1 Ekim 1998 Perşembe

Örtünmenin Fıtri Temelleri - IV: Kıyafet Despotizmi Ya Da Dinin Kamu Alanından Tasfiyesi

(Umran Dergisi)

ÇİFTE STANDART

Anadolu bağımsızlık mücadelesinde İstanbul’dan Anadolu’ya geçmiş olanlar, halkın inanç ve yaşam sistemine sadece saygılı değil aynı zamanda sıkı bağlı gözüktüler. Hatta camilerde vaaz edenler vardı. Meydanlarda Allah, Peygamber, Kur’an kavramlarını dillerinden hiç düşürmüyorlardı. Halkla bütünleşmenin yolunun, halkın inançlarından geçtiğini çok iyi biliyorlardı. Pek çok soruna dini söylemle çözüm arıyorlardı. Müslüman bir toplum içinde bulunmanın hassasiyeti içinde idiler. En azından başlangıçta böyle idiler. Kadınların tesettürü konusunda da tavırları bundan farklı olmamıştı.

Mustafa Kemal’in, başı açık olarak sahneye çıkan Bedia Muvahhid’e,

 

“Sen bir müslüman kadını olarak sahneye çıkıyorsun. Bir de başın açık olursa bu çok fazla olur”.1

demesini, bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.

Kuvayı Milliyeciler Osmanlı kültür sistemi içinde yetişmiş, belli bir dini eğitim almış insanlardı. İstemeseler de bu kültürün derin etkisi altında bulunmakta idiler. Bazı davranışlarına, dinî cevaz aramak istemelerinin bir sebebi de bu olabilir. Nitekim kadınları okumaya ve çalışmaya teşvik etmek için dinî bir söylemi gerekli görmüşlerdir. Belki de zorunlu kalmışlardır.1

... Kadının evdeki görevi, görevlerin en ufak ve önemsizidir. Kadının en büyük görevi analıktır. İlk eğitimin ana kucağında verildiği düşünülürse, bu görevin anlamı anlaşılır. Bundan ötürü kadınlarımızın da her bakımdan yükselmelerini sağlamak gerekir. Onlar da bilgin ve fen adamı olacaklar, erkeklerin geçtiği bütün öğrenim kademelerinden geçeceklerdir. Ve sosyal hayatta erkeklerle beraber yürüyecek, birbirinin yardımcısı olacaklardır. Bizim dinimiz hiçbir zaman kadınların erkeklerden geri kalmasını istememiştir. Tanrının buyruğu hem erkek, hem de kadının bilgili olmasıdır. Dinin gereği olan örtünme şekli kadını hayatından, varlığından ayıracak gibi olmamalıdır. Edebe aykırı olmayacak şekilde basit olmalıdır.

(31 Ocak 1923 İzmir konuşması)

Bir başka konuşmasında da tesettür konusunu, daha ayrıntılı ve daha yoğun olarak dini ağırlıklı ele almaktadır. Tesettürü dinin gereği olarak görmekte ve dini icaplara uygun bir örtünmeyi tavsiye etmektedir:1
Dinimizin tavsiye ettiği tesettür hem hayata hem fazilete uygundur. Kadınlarımız şeriatın tavsiyesi, dinin emri mucibince tesettür etselerdi ne o kadar kapanacaklar, ne o kadar açılacaklardı. Tesettür-ü Şerî kadınlar için mûcib-i müşkilât olmayacak, kadınların hayat-ı içtimaiyede, hayat-ı iktisadiyede, hayat-ı maişette ve hayat-ı ilimde erkeklerle teşrik-i faaliyet etmesine mani bulunmayacak bir şekl-i basitedir. Bu şekl-i basit heyet-i içtimaiyemizin ahlâk ve âdabına muğayır değildir.

