(Umran Dergisi)
“Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve aşıkları,
Alt Kat: Kızkardeşimin (Tamtam)da çığlıkları
Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!
Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş.”...1
Giriş
Rahmetli Necip
Fazıl 1947 yılında kaleme aldığı “muhasebe” adlı şiirinde, toplumsal değişmeyi,
üç nesli göz önüne alarak fotoğraflamaktadır. Kök, dal ve meyve arasında
kurulan ilişki, tarihimizin son 200 yüzyıllık değişiminin veciz bir özetidir.
Osmanlı
aydınlarının “Türkleşmek, İslamlaşmak,
Batılılaşmak” formülleri arasında toplumdan kopuk tartışmaları ve çözüm
arayışları, sonuç vermediği gibi taraflar arasındaki görüş ayrılığını daha da
derinleştirmiştir. Cumhuriyetle beraber yeni bir ulus yaratma(!) hayali ile
önceleri “Türkleşmeye ve batılılaşmaya”, sonraları da yalnızca “batılılaşmaya”
dönük çalışmalar, çok önemli bir fırsatın kaçırılmasına neden olmuştur. Sanal bir halkın inşası için, yaşayan halkın düşman olarak algılanması
çok büyük bir potansiyel ve motivasyon kaybına neden olmuştur.
Batının bilim ve
teknolojideki baş döndürücü gelişimi ve batı karşısında alınan sürekli
mağlubiyetlerin oluşturduğu yılgınlık, bezginlik, ezilmişlik horgörülmüşlük,
dönemin sivil ve asker ileri gelenlerini yanlış bir anlayışa ve yanlış bir
arayışa itmiştir. Geri kalmışlığın nedenini dinde ve toplumsal değerlerde
aramışlardır.Onun için de dine ve toplumsal değerlere, onları yaşamdan tasfiye
etmek için, savaş açmışlardır. Ortaya çıkan boşluğu, batı medeniyetinin farklı
renklerini biraraya getirerek oluşturdukları eklektik bir yapı ile doldurmaya çalışmışlardır. “Altı Ok”, böyle bir eklektizmin garip
bir ürünüdür. Yeni sistemin değerleri, Batı’nın farklı ülkelerinden
devşirilerek ve toplumsal bünye ile uyuşup uyuşmadığına bakılmadan, zorla,
tehditler, baskı ile, hatta şiddetle uygulama alanına konmuştur.
İthal edilen ve
taklit ile inşa edilmeye çalışılan yeni değerler sistemi, var olan yerli değer
sistemi ile uyuşmadığı gibi onu tamamiyle tasfiye edememiştir. Ne ithal
değerler, yerli değerleri tasfiye edebilmiş; ne de gücün korun
ması altındaki
ithal değerleri, yerli değerler absorbe edebilmiştir. Ancak birbirlerini
karşılıklı etkilemişlerdir.Bu etkileşim anaforunda heterojen, melez bir yapı
oluşmuştur. Şizofren denebilecek, iki farklı değer arasında bocalayan bir
toplum meydana gelmiştir.
Çift kişilikli
insanların artması, ne zaman, neyin, nasıl yapılacağı konusunda kararsızlık ve
karamsarlıkları artırmıştır. Kimin ne zaman, nasıl davranacağının bilinmemesi
güven duygusunu yıkmıştır. Dayanışmayı çözmüştür. Bireyciliği öncelemiştir.
Yalan, dolan, talan, aldatma, vurgun, soygun, doyumsuzluk, baskı, şiddet,
cinayet, karalama, tehdit, hırsızlık, normal kişilik özellikleri olarak
meşruiyet kazanmıştır. Uyuşturucu, alkol kullanımı, kumar, fuhuş
yaygınlaşmıştır. İnsanları sürüleştirme, bireyselleştirme, sindirme, korkutma
bir yönetim anlayışı haline gelmiştir. Düşünme ve düşünce doğrudan olmasa bile
dolaylı olarak potansiyel tehlike olarak addedilmiştir. Bu konudaki mahkumiyet
uygulamaları ile topluma göz dağı verilmektedir.
Tornadan çıkmış tek boyutlu, tektip insan özlemi,
özgür tartışma ortamını yok etmiştir. Ortalığa salınan bir korkunun anaforunda
insanlar, kodlarla, sembollerle iletişim kurmaya çalışmaktadırlar. Toplum
muhbir olmaya zorlanmıştır. Muhbirlik meşru bir özellik haline gelerek bizatihi
kurumların çalışmasını kilitlemektedir. Oluşturulan canavar şimdi de kendi
evlatlarını yemekle meşguldür.
Medya
aracılığıyla başlatılan yargısız infaz ve itham kampanyaları, toplumun
motivasyonunu bozmakta, onları karamsarlığa, ümitsizliğe, moral bozukluğuna
itmektedir. Doğru ile yanlış, temiz ile pis birbirine karıştırılmaktadır.
