(Umran Dergisi)
“Başınıza gelen
her musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (42 Sura 30)
GİRİŞ
Öncelikle
Gölcük merkezli Marmara Depremi’nde ölenlere ve gerilerde kalanlara Allah’tan
rahmet diliyorum.
Gölcük merkezli
Marmara Bölgesi Depremi, oluşumu, etkisi, sonuçları ve deprem sonrasında ülke
olarak yaşananlar açısından iyi okunması ve tahlil edilmesi gereken bir
olaydır. Olayı yalnızca mühendislik veya
temel bilimler çerçevesinde ele almak bizi yanılgıya götürebileceği gibi
gerekli derslerin çıkarılmasına da vesile olur.
Deprem elbette
ilgili bilim adamlarınca incelenecektir. Bu, olayın teknik boyutudur. Ancak
olayın sosyal ve uhrevi boyutlarının olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Hatta
uhrevi ve sosyal boyutunun teknik boyutundan daha önce ve önemli olduğunu
söylemek abartı olmayacaktır.
Gölcük merkezli
Marmara Depremi, şiddeti, maliyeti ve sonuçları itibari ile Türkiye’nin
karşılaştığı en büyük bir afet, en büyük
bir yıkım ve en büyük bir mesajdır. Hatta bu, depremden de öte bir
şeydir.
İlahi Sünnet e
uygun olarak yer altından bir mesaj, bir uyarı gelmiştir. Bu mesaj iyi okunmalıdır.
Bu mesaj iyi tahlil edilmelidir. Bu mesajın gerektirdiği tavır fert ve toplum
olarak ortaya konulmalıdır.
Gölcük
merkezli Marmara Depremi tahlil
edilirken duygusallıktan, sloganik
düşünmeden mümkün olduğunca
kaçınılmalıdır. Depremi, birilerini suçlamak için bir araç, bir istismar
mevzuu veya güç kazanma aracı olarak kullanılmamalıdır. Toplumun her kesimine
dönük olan mesajları, bir iki günah keçisine dönük olarak yorumlamak adil
olmadığı gibi gerçeği de örtbas etmek
olacaktır.
Bu çalışmada konuyu
teknik boyutundan ziyade, mesaj boyutu ile ele alıp inceleyeceğiz. İncelemenin
bu boyutu dinin ve felsefenin konusudur. Bu nedenle konuyu Kur’an ve sünnet
çerçevesinde ele alıp inceleyeceğiz. Olayı, bu dünya, öteki dünya, kıyamet,
ahiret, iman, İslam, küfür, şirk, isyan, bağy, ceza, azap, helâk, musibet,
şehvet, fesat, zulüm, basiret, cürüm, fahşâ, fısk, fücûr, habîs, hevâ,
istikbar, istizaf, rics, seyyie, sirkat, tağut, tefrika, tekasür, teref, israf,
haddi aşma, sünnetullah, kader, mîzan, adalet gibi kavramların girift
ilişkilerinin oluşturduğu semantik alanların ara kesitlerini bularak gerçeğe
ulaşmanın çok yorucu ve çok dikkat gerektiren bir iş olduğunu burada
hatırlatmalıyız.
Bu kavramların
tümünün ara kesitini oluşturan davranış ve yaşam biçimlerine en iyi örnek, Kur’
an-ı Kerim’de yer alan ve helâk olan
kavimlerin, şehirlerin durumu ile Cennet
ve Cehennem’deki insanların durumudur. O halde, geçmiş toplum ve medeniyetlerle
bugünün mukayesesini yapmak kaçınılmaz
olacaktır.
Konuyu, bütünlük
sağlamak açısından insan ve kainatın yaratılışındaki amaçla ele alacağız. Sonra
İnsan-doğa etkileşimini ortaya koyacağız. Daha sonra insan eylemleri ile ceza,
azap, helâk arasındaki İlahi Sünnet’in nasıl işlediğini inceleyeceğiz.
Ancak ana konuya geçmeden önce “Kralın çıplaklığı” ile “Cambaza bak cambaza!” hilesine dikkat çekmek istiyoruz.
KRAL ÇIPLAK
Bu depremde ilk
dikkat çeken, toplumun refleksleri ile devlet mekanizmasının refleksleri
arasındaki büyük uçurumdur. Toplum ne kadar hızlı ve atak tavır sergileyebilmişse,
devlet te o kadar atıl ve hantal bir tavır ortaya koymuştur.
