazlar.
Çocuklarının okuyamamasından ve de okuyanların kendisinden kopartılmasından
şikayetçidir, fakat şikayet etme hakkı yoktur. Hakkını arama hakkı yoktur. Soru
sorma hakkı yoktur. Konuşma hakkı yoktur. Soru sormanın, konuşmanın ve hakkını aramanın bedelinin ne olduğunu o çok
iyi bilir. Çünkü O‚ 'ÖTEKİDİR’.
Sistemin ağırlık merkezinde bulunanlar, halka hep ‘hayır’ demeye yabancılara ‘evet’ demeye alışkınlar. AB’ye girmek
için yapılan tüm yasal değişiklikler, bu ülke halkı buna layık olduğu için
değil Avrupalılar istediği için olmuştur. Yabancıların baskısı olmadan halka
bir şey vermek niyetinde değiller. Onlar kanun devletinden halk ise hukuk
devletinden yanadır. Sistemin ağırlık merkezi yönetimde merkeziyetçidir. Her
şeyin Ankara’dan çözülmesini, her şeye kendisinin karar vermesini ister. Halka
eziyet edilmesinden zevk alır. Halk ise hizmetin ayağına gelmesini, Ankara
yollarında ömrünün tükenmemesini devlet
kapısında ezilip horlanmamasını ister.
Sistem her gün konuşur, halk kendisine tanınan seçme
hakkını kullanırken konuşur. Büyük bir basiret göstererek çok
iyi konuşur. 1950 DP, 1964 AP, 1983 ANAP, 1995 RP, 1999 MHP ve 2002’de
AKP’yi işbaşına getirerek iyi konuşmuştur. Halkın konuşmasını iyi yorumlayanlar
siyasi hayatta kalacak, yorumlayamayanlar tasfiye edilecektir. Halkın konuşması
demokratik yollarladır. Sistemin
konuşması darbe, muhtıra ve ihtilaller yoluyladır.
75 yıllık tarihimiz bir tahterevalli oyunudur. Halk kendine yakın olanları ya
da kendinden olanları seçer ve konjoktüre bağlı olarak yükseltir. Sistemin
ağırlık merkezindekiler seçilenleri darbeler yoluyla aşağı alır. İşte Cumhuriyet tarihi bu iki ağırlık
merkezinin çekişmesinin tarihidir. Bu
dönemde 12 kez sıkıyönetim ilan edildi ve 25 yıldan fazla sürdü; 15 yıldan
fazla olağanüstü hal uygulandı; 78 yıllık idarenin 40 yılı sıkıyönetim ve
olağanüstü hal ile geçti. İki defa tam, iki defa yarım olmak üzere 4 askeri
müdahale yaşandı, iki defa tümü ile iki defa yarım olmak üzere 4 defa anayasa
değişikliği yapıldı. 70-90’lı yıllarda yaşanan olaylarda 40 bin civarında
vatandaş hayatını kaybetti(1950 önceksindekileri de buna eklersek, ne kadar
vahim bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılır). 78 hükümet kuruldu ve
hükümetlerin ömrü ortalama 1.5 seneyi geçmedi16.
Bu mücadele; halk, sistemin ağırlık merkezine gelip yerleşip onun temel değerlerini değiştirinceye kadar devam edecektir.