Ülke darbeler,
cuntalar, çeteler ve mafyalar ülkesi olmuştur.
Halka
güvenilmemekte ve halkın bizzat kendisi tehlike olarak görülmektedir. Ülke ne
hikmetse iç tehdit(!)’den kurtulamamaktadır. “Sanal bir halk” için “yaşayan
halkın” tehlike olarak algılandığı belki de başka bir ülke yoktur. Dost kimdir,
düşman kimdir belli değildir. “At izi, it
izine karışmıştır”.
İktidarda ve
muhalefetteki söylem farklılıkları, siyasilerin tutarsızlıkları halkı
bıktırmıştır. Siyasilere ve siyasete güveni yıkmıştır. Dahası toplumun, devletin
bütün kurumlarına olan güveninde ciddi bir erozyon meydana gelmiştir. Halkın kamplara ayırılarak yalanla, vaadle,
aldatma ile hatta tehdit ve şantajla yönetilmesi, 200 yıllık tarihin belki de
en belirgin vasıflarından biridir.
Gerçekte karşı karşıya geldiğimiz sorun bir kimlik
krizinin yarattığı kaostur. Bir kültürel deformasyon ve değerler sisteminin
çöküşüdür. Ortak değerlerin çözülmesidir. Bizi temsil eden örnek insanın
kayboluşudur. Genel olarak söylersek ne müslümanı gerçekten müslüman, ne laiki
gerçekten laik, ne milliyetçisi gerçekten milliyetçi olan bir garip bir toplum.
Ne zaman, nasıl davranacağı belli olmayan bir insan unsuru, işte asıl büyük
tehlike budur.
Böylesi bir ortamda insanların en azından bir kısım insanların “ne oluyoruz,?”, “nereye gidiyoruz?” diye sorması normaldir. Kendi kökenini, nereden gelip nereye gittiğini, hangi kültür ve medeniyete dahil olduğunu araması, sorgulaması doğaldır. Bu sorular, bir kimlik arayışının başlangıç noktasıdır. Onun için sevindirici ve ümit vericidir. Yeter ki bu sorgulama her türlü engele rağmen, sona kadar götürülebilsin.
Çözüm Arayışında Yöntem
Karşı karşıya
kaldığımız sorun gerçekten büyüktür, karmakarışıktır. Bir çok değişkenin lineer
olmayan bir fonksiyonudur. Bütün faktörleri göz önüne almayan bir yaklaşım
tarzı ise yanıltıcıdır. Bütün faktörler
göz önüne alındığında problem, devasalaşmakta, gerçekle aramızda adeta bir sis
perdesi oluşmaktadır.
Kimlik sorununun
zaman ve mekan boyutlu olması, tarihin belli bir döneminde, belli bir coğrafyada
ulaşılan sonuçlardan hareketle tümevarım yoluyla genel bir teori ihdas edilmesi
mümkün değildir veya olmayabilir. Tamamen bir gözleme dayanarak sebep- sonuç
ilişkilerine bakarak değişimi yorumlayabiliriz. Yorum bilgisel anlama
(hermeneutik) ile bir model ve buna dayanan bir teori ortaya koyabiliriz. Modelimizin ömrü veya geçerliliği, olayları
çözmede göstereceği başarının bir fonksiyonudur.
Fen ve teknik
bilimlerde yapabildiğimiz genellemeleri, sosyal bilimler alanında yapmak son
derece tehlikeli bir girişimdir. Kaldı ki, fen ve teknik bilimler alanında da
bulgularımızın izafi olduğunu, her an değişebileceğini kabul etmekteyiz.
Teknoloji geliştikçe, deney ve gözlem yapma imkan ve vasıtaları arttıkça mikro
ve makro alemdeki birçok model ve teori yeni verilerden dolayı değişmektedir.
Oysa sosyal
bilimler alanında, muhatabınızın insan
olması sorunu daha da girift hale getirmektedir. Deney yapma -kimlik alanı-
şansımız yoktur. Verileri, olayları gözlemleyerek, yorumlayarak, ilişkiler
kurarak genel formülasyonlara ulaşılabilir.Bunu da bütün bir dünyayı ve tüm
zamanları kapsayacak şekilde bir genellemeye kavuşturmak neredeyse imkansızdır.
Tüm zaman ve
mekanları kuşatabilecek bir bilgiye sahip olunsa, belki sorun daha da rahat
çözülürdü. O bilgi de bizde değil,
Alemlerin Rabbi olan Allah’tadır. Allah’tan gelen bilgiye, kutsal
kitaplara, başvurarak bu sorunu nisbeten daha kolay bir şekilde inceler, sonuca
vardırabiliriz. Burada da yorumlama, değerlendirme farkları elbette olacaktır.
Onun için amacımız muhtelif alternatifleri sunmak, sorunu özgür bir şekilde
tartışmaya açmaktır.