Mustafa Kemal, ilginçtir ki, çıplaklığa, dini inanç, örf, adet ve gelenekleri gerekçe göstererek karşı çıkmaktadır. 21 Mart 1923’de yaptığı konuşmada da bu olguyu görmek mümkündür:2

“Gerçekten de özellikle büyük şehirlerde kıyafetimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımız iki aşırı kılık içinde görünüyorlar. Ya dışardan ne olduğu bilinmeyen çok kapalı; karanlık bir kılık, ya da Avrupa’nın en serbest balolarında bile gösterilemeyecek kadar açık bir giyiniş. Her ikisi de dinimize aykırıdır. Yürüyeceğimiz yol; büyük Türk kadınını çalışmalarımıza ortak etmek, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, onu bilim, ahlâk, sosyal ve ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı yapmak yoludur. Kılıklarında aynen Avrupa kadınını taklit ederek giyimlerini aşırılığa götürenler düşünmelidirler ki; her ulusun kendine özgü gelenekleri, alışkanlıkları, ulusal özellikleri vardır. Başkasını aynen taklit eden bir millet; ne o milletin aynı olabilir, ne kendi ulusallığı içinde kalabilir. Bunun sonu da umulana varılamamanın acısıdır. Kapalı olmayan, fakat erdemli olan bir giyimle ilim ve sanat hareketlerine, sosyal hareketlere katılan kadını, dünyanın en tutucu milleti bile beğenir”.

Yukarıdaki alıntıların hepsinde Mustafa Kemal, örtünme olayını dinin bir emri olarak kabul ediyor ve çıplaklığa din ve örfün gereği olarak karşı çıkıyor. Batılıları taklid eden kadınları milli örf, adet ve gelenekler adına eleştiriyor.

“Başkasını taklit eden milletlerin kendi benliğini kaybettiği gibi, başka bir milletin de aynı olmayacağı” ifadesi önemli bir tesbittir. Taklit olayı, toplumu kemiren, kişiliksiz yapan ve sonuçta toplumu acılara boğan kangren gibi bir hastalıktır. Mustafa Kemal’in cumhuriyetle birlikte başlayan değişim sürecindeki bu gibi tehlikelere dini ve tarihi motifleri kullanarak karşı çıkması üzerinde hassasiyetle durulması gerekir. Kadının açılması konusunda, bir ikilem içinde olduğunu söylemek mümkündür.

Falih Rıfkı Atay’ın tesbitine göre kadının kurtuluşunu açılmakta görüyordu:3

Kadını kurtaracaktı. Kutarmak için önce açmalı idi. Haremi yıkmalı idi.

Oysa Mustafa Kemal’in mizacı ve kişiliği gene Falih Rıfkı Atay’a göre bunun zıddı idi.4

Garplılaşmayı teşvik eden Atatürk’ün kendi hayatında pek Garplı olduğu söylenemezdi. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denilebilir ki, harem eğiliminde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın hür ve erkekle eşit olmalı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medeni Kanunla Türk kadınına Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınına, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül edemezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lâzım gelince: “bize göre değil ha çocuklar... derdi.

Böylesi bir ikilemin, İttihat Terakki’den beri tüm Osmanlı aydınlarında var olduğunu söylemek mümkündür. Cumhuriyet tarihini derinden etkilemiştir. Gücü ele geçirene kadar halkçı, halkla beraber; gücü ele geçirdikten sonra, katı, halka karşı ve halka rağmen anlayışını benimsemişlerdir. Türkiye’deki, siyasi hayatta, muhalefetteki söylemlerle iktidardaki söylemlerin çoğu kez birbirlerine taban tabana zıt oluşu böyle bir şuuraltı olayıdır. Türkiye’deki gerek aydın, gerekse siyasetçi çifte standart kullanmıştır. Bugün üniversitelerdeki başörtüsünün belli periyotlarla sorun haline gelmesi de aynı mantığın sonucudur.

