1 Kasım 1999 Pazartesi

Kan Üzerinden Siyaset

 (Umran Dergisi)

“Eğer bir ülkede gizli silahlarla donatılmış, devlet içinde fakat devlet denetimi dışında bir örgüt var ise, bütün bu gibi karanlık olayların ardında, veya bazılarının ardında, o gizli örgütten bazı elemanların da yer almış olabileceği kuşkusu herhalde hafife alınamaz.”                       

Bülent Ecevit, 28 Kasım 1990


GİRİŞ

Türkiye “faili meçhuller” dönemine yeniden giriyor. Buradaki fail-i meçhul kavramı, halk açısından bir meçhuliyettir; ülkeyi yönetenler açısından değil. 30-35 yıllık siyasilerin 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül deneyimlerinden sonra bu tür eylemleri kimlerin veya hangi güç odaklarının yaptığını bilmemesi mümkün değildir. Belki de bunun için ANAP milletvekili Eyüp Aşık: “Devlet isterse Ahmet Taner Kışlalı suikastını çözer, katilleri bulabilir.”1 demektedir. Demek ki temel sorun,  devlet denilen mekanizmanın buna karar verip vermemesidir. Gerçekten “karanlık güç odakları” diyerek karanlığı taşlamaktan vazgeçilip aydınlık getirilebilir mi? Kamuoyunu deşarj etmek için alelacele bulunacak olan birkaç garibanın sırtına, daha önce olduğu gibi, suçlar yıkılıp mesele tozlu raflara mı kaldırılır? Gelecek için birbirini suçlayacak önemli bir malzeme olarak kalır mı?

Bütün bu soruların cevabını, mevcut siyasiler ve devleti yönetenler vermek zorundadır. Fakat gerçekten bu sorumluluğu duyup her türlü riski göze alarak karanlık güçleri ifşa edebilirler mi? Yoksa Özal  gibi milleti TV’lerin başına toplayıp “sizi biliyorum ha” demekle mi yetinirler. Bunu kestirmek zor olmakla beraber bu ifşaatı yapmayacakları bugüne kadarki tavırlarından anlaşılmaktadır.

Bunun için biz tarihteki olayları da göz önüne alıp, tahliller yaparak gerçeği bulmaya çalışalım. Değerlendirme, ulaşılan bilgilerin analiz-sentezine dayanacaktır. O açıdan ‘bu işi şu güç yaptı’dan ziyade, ‘hangi güçler yapabilir?’ şeklinde bir değerlendirme yapılacaktır. Bunun kadar önemli diğer bir konu da, bu tür eylemlerin ne zaman, niçin yapıldığı, kimlerin yarar sağladığı ve kimlerin zarar gördüğüdür.

Bu tür olayların yapısı, son derece karmaşık olup değişik iç ve dış dinamiklerin etkileşimindedir. Gerek ülke içinde, gerekse ülke dışında bu işi yapabilecek oluşumlar vardır. Bunu yapmadığı halde bundan yararlanmak isteyen pek çok yapı da sözkonusudur. Eylemde hiçbir dahli  olmayıp, eylem sonrasında kendilerine menfaat sağlamak için harekete geçecek olanlar olayı daha girift ve içinden çıkılmaz bir şekle sokarlar. Bu gerçek de yol boyu unutulmamalıdır.

FAİLİ MEÇHULLER ZİNCİRİNİ AYDINLATMAK

Fail-i meçhuller zinciri, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine kalmış kötü bir mirasdır. Tehdit, karalama, suikast ve darbe gibi eylem türleri İttihat Terakki mensuplarının belki de en belirgin özelliklerinden sayılır. Hoşlarına gitmeyenleri veya önlerinde engel gördüklerini ortadan kaldırmak, İttihat Terakki’nin alışkanlığıdır. Cumhuriyet döneminde ise bunlara, engel olma özelliği aranmadan ses getirecek, kamplaşmayı hızlandıracak ve birilerini yıpratacak şahısların ortadan kaldırılması eklenmiştir. Cumhuriyet döneminde pekçok faili meçhul olay vardır. Bunların bir kısmı toplumun dikkatini hiç çekmemiştir. Veya toplumun dikkati bunlara hiç çekilmemiş, başta medya olmak üzere yetkililer, ‘duymadık, görmedik’ rolünü oynamışlardır. Bir kısım olaylar ise toplu katliamlar ve karışıklıklar şeklindedir. 1970’li yıllardan sonra toplumda ses getiren faili meçhul olayların başlıcalarını aşağıdaki gibi listeleyebiliriz:

Toplu Olaylar

Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu (Hamido)’nun bombalı paket ile öldürülmesi ile başlayan olaylar, Kahraman Maraş olayları, Çorum olayları, 1 Mayıs Taksim olayı, Sivas’ta bir otelde insanların yakılması, Gazi Mahallesi olayları, Başörtüsü yasağıyla başlayan Malatya olayları, Güneydoğu’da terhis olan 33 erin, silahsız olarak bir otobüse bindirilip gönderilmesinden sonra yolda öldürülmeleri

Bireysel Olaylar

Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun bombalı paketle öldürülmesi, Gümrük Bakanı Gün Sazak’ın öldürülmesi, Eski MİT Müsteşarı Hiram Abas’ın öldürülmesi, Org. Eşref Bitlis, Org. Hulusi Sayın, Org. Adnan Ersöz, Org. Kemal Kayacan’ın öldürülmesi, JİTEM’li subaylar operasyonu, Özdemir Sabancı, Nihat Erim, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Kemal Türkler, Şemsi Denizer, Serkan Ciminli, Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi, Akyazı-Düzce-Hendek üçgeninde öldürülenler, Ömer Lütfi Topal, Nesim Malki, Susurluk kazası, hapishane olayları, katliam ve firarlar.