3 Kasım Seçimlerini İyi Okumak
3 Kasım seçimleri tıpkı 1999 seçimleri gibi yasak ve
baskıların gölgesinde geçti. 1999 seçimlerine gidilirken RP kapatılmış,
kadrolarının %60’ı yönetimden uzaklaştırılmış ve FP’ye dönük olarak dosya
savaşı başlatılmış, Erbakan ve Erdoğan
yargıya sevk edilmişti. Halk’ta “nasıl
olsa FP’ye iktidar verilmeyecek” şüphesinin uyandırılması için 28 Şubat
sürecinin devam ettiği imajı devamlı diri tutulmuştu. Bu baskılara rağmen FP
%16 gibi bir oyla meclise girmişti. Bütün bu baskılara karşılık FP’nin
kaybettiği oy %6 civarındaydı. Bunun manası, Halk Sistemin ağırlık merkezine
karşı direnmiş ve de RP yöneticilerine emaneti gerektiği gibi temsil edemediniz
diyerek sadece ikaz etmişti. Belki de
halk, büyük bir sezgiyle gerilim düşürme stratejisini benimsemiştir. Gerçekten
tarihe dönüp baktığımızda halk, her darbe veya müdahale döneminden bir seçim
dönemi sonrasında darbede mağdur olanları veya o çizgidekileri iktidara
taşımıştır. Bu da halkın değişik yoğurt yeyiş tarzıdır.
3 Kasım 2002 seçimlerinde de benzer durum yaşanmıştır.
Erdoğan’ın yasaklılığı gündeme getirilerek AKP kurucu üyeliğinden ve genel
başkanlıktan ayrılması istenmiştir. Genel başkanlıktan ayrılmadığı için de
seçim sath-ı mailine girildiği bir dönemde,
AKP’’nin kapatılması için Anayasa mahkemesine dava açılmıştır. Seçime 2
gün kala Anayasa mahkemesi nihai kararı alacaktı. Ancak ABD’nin yasaklara karşı olduğunu açıklaması ile karar
15 gün sonraya ertelenerek AKP’nin seçime girmesi engellenmemiştir. Halka
‘başbakanı belli olmayan’, ‘geleceği belli olmayan’ bir partiye oy vermemeleri
mesajı ısrarla verildi. Bu yoğun baskı
ortamında halkın cevabı sisteme ağır oldu ve AKP’yi tek başına iktidara
getirdi. Kendi değerlerini savunmayan, masaya yumruk vuramayan ve RP gibi ürkekleştiğini kabul ettiği MHP’ye
de parlamento dışında görev vererek kendisini toparlamasını istedi. Halka daha yakın olan Özal’ın ANAP’ını,
Sistemin ağırlık merkezine daha yakın hale getiren Yılmaz’a da çok acı bir ders
vererek parlamento dışına attı. Bütün halkçılık söylemine rağmen halka en çok
zulmün yapıldığı, Dürüstlük söylemine karşı ülkenin en çok soyulduğu, iş, aş, ekmek demiş olmasına rağmen
elindeki işinin, aşının ve ekmeğinin alındığı, özgürlük sloganına rağmen halkın
nefes alamaz hale getirildiği, bağımsızlık haykırışına karşılık ülkenin İMF ve
Dünya Bankasına teslim edildiği DSP iktidarına da ibret verici bir ders olarak
% 22’den %1’lere çekerek parlamento dışına bıraktı.
AKP’nin kurulduğu günden beri 1. parti olarak önde olduğu bilinmiş olmasına rağmen, sistemin ağırlık merkezinde
bulunanların, seçimi erteletme imkanı ortaya çıktığı zaman bile ses çıkarmamış
olmaları anlamlı olsa gerekir. Bu susuşun muhtemel sebeplerini aşağıda
incelemekteyiz:
Birincisi:
AKP’nin önde olduğunu göstererek ters etki oluşturup, CHP etrafında
sisteme destek veren güçleri toparlamak önemli bir amaç olarak gözükmektedir.
Ancak beklenilen gerçekleşmemiştir. CHP birinci parti olamadığı gibi AKP ile
arayı kapatamamıştır. Fakat ters etki yaratma AKP’nin işine daha çok yaramış,
1950 öncesinin korkusu ile seçmen birinci parti olan AKP’ye daha fazla destek
vererek onu %34’le tek başına iktidar yapmıştır. Tuzak kuranlar, kendi
tuzaklarına düşmüşlerdir.
