1 Eylül 1999 Çarşamba

Yeraltından Gelen Mesajlar-I

 (Umran Dergisi)

“Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (42 Sura 30)

 

GİRİŞ

Öncelikle Gölcük merkezli Marmara Depremi’nde ölenlere ve gerilerde kalanlara Allah’tan rahmet diliyorum.

Gölcük merkezli Marmara Bölgesi Depremi, oluşumu, etkisi, sonuçları ve deprem sonrasında ülke olarak yaşananlar açısından iyi okunması ve tahlil edilmesi gereken bir olaydır. Olayı yalnızca  mühendislik veya temel bilimler çerçevesinde ele almak bizi yanılgıya götürebileceği gibi gerekli derslerin çıkarılmasına da vesile olur.

Deprem elbette ilgili bilim adamlarınca incelenecektir. Bu, olayın teknik boyutudur. Ancak olayın sosyal ve uhrevi boyutlarının olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Hatta uhrevi ve sosyal boyutunun teknik boyutundan daha önce ve önemli olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Gölcük merkezli Marmara Depremi, şiddeti, maliyeti ve sonuçları itibari ile Türkiye’nin karşılaştığı en büyük bir afet, en büyük  bir yıkım ve en büyük bir mesajdır. Hatta bu, depremden de öte bir şeydir.

İlahi Sünnet e uygun olarak yer altından bir mesaj, bir uyarı gelmiştir. Bu mesaj iyi okunmalıdır. Bu mesaj iyi tahlil edilmelidir. Bu mesajın gerektirdiği tavır fert ve toplum olarak ortaya konulmalıdır.

Gölcük merkezli  Marmara Depremi tahlil edilirken  duygusallıktan, sloganik düşünmeden mümkün olduğunca  kaçınılmalıdır. Depremi, birilerini suçlamak için bir araç, bir istismar mevzuu veya güç kazanma aracı olarak kullanılmamalıdır. Toplumun her kesimine dönük olan mesajları, bir iki günah keçisine dönük olarak yorumlamak adil olmadığı gibi gerçeği  de örtbas etmek olacaktır.

Bu çalışmada konuyu teknik boyutundan ziyade, mesaj boyutu ile ele alıp inceleyeceğiz. İncelemenin bu boyutu dinin ve felsefenin konusudur. Bu nedenle konuyu Kur’an ve sünnet çerçevesinde ele alıp inceleyeceğiz. Olayı, bu dünya, öteki dünya, kıyamet, ahiret, iman, İslam, küfür, şirk, isyan, bağy, ceza, azap, helâk, musibet, şehvet, fesat, zulüm, basiret, cürüm, fahşâ, fısk, fücûr, habîs, hevâ, istikbar, istizaf, rics, seyyie, sirkat, tağut, tefrika, tekasür, teref, israf, haddi aşma, sünnetullah, kader, mîzan, adalet gibi kavramların girift ilişkilerinin oluşturduğu semantik alanların ara kesitlerini bularak gerçeğe ulaşmanın çok yorucu ve çok dikkat gerektiren bir iş olduğunu burada hatırlatmalıyız.

Bu kavramların tümünün ara kesitini oluşturan davranış ve yaşam biçimlerine en iyi örnek, Kur’ an-ı  Kerim’de yer alan ve helâk olan kavimlerin, şehirlerin durumu  ile Cennet ve Cehennem’deki insanların durumudur. O halde, geçmiş toplum ve medeniyetlerle bugünün mukayesesini yapmak kaçınılmaz  olacaktır.

Konuyu, bütünlük sağlamak açısından insan ve kainatın yaratılışındaki amaçla ele alacağız. Sonra İnsan-doğa etkileşimini ortaya koyacağız. Daha sonra insan eylemleri ile ceza, azap, helâk arasındaki İlahi Sünnet’in nasıl işlediğini inceleyeceğiz.

Ancak ana konuya geçmeden önce “Kralın çıplaklığı” ile “Cambaza bak cambaza!” hilesine dikkat çekmek istiyoruz.

KRAL ÇIPLAK

Bu depremde ilk dikkat çeken, toplumun refleksleri ile devlet mekanizmasının refleksleri arasındaki büyük uçurumdur. Toplum ne kadar hızlı ve atak tavır sergileyebilmişse, devlet te o kadar atıl ve hantal bir tavır ortaya koymuştur.