Suikast teşebbüsleri: Ecevit’e İzmir Çiğli havaalanında suikast girişimi, Ecevit’in Taksim mitinginde vurulacağına ilişkin Demirel’den gelen mektup, Başbakan Turgut Özal’ın parti kongeresinde kurşunlanması, Org. Kıvrıkoğlu’nun Kıbrıs’ta kurşunlanması, İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’ın kurşunlanması.

Üzerine gidilmeyen iki ilginç olay:

Muavenet zırhlısının ABD tarfından füze ile batırılması. Kırıkkale silah fabrikalarına yapılan sabotaj.

Bu zincire daha başkalarını da eklemek mümkündür. Bunlar bile konunun vehametini ortaya koymaya yeter de artar bile. 1970’den sonrasını ele almamızın nedeni bu olayların vuku bulduğu dönemdeki etkin yöneticilerden birinin bugün Başbakan, diğerinin de Cumhurbaşkanı olmasıdır. Üstelik her ikisi de 12 Eylül ihtilalinin mağdurudur.

Bu iki yönetici bugün, geçmişte yaşananları ve bu olayları organize eden güçleri açıklamalıdırlar. Bu konudaki görevleri, yalnızca Kenan Evren’in anılarına cevap vererek kendilerini aklamaya çalışmak olmamalıdır.

Süleyman Demirel’e, Kenan Evren’in anılarına yönelik;

“Tarihe gömdüğümüz ve zaman içinde tarihin hükmüne bıraktığımız, özellikle altını çizerek belirtiyorum, silahlı kuvvetlerimizin değil, yalnızca 5 kişilik komuta heyetinin kanla beslediği ‘Darbe Planı’nın çirkin yüzünü ve kirli belgelerini biz deşmedik.”2

tarzındaki cevabını hatırlatarak diyoruz ki; artık tarihi deşin, çirkin plan ve belgeleri açıklayın. Açıklayın ki toplum kamplaşmasın, gerilim artmasın, mazlum insanlar mağdur olmasın.

Bülent Ecevit’in de Kenan Evren’in anılarına;

“Bana öz sunuşta verilen bilgiler çok gizli olduğu için; ve yeraltına köksalmış, adı sanı bilinmeyen kimselerden oluşan bir örgüte karşı muhalefetteyken önlem alabilmemiz olanaksız olduğu için; hatta, yapacağım açıklamalar üzerine, kuruluşun sivil uzantısında yeralanlardan bazılarının, korunma içgüdüsüyle, ülkede çok tehlikeli tertiplere yönelebileceklerinden kaygı duyduğum için, o acı devlet sırrını, bir zehir gibi içimde saklamak zorunda kaldım...

“... Ben bir yeni hesap sorma dönemi açılmasını da, kimseye bir zarar gelmesini de istemiyorum. Sadece açıklık ve aydınlık istiyorum. Geçmiş aydınlansın ki geleceğimiz de aydınlık olsun istiyorum.”3

şeklinde verdiği cevabı hatırlatarak diyoruz ki; bu örgütleri açıklayın, geçmişi aydınlatın ki geleceğimiz de aydınlık olsun.

Bu iki yönetici bugün konuşmalı, yakın tarihin üzerindeki perdeyi kaldırmalıdırlar ki olaylar daha kötüye gitmesin, toplum daha fazla tahrik ve istismar edilmesin.

Geçmişe baktığımız zaman Kışlalı olayının, münferit bir olay olmayıp olaylar zincirinin ilk halkası durumunda olduğunu söyleyebiliriz.  Muhtemeldir ki bundan dolayı Mesut Yılmaz “Ne durulması..? Artacağından endişe ederim.”4 demektedir.

Süleyman Demirel’in, Ahmet Taner Kışlalı olayı üzerine devletin ilgili organlarıyla görüştükten sonra yaptığı açıklama bu konudaki endişelerimizi haklı çıkarmaktadır.

“Seçilen gün ve terörün seçtiği hedef bir terör olayıdır. Fevkalade enteresandır ve olay basit bir cinayet olayı olarak görünmüyor. Olay cinayettir, ama arkasında birtakım niyetlerin ve bir planın olduğu ihtimali mevcuttur.”5

İşte Demirel’e düşen görev niyet ve planın ne olduğunu ortaya koymak, niyet ve plan sahibi güçleri açıklamaktır. Bugünkü yöneticilerin tarihe düşebilecekleri en büyük not da  bu olması gerekir.

FAİLİ MEÇHUL OLAYLARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ

Kışlalı olayını aydınlatabilmek, buradaki niyet ve planları anlayabilmek için geçmişteki olayları genel hatları ile irdelemekte fayda vardır; bunların ortak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

• Faili meçhul olaylarla toplum kamplaştırılmış, toplumun değişik kesimleri arasına kan davası sokulmuştur.

• Toplum koşullandırılmış, düşünme mekanizması dumura uğratılarak her kesimin faili karşıda  araması alışkanlığı oluşturulmuştur.

• Öç alma, pozitif geri besleme diye nitelendirilebilecek, “bir sizden, bir bizden” noktasına getirilmiştir. Dolayısiyle çatışmalar kaçınılmaz olarak sürmüştür.

• Cumhurbaşkanı seçimlerine yaklaşıldıkça olaylar ya patlamış ya da yoğunlaşmıştır.

• Türkiye uluslararası arenada politika değişikliği yapmaya kalktığı yada Sovyetler Birliği ve müslüman ülkelerle siyasi veya ekonomik ilişkilerini artırmaya çalıştığı zamanlarda kan dökülmüş, gerilim artırılmıştır.