Mustafa Kemal, bir taraftan Bedia Muvahhid’e “Sen Müslüman bir kadınsın; başını örterek şarkı söylemelisin” derken; diğer taraftan erkeklerle dans etmek istemeyen müslüman kadınlara:

Arkadaşlar, dünyada subay üniforması giymiş bir Türk erkeğinin dans önerisini geri çevirebilecek bir kadının bulunabileceğini düşünemiyorum. Şimdi emrediyorum! Hemen salona dağılın! İleri! Marş! Dans edin!

diyerek emredecektir.5 Burada da hem sivil; hem de asker olma ikileminin etkisi söz konusudur.

Cumhuriyet tarihini bu perspektiften genel olarak incelemek gerekir.  Örneğin bu konuda Mete Tunçay’ın tesbitleri hayli çekicidir:* Bu incelemenin sonucunda çok ilginç tarihi, sosyal ve psikolojik hakikatların gün ışığına çıkacağı kesindir. Ancak bu konu, burada bu genişlikte ele alınmayacak, yalnızca tesettürle sınırlı kalınacaktır.

ALIŞTIRMA POLİTİKASINDAN ABA ALTINDAN SOPA GÖSTERMEYE

Merkezde belli sorunlar çözüldükçe, güç Mustafa Kemal ve arkadaşlarının eline geçtikçe, milli mücadeleye katılmış pekçok insan tasfiye veya pasifize edildikçe konuşmaların şekli ve üslubunun değiştiğini görmekteyiz.

1923 yılında Çankaya köşkünde yedi-sekiz kişilik bir sohbet toplantısında Mustafa Kemal, “Birgün başımıza şapka giyebilecek miyiz?” şeklinde bir soru sormuş ve soruyu bizzat kendisi şöyle cevaplandırmıştı:6

Şapkayı önce deniz askerlerimize giydiririz; onlar halka seyrek göründüklerinden göze batmazlar; sonra ordu giyer; bu da askerlik işi olduğu için kimse karışamaz. Onları göre göre münevverler de alışırlar. Derken...

 

Bu ifadeler, halkı iknaya dönüktür. Halkın kendi iradesi ile tercih yapabileceği, alışacağı anlamını taşır. Olumlu sayılabilecek bir yaklaşım tarzıdır. Ancak olayın pratiği böyle olmamıştır. 1925 yılında Kastamonu ve İnebolu’da yapılan, geçen sayıda verdiğimiz konuşmaların büyük bir bölümü halkı iknaya dönüktür. Ancak sonu tehditle bitmektedir. Kurban vermekten bahsedilmektedir. Halk kendi isteği ile tabi olmazsa cebirle bir şekle sokulacaktır.7

Bu gidiş zorunludur. Bu zorunluluk, bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekiyorsa bazı kurbanlar da veririz. Bunun önemi yoktur. Önemli olarak bunu hatırlatırım ki, durumun kalmasına, değişmemesine inat ve bağnazlık, hepimizi her an kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz.

Yönetim, aba altından sopa göstermenin sinyallerini vermeye başlamıştır. 1923 yılındaki “alıştırma politikasından” vazgeçilebileceğini ortaya koymaktadır. Burada da bir ikilemin olduğunu, Halkçılık ilkesini benimseyenlerin kafasında, ayrı, yaşayanlardan başka bir “sanal halk” olduğunu görmekteyiz. Yaşayan halk ve sanal halk. Cumhuriyet döneminin en ciddi hatası, yaşayan halkı görmezlikten gelme, yok saymadır.

KANUNEN VE CEBREN

31.8.1925’de Mustafa Kemal, Kastamonu dönüşü Çankırı’da İskilip’ten gelen bir heyete yaptığı konuşmada, “Kılığın şekle sokulması için kanunun gerekli olmadığını” söylemektedir.8

Kılığın uygar bir şekle sorulması için kanun gerekli değildir. Millet karar verir, yapar. Ve biz de uygar kılığın bütün ayrıntılarını kabullendik. Memurlar ve mebuslar, bunu gereği gibi uygulayarak halka rehberlik etmelidirler.