Depremin ilk 3 günü devlet ortada hiç yoktur. İnsanlar kendi kaderleriyle başbaşadır. Gıda, yiyecek, barınma, sağlık ve kurtarma ile ilgili devletin doğru dürüst bir yardımı hatta girişimi de yoktur. Başbakan Ecevit’in  ‘Ulaşım kesildiğinden yardımlar yerine ulaşamamaktadır.’ veya devlet ricalinin ‘Bu denli büyük bir bölgesel depreme anında müdahale etmek zordur.’ tarzındaki söylemleri, yukarıdaki acı gerçeğin itirafından başka bir şey değildir.

Oysa devlet denen mekanizmadaki Kızılay, Sivil Savunma, Âfet İşleri ve Kriz Yönetimi gibi kurumlar bu günler için vardır, var olmalıdır. Milletin alın terinden alınan vergilerle işleyen bu kurumların, bu depremde hangi fonksiyonu icra ettiği sorgulanmalıdır.

Halkın kurban derilerine devlet zoruyla el koymaya kalkan bu kurumların bütçesi, personeli normal ve anormal zamandaki faaliyetleri halkın bilgisine sunulmalıdır.

Başbakan Ecevit’in ‘yollar kapalı olduğu için yardım deprem bölgesine ulaşamamaktadır’ sözleri, mercek altına konmalıdır. Ecevit ne demek istemektedir? Sakarya ve Avcılar hariç tüm deprem bölgesi, sahil şeridindedir ve denizden ulaşım mümkündür. Ayrıca tüm deprem bölgelerine havadan ulaşım imkanı vardır. Hava ve deniz yolu niçin kullanılmamıştır? Ordunun elindeki helikopterler yardım ulaşımında zamanında niçin kullanılmamıştır? Ordunun elindeki kurtarma araçları deprem bölgelerine niçin zamanında sevkedilmemiştir? Bu sonucun olağanüstü hal ilan edilip edilmemesi ile bir bağlantısı var mıdır.  Bu bağlamda tarihteki Kahramanmaraş ve Çorum olaylarının böyle bir çelişmeden kaynaklandığını hatırlatmakta fayda vardır. Gene bu bağlamda tarihteki Balkan Savaşı’nın, İttihatçı paşaların İtilafçı paşalara yardım gönderilmesini engellemesi sonucu kaybedildiğini hatırlatmada da yarar vardır. Yoksa bu atalet, bir basiret bağlanması sonucu mudur?

Deprem bölgesine “yollar bozuk”  gerekçesi ile devlet ulaşamazken;  aynı yollardan sivil toplum örgütleri ve halk bizzat  ulaşabilmektedir. Sivil toplum örgütleri ve halk depremin birinci günü oradaydı. Hala da yardımları ile oradadır. Ancak deprem bölgesine yardım ulaştırmada gerekli hızı gösteremeyen bir mekanizma, yardım götüren sivil toplum örgütlerini engellemekte gereğinden fazla hızlıdır. Âfet bölgelerine siz yardım götürmeyeceksiniz ve fakat yardım götürenleri engelleyeceksiniz. Bu    devleti yönetenlerin ne denli karmaşık duygular içinde olduğunun bir göstergesidir.

Halkın bütünleştiği, kucaklaştığı bir dönemde devletin milleti ile kucaklaşıp barışamaması büyük bir şanssızlıktır; ülke için ciddi bir kayıptır. ‘Millet devlet için vardır’ anlayışı yerine ‘devlet millet için vardır’ anlayışını yerleştirme mücadelesine devam etmek daha acil bir zaruret haline gelmiştir.

Halkı tehlike olarak gören  ve onu kontrol altına almak için yapılanan bir sistemin, deprem bölgesinde ne kadar aciz kaldığı, halkın hafızasından silinmeyecektir. Hantallaşmış, heyecanını kaybetmiş, halka yabancılaşmış, geleceğe dönük hedef ve hayalleri olmayan bir mekanizma, bir “çıplak kral” var karşımızda.

Cambaza Bak Cambaza

Halkı  tehlike olarak gören ve ona göre yapılanan mevcut sistem,  geçmişte pek çok kanun ve uygulamayı halkın dikkatlerini bir yerlere teksif ederek çıkarmış ve gerçekleştirmiştir.