• Genelde CHP haricindeki partilerin iktidarında olaylar patlak vermiştir. Halkın yönetimde söz sahibi olduğu, hak aradığı dönemlerde eylemler yoğunlaşmıştır.

• Kartel medyası ve bir takım sivil toplum örgütleri senkronize halde yaygarayı basıp, toplumun bir kesimini ‘komünistler, faşistler, islamcılar’ diye suçlamışlardır.

• Askerin içinde cuntalar oluştuktan sonra olaylar ya patlamış ya da olaylarda aşırı yoğunlaşma olmuştur. Olayların aşırı yoğunlaşmasından sonra da darbe gelmiştir.

• ABD ve Avrupa’nın isteklerini siyasi iktidarlar olumlu cevaplamadıkları zaman daha çok kan dökülmüştür ve ilginç sabotajlar vuku bulmuştur.

• Cuntalarla Batı’nın istekleri kesiştiğinde, olaylar maksimize olmuş ve darbeler gerçekleştirilmiştir.

• Sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilanını gerekli kılmak veya uzatmak sözkonusu olduğunda olaylar patlak vermiştir.

• NATO üslerinin kullanımı, Çekiç Güç gibi ABD güçlerinin konuçlandırılma süresinin uzatılması dönemlerinde tırmanma olmuştur.

• Bütün faili meçhullerdeki delillerin tamamı veya bir kısmı ya anında ya da sonradan yok edilmiştir. Olayı araştıranlar ya tehdit edilmiş, ya susturulmuş, ya da engellenmiştir.

• Bütün faili meçhuller, günün modasına uygun olarak, karşı fikirden örgütlerin üzerine atılmıştır. Gözaltına alınan veya tutuklananlar daha sonra serbest bırakılmıştır. Yıllar sonra cunta ya da yabancı istihbarat örgütlerinin işi olduğu söylenmeye başlanmıştır.

• Sivil irade olayların üzerine gidememiştir. Başbakan veya Cumhurbaşkanı bile olsalar olayı deşememişlerdir.

• Olaylarda suçlananlar, daima mağdur olmuş, başkaları ise eylemlerin meyvelerini toplamıştır.

• Faili meçhullerden sonra baskı kanunları çıkarılmış, toplumun üzerindeki baskılar yoğunlaşmıştır.

• İstanbul dükalığı ve iktidar seçkinlerinin yönetimdeki nüfuzları zayıfladığında gerilim tırmandırılmıştır, olaylar patlak vermiştir.

Yukarıdaki ortak özelliklere baktığımız zaman bu tür eylemleri ancak a- Cunta, b- Gladio, c- Avrupadaki bazı ülkelerin istihbarat örgütleri, d- CIA, e- KGB gerçekleştirebilir. Faili meçhullerdeki en ortak özellik olan belge ve delillerin devlet arşivinden yok edilmesi göz önüne alınınca bu işi ancak, Cunta, Gladio, CIA yapabilir.Bazı olayları, zayıf bir ihtimal de olsa İngiliz, Fransız veya Alman istihbarat örgütleri yapabilir. Dolayısıyle büyük olayların arkasında Cunta, Gladio veya CIA’yı aramak gerekir.

Dolayısiyle Kışlalı olayında hedef saptırılmamalı bu üç örgüt üzerinde dikkatler yoğunlaştırılmalıdır.  ‘Bunlardan hangisi’ sorusuna cevap aramak için Kışlalı öldürüldüğünde iç ve dış dünyanın durumunu incelemekte fayda vardır.

İÇ DİNAMİKLER 

Depremle açığa çıkan gerçekler

Türkiye’de Gölcük merkezli Marmara depremi ile beraber ilginç bir süreç başlamıştır. Susurluk, sistemin kirli ve karanlık yüzünü deşifre ederken; deprem de hantal, baskıcı, tahammülsüz yüzünü ve aczini ortaya koymuştur.

Depremle beraber sivil toplum örgütleri devletten daha hızlı hareket ettiklerini göstermiş, sivil bir insiyatif doğal olarak doğmuştur. Halk fikir ayrılıklarını bir tarafa bırakarak birbirinin yardımına koşmuş ve kaynaşmıştır. Türkiye’de son yıllarda komşuluk bilinci ilk kez harekete geçmiştir.

Depremle birlikte birçok kurum ve kuruluş güvenilirliğini yitirmiştir. Güven duygusunda ciddi bir aşınma olmuştur. Ayrıca depremle birlikte insanların büyük bir kısmının hayata bakışı değişmiş, ciddi bir dindarlaşma süreci başlamıştır.

Depremin yaralarını sarmak için deprem bölgelerine akın eden sivil toplum örgütleri halk tarafından sevgiyle karşılanırken, bir kısım yöneticiler tarafından tehlike olarak görülmüşler ve deprem bölgelerinden uzaklaştırılmışlardır.

KONUŞAN TÜRKİYE ÖZLEMİ

Kışlalı olayı öncesinde Türkiye’deki en önemli gelişmelerden biri de insan hakları, özgürlükler, demokratikleşme konusundaki gelişmelerdir. Depremdeki sivil inisiyatifin oluşumu ile örtüşen önemli bir gelişmedir bu durum. Mesut Yılmaz’ın devleti eleştirmesi, Yargıtay Başkanı’nın yaptığı tarihi konuşma, DPT Başkanı’nın çıkışları şeffaf, konuşan Türkiye arayışında önemli kilometre taşları olmuştur.

Türkiye’de yeniden yapılanma  gündeme gelmiş, anayasa ve bazı yasaların değiştirilerek insan hak ve özgürlükleri ile uyumlu hale getirilmesi, baskı ortamını sağlayan yasal alt yapının kaldırılması tartışılmaya başlanmıştır.  Sivil toplum örgütlerinin yönetimdeki yeri, YÖK ve üniversiteler, orta öğretimin bu yeni hukuki düzenlemeye göre  yeniden yapılandırılması fikri gittikçe ağırlık kazanmaya başlamıştır.

