(Umran Dergisi)
FP’nin iki başkan adaylı kongresine gidilirken
‘yenilikçi kanat’ övgüsü ile medyada başlatılan kampanya, son bir aydır yön
değiştirerek devam etmektedir. ‘Kurtarıcı’ olarak sunulanların, Erdoğan’ın
yasağının kalkması ile, bir anda ‘tehlikeli’ ilan edilmelerinin ve yoğun bir
baskıya muhatap olmalarının bir anlamı olmalıdır. Derviş’in gelişi ile rahatlayan
çevreler, ekonomik krizin derinleşmesi ile, Derviş faktörünün siyasi arenada
itibar kaybına uğraması sonucu, ciddi biçimde paniğe kapılmış görünüyorlar.
Erdoğan’a dönük karalama kampanyasının başlatılmasında bunun önemli etkisi
olduğu söylenebilir. Türkiye’de ‘Altı Ok’un karşısında olan her siyasi yapı,
büyük baskı altına alınmış, karalanmış ve kötülenmiştir. Serbest Fırka, DP, AP,
MHP, MNP, MSP, RP, FP için söylenenlerle, AK Parti için söylenenler arasında
özde bir fark yoktur. Karalama kampanyalarında o günün modasına uygun
terminoloji kullanılmıştır: ‘Gericiler’, ‘ayak takımı’, ‘çarıklılar’,
‘kuyruklar’, ‘taşralılar’, ‘varoşlular’,
‘köylüler’... Şartlara göre baskının şiddeti artırılmış, uluslar arası
güçlerle işbirliği yapılarak gerçekleştirilen darbelerle yetişmiş siyasi
kadrolar tasfiye edilmiş, budanmış, sindirilmiştir. Sistem, yetenekli, dürüst,
çalışkan insanları sürekli yiyip bitiren, tüketen bir canavara
dönüştürülmüştür.
Sorun, yalnızca siyasi kadroların yıpratılıp
örselenmesiyle kalmıyor; onları seçip destekleyen ve umut bağlayan halk da
heyecanını ve yaşama sevincini yitiriyor. Bugün, siyasetin ve siyasetçinin
hareket alanı daraltılırken, gerçekte halkın seçme-seçilme özgürlüğü ve irade
koyma hakkı elinden alınmaktadır. Türkiye, halka hesap vermek zorunda olan bir
yönetim anlayışından, halkı dışlayan bir yönetim anlayışına doğru hızla
sürüklenmektedir. Giderek sivil ve asker bürokrasinin yönettiği bir ülke haline
gelmektedir; halkın yönetimde söz sahibi olmadığı, dışlandığı, susturulduğu bir
ülke... Bu, Türkiye’nin en temel çıkmazlarından biridir.
Karalama Kampanyasının Anlamı
Milli Görüş’ün yenilikçilerine başlangıçta biçilen
rol, FP’yi bölerek iki parça halinde parlamento dışında bırakmaktı. Fakat
görülen o ki, evdeki hesap çarşıya uymamıştır: FP bölünmüştür ama yapılacak ilk
genel seçimde, hem Saadet, hem de AK Parti’nin parlamentoya girmesi kesin
gibidir. Yapılan anketler ise, AK Parti’nin -şimdilik- birinci parti olduğunu göstermektedir. İşte
Erdoğan aleyhtarı kampanya tam da bu sırada başlatılmıştır.
Medyada başlatılan kampanyanın amacı; ‘umud’u
‘umutsuzluğa’ dönüştürmek, AK Parti mensuplarını psikolojik savaşın yoğun
baskısı altında tutarak ‘suçluluk kompleksi’ne sokup teslim almak ve hareketi
dar bir alana hapsetmektir. Şartlarda anormal bir değişme olmadığı takdirde, bu
karalama ve yıpratma kampanyasının dozajını her geçen gün artırarak devam
edeceği anlaşılmaktadır.
Erdoğan’a yapılan saldırıların benzerlerinin Menderes,
Demirel, Türkeş, Özal ve Erbakan’a da yapıldığı unutulmamalıdır. Bu liderler
sistemle kavga yapmak istememiş, fakat bunların hepsi böyle bir kavganın içine
zorlanarak, bilinçli bir şekilde çekilmiş ve yıpratılmışlardır. Bugün Erdoğan
için aynı tezgah kurulmak istenmektedir.