Sistemin sol
yorumcularının toplam oyları, ilk kez
%25 civarına inmiştir. 3 Kasım seçimlerinin en dikkat çekici yönlerinden birisi
de budur. Toplum mühendislerinin beklentileri şuydu; CHP birinci parti olmasa
bile AKP ile başbaşa kalacak ve barajı aşan DYP ile koalisyon kuracak,
böylelikle AKP birinci parti olarak muhalefette kalacaktır. Bu plandan beklenen
Erbakan’ın ve ANAP’ın tasfiye edilmesidir. Ters etki yaratma ile gerçekten SP
ve ANAP parlomento dışında kalmıştır. Ancak CHP ile ilgili beklentiler
gerçekleşmemiştir.
İkincisi: sistemin ağılık merkezinin sağında ve
solunda bulunan partiler bir türlü birleştirilememiştir. Bu partilerin tümünün
parlamento dışında kalması ile mevcut liderlerinin tasfiye edilmesi
düşünülebilir. MHP’siz hükümet modellerinin konuşulmaya başlanıldığı bir
ortamda MHP’nin oyları, anketlere göre % 12 civarında bulunuyordu. Belki de MHP
bu sonuçlara güvenerek seçime gitmeye ikna edilmiştir. Yavuz Donat, 3 Ağustos
2002 tarihli İhtimal Hesapları başlıklı
yazısında Yüksek Strateji Merkezi adlı bir kurumun hazırladığı ve devletin bazı karar mekanizmalarına da
ulaştırıldığı belirtilen bir rapordan bahsedip rapordan bazı alıntılar
vermiştir. Bu alıntılar tezgahlanan oyun konusunda bize gerekli ip
uçlarını vermektedir:
“İttifak arayışı olmayan iki
parti var: AKP ile MHP. AKP kendinden emin, MHP ise kendi oyununu oynamak istiyor...
Sert bir oyun... Oyun tarzı MHP’ye sağlam bir zemin sağlıyor... AKP birinci
parti... Oyu %18 ile %22 arasında oynuyor... Tayyip Bey siyasetten tamamen
tasfiye edilirse AKP’nin oyu 3-4 puan geriler. Tayyip Bey’in milletvekilliğine
yeşil ışık yakılmaz fakat genel başkanlığı sürdürmesine imkan tanınırsa,
mağduriyet faktörü rol oynar ve AKP oyunu bir iki puan artırır.”
Kurulan bu
oyunu ilk gören Ecevit olmuş; bu seçimin kendilerini götüreceğinin farkına
varmıştır. Nitekim seçimlerden sonra bu amaçla
‘bile bile intihar ettik’ demiştir. MHP oyunu görememiş ve seçimde
ısrarcı olmuştur. Uzanların
kutlamalarının ne anlam gelebileceği konusunda hiçbir istihbarata sahip
olmayışları, MHP yönetiminin en büyük hatası olmalıdır. Seçim kararı alınır
alınmaz, Uzanların parti kurarak sahneye çıkmaları, Yeniden Doğuş Partisini
satın almaları ile siyasi dengelerin tamamen değişmesi sağlanmıştır.
Bu seçimin en ilginç iki partisi, Genç Parti ve
Bağımsız Türkiye Partisidir. Kendileri hakkında söylenebilecek çok şey varken,
medya tarfından bu denli muhabbetle
karşılanmalarının oyunun bir parçası olduğuna inanıyoruz. BTP beklenen reyleri
alamadı. Ancak GP büyük bir sürpriz yaparak televole kültürünün oluşturduğu bir
neslin, kısmen de göçmenlerin reylerı ile % 7 gibi bir düzeyi tutturmuştur.
GP’nin böylesi yüksek bir rey almış olması, başta MHP olmak üzere DYP’nin
barajın altına çekilmesine sebep olmuştur. Muhtemeldir ki böyle bir dönemde,
Kürt milliyetçiliğini besler endişesi ile Türk milliyetçiliğinin istirahat
ettirilmesi birileri tarfından düşünülmüş olabilir.