Halka rehberlik etme görevi, memurlara ve mebuslara verilmiştir. Bu açıdan önce memurların ve mebusların kıyafetleri düzeltilmelidir. 2.9.1925’de 2431 sayılı kararname ile memurların şapka giymesi zorunlu hale getirilmiştir.9

Mustafa Kemal, 28.9.1925 günü Bursa’da yaptığı konuşmada, Çankırı’daki konuşmasını destekleyip isim vermeden toplumun kılık kıyafetini zorla değiştiren II. Mahmud’un yaklaşım tarzını eleştirmiştir:9

 

Bir zamanlar bu milletin başına fes giydirebilmek için şeyhülislamlar değiştirildi, fetvalar çıkarıldı. Takdire değer ki, bugün milletimiz böyle duygusuz, anlamsız, mantıksız araçların hiçbirini gerekli görmüyor. Bizim aradığımız milletten aldığımız ilhamdan başka birşey değildir ve olamaz. Samimiyetle söylemek isterim ki, hep birlikte izlediğimiz yol doğrudur... İzlediğimiz yol demek, içimizden herhangi birimizin çizdiği herhangi bir yol değildir. Bütün düşüncelerin bir araya gelmesi ile doğan sonucun çizdiği anayol demektir.

Bu konuşmadan yaklaşık iki ay sonra, 25.11.1925 tarihli 671 sayılı şapka giyilmesi hakkındaki kanun mecliste uzun tartışmaların sonucu kabul edilir: 10

Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel, özel ve bölgesel idarelere ve bütün kuruluşlara bağlı memurlar ve müstahdemler, Türk milletinin giydiği şapkayı giymek zorundadır. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülmesini hükümet yasaklar.

İki ay içerisinde ne değişmişti ki kıyafet için kanun gerekmez diyenler, kanun yoluna başvurmuşlardı. Olay, yalnızca kanun çıkmasıyla kalmamıştı; kanunun yürürlüğe girdiği 2.5 ay içerisinde 57 kişi idam edilmiş, yüzlerce kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı.11

Mete Tunçay’ın halkın o dönemdeki psikolojisine ilişkin tesbitleri, son derece anlamlı ve düşündürücüdür; Tatar Hasan Paşa’nın “muhayyilelere dehşet salmak için” Şalcı Bacı’yı astırma fikrinin halkta nasıl bir korku meydana getirdiğini ispatlar vaziyettedir.12

Şapkaya karşı doğan tepkilerin şiddetle bastırılması üzerine; gerçekte pahalı olduğu halde, hiç kimsede şapka giymenin pahalı olabileceğini söyleyecek hal kalmamıştır; çünkü görülmüştür ki, artık  sorun “fes” ya da “şapka” değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmektedir.

Bugünün nesillerinin, bu tablo karşısında, Bursa’da yapılan konuşmayı; fes yerine şapka kelimesini koyarak yeniden okumalarında fayda vardır.

Kıyafetle ilgili diğer bir kanun ise, 3.12.1934 tarih ve 2596 sayılı “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine” ilişkin kanundur. İzlenen yoldan, gerçekleştirilen uygulamalardan anlaşılan odur ki; genç cumhuriyet, bir hukuk devleti değil de, bir kanun devleti olmayı benimsemiştir. Bu açıdan genç cumhuriyetin izlediği politika, II. Mahmut’unki ile örtüşmektedir. Yapılmak istenenler, halk için halkla beraber olması gerekirken “halka rağmen halk için”e dönüşmüştür. Halka gitmekten bahsedenlerin söylemi, halkı “kanunen ve cebren” medenileştirme olmuştur. Bundan sonra bir tarafta halk, diğer tarafta kadro hareketi vardır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na Serbest Fırka’ya ve DP’ye gösterilen aşırı ilgi bu zıtlaşmanın doğal bir tezahürüdür.