Gölcük merkezli Marmara Depremi ile herkesin dikkatleri deprem bölgelerine teksif edilmişken, Meclis’ten pek çok kanun çıkarılabilir. Başta üniversiteler olmak üzere devlet mekanizmasında bir çok insan  mağdur edilebilir. Özelleştirme talana, yağmaya dönüştürülebilir. Uluslararası düzeyde pek çok taviz verilebilir. Din, vicdan ve düşünce özgürlükleri kısıtlanabilir. Örgütlenme özgürlükleri daraltılabilir, baskı ve şiddeti meşru gösterecek yasalar çıkarılabilir.

Halk, depremde mağdurları kurtarmaya çalışırken Ankara’da birileri, halkı daha sağlam kafese koymak için uğraşabilir. Deprem sürecinde hırsızlar, üçkağıtçılar vurguncular, soyguncular, tefeciler, caniler, çeteciler af edilirken; düşünce suçları diye nitelenen (düşüncenin bizatihi kendisini suç kabul etme) suçlar, rahatlıkla af kapsamı dışında bırakılabilir.

Bir taraftan depremle ilgilenirken, diğer taraftan Ankara’da kapalı kapılar arkasında neler olduğuna veya olabileceğine dikkat etmeliyiz.

KAİNATIN YARATILIŞ AMACI VE NİZAMI

Kainatın ve insanın yaratılış kanuniyetine ilişkin pek çok teori ortaya atılmıştır ve atılacaktır da. Kainatın ve insanın tabi olduğu kanunlar (İlahi Sünnet, Allah’ın takdiri, kaderi) tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bunda isabet edilebilir veya yanılabiliriz. Yanılgılarımızı düzelterek iyiye, güzele doğru yol alırız. Bu nedenle temel bilimlerin bulguları izafidir, geçicidir, her an değişebilir. Bu gerçeği yol boyu hep göz önünde bulundurmalıyız.

Milyarlarca yıl ötesine ilişkin, zaman ve mekanın mevcut olmadığı bir ortamdan, zaman ve mekanın oluştuğu bir ortama geçişe ilişkin teorilerimiz ne derece mutlak gerçeği yansıtabilir?

 Milyonlarca ışık yılı öteden gelen bilgilerle milyonlarca yıl ötesine ilişkin hüküm koymak, ne derece mutlak gerçeği temsil eder. O açıdan bu konularda yaratıcının bilgisine insanlığın ihtiyacı vardır.

ALLAH GÖKLERİ VE YERİ, GERÇEĞİ GÖSTERMEK İÇİN YARATMIŞTIR.

Yaratıcı Allah’ın  insanlığa gönderdiği kitapta yeri ve göğü kendisinin yarattığı1, yerde ve gökte olanların tümünün kendisine ait olduğu2 açıkça ifade edilmektedir. Allah sadece yaratıcı vasfını kullanmayıp, kanun, hüküm koyucu anlamında Rabb olma sıfatını da bu ilişkide belirtmektedir. Âlemlerin Rabbi3, yerin ve göğün Rabbi4, yerin, göğün ve ikisi arasındakilerin Rabbi, “her şeyin Rabbi”5 diyerek Yaratan-yaratılan ilişkisinin ötesinde kanun koyucu ve tâbî olan ilişkisinin varlığı söz konusudur.

Ayrıca Âlemlerin Yaratıcısı ve Rabbi olarak gerçek büyüklüğün, ululuğun ve izzetin kendisine ait  olduğunu hatırlatmaktadır.6

Kuran-ı Kerim’deki “yerde ve gökte olanların Allah’a secde etmekte olduğu”7, “yerde ve gökte olanların Allah’tan istediği”8, “yerde ve gökte olanların tümünün Allah’ı zikrettiği”9 tarzındaki mesajların son derece anlamlı ve düşündürücü olduğudur.

“Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih etmektedir; O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; ancak siz onların tesbihlerini fark edemezsiniz.” (17 İsrâ 44)

Bizim fark edemediğimiz belki de şu an için kavrayamadığımız bir zikir ve ibadet halinin kainatla olması, ona ayrı bir boyut ve anlam kazandırmaktadır. Ölü kabul edilen bir doğa, gerçekte, bizim şu an için kavrayamadığımız, Allah’ı tesbih eden bir canlıdır.