Üçüncüsü, uluslararası baskının artığı ve Irak’ta
savaşın kapıya dayandığı bir dönemde Kürt milliyetçiliğine dayanan bir hareketin barajı aşması ya da baraja
yaklaşması, ciddi sorunların kaynağı olabilirdi. Bu nedenle Doğu ve
Güneydoğudan rey alabilecek bir parti olarak AKP idealdi.
Nitekim DEHAP’tan sonra en yüksek oyu alan parti AKP’dir. Bu ise
rahatlatıcı bir durum olmuştur.
Dördüncüsü, 28 Şubat sonrasında ülke resmen
soyulmuştur; kötü yönetilmiştir. Halkın üzerindeki baskı aşırı bir şekilde
artmıştır. Yerli sermaye Türkiye’yi güvenli bulmayarak yurt dışına yönelmiştir.
İşsizlik alıp başını gitmiştir. 400 bin işyeri kapanarak işsizliği daha da
artırmıştır. Başörtüsü yasağı yaygınlaştırılarak hastahanelere kadar uzanmıştır.
Açlığın, yoksuluğun, baskının ve
horlanmanın oluşturduğu bir girdabın içerisinde halk, mevcut sisteme baş
kaldırma noktasına gelmiştir. Eğer dini inançları olmasa Arjantin’den çok daha
vahim olaylar meydana gelebilirdi. Bir
sosyal patlamadan korkulduğu için seçim, 1950’lerde olduğu gibi engellenmemiş
olabilir. Seçimle beraber aşırı iyimserliğin pompalanması, seçimler esnasında
kapatılmak istenen AKP’ye medh ü senâ edilmesinin bir anlamı olmalıdır. Ortamın
bu denli yumuşatılması ile sistemden kopan kitlelerde bir rahatlama sağlanıp,
AKP aracılığıyla yeniden sisteme entegrasyonu düşünülebilir. Büyük bir
devlet tecrübesi olan bir ülkenin böyle düşünebilmesi anormal değildir.
Beşincisi, bunu önümüzdeki günler gösterecektir.
3 Kasım seçimlerinin dikkat çeken bir yönü de, % 27’lik büyük bir kesimin
sandığa gitmemesi; % 4 lük bir kesimin de reyini iptal etmiş olmasıdır. Her
ikisinin toplamı %31 (10300000 oy) olan
büyük bir kütle, yapılan seçimden ümitsiz demektir. Diger taraftan
seçmenin %47’si parlamentoda temsil edilememektedir. Bu durum, parlamento
dışında kalan partilerin birleşmesi için gerekli psikolojık zemini
hazırlayacaktır. Daha şimdiden 3 parti lideri istifalarını açıklamışlardır.
Birleşme ile birlikte yakalanan sinerjinin sonunda, parlamento dışı muhalefet
bu konudaki uzmanlaşmış kadroları ile muhalefete geçip ortamı gerecek ve
bürokrasideki adamları aracığıyla da hükümeti engelleme yoluna gitmesi sürpriz
olmayacaktır.
3 Kasım
seçimleri, ağırlık merkezi boyutu
itibari ile önemli mesajlar vermektedir. Birbirinden farklılıkları olmakla
birlikte sistem ağırlık merkezinin çekim alanında bulunan ve 21 yıl boyunca
(1983-2002) DYP, ANAP, DSP ve CHP’den biri veya bir kaçının iktidarda olduğu
dönemi göz önüne aldığımızda DYP+ANAP+DSP+CHP’nin oyları, 1991 %70, 1995 %58,
1999 %57 ve 2002 % 34.4 olacak tarzda
düşmüştür. Buna karşılık AKP+ MHP+RP(FP)+ BBP’nin oyları, 1991 %16.9, 1995
%29.6, 1999 % 33.2 ve 2002 %45 gibi bir
değere ulaşmıştır. Halk sezgisiyle,
zaman içerisinde, sistemin ağılık merkezine olan desteğini çekip, kendi ağırlık
merkezini kuvvetlendirmiştir. Bunun manası halk Türkiye’nin yönetiminden pay
istemektedir Bu ülkede Öteki olmayıp
ülkenin asıl sahibi olduğunu ifade
etmektedir. Her darbeden sonra sisteme karşı olan partilere destek vermesinin
başka ne anlamı olabilir?