Böyle bir dönemde, başörtüsünün YÖK ve MEB kadrolarınca sorun olarak kalması sağlanmakta; daha fazla hak ve özgürlük isteyen tolumun önü “dini bir sembolizm” ile kesilmek ve dayanışması engellenmek istenmektedir.

28 Şubat sürecinde yıpranan parlamento, seçimler sonrasında kurulan hükümetle daha işler ve saygın bir konuma gelmiştir. Ardarda doğru veya yanlış bir çok kanun çıkarabilmiştir.

KÜRT SORUNU VE APO’NUN İDAMI

PKK’nın silah bırakması ve Apo’nun idamı sorunu bu dönemin en önemli konularından biridir. Apo’yu Ecevit’e teslim ederek Ecevit’e iktidar yolunu açanlar, bu teslimatın karşılığını alacaklardır. Pazarlık karşılığında teslimat yapıldı; bunu bu ülkenin halkı bilmektedir.

Apo’nun teslimi ile Kürt sorunu siyasi arenaya çekilmiştir. Kürt kimliğinin tanınması konuşulabilmektedir. HADEP’li belediye başkanlarının Çankaya köşküne kabulü, HADEP’lilere devlet indinde bir meşruiyet kazandırmıştır. Bu Kürt sorununun geleceğine ilişkin önemli bir mesajdır. Ancak ‘tek dil’ diyenlerin bu gelişmelerden hoşnut olduğu söylenemez. Dün PKK’nın  gerilla savaşının bitmesini istemeyenler Eşref Bitlis’i öldürürken, bugün bitirilmesi için başkalarını niçin öldürmesin? O açıdan Apo’nun idamı Türkiye’nin elinde saatli bir bomba gibidir. Kışlalı’nın öldürülmesinin, Apo’nun idam kararının Yargıtay’da görüldüğü güne denk gelmesi bir tesadüf müdür?

Apo’nun idamını isteyen ve istemeyen güçler kimlerdir? Kışlalı cinayeti bu güçlerin birbirine bir mesajı olabilir mi? Cinayetin Apo ile ilişkileri Apo teslimatında  yapılan pazarlıkta yatmaktadır. Pazarlık açıklanırsa bu sorun biraz daha berraklaşır.

28 ŞUBAT POSTMODERN DARBESİNİN TASFİYESİ

28 Şubat sürekli darbe teorisinin ilginç bir uygulamasıdır. Ordunun bir kesimi sivil hayatı ve parlamentoyu tamamen kontrol altına alacak bir operasyona girişmişlerdir. Muhtemeldir ki ABD’nin karşı çıkışı olmasaydı, sonucu çok kanlı bitecek bir darbe olacaktı. Kışlalı’nın deyişi ile “12 Mart’ın rövanşı alınacaktı”.

28 Şubat’la beraber bir hükümet düşürülmüş, yeni bir hükümet zorla kurdurulmuştur. Mesut Yılmaz bugün bunun için; “hükümete girmeseydik darbe olacaktı” demektedir. 28 Şubat’la beraber RPkapatılmış, Erbakan ve Erdoğan’a yasaklar konmuş, toplum muhbirliğe itilerek kamplaştırılmıştır. Emniyet, istihbarat örgütleri, üniversiteler ve pek çok devlet kurumu ile birlikte sivil toplum örgütleri 28 Şubatçı postmodern darbecilerin baskıları altına girmiştir.

Parlamento ve siyasi partiler devre dışı kalmış, MGK ülkenin tek hakimi durumuna gelmiştir. Refah-Yol hükümetinin düşmesi ile işlerin düzeleceğini sananlar aldanmıştır. Gerek Yılmaz, gerekse Ecevit “28 Şubat bitmiştir” demelerine karşılık; bazı generallerden gelen cevap “hayır” olmuştur. 28 Şubat’ın devamını isteyen postmodern darbeci sivil ve asker kesim ile 28 Şubat’ın bitmesini isteyenler arasında gizli bir mücadele vardır bugün.

Ardarda gelen iki 30 Ağustos’da 28 Şubatçı generallerin emekli olması, etkilerini azaltsa bile devletin içinde önemli güçlerinin var olduğunu unutmamak gerekir. Bununla beraber yeni bir 30 Ağustos’a tahammülleri olmayabilir. Bu açıdan gerilim bunların işine gelir. İç tehdit olarak İslam bunların kullandığı en önemli bir silahtır. Kapanmış bir konu olarak Merve Kavakçı olayı’nın kamuoyunu tahrik edecek şekilde gündeme getirilmesi, gerilim oluşturma amacına dönüktür. Bu oyunu zamanında gören Demirel ve Ecevit anında tavır koymuşlardır. Diğer siyasi partilerin desteği ile bu oyun şimdilik akamete  uğratılmıştır.

Mehmet Kutlular olayı da  bu oyunun bir parçasıdır. Buna gerilim yaratarak mevzileri koruma ve pazarlık gücünü artırma stratejisi diyebiliriz. Aşırı baskı ile halkı korkutma, siyasileri rahatsız etmiştir. Bitti dedikleri bir süreç bitmek bilmemektedir.

GATA komutanı Işımer’in, tahrik ve tahkir edici konuşmasını da aynı bağlamda değerlendirmek mümkündür.

Kışlalı’nın öldürülmesi ile kimin öldürdüğü belli olmadan, elde hiçbir delil bulunmadan başlatılan kampanya aynı merkezli bir kampanya olabilir. Siyasi partiler ve parlamentonun yıpratılmasına dönük kampanyanın açılması anlamlı ve düşündürücüdür.