Bu tür kampanyalarla mücadele iki boyutlu olarak
genişletiliyor:
Birincisi; on yıllık kasetlerle Erdoğan tövbe etmeye, meşruiyet
kazanmak için belli oligarşik güç odakları karşısında diz çökmeye zorlanıyor.
Bunu yaptığı takdirde de kendisinden ne isteneceği belli değildir; ancak kesin
olarak belli olan şudur ki, boyun eğerse sistemin basit bir dişlisi haline
gelecek ve halktan kopacaktır. AK Partililer şayet bu kumpasa girerlerse,
çürümenin nedenini tam olarak teşhis etseler bile, tedavisinde köklü çözümler
üretmeleri mümkün olamayacaktır.
Ülke IMF’ye teslim edilirken, özelleştirme adı altında
ekonomi uluslar arası sermayeye peşkeş çekilirken, kurumlar despotlaşıp halk
dışlanırken, beyin ve sermaye göçü hızlanırken, toplumsal sermaye tüketilirken,
intihar, soygun, talan, şiddet ve fuhuşta patlama yaşanırken yapılması gereken,
bu duruma nasıl gelindiğinin sorgulanması ve ona göre çözümler üretilmesidir.
İkincisi; AK Parti’ye karşı yürütülen kampanya ile, hareketi kötü göstermek, katılımı engellemek ve hızını kesmek amaçlanıyor. Halka korku salarak bu sonuca ulaşılmak istenmektedir. “Taşranın iktidar yürüyüşü durdurulmalı”1, “Türkiye’yi varoşlar yönetecek”2 tarzında medyada geliştirilen söylem ile bir taraftan halk horlanıp aşağılanırken; diğer taraftan mevcut vurgun ve talan düzeninin müntesiplerine ‘aklınızı başınıza alın, iktidarınız sarsılıyor’ korkusu yerleştirip çözüm aramaya zorlanıyorlar.
Sistemin Tükenişi
Dün ‘çarıklılar’, ‘kuyruklar’, ‘cahiller’... derken
de; bugün ‘taşralılar’ derken de verilmek istenen mesaj aynıydı: Bu ülkede bir
‘efendiler(!)’, bir de ‘köleler(!)’ vardır. ‘Efendiler yönetir, köleler hizmet
eder.’ ‘Kölelerin yönetime talip olması, bir isyan, bir başkaldırı halidir.’
Gerçekte bu söylemlerde bir yaşam tarzı olarak lanse
etmeye çalıştıkları, kutsadıkları, kabul eder göründükleri demokrasiyi de
reddediyorlar. Onlara göre halk, efendilerin(!) istediklerini yaparsa, seçme
hatta seçilme hakkına sahip olabilir.
AK Parti’nin başörtülü kurucularına yasak getirme
isteğini aynı bağlamda değerlendirebiliriz. Başörtüsü ile ilgili bu yaklaşımla
şöyle denilmek istenmektedir: Bizim demokrasimizde ‘işçi, müstahdem, odacı veya
hizmetçi olarak bize başörtülü olarak hizmet edebilirsiniz; ancak doktor,
mühendis ve avukat olarak bizimle aynı mekanları ve imkanları paylaşamazsınız’.
Asırlar önce Hindistan’da var olan Kast Sistemi 21. yüzyılda Türkiye’de
demokrasi adına yeniden inşa edilmeye çalışılıyor bugün. Bir dönem ABD’de
yaşanan zenci-beyaz ayırımına doğru Türkiye sürükleniyor.
Demokrasi ile yönetildiği söylenen bir ülkede
“taşralının iktidara yürüyüşü durdurulsun” çağrısı yapılmasının anlamı nedir?
Halkın iradesinin yönetimi belirlemesi, demokrasinin temel ilkesi değil midir?
Yoksa demokrasi, bazıları seçilirse, yönetime gelirse işleyen; bazıları
geldiğinde işlemeyen bir anlayış, bir yönetim biçimi midir?
Karşı karşıya kaldığımız zihniyetin niyet ve bakış açısını daha iyi anlayabilmek için düne ve bugüne birlikte bakmalıyız.