AKP, MHP, FP ve SP hemen hemen aynı tabana hitap
etmektedir. Yönetimleri açısından İslami veya
milli duyguların farklı tonlarını dillendirmiş olsalar bile, taban için
keskin bir ayırım yoktur. Oylar, partilerin performansına bağlı olarak bu partiler arasında gidip gelmektedir.
Bunlardan diğer partilere gidiş hemen
hemen yoktur; fakat diğerlerinden bu partilere geliş vardır. Bu konuda ilginç bir örnek
olarak Yozgat gözönüne alınabilir:
Yıllar MSP (RP-FP-SP)% MHP %
AKP% Toplam
1977 13
22.9 - 35.9
1995 36 13.9 - 49.9
1999 21.1
38.6 - 59.7
2002 1.5 13 51 65.5
Aralarında oy kayması olmasına karşılık toplam oy gittikçe artmıştır. Bu oy ise diğer
partilerden gelmektedir. Bunu değişik bölgelerde gözlemlemek de mümkündür. AKP,
geçen seçimde FP’ye oy verenlerin %69’unun, MHP’lilerin %38’nin oyunu almıştır.
Geçen seçimlerde MHP ve FP’ye oy verenlerden aldığı oylar AKP’nin 3 Kasımda
aldığı oyların yarısıdır.17
Bu seçimi diğer seçimlerden ayıran en temel öğelerden
biri de; AKP ve SP haricindeki,
özellikle CHP, ANAP ve DYP’nin dini
kavram ve motifleri kullanarak bir kampanya yürütmüş olmalarıdır. CHP
tarihinde ilk defa ayet ve hadis kullanarak bir seçim kampanyası yürütmüştür.
Aynı ifadeleri AKP veya SP kullanmış olsaydı, Türkiye’de ortalık toz duman
olurdu.
Bu arada Kürt
milliyetçiliğine dayalı sistem
karşıtı ayrı bir ağırlık merkezinin varlığını kuvvetlendirdiğine dikkat
etmek gerekir. HADEP(DEHAP)’in bütün olumsuz koşullara ve kapatılma istemine
karşılık oylarını (1999)%4.8’den %6’ya çıkarması ve Tunceli, Diyarbakır, Mardin, Batman, Muş,
Bitlis, Siirt, Şırnak, Hakkari,Van, Ağrı, Iğdır ve Kars’ta birinci parti olması
önemli bir olaydır. Ayrıca HADEP’in Diyarbakır’da %56, Batman’da %47,
Hakkari’de %45, Şırnak’ta %46, Van’da %41, Iğdır’da %32, Muş’ta %38, Siirt’te %32, Ağrı’da %35,
Kars’ta %20, Tunceli’de %33 gibi yüksek oranda oy alması anlamlı ve
düşündürücüdür. 1999 seçimlerine nazaran buralardaki oylarda ciddi artışlar
olmuştur. Bunu nedeni araştırılmalıdır. Kürt milliyetçiliği halk tabanını
kuvvetlendirmektedir. Bu gerçekleri iyi okumalı ve tefsir etmeliyiz. Diğer taraftan buralarda bir iki yer hariç AKP ikinci
partidir. Bu da iyi yorumlanmalı ve değerlendirilmelidir.