Daha çok özgürlük, daha çok insan hakları, daha çok şeffaflık yerine susan bir Türkiye için baskı kanunlarının çıkarılması istenmektedir. Toplumun belli bir kesimine bu istekleri kabul ettirebilmek için ‘din ve dindar’ bir tehlike sembolü olarak kullanılmaktadır. Tıpkı meslek liselerini yoketmek için Kur’an Kursları ve İmam Hatipleri kullandıkları gibi.

Yargıtay Başsavcısı’nın hiçbir kural tanımadan siyasi partileri ve parlamentoyu karalaması ve toplumun bir kesimini eyleme davet etmesi; Cumhurbaşkanı dahil siyasilerin buna sert çıkışları, perde arkasında nasıl bir kavganın var olduğunu ortaya koymaktadır.

Kışlalı olayı ile siyasi partilerin ve parlamentonun hedef yapılarak yıpratılması, iç dinamikler açısından, ancak cuntacıların işine gelir. Böyle bir eylemi planlamamış olsalar bile sonuçlarından yararlanmak istedikleri kesin gözüküyor. Kaldı ki bu noktada iddiamızı kuvvetlendirecek zengin tarihi malzemeye de sahibiz.

Taksim’de Ecevit’e karşı girişilecek suikast teşebbüsünün hedefi, Kara Kuvvetleri içinde oluşmuş bir cuntanın yönetime el koyması için gerekli kargaşanın oluşturulmasıydı.

1978 yılında 12 Eylül Cuntası sıkıyönetim ilanına Ecevit’i ikna edebilmek için Ecevit’in deyişiyle “Kahraman Maraş olaylarını tezgahlamıştı”.6

Kaosu kimlerin oluşturabileceği veya kaostan  kimlerin yararlanacağı, gerilim stratejisinin kimlerin işine yaradığının en iyi şekilde ifadesi, 12 Eylülcü Orgeneral Bedrettin Demirel’in açıklamasında yatmaktadır.

“1979 Temmuz’unda da müdahaleyi gerektiren sebepler vardı ve müdahale kararı da vardı, ama biz biraz daha olgunlaşsın, itiraz edilmesin diye  o zaman müdahaleyi yapmadık.”7

Halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanabilmek için meyva’nın olgunlaştırılması gerekiyordu. Bunun için de kan lazımdı. Nitekim Demirel;

“Devletin yasal ve diğer imkanları tamamiyle birbirinin aynı iken, 13 Eylül günü durdurulan kan, 11 Eylül günü niçin akıyordu? Niçin?”8 diye sormaktadır.

Eğer Orgeneral Muhsin Batur’un “Evren müdahaleyi 1979’da değil 1971’de düşünmüştü”9 tarzındaki açıklamaları göz önüne alınırsa, 1971’den 1980 12 Eylül’üne kadar dökülen kanların müsebbipleri açığa çıkmış olur.

Özetle yakın tarihe baktığımızda cuntacıların meyva olgunlaştırma operasyonu olarak kan, gözyaşı ve gerilimi görmekteyiz. Son olayların arkasında niçin böyle bir yapı olmasın? 10 ‘yılda bir’ geleneğinin var olduğu bir ülke için bu sürpriz olmasa gerekir. Onun için başta Demirel ve Ecevit  olmak üzere toplumun tüm kesimlerine bu oyuna dur deme görevi düşmektedir.

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ

Ecevit çok önceden, “ortada fol yok yumurta yokken” Cumhurbaşkanı Demirel’in süresinin uzatılmasını yüksek sesle kamuoyuna duyurmuştu. Belki Ecevit Demirel’e açık bir mesaj göndermiş, belki de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 1.5 yıl kala toplumun dikkatini bir şeye çekmeye çalışmıştır. Gerek Demirel ve gerekse Ecevit, Cumhurbaşkanlığı seçimine bir yıl kala, askerde kıpırdanmaların başladığını, durup dururken ortamın birden gerildiğini en iyi bilenlerdir.

Ecevit, partisinin yükselişe geçtiği bir dönemde iktidara gelebileceğini görerek, bir cumhurbaşkanlığı krizi yaşamamak ve Demirel’le ittifak yapabilmek için önceden böyle bir hamle yapmış olabilir. Askerlerin “Cumhuriyeti biz kurduk, Cumhurbaşkanı bizden olmalıdır.” yaklaşımında olduğu, bu nedenle de Özal ve Demirel gibi sivilleri içlerine sindiremediği rivayet edilir.

Önümüzde bir Cumhurbaşkanlığı seçimi vardır. Askerler de asker orijinli birinin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasını arzu etmiş olabilirler. Demirel’in “Her Cumhurbaşkanı seçiminden önce orduda rahatsızlıklar artar.” sözlerini de göz önüne  alırsak, bu seçimlerde de gerilim yaşayacağımızı söylemek kehanet olmaz. Durup dururken ortamın birden bire gerilmesi eğer iç dinamiklere bağlı ise, nedeni niçin cumhurbaşkanlığı pazarlığı olmasın?

ANAP Bitlis eski miletvekili Faik Tarımcıoğlu’nun 28 Şubat sürecine ilişkin yaptığı yorumun konumuz açısından göz önüne alınması gerekir:10

İki bin yılına doğru olayların tırmandırılış biçimi göz önünde bulundurulursa Meclis dışından bir Cumhurbaşkanı adayının çıkmasını muhtemel görüyorum. Emekli ya da görev başında olan Genel Kurmay Başkanı olabilir. Ama umarım ki Meclis bunu kendi içinde aşar...