İşte böyle bir yapının yaratılış sırrı:

“Biz gökleri, yeri ve bunların arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece gerçeği göstermek için yarattık. Ama onların çoğu bilmiyorlar” (44 Duhan 38-39)

Ayetler ‘eğlenmek’ ve ‘gerçeği göstermek’ gibi iki temel kavrama dikkatimizi çekiyor. Eğlence kelimesine 21 Enbiya 16-17 âyetleri ile özel vurgulama yapılmaktadır:

“Biz ne gökleri, ne yeri ve ne de bunlar arasındakileri eğlenip eğlendirelim diye yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik.” (21 Enbiya 16-17)

Kainatın bir eğlence konusu olarak algılanmaması ile insan-doğa ilişkilerinde ekolojik dengenin korunması sağlanır. Kainatın tabi olduğu kanunları ve yaratılış amacını göz önüne almadan onda rasgele tasarrufta bulunmak, bedeli ağır bir hareket tarzı olabilir. Bu nedenle kainat kitabı iyi okunup anlaşılmalıdır.

Bir fay hattı üzerinde 8-10  katlı binalar inşa etmek, denizi işgal edecek yapılar dikmek, fay hattının tabi olduğu kanunlarla alay etmek, eğlenmek ve onu küçümsemektir. Bu ise bakar-körlüğün ta kendisidir ve bir azgınlık halidir. Gölcük merkezli Marmara Depremi’nin böyle bir meydan okumaya verilen bir cevap olduğunu düşünmemiz yanlış değildir.

Duhân sûresinde geçen ikinci önemli kavram, “gerçeği göstermek”tir. Gerçek, insana gösterilmek istenmektedir. İnsanı, Rabbine kul yapacak, Yaratıcı’ya tabi kılacak, onun   koyduğu yaşam biçimini benimseyip idame ettirecek bir anlayışa getirmedir bu. İnsanlar ve cinler  hariç kainatta her şey ona gönülden boyun eğmiş iken, bu iki varlık, yapılarındaki ikilemden dolayı ona isyan edebilmektedir. Ayette geçen “gerçeği gösterme”, insanı isyandan itaate getirecek, Allah’ın koyduğu kanunlara tabi kılacak bir düşünme ve aksiyon şeklidir. Gerçeği gösterme, aynı zamanda Allah’ın insana bir yardımı, lütfu ve rahmetidir. Nitekim bu amaçla Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde, kainatta Allah’ın varlığı ve birliğini gösteren ayetlerin olduğundan bahsedilir.

“Hiç şüphe yok, müminler için göklerde ve yerde gerçekten âyetler vardır.

Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda da kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.

Gece ile gündüzün art arda gelişinde, Allah’ın gökten rızık indirip de onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde ve rüzgarları yönetmesinde aklını kullanabilen bir kavim için âyetler vardır.

İşte bunlar Allah’ın ayetleridir; sana bunları hak olmak üzere okumaktayız. Öyleyse onlar, Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze iman edecekler?” (45 Casiye 3-6)

Âyetlerde “müminler için”, “kesin bilgiyle inanan bir kavim için” ve “aklını kullanabilen kavim için” âyetlerin olduğu ifade edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in başka sûrelerinde ise “temiz akıl sahipleri için” (3 Âl-i İmran 190), “korkup sakınabilen bir topluluk için” (10 Yunus 6), “ilim sahibi olanlar için” (30 Rum 22), “işitebilmekte olan bir kavim için” (30 Rum 23) ve “düşünen bir kavim için” (13 Rad 3) âyetlerin var olduğu üzerinde durulmaktadır.

ALLAH GÖKLERİ VE YERİ BELLİ BİR KADERE GÖRE YARATMIŞTIR

Allah dikkatlerimizi kainata, yaratılışa ve bizzat insanın kendisine döndürerek yaratılış kanunlarını, eşyanın tabi olduğu o muazzam yasaları keşfetmemizi, onlar üzerinde tefekkür etmemizi ve böylelikle iman etmemizi istemektedir. Gerçekte Allah kainat kitabını iyi okumamızı ve üzerinde düşünmemizi istemektedir.