Seçim sonuçlarına ilişkin coğrafi harita
incelendiğinde CHP Akdeniz, Ege sahilleri ile Trakya bölgesinde, HADEP Doğu ve
Güneydoğu’da, MHP Orta, Kuzey ve Kuzey
Doğu Anadolu’da, AKP Kuzey, Orta, Doğu Anadolu Akdeniz ile Marmara bölgesinde
bulunmaktadır.
Trakya hariç Türkiye’nin her tarafında en yaygın parti
AKP’dir. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda etkin olan partiler batısında
yoklar, batıda etkin olanlar ise doğuda yoklar. Bu Türkiye’de toplumsal mutabakat sorununu gündeme
getirmektedir.
Etnik temelli bir kutuplaşma Türkiye’nin önünde en ciddi sorundur. Etnik tabanlı
bir milliyetçilik duygusunun yaygınlaşması, çatışmayı kaçınılmaz kılar.
Uluslararası arenada böyle bir oluşumu bekleyenler, hatta olması için katalizör
görevi üstlenenler az değildir. O nedenle ülke sathında toplumsal mutabakatı en
çok sağlayabilecek parti AKP olarak gözükmektedir. Bu noktada ilginç olan
Türkiye’nin her tarafından rey alabilen parti 1995 seçimlerinde RP, 1999 ise FP
idi. Şimdi ise AKP. Buradan çıkarılabilecek çok önemli bir sonuç vardır: Bu
partilerin islami duyarlılıklarını
gözönüne aldığımızda toplum, İslam’ı bir üst
kimlik olarak görmektedir. 1983 yılından bu yana Türkiye’nin sık sık Milli
Görüş hareketinin içinden gelenlerce yönetilmesi bunu göstermektedir. Son 15
yılın en başarılı hükümetinin, ömrünün kısalığına rağmen, RP hükümeti oluşu
anlamlıdır ve üzerinde durulması gerekir.
1995 seçimlerinde HADEP oylarının RP’ye; keza 1999
seçimlerinde HADEP’in oylarının yerel seçimlere iştirak etmediği bölgelerde
genelde FP’ye gitmesi; 3 Kasım 2002 seçimlerinde de Kürtlerin yoğun olduğu
bölgelerden AKP’nin DEHAP’tan sonra en yüksek oyu almuış olması, Kürtlerin
İslam’ı, bir üst kimlik olarak
görmesindendir. Bu ayrı bir araştırma konusu olmakla beraber her üç seçimin
sonuçları incelendiğinde, Kürtlerin İslam’a üst, birleştirici bir kimlik olarak
baktıkları kolayca anlaşılabilir. Bu, ülke için bir avantajdır. Önemli bir
çıkış noktasıdır da.
1999
seçimlerinde DSP ve MHP, ülkenin en sancılı bölgesinde mevcut değildi. Bugün
ise CHP bu bölgede yoktur. Bu yöre insanlarının, kendilerini temsil ettiğine
inandıkları partileri de her iki seçimde de parlamentoya girememiştir. Bugün de
Türk milliyetçiliğini temsil eden bir parti parlomento dışıdır.
Sahil şeridinde olanlar içerlerde yok, içerde olanlar
ise sahillerde yoktur. Ayrıca büyük kent merkezleri ile çevrenin siyasi
tercihleri de farklıdır. Çevre
genelde kırsal kesimden göç eden (iç göçmen) insanlardan oluşmaktadır. Bu
insanlar kısa vadede ne kentli, ne de köylüdür. Farklı değer sistemlerinin etki
anaforunda huzursuzdurlar ve toplumsal bir şizofreni ile karşı karşıyadırlar.
Genelde de yoksuldurlar. Çevrede AKP
etkin olmuş, buna karşılık merkezlerde
CHP etkin olmuştur. Ancak bu seçimde şehir merkezlerinde de ciddi çözülme
olmuş, AKP önceki seçimler göz önüne alındığında daha yüksek oy toplamıştır. Bu
seçimlerin ilginç bir boyutu da AKP’nin
yoksul ve ezilmişlerin, CHP ise zenginlerin, tuzu kuru olanların ve yabancılaşma hareketi temsilcilerinin partisi
olmuş olmasıdır. Bu seçimlerde yoksulların partisi kazanmıştır.