KIYAFET ÜZERİNDEN DİNE SALDIRI

Devrimler içinde en ciddi muhalefet, Halide Edip Adıvar’ın tesbitine göre Şapka Kanunu’na yapılmıştır.13 Halk açısından şapkadan çok daha önemli anlam ifade etmesi gereken devrimlere değil de, şapkaya niçin bu denli ciddi muhalefet yapılmıştır?

Bu muhalefetin gerçek nedeni, geçen sayıda açıkladığımız üzere giysilerin mücadele içinde özel bir anlam kazanarak sembolleşmesidir. Fes, kalpak, çarşaf ve başörtüsü son 200 yıllık batı ile mücadele tarihimizde, iki inanç, iki kültür veya iki medeniyet arasındaki kavgada sembolleşmişlerdir. Kutsallaşmışlardır. Markalaşmışlardır. Nitekim Şapka Kanunu’nun gerekçesinde ilginçtir ki, bu olgu itiraf edilmektedir.8

Aslında hiçbir öneme sahip olmayan başlık sorunu, çağdaş uluslar ailesi içine girmeye kararlı Türkiye için özel bir değere sahiptir. Şimdiye kadar Türkler ile öteki çağdaş uluslar arasında bir marka niteliğinde sayılan şimdiki başlığın değiştirilmesi ve yerine çağdaş uygar ulusların tümünün ortak başlığı olan şapkanın giyilmesi gereği belirtilmiş ve ulusumuz bu çağdaş ve uygar başlığı giymek suretiyle herkese örnek olduğundan bağlı kanunun kabülünü teklif ederiz.

Kanunun gerekçesinde tezat var. Madem önemli değil, bunun için neden kanun çıkarılıyor? Madem önemli değil, niçin Türklerle diğer ulusları ayıran bir marka özelliğine sahip oluyor? Halkın bu denli reaksiyon göstermesinin nedeni başlığın iki medeniyet arasında markalaşmış olmasıdır. Hıristiyanların iyisine “makul kefere”, kötüsüne “gâvur”, beterine “şapkalı gâvur” dediği ve düşman diye  kabul ettiği, asırlardır savaştığı ve bu savaşlarda evlatlarını şehit verdiği bir toplumun başlığını kanun zoruyla benimsemek, halkı rencide etmiştir, yaralamıştır.  Kazandığı İstiklal Mücadelesi’nin tadına doyamadan psikolojik dünyası tahrip edilmiş, horlanmış ve aşağılanmıştır. Çünkü İzmir’in işgalinde halkın fesini, sarığını ve kalpağını ayaklar altına alıp çiğneyen Yunanlı idi; oysa şapka kanunundan sonra köprü başlarını tutup fesini, sarığını ve kalpağını başından alıp ayakları altında çiğneyen ve dereye atan veya attıran kendi çocukları idi.  Kendi çocuklarından böyle bir hakarete uğramanın; halkın ruh dünyasında yapacağı tahribat bugünkü nesiller değerlendirilmeli ve iyi tahlil edilmelidir.

Bugün şapka kanunu yürürlüktedir ve hiç kimse gereğini yapmamaktadır. Başta memurlar ve mebuslar olmak üzere hiç kimse şapka takmamaktadır.