Yaratılışı ve kainatı tasvir eden âyetlerde hak, mîzân, Allah’ın takdiri ve kader gibi temel kavramlar geçmektedir. Bütün bu kavramlar birbirlerinin semantik alanlarına girseler bile aralarında farklılıklar vardır. Burada bu farklar üzerinde duracak değiliz. Genel olarak bütün bu kavramlar, yaratılmış olan her şeyin belli bir ölçü ve belli bir kanuniyete tabi olduğuna işaret etmektedir. Allah’ın takdiri veya kader, insan ve bütün kainatın tabi olduğu ölçüler ve yasalar manzumesidir. “Bir şeyi belli kanunlara tabi olacak şekilde yaratmak kadar; bir şey hakkında sözle veya hareketle karar vermek ise kazadır.”10

Buradan kainatın belli bir amaca dönük olarak programlandığına, onda rasgele ve tesadüfi hiç bir şeyin vuku bulamadığına dikkat etmeliyiz.  Su andaki teknoloji ve bilimsel imkanlarımızla kavrayamadığımız, rasgele, tesadüf veya şans diye nitelendirip geçtiğimiz birçok olayın gelecekte sırrı, bilinmezliği (gaybı) çözülebilecektir. O zaman Allah’ın bize işaret ettiği gerçek, daha da berraklaşacaktır:

“Güneşi ısı ve ışık kaynağı olarak; Ay’ı da hesabı ve yılların sayısını bilesiniz diye bir nûr yapıp ona evreler takdir eden O’dur. Allah bütün bunları rasgele değil, şaşmaz ölçülere bağlı olarak yaratmıştır. Bilgiyle donanmış bir topluluk için ayetleri detaylandırıyor.” (10 Yunus 5)

Nitekim Kur’an-ı Kerim’deki “her şeyin bir kadere göre yaratıldığı,”11 “her şeyin yerli yerinde yapıldığı,”12 “her işin kendi amacına varıp karar kılacağı,”13 “her şeyin hak ile  yaratıldığı”14na ilişkin ayetler, İlahi Sünnet’in, kanuniyetin varlığını göstermektedir.

Konumuz olan depremi ilgilendirmesi açısından yer ve göğü konu alan âyetlerin bir kısmını buraya almakta fayda vardır:

“Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış göğe and olsun” (51 Zariyat 7)

“Biz göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz biz, onu genişletici olanlarız. Yeri de biz döşeyip yaydık; ne güzel döşeyici olanlarız. Ve biz, her şeyden iki çift yarattık. Umulur ki öğüt alır, düşünürsünüz.” (51 Zariyat 47-49)

“Sizi çalkalayıp sarsar diye yerküreye ağır sarsılmaz dağlar, ırmaklar, yollar koydu. Umulur ki doğru yolu bulursunuz.” (16 Nahl 15)

“Andolsun biz gökte burçlar oluşturduk ve onu seyredenler için süsledik. Ve onu, her kovulup taşlanmış şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan olunca, onu da parlak bir ateş izlemektedir.

“Yere gelince;  onu da döşeyip yaydık, onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda her şeyden  ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik.” (15 Hicr 16-18)

“Andolsun o dönüşlü/döndürümlü dolu göğe; çatlayışlarla/yarılışlarla dolu yere de andolsun.” (86 Tarık 11-12)

Âyetlerde özellikle hem göklerde, hem de yerdeki düzen ve disiplinin varlığı ortaya konulmaktadır. Bir taraftan yerin insanları sarsmaması için bir denge unsuru olarak dağların yerleştirildiğinden bahsedilirken, diğer taraftan yerin yarıklı oluşuna ‘andolsun’ denerek dikkatlerimiz çekilmektedir. Yarıklı yer ile sarsılmaz dağlar arasında yerde bir düzen ve disiplinin oluştuğu ima edilmektedir.

Âyetlerde ayrıca, göklerde ve yerdeki düzen ve disiplini bozabilecek olan azgın şeytanlara karşı da bir korumanın bulunduğu vurgulanmaktadır.

Nitekim;

“Göklerin ve yerin korunması O’na hiç de zor gelmez.” (2 Bakara 255)

denerek göklerin ve yerin bizzat Allah’ın koruması altında olduğu ifade edilmiş olmaktadır.

Peki gökler ve yer kime karşı korunuyor?

Denizi ve havayı kirleten, ormanları katleden, “bina ve zina yarışına giren”, şehvet düşkünü, azgın, fakire yedirmeyen, yoksulu doyurmayan, akrabalık bağlarını koparan, şımarık, gururlu, kendini müstağni gören azgın insanlara karşı doğanın, evrenin, ekolojik dengenin ve insan neslinin korunması sorunudur karşımızda olan. Gölcük  merkezli Marmara Depremi’nden gerekli dersi çıkarıp fert, toplum, sistem ve devlet olarak yeniden yapılanmaya gitmez isek daha büyük ve daha şiddetli uyarı ve ihtarların gelmesini beklemeliyiz.