Dün (1946-1950 seçimlerinde söylenenler)
“Bizden sonra
demokrasinin geleceğini tehlikede görmememye imkan yoktur. Halkın bu düzeyi
umut kırıcıdır. (İsmet İnönü)
“Altı ay sonra
biz onlara gösteririz; altı ay oturamazlar. (Başbakan Şemsettin Günaltay)
“Bu seçimde bizi
yıkan, devrime düşman olan kara kuvvettir. Ayak takımı, kentlerde genel yaşama
yeni bir biçim verebilir. (Faik Ahmet Barutçu)
“Bilhassa seçim günlerinde jandarma tedbirleri almazsak, cahil halk reylerini Haso’ya, Memo’ya verir. Büyük Millet Meclisi’ne Hasoların, Memoların dolmasına sizin vicdanınız razı olur mu? (Cevdet Kerim İncedayı)”3
Bugün
“Taşra bir
mekan, bir coğrafi tanımlama değildir. O bir zihniyettir. Ve bu zihniyet bugün
en başta İstanbul’da hakimdir. Cehalet girdabında debelenen, kendi cehaletinden
adeta keyif alan, bilgiye düşman olan, kindarlık kapasitesi yüksek olan,
moderniteden korkan, korkularını basit saldırganlıklarla kamufle etmeye çalışan
zihniyettir taşralılık. Ve bu zihniyet bugün Türkiye’de yükselişe geçmiştir. Bu
yükseliş hangi dönemde durmuştur, diye sorsanız, bu da makul bir soru olur
aslında. Ama görülmesi gereken şey, bu zihniyetin bugün Türkiye’de ezici bir
çoğunluğa erişmiş durumda olmasıdır...
Bir de nüfusun azınlığını
oluşturan, ama azınlık olmalarına rağmen, Türkiye’nin Batılı bir ülke olarak
var olma niyeti varsa eğer, bu ülkenin belkemiğini oluşturacak olan insanlar
var: Bilgili, birikimli, mesleğini kimlik yapmış, gelecek için çalışma, yaratma
potansiyeline sahip olan, Batı tipi bir demokrasiyi özleyen, Türkiye’ye bunu
yakıştıran, liberal fikirlere sahip insanlar bunlar.”4
“...Lağım
kokusuna karışan çiğköfte baharatı. İşte size varoş estetiği! Önce kentlerin
eğlence, yemek ve kültür dünyasını ele geçirdiler. Televizyon yayınları onların
zevkine göre belirlenir oldu. Bu korkunç yozlaşmayı, yerel yönetimlerdeki
zaferleriyle perçinlediler. Şimdi de Türkiye’yi yönetmeye talipler.
Hiç hayal görmeyelim: Masum
gecekondularla başlayan ve giderek kentleri yaşanmaz hale getirerek dev bir
ahtapot gibi boğan varoşlar, kendi starları, belediye başkanları ve işadamları
gibi, başbakan, bakan ve cumhurbaşkanlarını da çıkaracaktır. Bu kadar
yoksullaşma ile, varoş edalı din temaları yan yana gelince nasıl bir patlama
olacağını hep beraber göreceğiz.”2
“Erdoğan’ın
hesabı tutar mı dersiniz; ona cevabım: çok zor. Son beş yılda yaşananlardan sonra
şu fotoğrafı gözünüzün önüne getirin: Farzedin ki, Erdoğan başbakan sıfatıyla
Genelkurmay’da, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları onu selamlıyor,
Erdoğan merasim bölüğünü denetliyor! Bu kare Türkiye şartlarında size gerçekçi
görünüyorsa, Erdoğan’ın işi kolay diyebilirsiniz.”5
50-55 yıl arayla söylenen sözlerin üstüste örtüşmesi, nasıl bir zihni kırılma ile karşı karşıya kaldığımızı göstermektedir. Demokrasinin halkın idaresi olduğu söylenerek, demokrasi adına halkın çoğunluğunun yönetimine karşı çıkılmakta, halka hakaret edilmekte ve halkın iktidarına dur denilmek istenmektedir. Bu, bir taraftan sistemin tükenişinin beyanı anlamına gelirken; diğer taraftan da ezilenlerle-ezenlerin (mustazaflarla-müstekbirlerin) mücadelesinin sertleşeceği anlamına da gelmektedir.