Depremin ilk 3
günü devlet ortada hiç yoktur. İnsanlar kendi kaderleriyle başbaşadır. Gıda,
yiyecek, barınma, sağlık ve kurtarma ile ilgili devletin doğru dürüst bir
yardımı hatta girişimi de yoktur. Başbakan Ecevit’in ‘Ulaşım kesildiğinden yardımlar yerine
ulaşamamaktadır.’ veya devlet ricalinin ‘Bu denli büyük bir bölgesel depreme
anında müdahale etmek zordur.’ tarzındaki söylemleri, yukarıdaki acı gerçeğin
itirafından başka bir şey değildir.
Oysa devlet
denen mekanizmadaki Kızılay, Sivil Savunma, Âfet İşleri ve Kriz Yönetimi gibi
kurumlar bu günler için vardır, var olmalıdır. Milletin alın terinden alınan
vergilerle işleyen bu kurumların, bu depremde hangi fonksiyonu icra ettiği
sorgulanmalıdır.
Halkın kurban
derilerine devlet zoruyla el koymaya kalkan bu kurumların bütçesi, personeli
normal ve anormal zamandaki faaliyetleri halkın bilgisine sunulmalıdır.
Başbakan
Ecevit’in ‘yollar kapalı olduğu için yardım deprem bölgesine ulaşamamaktadır’
sözleri, mercek altına konmalıdır. Ecevit ne demek istemektedir? Sakarya ve
Avcılar hariç tüm deprem bölgesi, sahil şeridindedir ve denizden ulaşım
mümkündür. Ayrıca tüm deprem bölgelerine havadan ulaşım imkanı vardır. Hava ve
deniz yolu niçin kullanılmamıştır? Ordunun elindeki helikopterler yardım
ulaşımında zamanında niçin kullanılmamıştır? Ordunun elindeki kurtarma araçları
deprem bölgelerine niçin zamanında sevkedilmemiştir? Bu sonucun olağanüstü hal
ilan edilip edilmemesi ile bir bağlantısı var mıdır. Bu bağlamda tarihteki Kahramanmaraş ve Çorum
olaylarının böyle bir çelişmeden kaynaklandığını hatırlatmakta fayda vardır.
Gene bu bağlamda tarihteki Balkan Savaşı’nın, İttihatçı paşaların İtilafçı
paşalara yardım gönderilmesini engellemesi sonucu kaybedildiğini hatırlatmada
da yarar vardır. Yoksa bu atalet, bir basiret bağlanması sonucu mudur?
Deprem bölgesine
“yollar bozuk” gerekçesi ile devlet
ulaşamazken; aynı yollardan sivil toplum
örgütleri ve halk bizzat
ulaşabilmektedir. Sivil toplum örgütleri ve halk depremin birinci günü
oradaydı. Hala da yardımları ile oradadır. Ancak deprem bölgesine yardım
ulaştırmada gerekli hızı gösteremeyen bir mekanizma, yardım götüren sivil
toplum örgütlerini engellemekte gereğinden fazla hızlıdır. Âfet bölgelerine siz
yardım götürmeyeceksiniz ve fakat yardım götürenleri engelleyeceksiniz. Bu devleti yönetenlerin ne denli karmaşık
duygular içinde olduğunun bir göstergesidir.
Halkın
bütünleştiği, kucaklaştığı bir dönemde devletin milleti ile kucaklaşıp barışamaması
büyük bir şanssızlıktır; ülke için ciddi bir kayıptır. ‘Millet devlet için vardır’ anlayışı yerine ‘devlet millet için vardır’ anlayışını yerleştirme mücadelesine
devam etmek daha acil bir zaruret haline gelmiştir.
Halkı tehlike olarak gören ve onu kontrol altına almak için yapılanan bir sistemin, deprem bölgesinde ne kadar aciz kaldığı, halkın hafızasından silinmeyecektir. Hantallaşmış, heyecanını kaybetmiş, halka yabancılaşmış, geleceğe dönük hedef ve hayalleri olmayan bir mekanizma, bir “çıplak kral” var karşımızda.
Cambaza Bak Cambaza
Halkı tehlike olarak gören ve ona göre yapılanan
mevcut sistem, geçmişte pek çok kanun ve
uygulamayı halkın dikkatlerini bir yerlere teksif ederek çıkarmış ve
gerçekleştirmiştir.