İNSANIN YARATILIŞ AMACI VE KAİNAT

İnsanın yaratılışındaki amaç Kur’an-ı Kerim’de;

“Ben cinleri de, insanları da yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.” (51 Zariyat 56)

denerek ifade edilmektedir. Burada amacı belirleyen anahtar kavram, ibadet olmaktadır.

İbadet ise kulluk, itaat, boyun eğme, içten bağlanma, tevazu gösterme, kişinin kendisinden yüksek ve üstün kabul ettiği bir kimseye ve bir güce karşı boyun eğmesi, ona bağlanmaya razı olması, onun için kendi bağımsızlığından ve özgürlüğünden vazgeçmesi, asla başkaldırmaması, direnmemesi, onun hükümlerini, karar ve yetkilerini içtenlikle tanıması ve kabul etmesidir.”15 En genel halde Allah’ın vaz’ettiği yaşam kanunlarına, içtenlikle, kendine özgü olarak bir tabi oluş ve boyun eğiştir. Böyle bir ibadet anlayışı fert, toplum ve dünya bazında dengeyi ve sosyal barışı sağlar, ekolojik dengeyi korur. Kainatın yaratılış amacı ile insanın yaratılış amacı tek bir noktada birleşir, bütünleşir. Tevhid vuku bulur. Fıtrat düzeni dediğimiz denge düzeni, huzur ve mutluluk düzeni ortaya çıkar.

Böyle bir düzenin kurucusu olması gereken bizzat insanın kendisidir. Allah insanı halife, yeryüzünün halifesi şeklinde tanımlayarak, böyle bir düzeni kurma görevini insana tevdi etmiş olmaktadır.16 Böyle bir sorumluluk yüklenmiş olan insanın emrine de “yerde ve gökte olanlar verilmiştir”. İnsanın Allah’a karşı kulluk  görevini gereğince yerine getirebilmesi, nankörlük etmemesi için insanın emrine tahsis edilmiş nimetler Kur’ân-ı Kerim’in  değişik sûrelerinde tekrar, tekrar hatırlatılır.

Bu bağlamda; insan için “yeryüzünün döşek, gökyüzünün bina yapıldığı”17, “gökte ve yerde olanların tümünün insan için yaratıldığı”18, “yağmurun insanı rızıklandırmak için indirildiği”19, “denizlerin insanın emrine verildiği”20, “gece ve gündüzün insanın emrine verildiği”21, “güneş, ay ve yıldızların insanın emrine verildiği”22, “hayvanların insanın emrine verildiği”23 ve “yerden her türlü ürünün insanın emrine verildiği”24 Kur’an-ı Kerim’de anlatılmaktadır.

Özellikle 14 İbrahim 34’de insana verilenlerin kısa bir özeti veciz bir şekilde anlatılmaktadır:

“Ve size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” (14 İbrahim 34)

İNSANDA İKİ CEPHE

Kendisine bahşedilen bunca nimete rağmen, kendisine tevdi edilen, yüklenen halifelik görevini yerine getirmiş midir insan?  Denge düzenini, fıtrat düzenini, kurup koruyabilmiş midir? Kendisinin ve doğanın bozulmasına, çürümesine, kirlenmesine engel olabilmiş midir?

Bu soruları bütünüyle olumlu olarak cevaplamak mümkün değildir. ‘Niçin böyle olmuştur; veya olmaktadır?’ sorusunun cevabı da ayetle ”insan pek zalimdir, pek nankördür” denerek cevaplandırılmaktadır. Karşılaşılan sorunun büyüklüğü, sorunun bizzat kendisinin insan, çözümünün de bizzat insanda oluşudur. İnsan sorunun hem kaynağı, hem de çözümüdür. Sorunun büyüklüğünü ortaya koymak için insan yapısını daha ayrıntılı incelemek şarttır. Ancak bu konu bu çalışmanın kapsamı dışındadır. Bununla birlikte kısa bir özetleme yapmak yararlı olacaktır.