Göçmenler, eskiden AP, ANAP, DYP çizgisinde iken; bu
seçimde ağırlıklı olarak GP’yi tercih etmiş görünüyorlar.
Gelir seviyesi düşük ve işsizlik oranı yüksek olan
bölgelerde, koalisyonda yer alan partiler oy kaybına uğramışlardır. Ancak
buralarda da parlamento içi muhalefet ciddi hiçbir başarı gösterememiştir. Halk
ekonomik durumun kötülüğünden ve
uygulanan baskıdan, iktidar ve muhalefeti birlikte sorumlu tutarak
parlamento dışı partilere yönelmiştir. Cumhuriyet tarihinde belki de ilk defa
böyle bir durum meydana gelmiştir.
18 Nisan seçimlerinde MHP, Ülkü Ocakları aracılığıyla
işsiz gençliği örgütleyip onların ümidi haline gelmişti. Ancak MHP vadettiği işsizlik sorununu çözemeyince bu
gençlerin büyük bir kesimi 3 Kasım seçimlerinde AKP ve GP’ye yönelmiş olabilir.
Şimdi de bütün bu gençler AKP’den iş talep edecektir. AKP
kadrolarının bu geçeği iyi görmesi lazımdır.
28 Şubat sürecinin mağdurları olan Anadolu
kaplanları/arslanları denen esnaf, zanaatkar ve iş adamları, 28 Şubat sürecinde
RP’nin kendilerini yeterince savunmadığı inancı ile “masaya yumruğu vurabileceği” ümit edilen MHP’ye 18 Nisan 1999
seçimlerinde destek vermişlerdi. Anadolu
kaplanlarının yoğun ve etkin olduğu yerlerde MHP’de ciddi oy patlaması olmuştu.
İstanbul dükalığına karşı duyulan kin ve hınçla MHP bu kesimlerin ümidi haline
gelmişti. Ancak MHP kendinden beklenen tavır almayı gösterememiş olduğu için bu
seçimlerde bu desteğinden de mahrum kalmıştır. Bu seçimlerde bu insan unsuru
genellikle AKP’yi desteklemiştir.
Yoksul ve işsizlerin veya 28 Şubat sürecinde mağdur olan esnaf, zanaatkar, iş adamları ve ticaret erbabının RP’den MHP’ye oradan da AKP’ye kaymasındaki sebebin iyi analiz edilmesi gerekir. Bu kesimler, kendi sorunları ile gerektiği gibi ilgilenmedikleri için MHP ve SP’ye küskünler ve bir anlamda da onları beceriksiz olarak görmektedirler. Koalisyonlardan bıkan, birbirine yakın kulvarda rekabet yapan partilerin kedi-fare oyunu sergilemelerinden yorulan halk; bütün bu siyaset erbabını dinlenmeye alarak düşünmeleri için parlomento dışında görevlendirmiştir. Devlet yönetiminde ciddiyeti, parlomentonun ağırlık ve etkinliğini isteyen ve koalisyon çekişmelerinden bıkan halk, AKP’yi tek başına iktidar yapmıştır.