1989  yılında iki önemli olay vardı: Biri mahalli seçimler, diğeri ise Cumhurbaşkanlığı seçimiydi... Takvime bakın 1988 sonu ve 1989 başı itibariyle Türkiye’de garip olaylar meydana gelmeye başlamıştır.

Paris’te özel bir kokteyl’de denizci emekli bir kurmay albaya Fransız üst düzey bir istihbarat yetkilisi iki ay sonra Türkiye’de türban olayları meydana gelecektir, demiştir. Gerçekten de bu bilgiden hemen sonra Türkiye’de türban meselesi patlak verdi. Bir türban kanunu Meclis’ten hızla geçti. Anayasa Mahkemesi’ne giden kanun yıldırım hızıyla iptal edildi. Bu birden bire elektriğe basılmış gibi bir reaksiyon doğurdu. Ve Türkiye’de Cuma gösterileri başladı... Tertipler öyle boyutlara ulaştı ki büyük şehirler ANAP’tan uzaklaşmaya başladılar...

Hemen arkasından bir MİT raporu ortalığı karıştırdı. Bu MİT raporunda Özal ve Necdet Üruğ Paşa çok ağır bir şekilde suçlanıyordu. İksinden birinin Cumhurbaşkanı olma ihtimali çok yüksekti. Sonra yüksek bürokrasi, Yüksek Seçim Kurulu süpriz bir karar vererek “seçime katılmak müeyyide-i mucip değildir’ dedi. Ve bu yüzden özellikle büyük şehirler ANAP’tan kaçtılar.

Arkasından Danıştay, kanun kuvvetinde bir kararnameyi iptal etti. Bu da dönemin hükümetine büyük darbe vurdu. Hemen arkasından Yargıtay “tapu tahsis belgeleri geçersizdir” diye bir karar aldı. Ve tapu tahsis belgesi dağıtan Özal’ı yalancı duruma düşürdüler. Ve ANAP seçimlerde büyük hezimet yaşadı.

İyi ki de yaşadı. Çünkü bu hezimet ANAP için hayırlı olmuştur. ANAP yenilmiştir, ama rejim kurtulmuştur. Çünkü Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru çok daha vahim olaylar bekleniyordu. Çünkü sekiz Cumhurbaşkanının yedisi silah ve asker yoluyla Cumhurbaşkanı olmuştur. Birisi sivildir, o da silah zoruyla indirilmiştir.

Şimdi 2000 yılında yeni Cumhurbaşkanı seçilecekse, yaşanmış bu olayları gözardı etmemek gerekiyor. Bugünlerde yaşadığımız ve 28 Şubat süreciyle başlayan bu sıkıntı giderek bende bazı şüpheler uyandırıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru müdahaleler olabilir. Veya bu müdahaleler Meclis eliyle yaptırılabilir. Bundan da endişeliyim.

Şunu seçeceksiniz diye bir isim empoze edilebilir, Meclis’te o isim Cumhurbaşkanı seçilebilir.10

“Geçmişe bakmak yeterli” derken Tarımcıoğlu haklıdır. 1989 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 2000 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde benzerlikler oldukça fazladır. DGM Başsavcısı kamuoyunun anlayamadığı uygulamalar yapmaktadır. Danıştay hakimi Merve olayı değerlendirilirken hukuki geleneklere aykırı açıklamalarda bulunmaktadır. YÖK başörtüsünü tüm ülke sathına yaymak için gayret içindedir. 19 yıllık yönetici olan Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ömer Faruk Batırel’in, rektörlük süresinin dolmasına bir yıl kala istifaya zorlanmasının arkasındaki neden başörtüsü olayını daha da şiddetlendirmek olabilir. Nitekim yeni atanan yönetim, İstanbul Üniversitesi metodunu uygulayarak başörtüsünü ülkenin sorunu haline getirmeyi başarmıştır. İTÜ, Boğaziçi, ODTÜ, Hacettepe, Bilkent gibi üniversitelerde uygulanmayan başörtüsü yasağının Türkiye’nin belli üniversitelerinde uygulanmasının bir nedeni olmalıdır. Başörtülü öğrencinin yoğun olduğu yerler seçilmekle ve tahrik edilmekle tıpkı 1989’da  olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru ülkeyi bir gerilim ortamına sokmaya mı çalışmaktadırlar. Görünen odur ki ülkeyi gerilim ortamına sokarak kamplaştırmanın çareleri aranmaktadır. Malatya’da başörtüsünden dolayı çıkan olaylar, Gülen dosyasının 30 Ağustos öncesinde açılmış olması, Telekulak olayları, hapishane olayları, M.Ü. ve İ.Ü. olayları hep bu gerilim stratejisinin birer parçası gibi gözükmektedir. Kanaatimce deprem bu stratejinin uygulanmasını geciktirmiştir.

Depremle birlikte başlayan olağanüstü hal ilanı tartışmaları, mevcut komuta kademesinin emekliliğini erteleme operasyonu olabilir. Bu esnada birinci ordu’da devir teslim töreninin yapılmamış olmasına dikkat edilmelidir.

Kışlalı cinayetinin böyle bir ortamda vuku bulması ister istemez, “bir Cumhurbaşkanlığı seçimi için gerekli kaosu  sağlamak amacına dönük bir eylem niçin olmasın?” sorusunu akla getiriyor. Çankaya için kılıçlar kınından sıyrılıyor. Eğer Kışlalı operasyonu böyle bir amaca dönük ise Türkiye’de daha çok gerilim yaşayacak ve daha çok kan dökülecek demektir. Belki de Mesut Yılmaz bunun için “Ne durulması? Artacağından endişe ederim” demektedir.

Böyle bir tezgâhın tutmaması için başta siyasilere sonra sivil toplum örgütlerine ve halka önemli görevler düşmektedir. Herkes baskı, entrika, cinayet, kan ve komplolara karşı çıkmalıdır. Herşeyin meşru zeminlerde gerçekleşmesini talep etmelidir.