Böyle bir
yaklaşım tarzını benimseme, diğer yaklaşım tarzları ile elde edilen bulgulara
itibar edilmeyeceği anlamı taşımaz. Gerçeği ortaya çıkarabilmek karşı karşıya
kaldığımız krize bir çözüm bulabilmek ve bu ülke insanının büyük uzlaşmasına
zemin hazırlayabilmek için bütün veri ve yöntemleri birlikte kullanmalıyız.
“Mihrace’nin körlerinin” fili tanımlamada düştüğü
hataya düşmeden, bütünü yakalamaya çalışmalıyız. Paniğe kapılmadan, kendimizi
sorgulayarak, karşı fikir ve düşüncelerin haklılık paylarını gözeterek, ortak
paydalar bulmaya, farklılıkların birlikteliğini sağlayacak ara kesitler
yakalamaya gayret sarfetmeliyiz.
Önerilerin gerçekten çözüm olabilmesi için doğru olması gerek şarttır, fakat yetmez. Yeterli olabilmesi için geçerli ve uygulanabilir de olması gerekir. İdeal çözüm teorik anlamda mümkün olabilir, fakat pratikte uygulanabilme özelliği yoksa geçersizdir. Bütün talepleri karşılayabilecek, herkesi kucaklayabilecek bir çözüme ulaşmak mümkün olmayabilir. O açıdan kimlik sorununun çözümü için hedeflenen, tüm parametreleri göz önüne alan optimal bir çözüm arayışı olmalıdır.
Kimlik Nedir? Nasıl Oluşur?
“Kimiz, kimlerdeniz; nereden gelmiş, nereye gideriz?” Ünlü Ressam Gauguin yaptığı bir tabloya bu adı
vermiştir.2 Bu sorgulama, kimlik
arayışında, veya kimliğin değerlendirilmesinde temel özelliktedir. Burada
yalnızca “kim olduğu” ve “kimlere ait olduğu” sorgulanmıyor, “nereden gelinip
gereye gidildiği de” sorgulanıyor. Hayatın başlangıcı ve sonu ile ilgili
düşünmeye bir davet vardır. Ressamın olaya bu şekilde bakıp bakmadığını
bilemiyoruz.
Gerçekte hayatın
başlangıcı ve sonucuna ilişkin bir sorgulama doktriner (akidevi) bir arayıştır. Hayat, kâinat, insan ve bunların
başlangıç ve sonuçlarına ilişkin sistemli bir düşünce ortaya koymak demek bir
doktrin ihdas etmek demektir. Değerler sistemi oluşturmak demektir. Değerler sistemi, kim olduğumuzu ve
kimlerden olduğumuzu, nereden gelip, nereye gittiğimizi cevaplandırır.
Soruların
cevapları, tek bireyin malı olmaktan çıkıp, bireylerin ortak doğruları olduğu
zaman topluluk; bireylerin toplamı -yığın-, olmaktan kurtulup toplum olmaya hak
kazanır. Bireyler arasında ortak değerler arttıkça bütünleşme sağlanır. Kader
birliği oluşur. Hayat, ortak paydalar etrafında şekillenir. Yeni bir yaşam
biçimi, tarzı ortaya çıkar.
Gelenek,
görenek, örfler, adetler, töreler, yazılı olan ve olmayan hukuk, ekonomi,
eğitim, ahlak, özetle herşey ana değerler sistemine göre oluşur ve gelişir.
Bütün bunlarla örtüşen bir kültür ve medeniyet meydana gelir.
Değer sistemi,
hayatın başlangıcı, sonucu, ölüm ötesini kuşatacak bir donanıma sahipse
evrensellik iddiasında bulunabilir. Değer sistemleri çözüm üretebildikleri ve
üretilen çözümleri, bireyleri mutlu ve tatmin edebildiği sürece hayatta
kalabilir.
Evrensellik
iddiasındaki değer sistemlerinde değerler, iki ana sınıfta toplanabilir. Birincil değerler ve ikincil değerler.
Birincil değerler; zaman ve mekandan bağımsız, kalıcı, değişmeyen, o
değerler sistemi için olmazsa olmazlardır. İkinciler,
birincilerle uyumlu ve fakat zaman ve mekana bağımlıdır. Birinciler
değişmeden kalırken, ikinciler değişik coğrafyada, farklı koşullarda, farklı
zaman dilimlerinde farklı şekiller alabilir. Hatta uygulamadan kalkabilir de.
Aynı koşullar meydana geldiğinde, yeniden uygulanabilir. Bir değer sistemi,
farklı değer sistemleri ile etkileşerek yeni ikincil değerler kazanabilir. Bu
boyutu ile bakıldığında karşılıklı etkileşimin sonucu olarak kültürler değişir.
Ancak birincil değerlerde değişim, o düşünce ya da değerler sisteminin kendini
inkarıdır. Oluşturduğu kültür ve medeniyetin yıkımıdır.