Cumhuriyet tarihinde başlığa yöneltilen eleştiri ve saldırıları tek başına alıp değerlendirmek yanıltıcı olur. Gerçekte dine karşı açılan savaşın bir parçası olarak değerlendirilmesi gerekir. Doğrudan dine saldırılamadığı dönemlerde, dini ve örfi anlam kazanmış ve mücadele sürecinde semboleşmiş, markalaşmış olan giysiye saldırılmıştır. Giysi üzerinden dolaylı bir harp taktiği ile dine karşı mücadele yürütülmüştür.14

Amaç açıktı. Din toplumda en fazla kadını mı eziyor?(!) Kadını dinin etkisinden kurtarmak, dinin yüzyıllardır kadına empoze ettiği peçeyi ve çarşafı kaldırmak, din otoritesine indirilecek en büyük darbeydi. Mustafa Kemal’in teşhisi buydu ve kuşkusuz teşhiste yanılmıyordu. Ayrıca, hatırlatmakta yarar varki, bu teşhiste M. Kemal yalnız da değildi. Aşağı yukarı aynı tarihlerde, Orta Asya’nın geri toplumlarını sarsmak ve sosyalist devrime katmak mücadelesi veren Sovyet yönetimi de işe toplumun en ezilen -feodal baskıya din ve erkek baskısının da eklendiği- kesimi olan kadınları devrime  kazanma mücadelesiyle başlamış ve ilk aşamada dinin kadın üzerindeki otoritesini kırmak için peçe ve çarşafın kaldırılması yolunda mücadeleye girmişti. Mustafa Kemal’in de kadın haklarını tanırken böyle ideolojik  ve politik bir hedef güttüğünü kabul etmek pek yanıltıcı olmasa gerektir. Görüldüğü gibi kadın hakları için verilen mücadeleyle, dinin etkinliğini kırmak için verilen mücadele arasında diyalektik bir ilişki mevcuttur.

 

Erkek giyimine karşı yürütülen mücadelenin şiddeti ile, kadın giyimine karşı yürütülen mücadelenin şiddeti aynı olmamıştır. Kadın giyimi konusunda, daha temkinli hareket edilmiştir. Bu nedenle şapka kanununa kadın giyimi ile ilgili herhangi bir madde konmamıştır. Ancak değişik konuşmalarda, kadınların mevcut giysileri eleştirilmiş, hicvedilmiştir. Özellikle valiler, belediye başkanları ve memurlar batılı tarz giyimin propagandasını yapıyor; batılı tarzda giyinenlere “aydın ve ilerici”, geleneğe ve tesettüre uygun giyinenlere “cahil ve gerici” muamelesi yapıyorlardı. Kadın giyimiyle ilgili genel bir yasa çıkarılmamıştı ama, belediye ve valiliklerin aldığı kararlarla çarşaf giyimi yasaklanıyordu.15

Daha sonraki yıllarda “çarşafla mücadele” haftaları bazı sivil görünüşlü toplum örgütleri tarafından düzenlenmiş, çarşaf yerine manto önerilmiştir. Türk Kadınlar Birliği adlı dernek üyeleri “çarşaf yerine manto ve başörtü kampanyası” açmıştır.16 İlginçtir ki, dün çarşaf yerine manto ve başörtüsünü önerenler; bugün mantoya ve başörtüsüne karşı çıkıyorlar. Demekki gerçek sorun, örtünün çarşaf olup olmaması değildir. Gerçekte sorun dinin emri olan tesettür olayıdır ve dinin bizatihi kendisidir.

Niçin, kadın giyimini de içine alacak bir kıyafet kanunu çıkarılmamıştır? Gerek Baskın Oran’ın gerekse Falih Rıfkı Atay’ın görüşü Türk toplumunun kadına verdiği özel anlamdan dolayıdır.17

 

Türk Toplumunu iyi tanıyan ve büyük gerçekçi olan Atatürk, dinsel temaya dokunduktan sonra (laiklik, tekkeler...) bir de insanların “ailesinin” “namahreme” yasa zoru ile “açılmasını” tehlikeli saymış olsa gerektir. Afgan Kralı Emanullah Han’ın düşmesi üzerine Atatürk’ün “Ben ona bu konu (kadınların açılması) ile fazla uğraşma demiştim” dediği anlatılmaktadır.