Artık Cumhurbaşkanı, Başbakan ve siyasiler kurulan tuzağın ne olduğunu ve bu tuzağı kimlerin kurduğunu açıklamalıdırlar.

DIŞ DİNAMİKLER

Mesut Yılmaz’ın oynanan senaryo için “zaman ters tutmaz” sözlerini iki farklı açıdan yorumlayabiliriz: Senaryoyu içerden birileri yazıyor ve darbeye kadar varacak bir senaryodur bu; ancak uluslararası konjonktür buna müsait değildir. Dolayısiyle darbe iznini alma ve yapma şansları yoktur, demek istemektedir. Nitekim bugüne kadarki tüm darbeler Batı’nın onayı ile yapılmıştır. 28 Şubat hareketi ABD’den izin alamadığı için şekil değiştirmiş, postmodern bir hüviyet kazanmıştır. Dolayısiyle Mesut Yılmaz darbeyi onaylayacak uluslararası bir konjonktür mevcut değildir diyerek senaryonun tutmayacağını ifade etmiş olabilir.

İkincisi, senaryoyu dış dinamikler yazmaktadır. Bunu da bugün için yazalabilecek ve uygulayabilecek tek güç ABD’dir. Öyleyse bu ABD’nin işi olabilir, demek istemektedir. Ancak biz içerde  bütünleştik; ABD cunta için işbirlikçi bulamayacaktır, anlamına da gelebilir Yılmaz’ın sözleri.

ABD’nin yakın tarihi bu yönüyle çok kirlidir. Ülkelerin iç işlerine müdahale etmek, gerekirse darbe yapmak ABD’nin neredeyse temel özelliklerinden birisi durumundadır.

ABD açısından Türkiye, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Türki cumhuriyetler için bir ön karakol durumundadır. ABD Türkiye’yi bu yörelerin  jandarması olarak görmektedir. ABD-İsrail-Türkiye üçlüsünü birarada tutacak yönetimler istemektedir. İran’ın kuzeyden  kuşatılması, Türki cumhuriyetlere yayılmasının engellenmesi, ancak Türkiye aracılığıyla sağlanabilir. Ayrıca uyanan bir dev olarak Çin’in batıdan çevrilmesi Türki cumhuriyetlerden dolayı Türkiye’nin desteği ile daha rahat gerçekleştirilebilir.Türki cumhuriyetlerdeki zengin enerji  kaynakları ve madenler ABD ve Avrupa’nın iştahını kabartmaktadır. ABD bu kaynakları kimseye kaptırmak istememektedir.

Diğer taraftan Rusya eski sömürgelerini kaybetmenin hırçınlığı içindedir. Kafkaslar ve Türki cumhuriyetlerde ABD’nin nüfuzunu kırmayı  hedeflemektedir. Rusya, Çin ve Hindistan arasında yapılan toplantı dikkatle izlenmelidir. Bu birlikteliği bozmak için bu yörede Batı, değişik komplolara girebilir. ABD’nin Kuveyt’te daha geniş bir şekilde üstlenmesi, Pakistan’daki darbe ve Dağıstan olayları, bu yakınlaşmaya dönük gelişmeler olabilir.

Bakü-Ceyhan boru hatlarına soğuk duran ABD’nin tutumunun ani değişiminin bir sebebi olmalıdır.

Kendini dünyanın hakimi gören ABD’nin Türkiye ile ilgili sorunları vardır. Bu sorunların ABD menfaatleri istikametinde çözülmesini istemektedir:

• Kıbrıs, Kuzey Irak Kürt Devleti, Apo’nun idamı.

• MHP+FP’nin sürekli yükselişi, DYP+ANAP’ın sürekli gerilmesi.

• Cumhurbaşkanı seçimi.

• Türkiye’nin koalisyonlarla yönetilmesi; ABD’ nin isteklerinin gerçekleştirilebilmesi için her partiyi ayrı ayrı ikna etme zorunluluğu. Tek parti iktidarlarında ABD isteklerini daha kolay gerçekleştirmektedir.

• Türkiye’de halk her geçen gün dindarlaşmaktadır. Deprem bu süreci hızlandırmıştır.

• Türkiye’de halk partilere körü körüne bağlı olmaktan uzaklaşmış daha seyyal hale gelmiştir. Partilerle toplumu kontrol altında tutmak zorlaşmaktadır.

Kuzey Irak Kürt Devleti ve Apo’nun idamı meselesinin Apo’nun teslimi ile belirlenmiş olması kuvvetli bir ihtimaldir. Ecevit’in Batılılarla katıldığı “Adadaki İktidar Senaryosu” toplantısı Apo’nun teslimi ile Ecevit’in lehine uygulama alanına sokulmuş gibidir. Bu teslimatta her ikisi için güvence verilmişse Ecevit hükümeti bu taahhüdünü yerine getirmek durumundadır. ABD ve Batı Apo’nun idamını istememektedir. Oysa Türkiye’deki bazı güçler ve siyasiler idamını istemektedir. Kışlalı cinayetinin Apo’nun mahkemesinin olduğu güne denk gelmesi, niçin “tarafların birbirine mesajı” olmasın?

Clinton yönetimi Kıbrıs sorununu çözerek Yunanistan’ı yeniden kazanmak istemektedir.Kıbrıs sorununun tek merkezli yönetim şeklinde çözümü, Yunanistan’ın işine yaramaktadır. Ecevit’in ABD seyahatındaki görüşmeler bu açıdan önemlidir. Eğer Ecevit, ABD’de “Kıbrıs’tan taviz vererek AB’ye girmeyiz” şeklinde  kesin bir tavır sergilemişse, son olayların tırmanmasının arkasında ABD vardır, diyebiliriz.