Mustaz’aflarla(Ezilen) Müstekbirlerin(Ezenler) Mücadelesi
Mustaz’af: “Zaafa uğratılmış, güçsüzleştirilmiş, güçten düşürülmüş. Gerçekte kendisi zayıf olmadığı halde mahkum edildiği maddi ve maddi olmayan yapı içinde güç ve dinamikleri dondurulmuş, önüne engel çekilmiş kişi. Müstekbir ise, büyüklenen. Gücün tümüne sahip olmadığı halde kendinde büyüklük ve sınırsız güç vehmeden, Allah’a ve onun hükümlerine başkaldıran, mustaz’aflar üzerinde haksız baskı ve tahakküm kuran kişi demektir.”6
En Büyük İlk Müstekbir: İblis
Sınıfsal ayırım (sosyal, ekonomik ve yapısal üstünlük)
kavgasının izleri, ilk yaratılış olayında karşımıza çıkmaktadır. İblis’in
yapıtaşı ateş, Hz. Adem’inki ise toprak’tır. Arada yapısal bir farklılık
vardır. Bu yapısal farklılık; İblis’in, secde olayında, kibirlenip Hz. Adem’i
hor görmesine, dolayısıyla da Allah’a isyan etmesine sebebiyet vermiştir. (7
Araf 12)
Dolayısıyla, insanları bulunduğu sosyal ve ekonomik konuma göre değerlendirme ve konumlama, şeytani bir düşüncenin ürünüdür. Sınıfsal kavga, İblis ve onun yolunda olanların kavgasıdır.-
Üç Grup Müstekbir
Müstekbirler, üç ana insan unsurundan oluşur; gücü
elinde bulunduran diktatörler, zorbalar, onlara teorik ve pratik destek çıkan
yardımcılar ve sermayeyi elinde bulunduran, halkı ezen-sömüren patronlar. Kur’an, tarihteki iktidar gücünü elinde
bulunduran Firavun, onun teori ve pratikteki destekçisi Haman ve aşırı servetle
güç elde etmiş Karun’u, üç farklı müstekbir grubun temsilcisi olarak bize
sunmaktadır:
“Karun’u, Firavun’u ve
Haman’ı da yıkıma uğrattık. Andolsun, Musa onlara apaçık delillerle gelmişti.
Ancak onlar yeryüzünde büyüklendiler. Oysa onlar azaptan kurtulup geçecek
değillerdi.” “İşte biz onların herbirini kendi günahıyla yakalayıverdik. Böylece
onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık
sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk.” (29 Ankebut
39-40)
Bu üç grup müstekbir, mustaz’aflara karşı işbirliği içindedir. ‘Taşralı’ diye başlayan saldırının her koldan yapılmış olması, böyle bir işbirliğinin sonucudur.
Müstekbirler Halkı Hor Görür
Kendini üstün görme anlayışı ;‘efendiler’ ve ‘köleler’
gibi bir ayırımı bünyesinde besleyip büyüterek ve ezen-ezilen çatışmasına kadar
uzanan karmaşık bir sürecin ana dinamosudur. Roma’da Spartaküs isyanında,
Meksika’da Zapata hareketinde, Çarlık Rusya’sında proleter harekette bunun
derin izleri vardır. Hz. Musa’nın büyük yürüyüşü, asırlarca köle edilen
İsrailoğullarının Firavun zulmünden kaçışına ilişkin bir özgürlük yürüyüşüdür.
Bütün peygamberler, ezilenlerin haklarının alınması istikametinde mücadele
vermişler ve böylelikle sınıfsal ayrışmayı ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir.
Bundan dolayı, mevcut hakim zihniyetin refahtan şımarıp azan önde
gelenleri(mütref); peygamberlere karşı çıkmış ve onlara tabi olanları,
aşağılık, beyinsiz, cahil insanlar olarak nitelendirmişlerdir:
“(Nuh)
Kavminden, küfre sapanların önde gelenlerinden olan çevresi; ‘Biz seni yalnızca
bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz, sana sığ görüşlü olan en
aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz...” (11 Hûd 27)
Burada geçen ‘sığ görüşlü olan en aşağılıklar’ ifadesi
ile Serdar Turgut ve Zülfü Livaneli’nin yazılarında tanımlanan ‘taşralı’,
‘varoşlu’ ifadelerini yanyana koyduğumuzda kastedilen şeyin aynı olduğunu
görmekteyiz.