Toplumun değer sistemini pek çok noktada zedelemiş olan yönetim, insanların ailesinin namahreme yasa zoruyla açılmasının doğuracağı tepkiden çekinmiş olabilir. Doğrudan bir yaptırım yerine dolaylı bir değiştirme stratejisini benimsemiş olabilirler, ki Falih Rıfkı Atay’ın kanaati budur.4

 

Atatürk kadın meselesinin üstüne pek varmamıştır. Köyde ve geri kalabalıkta din kadar kuvvetli şey, ırz; ırz da kadın demektir. Ahlâkın ölçüsü ırzdır. Dönülmeyen yemin, ırz üstünedir. Medeni kanun yeni Türk cemiyetinin hazır nizamı değil, ideali idi. Bu cemiyet mahkemelerde kalıptan dökülmeyecekti. Kızlı erkekli mektepten yetişecek ve mektepten çıkacaktı. İktisadî şartların yaratacağı yaşama imkânları kadını hürriyetine kavuşturacaktı. Atatürk, halk kadınının kurtuluşunun uzunca bir zaman işi olduğunu anlamıştır. Şapka Kanunu’na kadınlar için bir hüküm koymayışının sebebi budur.

Arzulanan kadın tipi ve arzulanan cemiyet, mahkemelerde kalıptan dökülmeyecekti; mektep ve iktisadi şartlar onu oluşturacaktı. Değişim gizli zorlanmış bir doğal seyir takip edecekti. Öngörülen strateji buydu. Buna ilave olarak vali ve belediye başkanlarının aldığı zorlayıcı baskıcı kararlar vardı. Bir de medyanın psikolojik harp aracı olarak kullanılıp kadınların zihinleri üzerine kuracağı baskı, en önemli fonksiyonu icra etmekteydi. Devlet dairelerinde muhatap olunan davranışlar da bu işin tuzu ve biberi sayılmalıydı. Bütün bunlar, senkronize olmuş bir tarzda, “çarşaflı ve kapalı Türk kadınını gelecekte tarih kitaplarında aramak gerekecektir.” öngörüsünü gerçekleştirmek için yapılmaktadır.

FITRATA YÖNELME

Ancak 75 yıllık bir uygulamadan sonra, ne mektep, ne iktisadi şartlar, ne yönetmelikler, ne de medya arzu edilen insanı ve arzu edilen cemiyeti meydana getiremedi. Toplumsal dokuyu oluşturan ve toplumsal dayanışmayı sağlayan değerler sistemini yıktılar; fakat yerine yenisini koyamadılar. Bir gün önce yaptıklarını, birgün sonra reddettiler. Toplumdaki bütün ilişkileri, çıkar ilişkisine indirgediler.

Seçilen yol, tutulan istikamet, toplumsal değer sistemi ve insan fıtratı ile uzlaşmaz çelişkiye girmiştir. Artık toplumun her kesiminden şu veya bu nedenle sisteme karşı eleştiri yapılmaya başlanmıştır. Böyle bir ortamda dinin örtünme emrine uyan, kapalı kadınlar, eğitimde ve yönetimde hak istemektedirler. Kendilerine gösterilen yol ve yaşam tarzının, kendilerine huzuru ve mutluluğu sağlamadığı inancındadırlar. Mevcut gidişten, kendilerini ve çocuklarını korumak istemektedirler.

Batılılaşma hareketi, beklemediği bir anda, beklemediği bir mekanda, üniversitelerde, beklemediği insanlardan, kadınlardan muhalefet görmeye başlamıştır. Tarih sayfalarında olması istenen kapalı kadınlar,  gerçek hayatta 75 yıllık uygulamanın sonucunda kamusal alandaki haklarını istiyorlar. Fıtrata aykırı bir yaşam tarzına karşı çıkarak Allah’ın;

Öyleyse sen yüzünü, bir hanif olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değiştirme olamaz. İşte dimdik ayakta duran din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler.”(30 Rum, 30) emrine uymuşlardır.