Teknik bir
terimle ifade edersek birincil değerler, işaretin ana frekansıdır; ikincil
değerler ise, harmonikleridir. Harmonikleri istediğiniz kadar alır ya da
atarsınız. Ancak ana frekansı attığınız zaman işaret yok olur.
Değerler
sisteminin hayatın değerlendirilmesi ve tanzimine ilişkin ortaya koyduğu maddi
ve manevi herşey kültür kavramı ile
isimlendirilmektedir.3 Dolayısıyle her
kültür, dayandığı değer sistemine bağlı olarak hayatı yorumlar ve tanzim eder.
Bu gücünden dolayı saygındır, özgündür. Ancak zaman ve mekana bağlı olarak, özü
aynı kalmak kaydıyla değişime uğrar. Ana doğrular etrafında değişebilirlik bir
kültürün gücünü gösterir. Kültüre gelişip serpilme imkanı verir. Bağlılarına
heyecan, güç katar. Her kültür, bazı ortak paydaları olsa bile bir başka
kültürün aynı olamaz. Bazı ortak değerleri paylaşabilirler, bütünü ile aynı
olmaları mümkün değildir.
İnsanın bir
değer sistemine ya da bir kültüre tabi olması ile başlayan değişimi, kendisinin
başkaları ile aynileşmesine ya da farklılaşmasına neden olur.Bu, insanın
kendini yeniden tanımlaması ve konumlandırmasıdır. Damdaki Kemancı müzikalinin
bir güftesinde yer alan
“Geleneklerimizden
dolayı (bizde)
Herkes bilir kim
olduğunu”(!)
ifadeleri,
tanımlama ve konumlamayı güzel bir şekilde yansıtmaktadır.
Bu aşamada “ben ve öteki” vardır. Bireyler
arasındaki etkileşimin yönüne bağlı olarak “ben
ve ötekiler”2 ya da biz ve ötekiler meydana gelir. Bu
şekildeki bir ayrışım ya da tasnif, kimlerle birlikte veya kimlere karşı
olduğumuzu refleksiv bir şekilde ortaya koymaktadır. Tanımlama, konumlandırma
ve tasnif etme, belli özellikler etrafında bireylerin bütünleşmesi,
kaynaşmasıdır. Ortak paydaların oluşmasıdır. Olaylar karşısında, genel olarak,
benzer tutum ve tavrı ortaya koyabilmeleridir. Daha genel bir ifade ile kadar
birliği yapabilmeleridir. İşte bu bir kimliğin oluşumudur. Araplar;
“kardeşime karşı ben
yeğenime karşı kardeşim ve ben
yabancıya karşı yeğenimiz, kardeşim ve ben”
şeklinde formüle
ettikleri bu atasözü ile kimliği, belli boyutları ile güzel bir şekilde
açıklamaktadırlar.
Kimlik, konumlanma, aidiyetin ve tasnifin ortak
paydalara göre yapılışıdır. Bir özdeşleşmedir. Kazanılan ortak özelliklerin
bütünleşmesi, güven duygusunun oluşumudur. “Farklı” oluştur, “farklılık”
şuurudur. Kendinden beklenen rollerin istenerek yapılmasıdır. Değerlerin,
kuralların ve onların yaptırım gücünün belirli ve sürekli oluşudur. Değerlere,
kurallara, daha genel ifade ile kültüre kesin ve emin bir inançla bağlanıştır.
Karşılıklı etkileşimin ortak bir senteze ulaşabilmesidir. Kutsalları ortak bir
zeminde saygın bir şekilde severek, isteyerek gönül huzuru içinde tutabilmedir.
Dikkat edilirse kimlikte, ferdi olandan toplumsal olana, kollektif olana doğru
bir açılma, aynılaşma, aidiyet olgusu vardır.
“Benlik”, “kişilik”, “kimlik” ve “imaj” kavramlarının semantik alanları
arasındaki ara kesitler, kesişmeler, zaman zaman kargaşaya neden olmaktadır.
Bunlar birbirinden ayrı ve fakat birbirleri ile etkileşim içinde bulunan
kavramlardır. Bununla beraber bu kavramların kullanılmasında tam bir mutabakat
ve uyum söz konusu değildir. Sorunun kökeninde bu kavramlara farklı disiplinler
içinde farklı anlamlar yüklenmesi yatmaktadır. Körlerin fili tanımlamasında
karşılaşılan sorun burada da vardır. “Bütün” gözden kaçırılmaktadır.
Kişilik,
“bireyin psikolojik yapısına inhisar eden, sosyal faktörlerle beslenen, kendine
özgü davranış özellikleridir. Kişinin dışardan algılanış şeklidir.”1,4 Bireye has özelliklerin dışa
yansımasıdır. Kimlik ise bireyler arası bir olgudur, toplumsal boyutludur.