Sonuç
AKP hükümeti, geçmişteki hükümetlerin düştüğü hataya
düşmeden kendisine verilen bu imkandan iyi yararlanmalı; halkın konuşmasını
sağlayacak dönüşümü sağlamalıdır. Acil eylem planı uygulanırken tabanın arzu ve
istekleri çok fazla geri plana atılmamalı. Halk küstürülmemelidir. Kendilerini
ezilmişlerin, horlanmışların, baskı altında tutulmuşların, yoksulların iktidar
kotuğuna getirdiklerini unutmamalıdırlar. Sistemin ağırlık merkezine doğru
yapacakları her yaklaşım, kendilerini halktan daha fazla koparacaktır. Sistemin
ağırlık merkezi bir karadeliktir. Çekim alanına giren her yapıyı un ufak
etmiştir. Vefasızdır. Bunun için sistemin
merkezine yakınlaşan halkın teveccühünü kazanmış tüm siyasi partilerin
akibetlerine bakmak yeterlidir. O nedenle halk ile yeni bir sosyal mukavele
imzalayıp halkı siyasetin merkezine
oturtmalıdır. Halk siyasetin merkezine oturup seçtiklerine sahip çıktığı
oranda ülke selamete çıkacaktır. Halkın siyasetten uzak tutulması, AKP’nin
hükümet etme ömrünü azaltacaktır. Halkın siyasetin merkezine oturtulabilmesinin
yolu, sivil toplum örgütlenmesinden geçer. Bu nedenle bütün darbelerin toplumun örgütlenmesinin önüne koyduğu tüm
engeller kaldırılmalıdır.
Bütün bu seçim sonuçları; halkın kendisini dinlemeyen, saymayan, yok farz eden
yöneticilere karşı diklenme ve bizzat kendisinin masaya yumruk vurma
kararlılığına ulaştığını; kendi reyinin hakkını vermeyenleri kolayca tasfiye
edeceğini, eskisi gibi körü körüne bir partiye bağlanmayacağını, herkesin
haddini bilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Halk siyasilere ve ülkeyi yönetenlere Arnavut lisanı ile “Nekâ ekmek, okâ köfte” demektedir. Tefekkür, tedebbür ve tezekkür edebilenler bu mesajı alabilir ve kendisini, sistemin ağırlık merkezinde değil de halkın oluşturduğu ağırlık merkezinde konumlandırır. n
Kaynakça
1. Öcal M., İmam
Hatip Liseleri ve İlköğretim Okulları, Ensar Neş. İst. 1994, s.31
2. Atatürk, Söylev, Türk İnkılap Tarihi Enst. Yay.
Ank. 1982, c.2, s.98
3. Dağlı N., Aktürk B., Hükümetler ve Programları, TBMM Yay., Ank. 1988, c.1, s.4
4. Jarschke G., Yeni
Türkiye’de İslamcılık, Ank. 1972, s.97
5. Dağlı N., Aktürk B., A.g.e., c.1, s.143-147
6. Öcal M., A.g.e.,
s.36
7. Gökalp, Z. , Milli
Terbiye ve Maarif Meselesi, Ankara 1964
8. Türkdoğan, O, “TUSİAD’ın Eğitim Raporu Üzerine”, Yeni Türkiye, Sayı 7, Ocak-Şubat 1996,
S: 532-541.
9. Türkkan, R.O,
“21. Yüzyıla Göre Eğitim”, Yeni Türkiye,
Sayı 7, Ocak-Şubat 1996, S: 53-57
10. Öcal M., A.g.e., s.38
11. Ünsür A., Kuruluşundan
Günümüze İmam Hatip Liseleri, Önder Yay., İst. 1995, s.68
12. Ortaylı, İ, “Maarifin Son 150 Yıldaki Serencamı, Yeni Türkiye, Sayı 7 , Ocak-Şubat 1996,
S: 462-470
13. Balcı, M., MGKve
Demokrasi, Yöneliş Yay. İst. 1997
14. Üskül, Z., Siyaset
ve Asker, İmge Kitabevi, Ankara 1997
15. Kaplan Y., Merkez
Neresi, Çevre Nereye Düşer? Yeni Şafak, 6.11.2002 (Shils’ın The Constitution of Society adlı
kitabının 93. sayfasına atfen)
16. Demirel S., Daha
Güçlü Cumhuriyet İçin, 30.10.2002 Radikal
17. Erdem T., İki
Partı Seçmeni AKP’ye Gitti, 06.11.2002 Radikal