İnsan, iyilik ve kötülük diye nitelendirebileceğimiz birbirine zıt iki ayrı kuvvetin etkisi altındadır. Bu kuvvetlerin etki ettiği kalp ve nefs  olmak üzere  iki ayrı merkez vardır. Bu merkezler melek, şeytan ve içinde yaşanılan sosyal çevre tarafından etkilenir. Bu etkileşmelerin bileşke kuvvetinin  pozitif veya negatif oluşuna bağlı olarak insan olumlu veya olumsuz davranır. Toplumsal yaşam biçimi ve kurulu sistem insan davranışını şekillendirir ve yönlendirir. Bu, sorunu daha da karmaşık hale getirir. Denge düzenini, fıtrat düzenini kurmak, mevcut çürümüş  düzenlerin takipçilerinin şiddetli reaksiyonları,  baskıları ve hileleri ile karşı karşıya kalmak demektir. Daha açık deyişle sabırlı, inatçı ve uzun vadeli bu mücadele demektir.

Allah insanı Kur’an-ı Kerim’de oldukça ayrıntılı bir şekilde tasvir etmektedir. İyilik cephesinde, halifeliği, üstünlüğü, iradeli, dengeli ve ölçülü oluşu; kötülük cephesinde ise zalimliği, kıskançlığı,  azgınlığı, şımarıklığı, inkarcılığı, fücuru, aceleciliği, şüpheciliği, tartışmacılığı, bilgisizliği, şükürsüzlüğü ve nankörlüğü, mala-mülke, lüks ve israfa aşırı düşkünlüğü, cimriliği gibi özellikler yer almaktadır.

İNSAN AZAR

Eğer insanın iyilik cephesini kuvvetlendirecek yaşam şartları yoksa ve hele içinde yaşanılan hayat nizamı ağırlıklı olarak kötülük cephesini besliyor ve kuvvetlendiriyorsa, o takdirde insan  tam anlamı ile azar ve canavarlaşır. İnsan, nefsinin arzuladığı her şeye sahip olmayı kendisine bir hak olarak görüyor ve hiçbir kural tanımadan bir şehvet  tutkusu içinde elde etmeye çalışıyorsa, hayatın merkezine kendisini yerleştirmişse toplumsal kıyamete doğru gidiliyor demektir. Her istediğine ulaştığı anda ise müstağnileşir (kendi kendine yeter olma, kimseye ihtiyaç hissetmeme) ve azar.

“Hayır; gerçekten insan mutlaka azar. Kendini müstağni gördüğünden.” (96 Alak 6-7)

Bugün dünyanın karşı karşıya kaldığı sorun, insanın her istediğini elde etmedeki kural tanımazlık halidir. Bir tüketim toplumunun oluşmasıdır. Baş döndürücü bolluk, çıldırıcı bir refah insanlığın tefessüh etmiş halinin uç noktasıdır. Bu bir çürüme ve kokuşma halidir. Bu herşeyin bozulması ve fesada uğramasıdır. Oysa gökler ve yer Allah’ın koruması altındadır.

“Eğer hak, onların hevâlarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı...” (23 Müminûn 71)

AZMANIN BİR BEDELİ VARDIR

İnsanoğlunun ürettiği teknolojik artıkların gökleri ve yeri nasıl kirlettiği ortadadır. Yerin ekolojik dengesini bozacak bir talan, yağmalama ve imhadan sonra uzayın talan edilmesi ve kirletilmesi başlamıştır. Ozon tabakasının delinme tehlikesi, mevsimlerin değişimi böyle bir fesâdın ürünüdür. Âyette hakkın insanların hevâlarına uymayacağı belirtilerek İlahi Sünnet’in harekete geçeceği vurgulanmaktadır:

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye, Allah onlara yapmakta olduklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır.

De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, böylece daha öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görün. Onların çoğu müşrik olanlardı”... (30 Rum 41-42)

Bir fay hattı üzerinde özel olarak planlanması gereken şehirlere rasgele ve dağınık olarak insanları yerleştirdik. Özel olarak yapılması gereken evler, insanlar tarafından 8 –10 kat iç içe geçecek tarzda yapıldı. İnşaatın çimentosunu ve demirini insanlar çaldı. 200-300 metre denizi işgal ederek üzerlerine binaları insanlardan başkası kondurmadı. Çocukların oynayacağı sokaklar ile hayvanların beslenip barınacakları alanları insanlar yok etti. Ormanları yakarak yıkarak imara açanlar, derelere ve ırmaklara, huzurla akacakları yer ve güzergah bırakmayıp  mekanlarını yağmalayanlar hep insanlardı.