Gölcük merkezli
Marmara Depremi ile herkesin dikkatleri deprem bölgelerine teksif edilmişken,
Meclis’ten pek çok kanun çıkarılabilir. Başta üniversiteler olmak üzere devlet
mekanizmasında bir çok insan mağdur
edilebilir. Özelleştirme talana, yağmaya dönüştürülebilir. Uluslararası düzeyde
pek çok taviz verilebilir. Din, vicdan ve düşünce özgürlükleri kısıtlanabilir.
Örgütlenme özgürlükleri daraltılabilir, baskı ve şiddeti meşru gösterecek
yasalar çıkarılabilir.
Halk, depremde
mağdurları kurtarmaya çalışırken Ankara’da birileri, halkı daha sağlam kafese
koymak için uğraşabilir. Deprem sürecinde hırsızlar, üçkağıtçılar vurguncular,
soyguncular, tefeciler, caniler, çeteciler af edilirken; düşünce suçları diye
nitelenen (düşüncenin bizatihi kendisini suç kabul etme) suçlar, rahatlıkla af kapsamı
dışında bırakılabilir.
Bir taraftan depremle ilgilenirken, diğer taraftan Ankara’da kapalı kapılar arkasında neler olduğuna veya olabileceğine dikkat etmeliyiz.
KAİNATIN YARATILIŞ AMACI VE NİZAMI
Kainatın ve
insanın yaratılış kanuniyetine ilişkin pek çok teori ortaya atılmıştır ve
atılacaktır da. Kainatın ve insanın tabi olduğu kanunlar (İlahi Sünnet,
Allah’ın takdiri, kaderi) tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bunda isabet
edilebilir veya yanılabiliriz. Yanılgılarımızı düzelterek iyiye, güzele doğru
yol alırız. Bu nedenle temel bilimlerin bulguları izafidir, geçicidir, her an
değişebilir. Bu gerçeği yol boyu hep göz önünde bulundurmalıyız.
Milyarlarca yıl
ötesine ilişkin, zaman ve mekanın mevcut olmadığı bir ortamdan, zaman ve
mekanın oluştuğu bir ortama geçişe ilişkin teorilerimiz ne derece mutlak
gerçeği yansıtabilir?
Milyonlarca ışık yılı öteden gelen bilgilerle milyonlarca yıl ötesine ilişkin hüküm koymak, ne derece mutlak gerçeği temsil eder. O açıdan bu konularda yaratıcının bilgisine insanlığın ihtiyacı vardır.
ALLAH GÖKLERİ VE YERİ, GERÇEĞİ GÖSTERMEK İÇİN YARATMIŞTIR.
Yaratıcı
Allah’ın insanlığa gönderdiği kitapta
yeri ve göğü kendisinin yarattığı1, yerde
ve gökte olanların tümünün kendisine ait olduğu2 açıkça ifade edilmektedir. Allah sadece yaratıcı vasfını
kullanmayıp, kanun, hüküm koyucu anlamında Rabb olma sıfatını da bu ilişkide
belirtmektedir. Âlemlerin Rabbi3,
yerin ve göğün Rabbi4, yerin, göğün
ve ikisi arasındakilerin Rabbi, “her şeyin Rabbi”5 diyerek Yaratan-yaratılan ilişkisinin ötesinde kanun koyucu ve
tâbî olan ilişkisinin varlığı söz konusudur.
Ayrıca Âlemlerin
Yaratıcısı ve Rabbi olarak gerçek büyüklüğün, ululuğun ve izzetin kendisine
ait olduğunu hatırlatmaktadır.6
Kuran-ı
Kerim’deki “yerde ve gökte olanların Allah’a secde etmekte olduğu”7, “yerde ve gökte olanların Allah’tan
istediği”8, “yerde ve gökte
olanların tümünün Allah’ı zikrettiği”9
tarzındaki mesajların son derece anlamlı ve düşündürücü olduğudur.
“Yedi gök, yer
ve bunların içindekiler O’nu tesbih etmektedir; O’nu övgü ile tesbih etmeyen
hiçbir şey yoktur; ancak siz onların tesbihlerini fark edemezsiniz.” (17 İsrâ
44)
Bizim fark
edemediğimiz belki de şu an için kavrayamadığımız bir zikir ve ibadet halinin
kainatla olması, ona ayrı bir boyut ve anlam kazandırmaktadır. Ölü kabul edilen
bir doğa, gerçekte, bizim şu an için kavrayamadığımız, Allah’ı tesbih eden bir
canlıdır.
İşte böyle bir
yapının yaratılış sırrı:
“Biz gökleri,
yeri ve bunların arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece
gerçeği göstermek için yarattık. Ama onların çoğu bilmiyorlar” (44 Duhan 38-39)
Ayetler
‘eğlenmek’ ve ‘gerçeği göstermek’ gibi iki temel kavrama dikkatimizi çekiyor.