Bireyin kendisini nasıl algıladığı, değerlendirdiği, konumlandırdığı ve
kimlerle özdeş kıldığıdır. Kişilik ferdin dışardan nasıl görüldüğü ve
değerlendirildiğine ilişkin iken; kimlik kişinin içerden kendisini nasıl
gördüğü ve değerlendirdiğidir. Kimlik, kişiliği etkiler, gelişimini besler,
destekler. Bununla beraber özdeş değillerdir. Ben kavramı ise bireyin ontolojik
alanı ile ilgilidir ve topluma farklı şekillerde yansır. Her kültürün kendine
özgü bir “ben” tanımı vardır.4
Bireysel kimlik denirken kastedilen, kişinin hem kendine, hem de
ötekine bakış şekli ve ötekinin kişiyi değerlendirmesidir. Bu anlamda kişilik,
kimliğin bir alt alanını ya da kümesini meydana getirir. Öteki kendi dışındaki
toplumdur. Bireysel kimlik, “kişisel özelliklerin ve davranış biçimleri ve
eylemlerinin bir toplamıdır. Kişiliğin diğer insanlarla olan ilişkilerinde
ortaya çıkan özelliklerle birlikte tanımlandığı bir boyuttur.”5-6
Toplumun “kişilik yapısını gözlemlenebilir nesnel bir alan” olarak ele aldığımızda, kimlik, toplumun kendisini nasıl görüp algıladığı, konumlandırdığı iken, imaj ise bu nesnelliğin, gerçekliğin, dışardan ötekiler tarafından algılanmasıdır.2 Bu iki kavram da özdeş değildir. Ancak ortak etkileşim alanları söz konusudur.
Kimliklerin Tasnifi Sorunu
Kimlik oluşumunun seyrine bakıldığında, farklılıkların birlikteliğinin esas olduğunu görürüz. Diğer bir deyişle “çeşitlilik içinde birlik, birlik içinde çeşitlilik” söz konusudur.Bazı değerler, özellikler etrafında birleşme vardır. Konumlanma ve aidiyet vardır. Farklılıklar arasında ortak payda söz konusudur.
Canlı Olma Kimliği
Bu bağlamda
baktığımızda ilk tasnif ya da kimlik ayrışımı yaratılışla beraber olmaktadır. Canlı-cansız ayrımı. Buna canlı olma kimliği diyebiliriz.
Canlıların, melek, cin, insan ve hayvanlar şeklinde ayırımı, belli ortak
özelliklere göre yapılan ikinci bir gruplandırma olup bu da bir alt kimliktir.
Kur’an-ı
Kerim’de ilginç olan böyle gruplandırmalar için ümmet kavramının kullanılmış
olmasıdır. Kelimenin en genel anlamı, “ortak özellikler etrafında oluşan bir
küme ya da grup.”7-8 Bu anlamı ile ümmet kavramı kimlik kavramının karşılığı olmaktadır. Canlılar için, insanlar
için, peygamberlere bağlı topluluklar için, belli inançlar için, belli bir
zaman dilimi için, peygamberlere bağlı toplulukların alt grupları için, bir işi
yapmak üzere geçici olarak bir araya gelen grup için, aynı grup içerisinde
işbirliği temelinde farklılaşmış gruplar için, toplumda ayırıcı temel bir
özelliğe sahip tek bir şahıs için de “ümmet” kavramı kullanılmaktadır.9
Burada da tüm kimlikler, ümmet kavramı çerçevesinde tasnif edilmiş olmaktadır.
İnsan Olma Kimliği
İnsanlığın
orijininde aynı anne ve babanın
çocukları olmaktan dolayı bir birliktelik vardır. İnsanlar için, anne ve
babanın bir olması ve aynı türe mensubiyetle oluşan bir kimlik söz konusudur.
Buna insan olma kimliği diyebiliriz.
Kur’an-ı Kerim buna “ey insanlar” hitabıyle özel bir vurgu yapmaktadır:
“Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve her ikisinden bir çok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden korkup-sakının”. (4 Nisa 1)
İman Edenler Kimliği
Hz. Adem’in
yaratılışında melek, İblis (cin) ve beşer olmak üzere üç farklı canlı varlık
alanı ile karşı karşıyayız. Kur’an’da yer alan “secde olayında”, İblis’in
sergilediği tavrı “ben ve ötekiler”
bağlamında değerlendirebiliriz. İblis’in secde etmeyip isyanı ve bunun
sonucunda Hz. Adem ve eşine düşman oluşu ile, yapısal farklılıkları yanında,
birbirlerine karşı duruşları da farklılaşmıştır. Hz. Adem ve eşi için “öteki”
İblistir ve de düşmandır. (7 Araf 22)
“Öteki” İblis’in
en belirgin vasfı, kibir ve gururudur. Dolayısıyla İblis, kibrin, gururun,
büyüklenmenin temsilcisidir. (7 Araf 12,13)
İblis’in
düşmanlığı yalnızca Hz. Adem ve eşiyle sınırlı kalsaydı, sorun yoktu ve bu
şekilde de konuya dahil edilmesi uygun olamazdı. Ancak kıyamete kadar
yaşayabilme iznini almasının ardından yaptığı;
“Mutlaka senin
dosdoğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonradan onlara önlerinden,
arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Onların
çoğunu şükrediciler bulmayacaksın.” (7 Araf 16, 17)
yeminine karşı;
Allah’ın insanları ortak bir özelliği esas alarak (Adem’in oğulları olma) bu
tehlikeye karşı uyarması, bir kimliklendirme olayıdır. Farklı değerler
etrafında vücut bulan kimlikler arasında bir gerilim hatta bir çatışmanın
yaşanabileceği ise bir başka olgudur.