Şaşırtıcı olan şudur: 70 yıl önce gençleri jandarma zoru ile evlerinden alıp okullara götürdüler; şimdi ise okuyan ve çalışan insanları, polis ve jandarma zoruyla okuldan ve iş hayatından atıyorlar.

Ziya Paşa haklı değil mi?

Onlar ki laf ile verir dünyaya nizamât

Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde. 

KAYNAKLAR

1- Aktaş C., Kılık Kıyafet ve İktidar, Nehir Yayınları, İstanbul C.1, 1989, s 134-135.

2- Goloğlu, M., Türkiye Cumhuriyeti, 1923, Goloğlu Yayınları, Ankara, s. 84-85.

3- Atay, F.R., Çankaya, Ankara, s, 410.

4- Atay, F.R., Niçin Kurtulmak, Ankara, s. 81, aktaran C. Aktaş age s, 155.

5- Aktaş, C., age s.132.

6- Dilipak, A., Bir Başka Açıdan Kemalizm, İstanbul, s. 411.

7- Koloğlu. D., İslamda Başlık, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1978 , s.90.

8- Goloğlu M., Devrimler ve Tepkileri, Goloğlu Yayınları, Ankara s. 150.

9- Goloğlu, M., age s. 145.

10- Goloğlu, M., age, s. 156.

11- Aktaş, C., age, s. 148.

12- Tunçay M., Tek Parti, s. 150.

13- Aktaş, C., age, s.149.

14- Tekeli, Ş., Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, s. 209-210.

15- Aktaş, C., age, s. 172-173.

16- Aktaş, C., age, s. 220.

17- Oran, B., Atatürk Milliyetçiliği, sh. 187.

* “Ben, Atatürk’ün Millî Mücadele döneminde -toplumsal tutunum sağlamak için- dinden yararlanmasını anlayışla karşılıyorum. Ama Halk Fırkası’nın devam ettirdiği “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” ana tüzüğünün “her  İslâm vatandaşı” doğal üye saydığını görmezlikten gelemiyorum. 23 Nisan 1920’de TBMM açılırken, bu meclisin baskın İslâmi rengi, ne önceki Osmanlı Meclis-i Meb’usanlarıyla ne de kendisinin sonraki dönemleriyle karşılaştırılabilir. Başkanlık kürsüsünün arkasında asılı duran levha, “Hakimiyet bilâ kaydüşart Milletindir” değil, “Ve emrehüm şûrâ beynehüm” (meşveret ediniz, birbirinize danışarak yönetiniz) âyet-i kerimesiydi. [Doğrusu, “Onların işleri aralarında danışma iledir.” Umran] Bu levha ancak Takrir-i Sükûn döneminde kaldırıldı. İlk meclisin bütün üyeleri Müslüman olduktan başka, İkinci Grup kadar Birinci Grup üyelerinin arasında da sarıklı, cübbeli bir çok din adamı vardı. 1 Teşrinisâni 1338’de ( 1 kasım 1922) saltanatın kaldırılması, Hicrî takvimle Mevlid-i Nebevî’ye (Peygamberin doğum gününe) rastladığı için, ikisi birarada “Hakimiyet-i Milliye” bayramı ilan edilmişti. Cumhuriyeti kuran anayasa değişikliği (tavzihan ta’dil), yürürlükteki Kanunuesasî’de zaten varolduğu halde, devletin resmi dininin İslâm olduğunu yinelemiş, bu kayıt 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanununda da 1928’e kadar devam etmiştir. Yine bu tarihe değin, cumhurbaşkanı ve milletvekilleri “vallahi” diyerek ant içmişler. Şeriat mahkemelerinin 1924’te kaldırılmasına karşın, 1928’ e kadar  “ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi” (dinsel yargı kararlarının yerine getirilmesi) TBMM’nin görevleri arasında sayılmıştır...”  (Yeni Yüzyıl, 17.9.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...