Eğlence kelimesine 21 Enbiya 16-17 âyetleri ile özel vurgulama yapılmaktadır:
“Biz ne gökleri,
ne yeri ve ne de bunlar arasındakileri eğlenip eğlendirelim diye yaratmadık.
Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik.” (21
Enbiya 16-17)
Kainatın bir
eğlence konusu olarak algılanmaması ile insan-doğa ilişkilerinde ekolojik
dengenin korunması sağlanır. Kainatın tabi olduğu kanunları ve yaratılış
amacını göz önüne almadan onda rasgele tasarrufta bulunmak, bedeli ağır bir
hareket tarzı olabilir. Bu nedenle kainat kitabı iyi okunup anlaşılmalıdır.
Bir fay hattı
üzerinde 8-10 katlı binalar inşa etmek,
denizi işgal edecek yapılar dikmek, fay hattının tabi olduğu kanunlarla alay
etmek, eğlenmek ve onu küçümsemektir. Bu ise bakar-körlüğün ta kendisidir ve
bir azgınlık halidir. Gölcük merkezli Marmara Depremi’nin böyle bir meydan
okumaya verilen bir cevap olduğunu düşünmemiz yanlış değildir.
Duhân sûresinde
geçen ikinci önemli kavram, “gerçeği göstermek”tir. Gerçek, insana gösterilmek istenmektedir. İnsanı, Rabbine kul
yapacak, Yaratıcı’ya tabi kılacak, onun
koyduğu yaşam biçimini benimseyip idame ettirecek bir anlayışa
getirmedir bu. İnsanlar ve cinler hariç
kainatta her şey ona gönülden boyun eğmiş iken, bu iki varlık, yapılarındaki
ikilemden dolayı ona isyan edebilmektedir. Ayette geçen “gerçeği gösterme”,
insanı isyandan itaate getirecek, Allah’ın koyduğu kanunlara tabi kılacak bir
düşünme ve aksiyon şeklidir. Gerçeği gösterme, aynı zamanda Allah’ın insana bir
yardımı, lütfu ve rahmetidir. Nitekim bu amaçla Kur’an-ı Kerim’in bir çok
yerinde, kainatta Allah’ın varlığı ve birliğini gösteren ayetlerin olduğundan
bahsedilir.
“Hiç şüphe yok,
müminler için göklerde ve yerde gerçekten âyetler vardır.
Sizin
yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda da kesin bilgiyle inanan bir
kavim için ayetler vardır.
Gece ile
gündüzün art arda gelişinde, Allah’ın gökten rızık indirip de onunla ölümünden
sonra yeryüzünü diriltmesinde ve rüzgarları yönetmesinde aklını kullanabilen
bir kavim için âyetler vardır.
İşte bunlar
Allah’ın ayetleridir; sana bunları hak olmak üzere okumaktayız. Öyleyse onlar,
Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze iman edecekler?” (45 Casiye
3-6)
Âyetlerde “müminler için”, “kesin bilgiyle inanan bir kavim için” ve “aklını kullanabilen kavim için” âyetlerin olduğu ifade edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in başka sûrelerinde ise “temiz akıl sahipleri için” (3 Âl-i İmran 190), “korkup sakınabilen bir topluluk için” (10 Yunus 6), “ilim sahibi olanlar için” (30 Rum 22), “işitebilmekte olan bir kavim için” (30 Rum 23) ve “düşünen bir kavim için” (13 Rad 3) âyetlerin var olduğu üzerinde durulmaktadır.
ALLAH GÖKLERİ VE YERİ BELLİ BİR KADERE GÖRE YARATMIŞTIR
Allah
dikkatlerimizi kainata, yaratılışa ve bizzat insanın kendisine döndürerek
yaratılış kanunlarını, eşyanın tabi olduğu o muazzam yasaları keşfetmemizi,
onlar üzerinde tefekkür etmemizi ve böylelikle iman etmemizi istemektedir.
Gerçekte Allah kainat kitabını iyi okumamızı ve üzerinde düşünmemizi
istemektedir.
Yaratılışı ve
kainatı tasvir eden âyetlerde hak,
mîzân, Allah’ın takdiri ve kader
gibi temel kavramlar geçmektedir. Bütün bu kavramlar birbirlerinin semantik
alanlarına girseler bile aralarında farklılıklar vardır. Burada bu farklar
üzerinde duracak değiliz. Genel olarak bütün bu kavramlar, yaratılmış olan her
şeyin belli bir ölçü ve belli bir kanuniyete tabi olduğuna işaret etmektedir.