“Ey
Ademoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek
için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de
bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, kendilerini göremeyeceğiniz
yerden sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların velileri
yaptık.” (7 Araf 27)
Ademin çocukları
olma ve aynı türe (insan) mensubiyet, kalıcı bir üst kimlik olmalıydı. Ne
yazıkki bu gerçekleşmemiştir.
“İnsanlar tek
ümmettiler, sonra ayrılığa düştüler.” (10 Yunus 19)
Böyle bir üst
kimliğin bugün pratikte yeri olmazsa da; böyle bir ideali kafamızda ve
gönlümüzde saklamalı ve diri tutmalıyız.
Ârâf 27’de
insanlar, “inananlar”, “inanmayanlar” diye ayrı bir tasnife
tabi tutuluyor. Keza yaratılışla ilgili ayetlerde insanın cennetten çıkarılıp
yeryüzüne gönderilmesi konu edilirken, Allah’ın insanlara doğru yolu gösterecek
hidayetçiler göndereceği belirtilmektedir. Bu hidayetçilere tabi olma veya
olmama, tasnifte kriter olarak kullanılmaktadır. (Bakara 38, 39) Kur’an-ı
Kerim’in değişik surelerindeki ayetlerde “biz ve ötekiler” ayırımı, “Allah’ın
yolundan gidenler (Allah’ın taraftarları) ve Şeytanın yolundan gidenler
(Şeytanın taraftarları)” diye daha baskın bir çizgi ile vuzuha
kavuşturulmaktadır (Mücadele 19-22). Aidiyet, konumlama, güven duygusu bu
kavramlar oluşmaktadır. Dolayısıyle İnsanlık kimliğinin altında iman edenler ve
etmeyenler diye bir kimlik ayrışımı mevcuttur. Bu noktada iman edenler ayrı bir
kimliğe sahiptirler ve Allah’ın boyası ile boyanmışlardır:
“Allah’ın boyasını esas alın. Allah’dan daha güzel kim boya vurabilir...” (2 Bakara 138)
Farklı Alt kimlikler
Hz. Adem’in
çocuklarının çoğalmaları ve değişik corafyaya yayılmaları, renkleri ve
dillerinin farklılaşması, ayrı kabile, kavim ve millet gibi değişik
gruplanmaların meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Bu noktada, tarih ve
coğrafya, dil ve etnisite, kimlik belirleyici parametreler olarak tezahür
etmektedir. Kur’an-ı Kerim bütün bu toplulukları ümmet olarak vasıflandırmakta ve bunlara peygamberler
gönderildiğini belirtmektedir (13 Rad 30, 16 Nahl 36). Burada Allah’ın yol
göstericiliğinin sürekliliğini ve bu gösterilen yola tabi olup olmamaya bağlı
olarak dil, renk ve kavim ya da millet farkı gözetmeksizin aynı
sınıflandırmanın, tasnifin yapıldığını görebilmekteyiz: “İman edenler”,
“küfredenler”. Farklı renk, dil ve kabileye mensubiyet, böyle bir kimlik
ortamında ne anlama gelmektedir?
“Göklerin ve
yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik)
olması da, onun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, ilim sahibi olanlar için
gerçekten ayetler vardır.” (30 Rum 22)
Göklerin ve
yerin yaratılması ile dillerin ve renklerin ayrı oluşunun bir arada
zikredilişi, herbirinin oluşumundaki gizeme, öneme bir vurgudur. Bunu idrak
edebilecek olanların, bundan ders çıkarabilecek olanların ilim sahibi olduğunun
söylenmesi, renk ve dilin gizemini, etkileme gücünü daha da artırmaktadır.
Farklı renk ve dil, insanları tasnifte bir parametre olabilir. Ancak bu
abartılmamalıdır.
Hucurat
suresinin 13. ayeti bu konuda ufkumuzu daha da açmaktadır.
“Ey insanlar,
gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışıp
kaynaşmanız için, sizi milletlere, boylara ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında
en seçkininiz, kötülüklerden en çok korunanızdır. Allah herşeyi bilir, her
şeyden haberdar olandır.”