Gölcük eksenli Marmara Depremi ile yer, gök ve deniz, gasbedilmiş haklarını insanlardan geri istemektedir. Yer ve göklerin Allah’ın  koruması altında; gerçek güç ve kudretin, izzetin Allah’ta olduğu onun dışındaki ilah ve rabblerin hiçbir işe yaramadığı ortaya konulmaktadır. Göklerle yerin ve bizzat kendisinin fıtratını bozmaya hakkı olmadığı, insana ihtar edilmektedir.

Gölcük eksenli Marmara Depremi ile Allah,  insanlara yaptıklarının bir kısmını tattırarak yaptıkları işleri kendi ağızlarından, tüm geçmiş kavimlerde olduğu gibi, itiraf ettirmiştir. Bu deprem aynı zamanda bir itiraflar belgeselidir. Evet insanların kendi kendilerine ve birbirlerine karşı azdıklarına, şımardıklarına, nankörlük ettiklerine; haddi aştıklarına, zalim olduklarına, kural tanımadıklarına, insanlıktan çıktıklarına ilişkin itiraflarının tarihi belgesidir. Medyada yazılan ve çizilenler ile halkın bizzat konuşmalarına bakın, bunu göreceksiniz.

Eğer  bu depremden ders almayıp hakkı hakim kılamazsak; çürümeye, bozulmaya karşı tavır koyamazsak; zulme dur diyemezsek, sahte ilah ve rabblerin tahakkümüne engel olamazsak; gelecek olan ihtarların çok daha şiddetli olacağını unutmamalıyız.

Onun için yer altından gelen mesaj;

“Öyleyse sen, Allah’tan geri çevrilmesi mümkün olmayan gün gelmeden önce, yüzünü dimdik ayakta duran dine çevir...” (30 Rum 43)

olmaktadır. 

(Devam edecek)

KAYNAKLAR

1)         6 En’am 1, 29 Ankebut 61, 31 Lokman 25, 43 Zuhruf 9 vb.

2)         2 Bakara 284,  3 Âl-i İmran 109,129, 4 Nisa 131,132, 5 Maide 18,40, 6 En’am 3, 16 Nahl 52.

3)         1 Fatiha 2,  2 Bakara 131,  5 Maide 28,  6 En’am 102.

4)         45 Casiye 36,  44 Duhan 6,  51 Zariyat 23.

5)         13 Ra’d 16,  16 Nahl 24,  17 İsra 102,  26 Suara 24.

6)         35 Fatır 10,  45 Casiye 37,  3 Âl-i İmran 126.

7)         55 Rahman 6,  16 Nahl 49

8)         55 Rahman 6.

9)         16 Nahl 48,49,  17 İsra 44,  59 Hadid 1,  59 Haşr 1,  64 Teğabün 1

10)       Muhammed Ali, M., İslam Dini, İstanbul, Ebuzziya mat., c. II, 1946, s. 285-287.

11)       54 Kamer 49, 31 Lokman 29

12)       27 Neml 88

13)       54 Kamer 3

14)       10 Yunus 5, 14 İbrahim 19,  15 Hicr 85,  16 İbrahim 3.

15)       Bulaç, A., Kur’an_ı Kerim’in Türkçe Anlamı, Pınar y., İst., 1983, s. 693.

16)       2 Bakara 30,  6 En’am 165,  27 Neml 62.

17)       2 Bakara 22,  43 Zuhruf 10,  79 Naziat 27-34.

18)       2 Bakara 29, 17 İsra 70, 22 Hacc 65, 67 Mülk 15.

19)       2 Bakara 22, 14 İbrahim 32, 22 Hacc 62, 35 Fatır 3, 9.

20)       14 İbrahim 32,  16 Nahl 14,  17 İsrâ 70

21)       14 İbrahim 33,  16 Nahl 12.

22)       14 İbrahim 33,  16 Nahl 12, 16,  39 Zümer 5,  29 Ankebut 61.

23)       16 Nahl 5-11,80,81,  22 Hacc 36-37,  43 Zuhruf 12-13.

24)       16 Nahl 13,80, 81,  23 Mü’minun 18-22.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...