Allah’ın takdiri veya kader, insan ve bütün kainatın tabi olduğu ölçüler ve
yasalar manzumesidir. “Bir şeyi belli kanunlara tabi olacak şekilde yaratmak
kadar; bir şey hakkında sözle veya hareketle karar vermek ise kazadır.”10
Buradan kainatın
belli bir amaca dönük olarak programlandığına, onda rasgele ve tesadüfi hiç bir
şeyin vuku bulamadığına dikkat etmeliyiz.
Su andaki teknoloji ve bilimsel imkanlarımızla kavrayamadığımız,
rasgele, tesadüf veya şans diye nitelendirip geçtiğimiz birçok olayın gelecekte
sırrı, bilinmezliği (gaybı) çözülebilecektir. O zaman Allah’ın bize işaret
ettiği gerçek, daha da berraklaşacaktır:
“Güneşi ısı ve
ışık kaynağı olarak; Ay’ı da hesabı ve yılların sayısını bilesiniz diye bir nûr
yapıp ona evreler takdir eden O’dur. Allah bütün bunları rasgele değil, şaşmaz
ölçülere bağlı olarak yaratmıştır. Bilgiyle donanmış bir topluluk için ayetleri
detaylandırıyor.” (10 Yunus 5)
Nitekim Kur’an-ı
Kerim’deki “her şeyin bir kadere göre yaratıldığı,”11 “her şeyin yerli yerinde yapıldığı,”12 “her işin kendi amacına varıp karar kılacağı,”13 “her şeyin hak ile yaratıldığı”14na ilişkin ayetler, İlahi
Sünnet’in, kanuniyetin varlığını göstermektedir.
Konumuz olan
depremi ilgilendirmesi açısından yer ve göğü konu alan âyetlerin bir kısmını
buraya almakta fayda vardır:
“Özen içinde
yollar ve yörüngelerle donatılmış göğe and olsun” (51 Zariyat 7)
“Biz göğü büyük
bir kudretle bina ettik ve şüphesiz biz, onu genişletici olanlarız. Yeri de biz
döşeyip yaydık; ne güzel döşeyici olanlarız. Ve biz, her şeyden iki çift
yarattık. Umulur ki öğüt alır, düşünürsünüz.” (51 Zariyat 47-49)
“Sizi çalkalayıp
sarsar diye yerküreye ağır sarsılmaz dağlar, ırmaklar, yollar koydu. Umulur ki
doğru yolu bulursunuz.” (16 Nahl 15)
“Andolsun biz
gökte burçlar oluşturduk ve onu seyredenler için süsledik. Ve onu, her kovulup
taşlanmış şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan olunca, onu da parlak
bir ateş izlemektedir.
“Yere
gelince; onu da döşeyip yaydık, onda
sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda her şeyden
ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik.” (15 Hicr 16-18)
“Andolsun o
dönüşlü/döndürümlü dolu göğe; çatlayışlarla/yarılışlarla dolu yere de
andolsun.” (86 Tarık 11-12)
Âyetlerde
özellikle hem göklerde, hem de yerdeki düzen ve disiplinin varlığı ortaya
konulmaktadır. Bir taraftan yerin insanları sarsmaması için bir denge unsuru
olarak dağların yerleştirildiğinden bahsedilirken, diğer taraftan yerin yarıklı
oluşuna ‘andolsun’ denerek dikkatlerimiz çekilmektedir. Yarıklı yer ile
sarsılmaz dağlar arasında yerde bir düzen ve disiplinin oluştuğu ima
edilmektedir.
Âyetlerde
ayrıca, göklerde ve yerdeki düzen ve disiplini bozabilecek olan azgın
şeytanlara karşı da bir korumanın bulunduğu vurgulanmaktadır.
Nitekim;
“Göklerin ve
yerin korunması O’na hiç de zor gelmez.” (2 Bakara 255)
denerek göklerin
ve yerin bizzat Allah’ın koruması altında olduğu ifade edilmiş olmaktadır.
Peki gökler ve
yer kime karşı korunuyor?