Burada hitap,
doğrudan doğruya insanadır. Aynı anne babanın çocukları olduğumuz
hatırlatılmaktadır. Bundan sonra millet ve boy kavramları birer ayırıcı unsur
olarak zikredilmektedir. Ancak bunların var kılınış espirisi, “tanışma ve kaynaşma” olarak
gösteriliyor. Boy ve millet ayrımını insanlık kümesinin birer alt kümeleri
olarak, alt kimlikler satüsünde değerlendirebiliriz. Bu ayrımın insan fıtratı
ile yakından ilişkisi vardır. Farklı boy ve milletler insanlık evrensel kümesi
içerisinde birer denge unsuru görevi görürler. Birbirlerine göre konumlarını,
ne dilleri, ne renkleri ve ne de soy sopları ile belirlenmektedir. Üstünlükleri, değerler sistemindeki
konumlarıdır, takvalarıdır. Farklı kavim, boy, aşiret ve milletler, bir
çeşitliliktir. Ancak bütünleşme konusunda da bir belirsizliktir. Farklılık ve
çeşitlilikler artınca bütünün belirsizliği de artmaktadır. Onun için farklı
unsurlar arasında güçlü ortak paydalar bulunmazsa birliktelik uzun sürmez,
ortak bir kimlik oluşmaz. Çünkü kimlikte, isteyerek tabi olma ve bağlanma
vardır. Tevdi edilen görevleri severek, isteyerek, gönülden coşarak yapma
vardır. Buradaki temel sorun, aynılaşmanın, aidiyetin hangi kavram etrafında
olacağıdır. Yukarıdaki ayetlerden ırk, soy, sop, renk ve dil eksenli bir
bütünleşmenin olamayacağı anlaşılmaktadır. Bu,
farklılıkların birlikteliğini kapsayacak
evrensel bir üst kimliğin oluşumunun bu kavramlar etrafında
şekillenemeyeceğidir. Yoksa bu, onların ayrı varlıklar olduğunun bir alt kimlik oluşturduğunun gözardı
edilmesi anlamına gelmemektedir. Tam tersine farklı boy, kabile, ırk ve
milletlerin varlığı bir güvenlik alanı, barış ve tanışma alanı olarak
görülmelidir ve bunların kimlikleri korunmalıdır:
“Ey iman
edenler, bir kavim bir başka kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha
hayırlıdırlar...” (40 Hucurat 11)
Burada iman
edenler bir üst kimlik, evrensel küme olarak ele alınıp, alt kimlik
mensuplarının arasındaki muhtemel
çatışmalara, psikolojik faktörler gözönüne alınarak, engel olunması
istenmektedir. Bir alt kimlik olarak kavimlerin varlığı tanınıyor ve korunuyor.
Eğer çeşitlilik içinde birlik, birlik içinde çeşitlilik isteniyorsa bu gerçek
görülmelidir. Aidiyetin getirdiği güven duygusu, kardeşlik ve dayanışma duygusu
zedelenmemelidir. Geniş bir kardeşlik duygusu kimliği korur, alt kimliklerle
üst kimlik arasında kaynaşmayı, uzlaşmayı, özdeşleşmeyi sağlar.
Farklı soya, bir
etnik gruba mensup olmanın, ne övünme ne de alay konusu olamayacağı en çarpıcı
bir şekilde
“... Sur’a
üfürüldüğü zaman, artık o gün aralarında soyları (soy bağları) yoktur ve
(üstünlük unsuru olarak soyluluğu veya birbirlerine durumlarını) soruşturmazlar
da.” (23 Mü’minun 101)
denerek ifade
edilmektedir.
Bütün bu ayetlerden ortaya çıkan genel hüküm: Kimlik; bir dünya görüşüne göre doğar, büyür, gelişir, yaygınlaşır, etkinleşir. Hucurat Suresinin 9 ve 10. ayetlerinde yer alan “Müminler ancak kardeştir”, “aralarını bulup - düzeltin”, “haksızlıklara karşı çıkın”, “Allah’tan korkun” gibi ifadeler bir iman etrafında kimliğin oluşmasını göstermektedir. Kimlik, imandan kaynaklanan kardeşlik ortak paydası etrafında vücud bulmaktadır. 11 ve 12. ayetlerde kimlik için zararlı hastalıklara dikkat çekilerek uyarı yapılmaktadır. Uyarının merkezinde de “Allah korkusu” yer almaktadır. Onun için Anadolu’da “kork Allah’tan korkmayandan” denmesi boşuna değildir.