Bu bağlamda ilginç bir örnekle de, Hz. Peygamber’in
mücadelesinde karşılaşıyoruz. Kureyşlilerin ileri gelenlerinden bir kısmı
peygamberin çeveresindeki insanlarla ilgili olarak; “Ey Muhammed, sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz
bunların arkasından mı gideceğiz? Bunları yanından kovsan, biz senin meclisine
gelir, konuşuruz, belki de uyarız” teklifinde bulunmuşlardır. Hz. Peygamber
kendilerine “Ben müminleri kovmam”
(26 Şuara 114) cevabını verince, tekliflerini; “O halde, biz geldiğimiz zaman bunları kaldır, gittiğimiz zaman da
yanında oturt” şeklinde değiştirmişlerdir.7
Görüldüğü gib refahtan şımarıp azanlar, fakir, mazlum
halk ile bir arada bulunmayı hiçbir zaman içlerine sindirememişlerdir.
Kureyş önde gelenlerinin tekliflerine Allah; iki
âyetle (6 Enam 52, 18 Kehf 28) cevap vererek müslümanları, ezilenlerin yanında
açık bir şekilde konumlandırmıştır:
“Nefsini, sabah
akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabrettir.
Dünya hayatının aldatıcı sözünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini
bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi istek ve tutkularına (hevasına)
uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.” (18 Kehf 28)
Dolayısıyla bugün karşılaşılan durum; asırları kuşatan bir mücadelenin günümüzdeki yansımasından başka bir şey değildir.
Müstekbirler Halkı Bölen Hileye Dayalı Düzen Kurarlar
Müstekbirler, hakimiyetlerinin devamı için
mustaz’afları bölmeye, birbiriyle vuruşturmaya ve onları alabildiğine
aşağılayarak özgüvenlerini kaybettirmeye özel gayret sarfederler:
“Gerçek şu ki, Firavun
yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım parçalara ayırıp bölmüştü;
onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp
kadınlarını da diri bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı.” (28 Kasas 4)
Büyüklenme (istikbar), bir büyüklük kuruntusu, bir
hastalık halidir. Kendini ulaşılmaz görme, kendini kendine yeter görerek
(müstağnileşme) çevresini küçük görme ruh hali söz konusudur.
O nedenle müstekbirleşenler, arzın merkezinde
kendilerini görürler. Alah’a karşı büyüklenirler (4 Nisa 172), başkaldırırlar
(25 Furkan 21), ölçü, kural koyucu olarak kendilerini görürler (74 Müddessir
18-23); Allah’tan başka ilah olmadığını böbürlenerek reddederler (37 Saffat
35). Hoşlarına gitmeyen her söz ve harekete karşıdırlar (2 Bakara 87). Her
türlü kötülüğü organize ederler, tuzak kurarlar, hile yaparlar:
“... Onlara uyarıcı-korkutucu geldiğinde nefretlerinden başkasını arttırmadı; hem de yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli-düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz...” (35 Fatır 42-43)
Müstekbirlerin Kalbi Mühürlüdür
Ölçüyü kaçırmaları, Allah’a başkaldırmaları,
mustaz’afları ezmek ve sömürmek için her türlü hile-desiseye başvurmaları,
halkı bölüp parçalamaları nedeniyle Allah müstekbirlerin kalbini damgalar:
“... İşte Allah ölçüyü taşıran, şüpheci kimseyi böyle saptırır.” “Ki onlar, Allah’ın ayetleri konusunda kendilerine gelmiş isbatlı bir delil bulunmaksızın mücadele edip dururlar. Bu, Allah katında da, iman edenler katında da büyük bir öfke nedenidir. İşte Allah her müstekbir zorbanın kalbini böyle damgalar. (40 Mümin 34-35)
Müstekbirler Çürümenin Mimarlarıdır
Müstekbirler, mallarıyla, servetleriyle, makamları ve
bilgileriyle şımarıp azmış olmalarından dolayı, insanı ve insanlığı
unutmuşlardır. O nedenlede bozulmanın, çürümenin, kirlenmenin, fesadın ve
bunalımın baş aktörleri bunlardır:
“Biz bir ülkeyi
yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, O’nun ‘varlık ve güç sahibi önde
gelenlerine’ emrederiz, böylelikle onlar orada bozgunculuk çıkarırlar. Artık
onun üzerine söz hak olur da, O’nu kökünden darmadağın ederiz.” (17 İsra
16)
Toplumsal bunalımın gerçek sebepleri, halka
anlatıldığında; bundan en çok rahatsız olup karşı çıkacak olanlar da gene
refahtan şımarıp azmış müstekbirleşmiş bu guruptur:
“Biz hangi
ülkeye bir uyarıcı-korkutucu gönderdikse, mutlaka oranın ‘refah içinde şımaran
önde gelenleri’: ‘Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz’
demişlerdi. Ve: ‘Biz mallar ve evlatlar bakımındanda daha çoğunluktayız ve biz
azaba uğratılacak da değiliz’ demişlerdi.” (84 Sebe 34-35)
Özetle; müstekbirlik bir zihniyet, bir yaşam ve hareket tarzıdır. Bugün Türkiye’de zulme, sömürüye, haksızlığa, yolsuzluğa karşı çıkanlar ve müstezafların (ezilenler) haklarını arayanlar, müstekbirlerin bu zihinsel özelliklerini bilerek davranmalı ve hareket etmelidir.