Denizi ve havayı kirleten, ormanları katleden, “bina ve zina yarışına giren”, şehvet düşkünü, azgın, fakire yedirmeyen, yoksulu doyurmayan, akrabalık bağlarını koparan, şımarık, gururlu, kendini müstağni gören azgın insanlara karşı doğanın, evrenin, ekolojik dengenin ve insan neslinin korunması sorunudur karşımızda olan. Gölcük merkezli Marmara Depremi’nden gerekli dersi çıkarıp fert, toplum, sistem ve devlet olarak yeniden yapılanmaya gitmez isek daha büyük ve daha şiddetli uyarı ve ihtarların gelmesini beklemeliyiz.
İNSANIN YARATILIŞ AMACI VE KAİNAT
İnsanın
yaratılışındaki amaç Kur’an-ı Kerim’de;
“Ben cinleri de,
insanları da yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.” (51 Zariyat 56)
denerek ifade
edilmektedir. Burada amacı belirleyen anahtar kavram, ibadet olmaktadır.
İbadet ise kulluk, itaat, boyun eğme, içten bağlanma, tevazu gösterme, kişinin
kendisinden yüksek ve üstün kabul ettiği bir kimseye ve bir güce karşı boyun
eğmesi, ona bağlanmaya razı olması, onun için kendi bağımsızlığından ve
özgürlüğünden vazgeçmesi, asla başkaldırmaması, direnmemesi, onun hükümlerini,
karar ve yetkilerini içtenlikle tanıması ve kabul etmesidir.”15 En genel halde Allah’ın vaz’ettiği
yaşam kanunlarına, içtenlikle, kendine özgü olarak bir tabi oluş ve boyun
eğiştir. Böyle bir ibadet anlayışı fert, toplum ve dünya bazında dengeyi ve
sosyal barışı sağlar, ekolojik dengeyi korur. Kainatın yaratılış amacı ile
insanın yaratılış amacı tek bir noktada birleşir, bütünleşir. Tevhid vuku bulur. Fıtrat düzeni dediğimiz denge düzeni, huzur ve mutluluk düzeni
ortaya çıkar.
Böyle bir
düzenin kurucusu olması gereken bizzat insanın kendisidir. Allah insanı halife,
yeryüzünün halifesi şeklinde tanımlayarak, böyle bir düzeni kurma görevini
insana tevdi etmiş olmaktadır.16
Böyle bir sorumluluk yüklenmiş olan insanın emrine de “yerde ve gökte olanlar
verilmiştir”. İnsanın Allah’a karşı kulluk
görevini gereğince yerine getirebilmesi, nankörlük etmemesi için insanın
emrine tahsis edilmiş nimetler Kur’ân-ı Kerim’in değişik sûrelerinde tekrar, tekrar
hatırlatılır.
Bu bağlamda;
insan için “yeryüzünün döşek, gökyüzünün bina yapıldığı”17, “gökte ve yerde olanların tümünün insan için yaratıldığı”18, “yağmurun insanı rızıklandırmak
için indirildiği”19, “denizlerin
insanın emrine verildiği”20, “gece
ve gündüzün insanın emrine verildiği”21,
“güneş, ay ve yıldızların insanın emrine verildiği”22, “hayvanların insanın emrine verildiği”23 ve “yerden her türlü ürünün insanın emrine verildiği”24 Kur’an-ı Kerim’de anlatılmaktadır.
Özellikle 14
İbrahim 34’de insana verilenlerin kısa bir özeti veciz bir şekilde
anlatılmaktadır:
“Ve size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” (14 İbrahim 34)
İNSANDA İKİ CEPHE
Kendisine
bahşedilen bunca nimete rağmen, kendisine tevdi edilen, yüklenen halifelik görevini
yerine getirmiş midir insan? Denge
düzenini, fıtrat düzenini, kurup koruyabilmiş midir? Kendisinin ve doğanın
bozulmasına, çürümesine, kirlenmesine engel olabilmiş midir?
Bu soruları
bütünüyle olumlu olarak cevaplamak mümkün değildir. ‘Niçin böyle olmuştur; veya
olmaktadır?’ sorusunun cevabı da ayetle ”insan pek zalimdir, pek nankördür” denerek
cevaplandırılmaktadır. Karşılaşılan sorunun büyüklüğü, sorunun bizzat
kendisinin insan, çözümünün de bizzat insanda oluşudur. İnsan sorunun hem
kaynağı, hem de çözümüdür. Sorunun büyüklüğünü ortaya koymak için insan
yapısını daha ayrıntılı incelemek şarttır. Ancak bu konu bu çalışmanın kapsamı
dışındadır. Bununla birlikte kısa bir özetleme yapmak yararlı olacaktır.