Gerek Kıbrıs ve gerekse Kuzey Irak Kürt Devleti kurulması konusunda taviz vermeye siyasi iktidarlar kolay kolay razı olmazlar. Bu tavizleri veren siyasi partilerin ciddi bir yıpranma sürecine girmesi kaçınılmazdır. Bu sorunların ABD menfaatleri istikametinde çözülebilmesi ancak halka karşı sorumluluğu olmayan askeri yönetimler zamanında mümkündür. Yunanistan’ın NATO’ya  dönüşü, ne Demirel, ne Ecevit hükümetleri zamanında olmuştur. Ancak dünya lideri gibi olaylara bakan 12 Eylül’ün lideri Kenan Evren zamanında bir “asker sözü” ile gerçekleştirilmiştir.

ABD açısından halktan kopmuş partilerin Türkiye’de ABD menfaatlerini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Türkiye’de siyasi bir boşluk vardır. Başörtülü ile başı açığı içine alabilecek, dinli ile dinsizi bir arada bulundurabilecek AP türü bir yapıya ihtiyaç vardır, söylemi son zamanlarda seslendirilmektedir. Demirel ve Özal’ın çıkışı hep ihtilallerden sonradır. Dolayısıyla ABD’nin Türkiye’yi siyasi olarak yeniden yapılandırabilmesi ABD eksenli bir darbeden sonra daha rahat olabilir. Bu boşluğu doldurabilecek bir lider çoktan aranmaya başlanmıştır bile. Böyle bir darbe ile MHP+RP’nin önü kesilip, siyasi yapı AP, CHP eksenine oturtulabilir.

ABD bir taraftan darbeyi organize ederken darbenin mağdurları olabilecek MHP+FP’nin tabanına sahip çıkarak onların hamiliğine soyunabilir. Darbeci “kötü adamlara” karşı ABD “iyi adam” rolünü oynayabilir. Arkasından “Türki müslüman” yada “ılımlı müslüman” bir liderin desteklenmesini talep edebilir.

ABD’nin bu politikalarını Türkiye’de uygulayabilmesi için yerli işbirlikçiler bulması gerekir. Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilirken bu tür oluşumlar fazlası ile var gözükmektedir. Yapılacak müslüman imajlı bir iki sansasyonel eylemle, ABD ile ittifaka girecek birçok sivil, asker, bürokrat bulmak da mümkündür. Bu noktada ABD’nin istekleri ile  cuntacıların istekleri örtüşmektedir. Dolayısiyle işbirliği kolayca gerçekleşebilir. İşbirliğinin gerçekleştiği andan itibaren de kan dökülmesinde ve eylemlerde artış sözkonusu olacaktır. Kışlalı cinayeti böyle bir senaryonun ilk kilometre taşı olabilir.

Bütün bu senaryoları yazanların bugüne kadar başarılı olmaları, bundan sonra da başarılı olacakları anlamına gelmez. Kan dökmede, kaos oluşturmada gerilim artırmada, darbe yapmada başarılı olmuşlardır. Ancak darbe sonrasında başarısızdırlar. Yapmak istedikleri toplumsal mühendisliği icra edememişlerdir.Her geçen  gün gerek aydın kesim ve gerekse halk nezdinde itibar kaybına uğramışlardır. İktidar yapmak istedikleri siyasi organizasyonlar ciddi itibar kaybına uğramıştır. MHP+FP’nin yükselişinin nedeni budur. Halkın her darbeden sonra daha da dindarlaşması, zulme karşı Allah’a daha da yaklaşarak direnmesinin bir işaretidir.

Unutmamak gerekir ki, sülükler kanla beslenir fakat emdikleri kan da ölümlerinin nedeni olur.

Unutmamak gerekir ki: Herkesin bir hesabı vardır. Allah’ın da bir hesabı vardır. Hesap yapanların en iyisi de şüphesiz ki Allah’tır.

Unutmamak gerekir ki:

“Onlar hileli düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır.” (14 İbrahim 46)

DİPNOTLAR

1- Aşık, E., “İstense Çözülür,” 28 Ekim 1999, Sabah.

2- Demirel, S., “Demirel’den Evren’in Anılarına Yanıt”, 23 Kasım 1990, Milliyet.

3- Ecevit, B., “Ecevit’ten Evren’in Anıları Üzerine Düşünceler”, 28 Kasım 1990 Milliyet.

4- Yılmaz, M., “Yılmaz’dan Uyarılar”, 28 Ekim 1999, Sabah.

5- Demirel, S., 22 Ekim 1999, tüm gazeteler.

6- Ecevit, B., “Ecevit 12 Eylül’ü Anlatıyor,” 2 Ağustos 1989, Milliyet.

7- “12 Eylül’e 5 kala, 5 geçe,” 14 Ağustos 1989, Milliyet.

8- Demirel, S., “Demirel’den Evren’in Anılarına Yanıt”, 24 Kasım 1990, Milliyet.

9- Batur, M., “Evren’in Anılarına Yanıtlar,” 15 Ocak 1991, Milliyet Gazetesi.

10- Tarımcıoğlu, F., “Geçmişe Bakmak Yeterli”, Aksiyon, İstanbul, Sayı 172, s. 31. 1998.

 

ŞER İTTİFAKI ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI İÇİN İKİ ANA EKSEN OLUŞTURMAYA ÇALIŞMAKTADIR

(Umran Dergisi)   Şer İttifakı (Siyonizm-ABD-İngiltere-İsrail, AB) 21. yüzyılı “dijital dönüşüm” yüzyılı olarak öngörmekte, bu nedenle “büyü...