Ehli Kitap Kimliği
Farklı topluluklara
peygamberler gelmiş olması bir başka gruplandırma ve tasnif yapma imkanını bize
vermektedir. Kur’an-ı Kerim’de özellikle üzerinde vurgu ile durulan Ehli Kitap kavramı, tüm kitap verilenler için bir üst kimlik olarak değerlendirilebilir. Kitap ehli arasında nasıl
bir ortak payda olmalı ki bir kimlikten bahsedebilelim. Bu konuda Kur’an-ı
Kerim, çok açık ve net bir tavır ortaya koyar:
“Ey kitap ehli,
bizimle sizin aranızda müşterek olacak
bir kelimeye gelin. (Ki o da şudur:) “Allah’tan
başkasına kulluk etmeyelim, ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp
da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim.” Eğer yine de yüz çevirirlerse
deyin ki; şahid olun, biz gerçekten
müslümanlarız”. (3 Ali İmran 64)
Ayeti
irdelediğimizde “Allah’tan başkasına
kulluk etmemek” “ona şirk koşmamak” ve “Allah’tan
başkasını rab edinmemek” gibi üç temel değer etrafında tüm ehli kitabın
birlikteliği isteniyor. Diğer taraftan üç büyük dinin müntesipleri için bir
diğer önemli ortak payda da Hz.
İbrahim’dir. Dolayısıyla bugün bu dinlerin mensuplarının, bu dört temel
özelliği ortak payda alarak bir aidiyet oluşturmaları ve kendilerini yeniden
konumlandırmaları mümkündür. Bu Ehli
Kitap kimliğidir.
Modernizmin gemi azıya almış çılgınlığı karşısında dünya insanlığını korumak için böylesi bir üst kimliğe bugün daha da fazla ihtiyaç vardır. Bu kimlik bu gün oluşmamıştır. Ancak bunun oluşması için uğraş verilmelidir. Eğer bu kabul edilmezse verilecek cevap gayet açıktır; “Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.”
Bireysel Kimlik (Muvahhid Kimliği)
Kur’an-ı
Kerim’in Hz. İbrahim’i tanımlarken kullandığı kelimeler, bireysel kimliğin çok
ilginç ve güzel bir tasviridir.
“Gerçek şu ki,
İbrahim tek başına bir ümmetti, Allah’a
gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi
ve O müşriklerden değildi.” (16
Nahl 120)
Hz. İbrahim ümmet kavramı ile çoğulu, muvahhid kavramı ile tekili temsil
etmektedir. Muvahhid kişiliğini ya da imajını, ümmet kelimesi de kimliğini
ortaya koymaktadır. Ümmet, belli özellikler etrafında oluşan insan topluluğu
olduğuna göre Hz. İbrahim nasıl olur da bir ümmet
olarak nitelenebilirdi. Bu sorunun cevabı Hz. İbrahim’in kavmi ile olan
ilişkisinde yatmaktadır.
Tevhidî
düşünceyi savunan Hz. İbrahim’e kavminden babası da dahil hiç kimse itibar
etmemiştir. Kendisini göçe zorlamışlar, öldürmeye teşebbüs etmişlerdir. Kendi
dünya görüşü, değerler sistemi ile yalnızca kendisi bütünleşmiştir. Bir dünya
görüşünün tek müntesibi olarak kendisi, bunun için ümmet olarak
nitelendirilmiştir. Dolayısıyla Hz.
İbrahim en olumsuz koşullarda değer sistemine sahip çıkarak bireysel kimliğin
en güzel temsilcisi durumundadır. Ötekileri, müşrik olan bir topluluğa karşı
tek başına bir ben, bir ümmettir. Burada
kimlik ve kişilik kaynaşmış ve bir olmuştur. Aynı semantik alanı örtmektedirler.
İşte bugün modernizmin insanı eşyalaştırması ve
yabancılaştırmasına, çılgın bir tüketim anlayışına ve yaşam biçimine karşı tek
çözüm, İbrahimî duruşdur.
İnsanlığı, girdiği fasit daireden, içine saplandığı
kimlik krizinden kurtaracak olanlar, İbrahimî duruşu gösterebilecek ehliyet,
liyakat ve sabıdaki insanlar olacaktır.
(Devam edecek)
KAYNAKLAR
1- Kısakürek, N.
F, Çile, İstanbul, Büyük Doğu yay.
1976 s. 257-259.
2- Güvenç B., Türk Kimliği, Remzi Kitabevi, İstanbul
1997 s. 5.
3- Kösoğlu, N.,
Kültür Kimlik Üzerine, Türkiye Günlüğü,
sayı 33 1995, s. 41-47.
4- Sözen, E.,
Kimlik Kavramının Yeniden Tanımlanması, Türkiye
Günlüğü sayı 33 1995 s. 111-116.
5- Hakan, M.,
Kimlik Nedir?, Türkiye Günlüğü, sayı
33 1995 s. 146-149.
6- Aslan, A.,
İnsan yada Aklın kimliği, Bilgi ve Hikmet,
sayı 4 1993 s. 3-8.
7- Öztürk, Y.N.,
Kur’anın Temel Kavramları, Yeni Boyut
İstanbul 1991 s. 647-649.
8- Ahsen, A., Kimliklerin Çatışması, İnkılap, İstanbul
1995 s. 17-38.
9- Kur’an-ı
Kerim: 6/38; 10/19; 13/30; 16/36; 10/47; 21/92; 16/93; 43/22-23; 11/3; 7/34,
159, 162, 181; 28/23; 16/120-121.