İnsan, iyilik ve
kötülük diye nitelendirebileceğimiz birbirine zıt iki ayrı kuvvetin etkisi
altındadır. Bu kuvvetlerin etki ettiği kalp
ve nefs olmak üzere
iki ayrı merkez vardır. Bu merkezler melek, şeytan ve içinde yaşanılan
sosyal çevre tarafından etkilenir. Bu etkileşmelerin bileşke kuvvetinin pozitif veya negatif oluşuna bağlı olarak
insan olumlu veya olumsuz davranır. Toplumsal yaşam biçimi ve kurulu sistem
insan davranışını şekillendirir ve yönlendirir. Bu, sorunu daha da karmaşık
hale getirir. Denge düzenini, fıtrat düzenini kurmak, mevcut çürümüş düzenlerin takipçilerinin şiddetli
reaksiyonları, baskıları ve hileleri ile
karşı karşıya kalmak demektir. Daha açık deyişle sabırlı, inatçı ve uzun vadeli
bu mücadele demektir.
Allah insanı Kur’an-ı Kerim’de oldukça ayrıntılı bir şekilde tasvir etmektedir. İyilik cephesinde, halifeliği, üstünlüğü, iradeli, dengeli ve ölçülü oluşu; kötülük cephesinde ise zalimliği, kıskançlığı, azgınlığı, şımarıklığı, inkarcılığı, fücuru, aceleciliği, şüpheciliği, tartışmacılığı, bilgisizliği, şükürsüzlüğü ve nankörlüğü, mala-mülke, lüks ve israfa aşırı düşkünlüğü, cimriliği gibi özellikler yer almaktadır.
İNSAN AZAR
Eğer insanın
iyilik cephesini kuvvetlendirecek yaşam şartları yoksa ve hele içinde yaşanılan
hayat nizamı ağırlıklı olarak kötülük cephesini besliyor ve kuvvetlendiriyorsa,
o takdirde insan tam anlamı ile azar ve
canavarlaşır. İnsan, nefsinin arzuladığı her şeye sahip olmayı kendisine bir
hak olarak görüyor ve hiçbir kural tanımadan bir şehvet tutkusu içinde elde etmeye çalışıyorsa,
hayatın merkezine kendisini yerleştirmişse toplumsal kıyamete doğru gidiliyor
demektir. Her istediğine ulaştığı anda ise müstağnileşir (kendi kendine yeter
olma, kimseye ihtiyaç hissetmeme) ve azar.
“Hayır;
gerçekten insan mutlaka azar. Kendini müstağni gördüğünden.” (96 Alak 6-7)
Bugün dünyanın
karşı karşıya kaldığı sorun, insanın her istediğini elde etmedeki kural
tanımazlık halidir. Bir tüketim toplumunun oluşmasıdır. Baş döndürücü bolluk,
çıldırıcı bir refah insanlığın tefessüh etmiş halinin uç noktasıdır. Bu bir çürüme
ve kokuşma halidir. Bu herşeyin bozulması ve fesada uğramasıdır. Oysa gökler ve
yer Allah’ın koruması altındadır.
“Eğer hak, onların hevâlarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı...” (23 Müminûn 71)
AZMANIN BİR BEDELİ VARDIR
İnsanoğlunun
ürettiği teknolojik artıkların gökleri ve yeri nasıl kirlettiği ortadadır.
Yerin ekolojik dengesini bozacak bir talan, yağmalama ve imhadan sonra uzayın
talan edilmesi ve kirletilmesi başlamıştır. Ozon tabakasının delinme tehlikesi,
mevsimlerin değişimi böyle bir fesâdın ürünüdür. Âyette hakkın insanların
hevâlarına uymayacağı belirtilerek İlahi Sünnet’in harekete geçeceği
vurgulanmaktadır:
“İnsanların
kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı.
Umulur ki, dönerler diye, Allah onlara yapmakta olduklarının bir kısmını
kendilerine tattırmaktadır.
De ki:
“Yeryüzünde gezip dolaşın, böylece daha öncekilerin nasıl bir sona
uğradıklarını görün. Onların çoğu müşrik olanlardı”... (30 Rum 41-42)
Bir fay hattı
üzerinde özel olarak planlanması gereken şehirlere rasgele ve dağınık olarak
insanları yerleştirdik. Özel olarak yapılması gereken evler, insanlar
tarafından 8 –10 kat iç içe geçecek tarzda yapıldı. İnşaatın çimentosunu ve
demirini insanlar çaldı. 200-300 metre denizi işgal ederek üzerlerine binaları
insanlardan başkası kondurmadı. Çocukların oynayacağı sokaklar ile hayvanların
beslenip barınacakları alanları insanlar yok etti. Ormanları yakarak yıkarak imara
açanlar, derelere ve ırmaklara, huzurla akacakları yer ve güzergah
bırakmayıp mekanlarını yağmalayanlar hep
insanlardı.