Sonuç
Türkiyede siyasetle uğraşanların, Türkiye’nin içine
düştüğü bunalımın gerçek sebeplerini iyi teşhis etmesi; bunalımın baş
aktörlerinin, Firavun, Haman ve Karun gibi davranan müstekbirlerin olduğu nu
halka anlatması gerekir. İnsanı ve insanlığı mahveden, müstağnileşmeyi,
müstekbirleşmeyi ve mütekebbirleşmeyi, zorbalığı ve zulmü meşru gören bir
zihniyettir söz konusu edilen. Müstekbirlerin yoğun baskısı altında yaşamış bir
halkın zihni fonksiyonlarında, değer ölçülerinde ciddi kırılma ve sapmalar söz
konusudur. Dolayısıyla gerek müstekbirlerin ve gerekse mustazafların zihinsel
bir arındırmaya ihtiyaçları vardır. O nedenle bir zihniyet değişim mücadelesi
verilmelidir. Ancak böyle bir zihinsel arındırma hareketi ile sınıfsal
kamplaşmanın önüne geçilebilir.
Meşruiyeti; doğru, fikir, düşünce, davranışta ve
halkta aramak gerekir. Meşruiyetin kaynağı bunlardır. Refahtan şımarıp
azanların bizzat kendileri tutum, davranış ve halktan kopmuş olmalarından
dolayı gayrı meşrudur. Siyaset yapanların yeri, mazlumların, müstezafların
yanıdır. Müslüman inancının gereği budur. Bu, oy kaygısı ile yapılan bir tercih
değildir ve de olmamalıdır. Büyük Hesap
Günü düşünülmelidir
O nedenle ezilen bir halkın iktidara yürüyüşü devam
etmelidir, saptırılmamalıdır. Halk, hayal kırıklığına uğratılmamalıdır.
Dosdoğru bir yol üzere halkın yürüyüşe iştiraki sağlanmalıdır. Ancak bu durumda
Allah’ın yardımı gelir ve va’di gerçekleşir:
“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz. Ve istiyoruz ki, onları yeryüzünde iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım; Firavun’a, Haman’a ve askerlerine, onlardan sakınmakta oldukları şeyi gösterelim.” (28 Kasas 5-6)
Kaynaklar
1. Turgut S., ‘Taşranın İktidar Yürüyüşü
Durdurulmalı’, Hürriyet, 2 Ağustos
2001
2. Livaneli Z., ‘Türkiye’yi Varoşlar Yönetecek’, Sabah, 12 Ağustos 2001
3. Yıldız, A., İktidar
Kavgaları ve Sanal İrtica, Pınar Y., İst. 2000, s.162,178
4. Turgut S., ‘Esir Türkler’, Hürriyet, 6 Ağustos 2001
5. Özgürel A., Radikal,
1 Ağustos 2001
6. Yazır, E.H., Hak
Dini Kur’an Dili, Azim y., İst., c.3
7. Bulaç A., Kur’an-ı
Kerim’in Türkçe Anlamı, Pınar y., İst., 1983