Gölcük eksenli
Marmara Depremi ile yer, gök ve deniz, gasbedilmiş haklarını insanlardan geri
istemektedir. Yer ve göklerin Allah’ın koruması
altında; gerçek güç ve kudretin, izzetin Allah’ta olduğu onun dışındaki ilah ve
rabblerin hiçbir işe yaramadığı ortaya konulmaktadır. Göklerle yerin ve bizzat
kendisinin fıtratını bozmaya hakkı olmadığı, insana ihtar edilmektedir.
Gölcük eksenli Marmara
Depremi ile Allah, insanlara
yaptıklarının bir kısmını tattırarak yaptıkları işleri kendi ağızlarından, tüm
geçmiş kavimlerde olduğu gibi, itiraf ettirmiştir. Bu deprem aynı zamanda bir
itiraflar belgeselidir. Evet insanların kendi kendilerine ve birbirlerine karşı
azdıklarına, şımardıklarına, nankörlük ettiklerine; haddi aştıklarına, zalim
olduklarına, kural tanımadıklarına, insanlıktan çıktıklarına ilişkin
itiraflarının tarihi belgesidir. Medyada yazılan ve çizilenler ile halkın
bizzat konuşmalarına bakın, bunu göreceksiniz.
Eğer bu depremden ders almayıp hakkı hakim kılamazsak; çürümeye, bozulmaya karşı tavır koyamazsak; zulme dur diyemezsek, sahte ilah ve rabblerin tahakkümüne engel olamazsak; gelecek olan ihtarların çok daha şiddetli olacağını unutmamalıyız.
Onun için yer altından gelen mesaj;
“Öyleyse sen,
Allah’tan geri çevrilmesi mümkün olmayan gün gelmeden önce, yüzünü dimdik
ayakta duran dine çevir...” (30 Rum 43)
olmaktadır.
(Devam edecek)
KAYNAKLAR
1) 6 En’am 1, 29 Ankebut 61, 31 Lokman 25,
43 Zuhruf 9 vb.
2) 2 Bakara 284, 3 Âl-i İmran 109,129, 4 Nisa 131,132, 5 Maide
18,40, 6 En’am 3, 16 Nahl 52.
3) 1 Fatiha 2, 2 Bakara 131,
5 Maide 28, 6 En’am 102.
4) 45 Casiye 36, 44 Duhan 6,
51 Zariyat 23.
5) 13 Ra’d 16, 16 Nahl 24,
17 İsra 102, 26 Suara 24.
6) 35 Fatır 10, 45 Casiye 37,
3 Âl-i İmran 126.
7) 55 Rahman 6, 16 Nahl 49
8) 55 Rahman 6.
9) 16 Nahl 48,49, 17 İsra 44,
59 Hadid 1, 59 Haşr 1, 64 Teğabün 1
10) Muhammed Ali, M., İslam Dini, İstanbul,
Ebuzziya mat., c. II, 1946, s. 285-287.
11) 54 Kamer 49, 31 Lokman 29
12) 27 Neml 88
13) 54 Kamer 3
14) 10 Yunus 5, 14 İbrahim 19, 15 Hicr 85,
16 İbrahim 3.
15) Bulaç, A., Kur’an_ı Kerim’in Türkçe
Anlamı, Pınar y., İst., 1983, s. 693.
16) 2 Bakara 30, 6 En’am 165,
27 Neml 62.
17) 2 Bakara 22, 43 Zuhruf 10,
79 Naziat 27-34.
18) 2 Bakara 29, 17 İsra 70, 22 Hacc 65, 67
Mülk 15.
19) 2 Bakara 22, 14 İbrahim 32, 22 Hacc 62,
35 Fatır 3, 9.
20) 14 İbrahim 32, 16 Nahl 14,
17 İsrâ 70
21) 14 İbrahim 33, 16 Nahl 12.
22) 14 İbrahim 33, 16 Nahl 12, 16, 39 Zümer 5,
29 Ankebut 61.
23) 16 Nahl 5-11,80,81, 22 Hacc 36-37, 43 Zuhruf 12-13.
24) 16 Nahl 13,80, 81, 23 Mü’minun 18-22.